Koro Her Zaman Haklıdır

Koro

Yaşamdan başka ölüm yoktur
Mutluluk çocuklara mahsustur
Onların da ölümleri damla damla
Birikir aylarla, yıllarla
Yürüdükleri yollar bir tabuta dönüşür

Her insan kendi tarihiyle başbaşa
Boyuna dünyayla ilgili kitaplar okur
Sokağa bir ilmek gibi açılan camlarda
Bir katılma isteğinin acısını dokur
Kendi ayakizlerine basar oysa
Kendi kendine konuşarak büyür

Ben

Keşke yeniden doğmak gibi bir şeylere inansam
Biri önümdeki şu bira bardağını yenilese
Ben söylemeden, çağırmadan
Bacalardan yükselen duman
Bir deniz köpüğüne dönüşse…
Değişsin diyorum, her şey değişsin
Hiçbir şey kalmasın ayakları üstünde

Sen

Ne güzeldin, uzayan hep uzayan ellerin vardı
Bütün çocukların ağzıyla konuşur gibiydin
Gözlerinden bir gül çıkarıp atamasan da
Her bakışın bir gül dolgunluğuyla açardı
Bunun için hiç uçurumlara yürümedin, denizleri bilmedin
Duraklarda hep kendini bekledin
Herkesin indiği otobüslere bindin usulca

O

Yalnızlığı bir uçurtmadır ki takılacak yer arar
Denizlerin dibinde yürüdüğünü sanırsın
Ruhu olan bir gölgedir, bedeni kimbilir nerde
Önüne gelene kendi adını sorar
Bunun için sözlükleri devretti birkaç kere
Ölüm, denizde mahsur kalmış bir gemidir ona
Her kıyıda fener olmak gibi alışkanlıkları vardır

Biz

Kuşların teyellediği bir göğün altında
Birdenbire sökülen dikişler gibiyiz
İplerimiz uçuşup duruyor havada
Takacak yerimiz yok, boynumuzdan başka

Siz

Uzaksınız, niye böylesiniz, çoğul ve sessiz
Tarihinizi kitaplara alınmayacak olaylardan seçersiniz
Kapılarınızda çiçeksiz girilmez yazıları
Sizin kanınızda aynalar dolaşmaz mı
Kendi ölümünüzü gazete ilanlarından öğrenirsiniz

Onlar

Susmaktan yosun bağlamış ağızlarıyla
Bir gün konuşmaya başlarsa, ne oldu
Demeye kalmadan bir fotoğrafçı çağır
Ve havada yakala seslerinin resmini
Altına ayı, günü, saat, yazmasan da olur

Ben

İktidar akıyor nereye elimi atsam
Irmakları deniz boğuyor, denizi toprak
Ben de bir gün şair olursam
Dersem ki artık enel hak
Dünya beni gönderlere çekersen
Ne olur, ne olur rüzgarsız bırak

Sen

Kirpiklerin tozlu dünyaya bakmaktan
Çamurlar üstünde tüten buhur gibisin
Yalnızsın, üzgünsün ve kederlisin
Yaşam akmaya başlıyor tırnaklarından
Toprağın ve suyun bütün gizlerini belledin
Seni gökyüzüne gömecekler bunun için

O

Bedeninin kaleleri, burçları var
Geçilmez, yazıyor duvarlarında
Ve bir çift meme ucu mazgallarında

Biz

Sevgilerimiz de rastlantısal, nefretlerimiz de
Hep kendimize çarpıyoruz en olmadık yerlerde

Siz
Bir sabah postal sesleriyle uyandınız
Diyelim ki akşamdan kalmaydınız- misal
Önünüze kızarmış ekmek, bir bardak çay
Radyodaki marşlara kulak kabarttınız
Hapishanelerde dediniz yerimiz var münhal

Onlar

Ölülerini hep kefenlere sararlar
Bir yaşam boyu sıkılı duran yumrukları
Toprağın üstüne çıkmasın diye

Koro

İnce yazıyla yazılan bu şiir
Kalın duyarlıklara seslenecektir
Kimse yaşarken bir şey okumasın artık
Ölümün şiir herkese yetecektir…

Ahmet Erhan

picc-vnpn14m2-244947-475-598 Koro Her Zaman Haklıdır

KARDAN ADAM VE KARLAR ERİDİĞİNDE DONMUŞ BULUNACAK KEDİ YAVRUSU

ürkütseler güvercinleri uçacak ellerin, okşansa bahar sanacak
saçımda gezinirken, yazılsa tarih olacak bir aşkın
terinden soğuyacağını bilmez. çağrılsa gözü kara
sevgili olacak bakkalın yanından geçerken, öpülse
yaraları iyileşecek dizlerin, karanlıkta bir çift vatkanın
ve alelacele giyinilmiş kesin ifadenin
peşinden dolandığını da bilmez. üstelik gürül gürül akan hayatın
bir kadının açılan bacağından olmadığını düşünmezsin henüz
beklemeyi bile öğrenmemişken.

usulca yerini alan selamlarla başlarsın sabahçı kahvesine,
gevrek simide ve yüz gram peynire. ısıttığın avcunun
çay bardağı kadar olduğuna aldırmaz bir çocuğu büyüten yüzün.
hep bir mısradan ödünç alındığını sandığım zarafetin,
karşılıklı oturur keskinliğinle. kirpiklerin paslanıp kırıldıkça
erkek olur o yavru kedi mırmırlığındaki gözler.
kahramanlık tükürmedikçe dünyaya, aldırmaz hiç kimse
yarığındaki yalnızlığa.

derdi gücü sana yetişmek olan yağmura inat,
yağmuru delen damlaların belini sararak,
“seni ben ellerin olasın diye mi sevdim”
yokuşuna tırmanır, alelacele yetişirsin kendine;
anlaşılmadığın, sanıldığın ilişkilerde.
birine tutunduğun kopuk uçlardan dolanırsın
sevgi yumağına. heyecanla beklenen
bir mektup yerine, posta kutusuna sıkışmış sıradan
bir şeyler gibisin, arasalar var olacaksın.
oysa birdenbiredir tüm alışkanlıklar;
hızı kav-ramaktır aşklar
kısaca alışılıp terk edilmişsin.

işte yağmur, gece.
‘kendim’leri izlerken karanlık, “bir yerine geldim
ki gecenin sen yoksun” yarığına yığılıyor, hep kara
kalemle çizilmiş sandığım, keskin,
dünyaya meydan okuyabileceğine inandığım yama
köşesine çekiliyor küçük yahudi hüzünlerinden,
taş plakta dönen, kırık:

–onu bende yaşayan
anlaşılmamış bir tohum
beni onda yaşayan
çorak topraklar–

hiç var olmayacaksın yazmasam ve hiç
öğrenmeyeceğim yoksulluğu varlığından. ağzım küf
kokmayacak dehlizimde dolanmasan. küfreder
gibi susmayacağım seni anlayabildiğim kadar sanmasam.
binlerce insan var seni binlerce yapan.
hiç kimse kendisinde yaşadığından
başka senler olabileceğini düşünmez.

aslında bir şarkıya dolaştığını kimseler bilmediğinden,
“seni ben ellerin olasın diye mi sevdim”
yokuşunu hep yalnız çıkarsın, uçuklayan
bir ıslıkla, gecenin çok saklı sokağına. ürkütmekten
korkarak elinin güvercinlerini, kimseler dokunmaz saçlarıma.

yazılsa tarih olacak bir aşk, üşür küçülür kalır ortasında.

Hilal Karahan

pages-8p4u3jrs5-244635-475-614 KARDAN ADAM VE KARLAR ERİDİĞİNDE DONMUŞ BULUNACAK KEDİ YAVRUSU

BAŞKALARININ TOPRAĞINA KÖK SALAN AĞACA, DALLARINA DOLANAN KUZEYRÜZGÂRININ SÖYLEMEDİKLERİ

ne çok giz vardır anlatmakla yükümlü olduğum, ne çok siz
beni ben yapan inceliği silkeleyip kabuğumu sevdiniz.

“ne zaman geldimse gittiniz / ne zaman yaklaştımsa ittiniz.”
ne zaman uzansam kuşkunuz düşer önüme.
bir kayayı örerken varlığını unuttuğunuz
ve her nasılsa göz bebeğinize açılan
uçurumu düşerim, sizi size anlatabilmek için.
kendini kin ve öfke ile savunmayı henüz öğrenmemiş
bir çocuk solumasa, çatlağınızdan sızabilmek için sarsılmazdım
:sizde neler yaşayacağım bir bilseniz.

anıları akşamın ateşiyle demleyip ısınıyorsunuz.
yetişemediğiniz için bekliyorsunuz
:dönüşlerdir gerçek yolculuklar.
yarıları dikkatle tamamlıyor acılar.
erken büyümüş çocukların gözlerini bilirsiniz.
görmese de bilir
tutkularıyla yalnız bırakılanlar.

tırnaklarıyla okşuyor yüzünüzü zaman.
akrebe geçirdikçe dişini
ı
lık
ı
lık
ı
lık
düşüyor yelkovan odanızdan. akşamın didik didik ettiği
yaranıza küfür basıyorsunuz. kirleniyorsunuz
sesin çamurunda. söylemeseniz de biliyorum
nefreti, bilir kayıp bir adres gibi
tekrarlarda bulunmuş duygular.

(alelacele bir incelik oysa sevgi.
ihtiyaç duyduğunu, ihtiyacı olmayana verme çabası.
yalnız sevgi terbiye edebilir insanı. kimi zaman budar,
çaresiz bırakır; kimi zamansa kökleri ve dalları birleştirip
gövdeyi doğrulur. her deneyimin yalnız sevmeyi
bilmek için yaşandığını görebilseniz.)

zarifsiniz, korkudan korkuyorsunuz siz.
öyle sıkı kavrıyorsunuz ki kuralları, çağırsam, kuru bir dal
vantuzumda! sizi kırmak ya da taşımak değil,
solungaçlarınızı tanıyın istiyorum.
‘sanırım tıpkı ben’ sanrınızla,
sevinç ve kederiniz öylesine başkalarına ait ki…

:başkalarının toprağına kök salan bir ağaçsınız, yüksek
sesle çağıranların günlerine sıralanmış
ilişkileri yaşayan figüransınız.
sizden kaçıp size dolanıyor kuzey rüzgârı.

ne çok giz vardır anlatmakla yükümlü olduğum, ne çok siz
beni ben yapan inceliği silkeleyip kabuğumu sevdiniz.

Hilal Karahan

picc-lucpzgwew-317406-469-700 BAŞKALARININ TOPRAĞINA KÖK SALAN AĞACA, DALLARINA DOLANAN KUZEYRÜZGÂRININ SÖYLEMEDİKLERİ

Sestiniz Sesi Gördüm

1/ Sestiniz, sesi gördüm bir akşamüstü apansız:

sanki eski bir göğü tutuşturup
sürmüştünüz yüzüme

elişi kuşlar, bergüzar ağaçlar
sermiştiniz çocukluğuma:

iğde dalı koklamış olmasa
okşar mı toprak
topuklarını tohumun

amberi özlemese, sever mi çiçek
ellerini dolaşan saçında
rüzgârın

omzuna yaslanınca asmaların
bir ağır akşam
yıkıldı yıkılacak gölgeliğe…

2/ Sestiniz, yüzüne dokundum gürültülü bir gecenin:

kalbim, o derin uğultu
sesinizi kor sandı

şefkatle değil, ah öyle değil
damarlarınızla dolayıp
boğdunuz kalbimi

sonra ödünç bir kitap gibi
sessizce ve gecikmekten utanarak
aldığınız yere koydunuz

: ardınızdan sürüklenen kalbimdi
bütün bir gece…

3/ Sestiniz, çoğul bir sevgidir iz:

sizi sevmek bir ömrü sevmekti

ağzınızda öptüm
sürüdüğünüz tüm cesetleri

başka kadınlarda kalmış
ellerinizle okşardınız
çırpınan kanımı

su içmek, sigara yakmak kadar
doğaldı sizde kaçmak

beni sevmenize alışmak
yenilmekti, gittiğinizde
yüreğimi kesecek acıya

en güvenli duyguydu
yokluğunuzda
sığındığım ağrı…

4/ Sestiniz, kırıldı kırılacak içine eğilen giz:

bir kuyunun içinden sesleniyordunuz

gördüğünüz tek ışığı
aydınlık sanıyordunuz

hayır, delirmiyordunuz
hiç yoktuk biz

: sizi ben yarattım
eksik etimden

kangreni sever
şizofren…

5/ Sestiniz, sesinizden başlardı her gece:

içimde yarım ne kalmışsa
sesinizle tanımladım

siz geri çekildikçe
boşluğa daha sıkı sarıldım

uzak limanları hep size
neyi özlesem
hep size tamamladım

yakardım, biat ettim
yerlere eğildim önünüzde

iki ruhtum yıllarca tek beden
: varlığınıza ihtiyaç
ve yokluğunuza öfke…

6/ Sestiniz, ağır ağır indiniz merdivenlerini gecenin:

ne çabuk geçti o ateşin zamanı
akrep ne vakit soktu yelkovanı

her solukta kora dönüyorsa söz
közün düğümünü ne çözebilir ağızdan

susun, ne deseniz kırılacağım
düşecek avuçlarınızdan bu oyuk ayna

acıyı düşünmek daha çok ürkütür acıdan
ağzınızla susturun kalbimi eğer susturacaksanız!..

7/ Sestiniz, gecenin içinden geçip gittiniz:

her aşk bir hatadır bittiğinde…

Hilal Karahan

mikael-vojinovic-7vjioiojt-242388-475-316 Sestiniz Sesi Gördüm

Ay Valsi

1/ Yeni ay:

vaktidir, kalksın dağınık uykulardan
rüyasını gerçek sanan sarhoş zaman

yaktığınız köprülerin ışığı
daha ne kadar aydınlatır karanlığı

nereye kadar kökler kayış koparan otları
hafıza tarlasından? kaç kere kırılabilir

kalbin kristali? kaç kere kopabilir
inceldiği yerden sesin telleri

daha ne kadar uzak olabilirsiniz
: değer gördükçe kibirlenir insan…

2/ Hilâl:

yüreği küllüğe dönmüşe ne desin ateş
ne denir bir ömür kül örtene yazmasıyla

suçlandığın şarapsa eyvallah
şaraptan gül damıttı ağzın

pişmanlığın ayaz aşklarsa
çelikten cürufu göz suyunla yıkadın

küfran anlar yıllarca döne döne
öğütülmediyse belleğin değirmeninde

: insanı iç gömleği yakar
yakar da çıkaramaz…

3/ İlk dördün:

kalbiniz tandır, sesiniz har
size dönüyoruz ey kutsal nar

sökülsün susuz kuyulardan çekilmiş
anılar, dökülsün boynumuz önünüze

: kovulduğumuz kapılardan başka eşik
labirentten başka beşik yoktur anladık

ey yüce geçmiş el verin bize gecede
yana yakıla aradığımız hâlâ o tandır…

4/ Dolunay:

azalır mı azaldı sanılan acılar
geçer mi geçti sayılan aşklar

yoktur bazı soruların cevabı

: doğru zamanda sorulmuş
doğru sorulardır, geçmişin
insana verdiği cevaplar

: yara soğudukça artar sızı…

5/ Son dördün:

ey kalbimdeki sapsız bıçak!

ağırlığın yaşamaksa
sıcaklığın aşk…

Hilal Karahan

2012_09_pages-33412f03c-606489-426-640 Ay Valsi

Lilâ

içi hava dolu ağır vücutlar yükselirken
patlayan elektriğin itimat ettiği mahluklar
suyun döndürdüğü nehrin vals kıyısında
tığla örülmüş kızlar korosu önünde
küçük çocuklar pişirecekler acıkmış cinlere
ve mevsime sözü geçen dolunay
savurarak rüzgâra ölümün ih(ti)mallerini
cesedimi yeryüzüne peşin ödeyecek!

eski caz cinayetinden beri suçsuz tutsağım
kaç şüpheye ikram edilerek üzüldüm üzüldüm
mü ay erir de akardı dünyaya tutunup,
karnı doyan cin artık çocuklara masal olurdu
karnı doyan cin artık çocuklara engel olurdu
bir postacı gibi gelirdi gece boş bulunup
kötü haberler yazardı mektuplarda imzasız, ürkütücü
fazlaca bizden ve esaretten sözeden
keşfettiği toprak kendisinden daha fazla ilgi çeken
fakir bir kaşiftim o dönmedolap kentinde:
ilk cin, içi hava dolu ağır vücutlar yükselirken
içi sonbahar dolu bir sevgili gibi karama vururdu!
yüzümü bir kez sır verdiğim ayna ah ayna
yüzümü alıp nehre kaçardı, nehir aynada kururdu!

yalandı küçük çocukları kandırıp benim yediğim
eğer yüzüyorsam yalnızca derilerini
üşüyeceklerse bir vedada
iyi üşüsünler diyedir!

ve eğer
leylakların işine son veriyorsa aşk
taklitlerinden sakının diye!
mesela o limanın canlı hikâye sarrafı
mesela o belli belirsiz himaye
mesela o belli belirsiz himaye
mesela gözlerine kurşun gibi sürülen o bordo
o ikiz kardeşim ölümsüzlük
ve nükseden ormanlarımda
bir davetsiz bıçakmışcasına
beden denilen kınından çekilip
hayatına saplanan ruhum
ve o döne döne,
tülleri omzuna çekiştirerek gelen rüzgâr
olsun, sonbaharda gözkapaklarım dökülürmüş,
ne çıkar!

unutulmuş bir meleğin güncelerinde geçmiş
adın ilk kez
sana lilâ demişler sen lilâ olmuşsun
lilâ rengi bir leopar
lilâ rengi bir cengâver
lilâ rengi bir Enderun kenti olmuşsun
sana ölmeye gelmiş sevenler ve bilgeler
kalpleri kaşık
fikirleri su:
bir bedevi diz çökmüş dip akıntılarında
sana lilâ demişler lilâ diye çağırmışlar sen lilâ olmuşsun
bir lir, bir kemanı, gece olunca kıskanırmış yalnızca

tanrı her kış başlangıcında bir melek kurban edermiş kendine
sen: elleri mücevher olan
sen: bakışları vaaz olan
sen! hep bir başkalarında hep bir başka olan tanım!
seni severek seni daima ben tanımladım!
ne samansarısı ne annabel lee ne elsa
ve eğer senin bir adın olacaksa bundan sonra
ben bir şair olarak taşıdığım bu şerefli adı

bir sana bağışladım!

bir sana bağışladım ben bir sana tasvirimi
sen o çılgın gibi dörtnala atların sürdüğü faytonla
cehenneme yetişmek zorunda olan!
sen o mahşeri tokatlayan güzel orospu!
sen o kalbimin tekrarı çıban!
sen o yatağımda üstünde seviştiğimiz çarşafla
boğduğum
zencefil kokan, kekik kokan, pamuk kokan oğlum!

ne samansarısı ne annabel lee ne elsa
ve eğer senin hakikaten bir adın varsa
ve eğer senin bir adın olacaksa bundan sonra da
ben bir şair olarak taşıdığım bu sefil adı
bir sana bağışladım!
bağışla beni çocuğum lilâ!
bağışla beni!
hiç değilse bugün, bir sen bağışla!

Küçük İskender

 
kucuk-sikenderin-mezari Lilâ

Aşk Kocaman Bir Kent

sana taşıdım kendimi aşk boyunca
senden taşındım yoksul yoksul ve ince

gelirken yeniydi
yollar evler çatılar
sen yeniydin
yeniydi çiçek
ağaçlar

taşındım sana
içim sıra ırmaklar

sende oturdum
aşk kocaman bir kentti o sıralar

o sıralar gök mavi
su berrak
ekmek doyurucu

senden taşındım
kuru toprak, soğuk hava ve batak
gözlerim eskitmiş seni
çok bakmalar

yol mu kısa, ömür mü az
daha var, var
aşk,
insan yaşadıkça yaşar

Arife Kalender

arife-kalender Aşk Kocaman Bir Kent

Otobiyografi

Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Yalnızlık, ölümün üvey kardeşi
Eve hep geç saatlerde gelen babaların
ayak izlerinden yükselen buğu
Bir toprağın, dalına dokunamadığı yerde büyüyen boşluk
Ayışığında kaldırımları süpüren bir kadının
ikide bir durup, burnunu önlüğünün koluna silmesi
Gibi boğuk, gibi çıldırtıcı, gibi silik

Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Nereye gideceğini yitirmiş
yol, uçurum, dağ, bayır, çöl
Bir kuşun kanadından çıkan kav
Bir kibritin ömrünün, bir tek sigarayla sınırlı olması
– Alkol, kendileri seni seviyor
Her el titremesinin bir fotoğrafını çekmeli
yanık masa örtülerinin, kırık bardakların
Günışığında herşeyin, herşeyin görünmesi
Gibi iğrenç, gibi gerçek, gibi anlamsız

Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Tökezlemiş söz, suskun türkü, rendelenmiş umut kırıntısı
Şiir… alkolik bir babadan artakalmış sarışın güz boğuntusu
Çıkılmaz buradan artık diyor bir ses,
hiç değilse kapıları iyice örtün
Soğuk, yalnızlığa özenip girmesin içeri
Gibi sinsi, gibi alaycı, gibi bungun

Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Kötümserlik, kusmukların çiçek kalıplarına dökülmüş hali
Herşeyin göreceli olduğu bir dünyada iş mi bu şimdi
Değişimlerin bir türlü dönüşüme varamadığı yerlerde
Aklımı teğelliyor bir çocuk durup dururken
Gibi çılgınlığa, gibi serseriliğe, gibi ölüme

Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Parmak damgasının mülkiyete yettiği bir çağda
Yüreğini kağıtlara basmanın bedeli
Damarlara dolan toprak kokusunun hep ölümü çağrıştırdığı
Yaşamın, konuşulan en eski lehçesi
Gibi okunmayan, gibi tozlu, gibi gülünç

Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Diklendikçe, kendi rüzgarından başı dönen gurur
Yürüdükçe, yollardan pencerelere yükselen buhur
Çok şey görmüş geçirmişsin biliyorlar
Gibi ölüm, gibi aşk, gibi şiir

Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Akdeniz 1958.1.72, 60 kg.,
evli, karısı hamile, iki paket sigara.
sabah dokuz akşam yedi. – sahi ne vardı başka?
Evet, diyorlar ve ekliyorlar:
Önüne geleni öpme isteğiyle dolu bir insancıllık
Sonunda götürse götürse, çiçek götürür kendi mezarına
Gibi deli, gibi meczup, gibi seyda

Ve keçeuçlu bir kalemle yazıyorlar:
Doğacak çocuğuna ad düşünen nihilizm
Sabahın alacakaranlığında, bir uçurum önünde
bekleyen dirim
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar.
Ahmet Erhan

4ad76953e72cdbf2283761f5818b55a8-d5fub7g Otobiyografi

Sevdanın Son Kerem’i

Yanlış düşler içinde dalgın dalgın yürüyen
Başını çarpıp kanatan ara-sıra gerçeğe
İkide bir karıştıran ağaçta
Bir dal mı olduğunu yoksa yaprak mı
Yoksamaya çalışan alaycı bir ormanı
Sensin toz kumaşlı giysiyi seven
İnce bir uğultunun küçük kardeşi
Sevdanın son Kerem’ine benzeyen

Seni bir yerlerden ısırıyor gözleri
Antika eşya gibisin aşkın sergi salonunda
Görkemli gösterilerin yapay oyuncuları
Tükrük üretmeye alışkın ağızlarca
Bilgiç laflar ediyorlar karşında
Konuşsun susmayı beceremeyen
Sen dinle üstünü kül örtmüş ateş
Sevdanın son Kerem’ine benzeyen

Eskimiş öykülerde kimlik arıyor değilim
Yazıyorum acıyla, yanlış yorumluyorlar
Yaralı hayvan gibi soluyup, iç çekerek
Pazarlığa giriştiğini söylüyorum aşkların
Geçmişi özlediğimi sanıp aldanıyorlar
Anımsat onlara n’olur gömleğimin deseni
Yazdığımın aynası, ikiz kardeşim benim
Göster yaz sıcağında üşüyen yüreğimi

Üstüme yorgan getir, koklamaya bir çiçek
Otur şöyle yanıma duygularıma benzeyen
Yenik düşmüş gibiyim aşkın tartışmasında
Yeniden onar beni ve beni haklı çıkar
Taşlanmayı göze alan antika
Süte su katanları kargışlama işini
Unutursam anımsat, dalgın bir adamım ben
Ey yüksek yapıların alçakgönüllü temeli
Sevdanın son Kerem’ine benzeyen

Abdülkadir Budak

photography-inspiration-8sc15vdnf-244932-475-464 Sevdanın Son Kerem'i

Islık ve Uçurum

“Dünyada bir tek hakikat vardı, cahiller onu çoğalttılar.”

Hayat ıslık çalarak geçiyordu önümüzden. Kokuşmuş, acı çığlık seslerinden geçilmeyen bu ikiyüzlü, bu vahşi, bu namussuz çağımızda cehennemi yasamadığımızı kim söyleyebilirdi? Bırakın ruhumuzun kirlenmesini, gövdemizi de yıpratıyorduk. Aşkın, üzümün sapına kadar yaşanması gerektiğine inanıyorduk. Aşkın varlığını ve yaşanabilirliğini hissetmek gerekti; aşka güvenmek ve onun hizmetine girmek lazımdı. Aşkı oraya buraya çekiştirip aşka yön vermeye kalkışırsak, aşkın altında kalırız diye düşünüyor ve aska inanmayanlara soruyordu: Aşk size inanıyor mu sanıyorsunuz? “Niye intihar edecekmişim; daha yaşayacağım onca hayal kırıklığı varken.” Böyle mi demişti Emil Cioran. Doğrudur hem sanal, hem banal bir dünyada yaşadığımız. “Ancak kötü olabilecek kadar cesur olabilirsen, gerçekten iyi olabilirsin” diyordu birisi. Türkçenin saadeti geceleri uyumuyordu. Sürekli arzuda dolaşan, her şeye aşkla bakan, küçük şeylerden büyük hazlar çıkaran, derdi olan, derdi olduğu için şiirler yazıp, resimler yapan biriydi adam. Sanki uçurum çağına gelmiştik; vicdan çekilmiş, akıl çürüyordu sanki. Daha önce yazdıklarını düşünüyordu adam. Yazdıklarını tekrarlamaktan ve çoğaltmaktan da asla çekinmiyordu. İçinde yaşadığımız dünyanın ve ruhumuzdaki karanlığın, şiddetin, kuşkuların ve iletişimsizliğin ciddi bir şekilde sorgulanması gerekiyordu. Acıyı bir oyuna dönüştürerek mi yaşıyorduk yoksa? Kendi iyiliğinden başka aksesuarı olmayan kalbimiz karşısında, gerçeğin gözleri fal taşı gibi açılıyordu. ‘Yüzünde kaç maskesi var insanın’ dedi adam. ‘Sanki bir nükleer sonrası hepimiz tuhaf yaratıklara dönüşmüşüz! Sanki ne çekiyorsak, kendimizden çekiyoruz. Yüzlerde hep acı! Zaten acı dolu bir çağda yaşamıyor muyuz? Hepimiz kargaya benziyor ve bu dünya sirkinde utana sıkıla varlığımızı sürdürüyoruz’ dedi kadın.

“O sevgi gibi, hatta aşk gibi görünen şeylerin altında eşsiz hesapların yattığını” gördükçe canımız daha çok yanıyordu!

Engin Turgut

signe-vilstrup-11snpm739-247467-475-596 Islık ve Uçurum