umarsız ve ifadesiz bakışlarla yürümelisin…

Kayan her bir yıldıza selam durup, taş atan avuçlarını okşamalısın çocukların.
Sonra Mekke’den gelen rüzgara yüz sürmelisin.
Eski zamanlardan kalma selamlar doluşmalı koynuna…
Taşın altındaki siyah adamın iniltilerine kulak kesilmelisin ve hayat her sabah yeniden yaratıldığında ,SEN yeniden ayaklarının altında kanayan yaralarını sarmalayıp yürümelisin…
Dikbaşlı yürüyüşlerin olmalı…
Her aşkı feda edebilecekmiş gibi duran çelik bir kalp taşıyormuş gibi asi, umarsız ve ifadesiz bakışlarla yürümelisin…
Fakat hiç kimse bir yaprağa gözyaşı dökebilecek olmanı anlamamalı!

Tarık Tufan

Babamız bir gün gerçekten ölür

Çoğumuz, babamız henüz hayattayken onun yüzüne bir kere bile dikkatle bakmayız. Baba, “baba” demeye başladığımız günden itibaren sürekli karşımızda duran bir alışkanlıktır. Yıllarca babamızdan değil, bir alışkanlıktan bahsederiz: Annemize, “babam bugün niçin gecikti?” diye sorarız; kardeşimize, “babam yine su istiyor,” der ve dertleniriz; bazen de,”babama hangi yalanı uydursam,” diye planlar kurarız kafamızda. Baba, her seferinde, bize biraz uzak, biraz yabancı birisidir. Her gün elbiselerini giydirip sokaklara saldığımız o” biraz” yabancının, zamanın karşısında nasıl da eriyip gittiğini fark etmeyiz bile. Oysa ilkin ve hep onun elbiseleri yaşlanır, ilkin ve hep onun saçları ağarır, ilkin ve hep o öksürür. Bir alışkanlığın perde gerisinden baktığımız o yüzde zaman, çizgilerden, girintilerden ve çıkıntılardan yeni bir yüz yapar; bunu da fark etmeyiz. İçimizden az buçuk dikkat kesilenler bilirler ki, baba, gözaltlarındaki torbalarda yorgunluk biriktiren kederli göçmenidir evimizin. Bir an gelir, gözaltlarındaki torbaların bağcığını gözlerinin feriyle bağlayamaz olur artık. O iki bağcık da, hiç ummadığımız bir vakitte, hiç ummadığımız bir yerde çözülüverir. Çözülüverir ve babamız, bizden sakladığı bütün yorgunlukları orta yerde bırakıp, kederli yüzünü terk eder. Biliyor musunuz? Babamız bir gün gerçekten ölür!

Babamız bir gün gerçekten ölür, ama biz, onun ölümünü bile birden değil parça parça kavrarız. Eve geç kaldığımızda duyduğumuz tedirginlik, yerini garip bir boşluğa bırakır mesela;Annemiz, “babanız duymasın “ demez olur. Ütü masasında eksik bir giysi vardır artık. Sabahları ceketini tuttuğumuz telaş, akşamları kapısını açtığımız yorgunluk bizi terk etmiştir. Yaşarken bir alışkanlığa kurban giden babamızı, öldüğü günden sonra tekrar toplamaya, bir arya getirmeye başlarız. Onun, yırtık bir resim gibi günlerimizin şurasına burasına dağılmış ne çok yüzü varmış meğerse. Haber izleyen, kızan, surat asan bıyık altından gülen baba yüzlerinin hepsi de neredeyse bir tek kavşakta birleşmektedir ama: Evde. Bizim babamız bir ev adamıdır. Aslınca onlarca yıl hâkimi değil, mahkûmu olmuştur yaşadığı evin. Son bir gayretle yaşadığı konağı ve toprakları terk etmeye çalışan Tolstoy’un deliliğine soyunamayacak kadar karısı ve çocukları tarafından teslim alınmış, inceden inceye tutkusuzlaştırılarak vasat bir adama dönüştürülmüş ve hayatının yeknesaklığı içinde bir gün, kefen parasını biriktirmiş olmanın huzuruyla evine veda etmiştir.

Artık içimizden hiç kimsenin, bize veda eden babanın yerine baba olamayacağını, vaktin çıkıp çıkmadığını onun sesiyle soramayacağını anladığımızda, çaresizce bir şey yaparız: Kendimizi babamızın hiç ölmediğine, şeceremizin hiç dağılmayacağına inandırmak için, onun en sevdiğimiz fotoğrafını büyüterek, annemizin ya da en büyük kardeşimizin odasındaki duvarın yerine konduruveririz. Konduruveririz ve o resme bakarken ilk kez babamızın yüzüyle yüzleşiriz. Böylelikle ilk kez, babamızın gözlerinde bir göç öncesinin alınganlığını görürüz; saçlarının fazlasıyla beyazlaşmış olduğunu görürüz. Görürüz ki, onun alnı yaşadığımız coğrafyanın kaderiyle aynıdır. Sanki hiç mola verilmemiş bir savaşın cephe yerine benzeyen bu alın aslında bizzat hayatın alnıdır. Onu yeniden aramıza çağırmakla, yüzünü her gün görebileceğimiz bir yerde ağırlamakla, bir süreliğine de olsa, ölü babamızla ilk kez içtenlikle baba-evlat haline geliriz. Konuk ettiğimiz insanlara anlatırız onu, kim olduğunu soran çocuklara; öyle ki, onun kim olduğunu sormayanlara içlendiğimiz bile olur. Duvarda, bazı yanlarını yeni yeni hatırladığımız, çerçeve içinde bir babamız vardır artık.

Ama gün gelir, mevsimler duvardaki fotoğrafı da soldurmaya başlar. Babamızın gözaltlarını tutan o incelmiş bağcıklar, bir kere daha unutkanlığımız tarafından kopmaya terk edilir. Aramıza heyecanla çağırdığımız sevgili ölümüzün yüzü, mahkûm olduğu çerçevenin içinde tekrar bir gölgeye, bir alışkanlığa dönüşür. Bir evden bir eve taşınırken, eşyalarımızın arasında can çekişir durur; yeni evimize uygun olup olmadığını düşündürecek kadar uzaklaşır aramızdan. Nihayet, yeni evlerimiz, bu yakışıksız yabancının resmini duvarları için uygunsuz bulmaya başlar. Yeni evlerimizin duvarları, su kenarlarını, tarlaları, yorgun işçi tulumlarını, bir memurun çantasını, bir askerin kaputunu, bir kasketin alınlığını ve bütün o eski alışkanlıkları kabul etmez olur artık. Bir gün, biz yine fark etmeden, duvardaki yerinden de devrilir babamız; ikinci kez ölür!..

Ali Ayçil

-Abdülhamid düşerken-

Abdülhamid polisiyeyi çok severdi
ben de Abdulhamid’i çok severdim
Abdülhamid beyaz eldiven koleksiyonu yapardı
benim de beyaz eldivenlerim var
Abdülhamid görse çok severdi
Abdülhamid mahsusçuktan teşkilat kurmuştu hatta

Abdülhamid düşerken bile güzeldi…

Güven Adıgüzel

Güvercin Gerdanlığı

Aşk bizzat ruhta oluşan bir şeydir. Kimi zaman olur ki gerçekten aşkın nedeni dışarıdan bir neden olur. Ama o zaman nedeni yitince, aşk da biter ve yiter. Öyleyse siz herhangi bir nedenden dolayı seviliyorsanız, bu neden ortadan yok olunca, sizden kolaylıkla yüz çevrilecek ve artık sevilmeyeceksiniz.” (s:39/40)

“…ruh güzel olan her şeye hemen tutulur; güzel ve hoş motiflere karşı bir eğilim gösterir. Güzel bir şey gördüğünde hemencecik ona bağlanır; biçimin ötesinde, kendisiyle uyuşan bir çizgi ayrımsarsa, işte o zaman birleşme meydana gelir. Gerçek aşk da budur zaten. Şayet, görünenin ötesinde kendisiyle uyuşabilen en ufak bir nitelik göremezse, sevgisi bu dış biçimden ileriye geçmez. Sadece bedensel bir arzu olarak kalır. ” (s:43)

“…aşk göz açtırmayan bir derttir. Bu derdin ilâcı, acısıyla orantılı olmasıdır. Bu öyle bir hastalıktır ki, hasta zevk alır. Öyle bir acıdır ki dert sahibi arzu eder. Bu derde kim uğrarsa artık iyileşmek istemez. Acı çeken ise, bu acıdan kurtulmayı dilemez. Aşk insana, vaktiyle iğrendiği şeyleri süslü püslü gösterir. Kendisine zor gibi gözüken şeyleri kolay gösterir. Doğuştan olan huyları ve doğal eğilimleri değiştirecek kadar ileri gider.”(s:45)

Aşkın Belirtileri

Aşkın belirtilerini maddelersek şunlarla karşılaşırız:

1. Sevgiliyi derinden derine seyre dalmak.
2. Sevdiği nesneden başkasına söyleyemeyecek şeylere sahip olmak.
Bu kısımda aşkın belirtilerini açar şair: Sevgilinin sözünü can kulağıyla dinlemek, ileri sürdüğü şeylerden dolayı hayret etmek, bütünüyle saçma sapan konuşsa, yalan söylese bile ona hak vermek, haksız olduğu anlarda dahi onu doğrulamak, büyük haksızlıklar karşısında bile ona tanıklık etmek, ne yaparsa yapsın, ne ederse etsin bütünüyle onu izlemek, sevgilinin bulunduğu yere gitmekte ivedilik etmek, onunla oturmanın yollarını aramak, ona yakın olmaya çalışmak, onu bırakmasını gerektiren her türlü uğraşıdan kurtulmaya çalışmak…
3. O zamana kadar başkalarına vermekten kaçındığı malının tümünü bir anda dağıtmaya başlamak.
4. Sevgiliyle dar yerde buluşmadan haz duymak, geniş ve açık yerde buluşmadan canı sıkılmak.
5. Önemsiz nedenlerden dolayı birbirinden kaçmak, konuşmalarında bilerek ve isteyerek zıtlaşmak. (Bunun sebebini şair, birinin öteki hakkında neler düşündüğünü öğrenmeye çalışma olarak belirtmiştir.)
6. Sevdiğinin adını kendi kendine tekrarlamaktan hoşlanmak.
7. İştahla yemek yerken sevgilisinin hatırına gelmesiyle iştahtan kesilmek, yemek yiyememek.
8. Yalnızlığı sevmek, inzivaya çekilmenin yollarını aramak, zayıflamak.
9. Uykusuzluk çekmek.
10. Sevgiliyle karşılaşmayı umduğu bir anda beklenmedik engel çıkmasından korkmak ve iki sevgilinin birbirine karşı yakınmaları sonucu ortaya çıkan durumun yarattığı kaygıyı yaşamak.
11. Sevgili kendisinden yüz çevirdiğinde büyük bir sıkıntı yaşamak.
12. Sevgilinin ailesine, yakınlarına ve çevresine bazen kendi ailesinden fazla ilgi ve yakınlık duymak.
13. Gözyaşı dökmek.
14. Sevgiliye olan ilgi; önemli-önemsiz hiçbir şeyi gözden kaçırmamak, onun bütün hareketlerini izlemek.

“…zihni görmediği bir varlığın tutkusuyla meşgul olan bir kişi, düşünceleriyle baş başa kaldığında, kafasında hayâlinden doğan bir biçimi ve gönlünde beliren bir nesneyi canlandıracaktır. Düşüncelerinden başka bir şey tasarlayamaz. Hayali durmadan oraya yönelir. Şayet bir gün gerçekten sevdiği nesneyi görecek olursa, o zaman iki durum ortaya çıkabilir: aşkı ya artar, çoğalır ya da büsbütün yok olur.” (s:57)

“Azîz ve Celîl Allah ruha, Hz. Adem henüz balçık iken, Adem’in cesedi içerisine girmesini buyurdu. Ama ruh bundan ürktü, tedirgin oldu, yıkıldı âdeta. O zaman Allah ona, ‘Oraya zorla gir ve oradan zorlukla çık!’dedi… Bu türden insanlar gördüm. Kendilerinde bir tutkunun olduğunu hissedince, ya da herhangi bir dış güzelliğe eğilim gösterdiklerinde edindikleri zevke göre böyle bir tutkunun doğabileceğini sezince, hemen tüm ilişkilerini kesiyorlar. Hissettikleri duygunun daha fazla büyümemesi için artık sık sık görüşmekten kaçınıyorlar. Çünkü kendilerine egemen olamayacaklarından ve kaçınılmaz bir durumun içine düşeceklerinden korkuyorlar. Bu açıkça kanıtlıyor ki aşk, böyle karakteri olan kişilerin gönlüne çıkmamacasına girer, oraya yapışır kalır. Benzeri kişiler birbirine tutulduklarında, ne pahasına olursa olsun ona sonsuza değin bağlı kalırlar.” (s: 62)

”Ben aynısını düşünmüyorum.”dedi, “tam tersine onun aşkını kendi aşkıma, onun arzusunu kendi arzuma tercih ederim. Kendim için, öleceğimi bilsem bile, sabrederim, sabredeceğim de.”

“Bense” dedim, “ancak kendi nefsim için severim onu ve sevgilinin suretinden canımın hoşlanması için, haz alması için severim. Ben kendi mantığıma uyarım; kendi ilkelerime göre davranırım…”

“İşte” dedi, “tam bir mantık zulmü. Ölümden daha güçlü olan şey bize ölümü göze aldıran şeydir; candan daha kıymetli olan, canın kendisi için feda edildiği şeydir.”

“Eğer canını feda ettiysen, onu istediğinden dolayı değil, fakat gerektiği için.” dedim. “Eğer başka türlü yapabilseydin, onu feda etmezdin. Kendi isteğinle sevgilinle karşılaşmaktan kaçındığını kabul edecek olursak o zaman kınanacak biri olursun; çünkü canına haksızlık etmiş ve bizzat kendi elinle onu öldürmüş olursun ?” O zaman bana şöyle dedi:

”Sen kıyasçı bir adamsın dedi. Aşkta kıyasa yer yoktur.”

”Bu durumda âşığın başı büyük bir derttedir” dedim.

”Aşktan daha büyük dert var mı ki ?” dedi. (s:88-89)

“Kiminle istersen arkadaş ol, ama şu üç kişiden sakın: Aptal, çünkü faydalı olayım derken sana zarar verir; kararsız, senin uzun ve sağlam dostluğun nedeniyle kendisine tam güvendiğin anda, seni ortada bırakır; ve yalancı, çünkü, senin aklının ucundan bile geçmeyecek bir tarzda, senin aleyhinde bulunacak, sana kıyacaktır; oysa sen ona en ufak güvensizlik belirtisi göstermezsin.” (s:99)

“Serabı görünce matarasındaki suyu yere döken kişi gibi olma; böylece bomboş ve uçsuz bucaksız çölde başına belâ açarsın.” (s:102)

“Kaç kez pervâne gibi aşk ateşinin çevresinde dönüp dolaştım; öyle ki sonunda o küçük kelebek gibi o ateşin içine düştüm.” (s:113)

“Bu saat sana veda etme saati mi, bu saat kıyamet saati mi?
Bu gece senden ayrılışımın gecesi mi, bu gece diriliş gecesi mi?” (s:126)

“İnsanın ne olduğunu ancak edimleri öğretir bize; gözümüzle, hakkında başka bilgiler araştırmamıza gerek kalmaz… Hiç zakkum ağacının üzüm verdiği ya da bal arılarının kovanlarına, acı balözü biriktirdikleri görülmüş müdür?” (s:128)

Ayrılık

Her birleşen bir gün ayrılır, her yaklaşan bir gün uzaklaşır. Bu, Allah’ın kanunlarından biridir. Öyle büyük bir felakettir ki, kardeşi ölümdür. Çeşitleri vardır: İlki geçici ayrılıktır, sevgilinin dönüşüyle âşığın derdi biter. İkincisi, âşığın sevgilisini görmeyi yasaklayanın neden olduğu ayrılıktır. Üçüncüsü, dedikoducuların dedikodusundan kaçınmak amacıyla sevgilinin istediği ayrılıktır. Dördüncüsü, birtakım nedenlerden dolayı sevenin kendiliğinden sürüklendiği ayrılıktır. Beşincisi, yolculuğun veya evlerin uzak olmasının neden olduğu ayrılıktır.

Bu bölümde vedalaşmadan da bahsedilir. İki türlüdür: Birincisi, sadece bakışlarla ve göz işaretleriyle vedalaşılır. İkincisinde ise kucaklaşma ve birbirine sarılma mümkündür.

Altıncısı, iki sevgili arasında meydana gelen darılmalardan ötürü ayrılmadır ve en elem verici olanıdır ayrılığın. Son ayrılık ise, ölümden kaynaklanan ayrılıktır ki bu, tam anlamıyla ayrılıktır.

Nuh gemisine almadı beni

Nuh gemisine almadı beni. Tektim çünkü.
Çokluğu tehdit eden teklikti tekliğim, tekilliğim. Nuh’unkine inat.
Oysa gemiye binebilmenin ilk ve biricik koşuluydu çift olmak.
Bu nedenle her türden birer çift alındı gemiye.
Sürekliliği sağlamak için. Türün sürekliliğini.

Türkçede iki kişi çok kişidir.
Kendimle başım belada.
Yine gemi dışındaydım.
Suların ortasında.
Birazdan suların üzerine çökeceği bir kıyıda.
Suyun içinde.
Tek başına.
Artık sahilsizim.

Dücane Cündioğlu

karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak

benim adım insanların hizasına yazılmıştır.
hergün yepyeni rüyalarla ödenebilen bir ceza bu.
keşke yağmuru çağıracak kadar güzel olsaydım
ölüm ve acılar çatsaydı beni
düşüncem yapma çiçekler kadar gösterişli ve parlak
sözlerim ihanete varacak doğrulukta olsaydı.
anmaya gücüm yetseydi de konuşsaydım
diri-gergin kasları konuşsaydım
“kardeşler! ” deseydim “kardeşlerim! ”
“bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan
“bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan
bakın yaklaşıyor…”
yazık, şairler kadar cesur değilim
çoçukların üşüdükleri anlaşılıyor bütün yaşadıklarımdan
gövdem kuduz yarasalarla birazcık yatışıyor.

benim gövdem yıllar boyu sevmekle tarazlandı
öyle bir çalımlarla gecenin çitlerinden atlardım
bir güneş sayardım kendimi denizin karşısında
çünkü çam kokularına sürtünüp ağırlaşan ruhların
inanmazdım dosyalara sığacağına
gittikçe ışıldardım dükkanlar kararırken
hüznün o beyaz etrafına sakallarım batardı.

benim adım bilinen bütün cevapların üstüne mühürlenmiş
ellerim tütsülenmiş
evlerin yeni yıkanmış serin taşlıklarında
dirgenler, bakraçlar, tornavidalar
bende kül, bende kanat, bende gizem bırakmadılar
ve içinden bir baş ağrısı gibi çınlamaktansa
gövdem açık bir hedef kılındı belâlara.
ve bu yüzden yakışıksız oluyor
insanları hummalı baharlar olarak tanımlamak
ve bu yüzden göğsümde dakikalar
ince parmaklar halinde geziniyor
konvoylar geçiyor meşelikler arasından
bir yaprak kapatıyorum hayatımın nemli taraflarına
ölümden anlayani ciddi bir yaprak
unutulacak diyorum, iyice unutulsun
neden büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı
karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak.

ismet özel

Bir Gün Severken

Süleymaniye’nin karşısında
Tarihin üstünde bağdaş kurup oturdum,
Tesbih çekiyorum;
Seni seviyorum seni seviyorum seni seviyorum ..

İbrahim Paşalı

karşılıklı istismar

Söyle, günlerini yedi sayı yolculuklarıyla
doldurabiliyor musun? Sinirli olmak, sinir olmak
peşinde; ben ne diyorum, sen ne diyorsun…
Bu sıkışıklıkta, birini açıkça sevme gereği
görüyor musun? Çok parça, ama tek perde,
bu ters aydınlıkta, af ve özür! Af ve özür,
dilencilerin kostümü! Katılıyor musun?..
Seyrek de olsa, daha zoruna alışık olan. Olay güzel,
olay basit de… Sonuçları? Onlar ne olacak? Bizim
gibiler de olsun diye. Biraz benden, biraz senden,
birbirimizi kullanarak…
Gerçek sona eremeyen, son gibi görünür,
uzadıkça uzayan… Sırları bulabilen,
her şeyi bilip, sessiz kalır, izleri silen.
Bu duyarlığa şartlanmak nasıl bir şey,
anlayabiliyor musun? Tepkisizlik bilgisi,
kendine kuyruk olmak. Sen çok fazla vurgulu
konuşuyorsun! Uyurken düşündüklerin, düş olamaz.
İfadende ‘ben motordan anlarım’ saflığı.
Kimse bu hareketlerden bir şey anlayamaz.
Anlayabiliyor musun?
Kafana monte edilen, bu kesin böyle tıkırtısına karşı,
messagequisse dinlerken. Seyrek bir çiziktirme gibi.
Sakinleşme arzusu, yol açıcı olabilir mi bizim için?
Yorucu yolculuklar gibi, bundan daha sıkıcı bir aşk
olabilir mi bizim için?
Sen, içi dolu dolu olan, içi başka türlü parlayan…
İçi sımsıkı, içi sürekli kararan… Katılıyor musun?

Necmi Zeka

telaş içinde anımsananlar

İşte burada oturuyorum, yaşlı bir örümcek, sabırla
bir sözü bir ötekinin ardına diziyor,
bütünün bir anlamı olacağını umarak,
bir vahiy, bir ebedi kesinlik
ya da bir mükemmeliyet kazası
her yaşamda olduğu gibi nasılsa.
Her eğretileme adlandırmaya çalıştığımız
yarı bilinen bir duyguyu gömdüğümüz tabuttur, sezilen öfkeler
ya da bozulmanın tüm kötü kokusuna rağmen
tatmaya doyamadığımız yumuşak peynir
gibi usulca olgunlaşan aşklar.
Huzur içinde yaşamadım! Öyleyse neden
sakin olayım ki şiir yazarken; soyut tuzaklardan çalıp
el koyduğum sözler bana aitmiş gibi yaparak
kapılmak ani bir sevince, ya da düşmek ani bir umutsuzluğa
kahkahası gibi bir adamın giderken asılmaya,
ölümünden çok sonra bile ışığı hâlâ bize ulaşan bir yıldızın
uzak ilgisizliğini bırakıyor bende. Hayır bu başka
bir şey olmalı, kızgın bir tutkuyla dans eden eşler,
belirsizlik gibi hem de. Orospu tanrıça! Ben kararını
bekleyen talibinim, senin çirkin kurbağan,
öpücüğünle Yahudi düşlerimin sarışın prensine
dönüşmekten başka bir şey ummayan.
Artık bütünüyle eminim, kabaca kovulduktan sonra bir gün
yorulmuş ve iltihaplı mafsallarında ellerimin
kendimden başka tutacak hiçbir şeyim kalmayacak,
ve yaşlanmanın kenar mahallesindeki o banktan
yine de kalkmayı sürdüreceğim, her seferinde,
zihnimdeki dörtlü bir başka ezgiyi çaldığında.

oswald lewinter

Bazen birşey görünür gibi oluyor

Bazen birşey görünür gibi oluyor,
Bazen bir şey görünmüyor.
Bazen bir şey değişecekmiş gibi oluyor, bazen bir şey değişmiyor
Bazen beni hep sevecekmişsin gibi oluyor,
Bazen hiç sevmemişsin gibi.

Lale Müldür