Tenha Şiirler

Dal kırık
bahçe talan
sularda yüzün
hangi âh, hangi melâl
yok şimdi
hayal
sabahları boyayan kuşlar mıydı
sonsuz suskunluktan gayrı yıllar
yıllar savrulmuş sanki sonbahar
düştü yok şimdi hüzün ve aşk
ben bu duvarı ördüm yıktım ördüm
dur gece dur akşam dur sabah
tak tak tak bu poyraz bu telâş
yağmurla örtüşür gibiyiz akşam
yüzün gök
yüzün yıldızlar
yüzün leylim
birlikteyiz işte hiç bitmiyor akşam

II

sürülmüş toprak kokuyorsun
biçilmiş çayır
söğütlüğü geçince
her yer çiğdem, gelincik ellerin
baktıkça açıyor yüzün
baktıkça bulutlar ve güneş
serçeler karışıyor gülüşüne

Saat yok gölgemizde zaman
ve suyun uzayıp giden öyküsü
sevmek kadar seni

III

Rüzgâr esiyor usuldan
bir kiremit düşüyor sundurmadan bahçeye
elimin üstünde güneş
birkaç damla yağmur karışıyor içtiğim çaya
sonra bir bulut gemi gibi yanaşıyor masaya
elele çıkıyoruz seninle güvertesine akşamın

İşte yıldızlar diyoruz
tüm çiçeklerin adını sayıyoruz
bahçedeyiz yine masa aynı masa
bu kez saçların karışıyor söze
sonra hiçbir şey olmamış gibi
tavukları yemliyorsun sabah sabah

IV

Taş atılmış su gibi
dalga dalga yüreğim
bir abdalım, bir yabanım
kıyında

Gemilere götür beni
misafir kuşlar gibiyim
mavilikte
öyle
ucunda kirpiklerinin

Bir park korkuluğuna
takılıp kalan güneş de yok artık
yağmur ince bir sızı
bir gelir,bir gider
sarı solgun resimlerde mi
yüzün

Hiç kuş uçmamış
gök gibiyim karşında

V

Bir güz ağacıydın
erguvan yapraklar düşürdün
hüzünden
geceler boyu akan çeşmeler
ki uzayıp gider ıslıkları
bıçkın ve karanfil kokulu
tuttun en dar vaktinde durdun yolumun

Acının gurbeti yine acıdır
sılası hani
orda düşlere vakit yoktur
kavrulmuş dudaklarda
kalınca sarılmış tütün gibi
yaşamın ve ekmeğin kahrı
ağır ağır çekilir

işte tarihi ellerimin

Yağmurdun

rüzgârdın

borandın
geldin ıssızlık yarım kaldı
kuşlar alıştı pencereme
saksıda çiçekler değişti
yüzü güldü duvarların
kurulu bir saatti zaman
boşandı birden akşam
aynalar
lambalar ve üveyikler
işte dünyalığı kalbimin
çitin önünde yaman bir güneş
geldin gelişin en güzeldi

VI

yağmurlardan gelmek

a.

yağmurlardan geliyorsun
upuzun gecelerden
ay ışığına batmış üstün başın
bir hasreti bölüşüyoruz şimdi
tüm acıları bölüştüğümüz gibi
can erikleri boşaltıyorsun eteğinden
zambaklar
çocukluğumun giyilmemiş çamaşırları gibi
annelerin arada bir açtığı hülya sandıkları
anıların kokusu var onlarda

boyuna susuyoruz
dünyaya benzer bir şey büyüyor içimizde
çözemiyoruz neden
uzuyor uzuyor ellerin
saçların zaten sonsuzluk
can geliyor ağlamak gülmek geliyor
ağır ağır uyanıyor gövdem
baharda bir toprak gibi
yağmurlardan geliyorsun
canıma giriyorsun
uçsuz bucaksız kokuyorsun
yağmurlardan geliyorsun

b.

gül dökülüyor yüzünden
gülüşün gülleri bunlar
tutup koyamıyorum masaya
masa işte
aramızdaki sonsuz deniz
bir dalga hafiften kabarıyor
bir el usulca uzanıyor
bir bardak ansızın tuz buz
dokunuşun gülleri
bir bulut yavaş yavaş açılıyor
birlikte aralıyoruz perdesini yağmurun
ipek bir mendili gezdirmek gibi yüzünde
aramızdan akıp gidiyor gün

sonra akşam geliyor ansızın
akşam işte şu dehşetli karanfil
“yarin dudağından getirilmiş”
kokusu sarıyor önce
sonra saçların
saçlarının rüzgârı
bir serinlik ki sorma gitsin
yüzüne dokunuyorum
yıldızlar dökülüyor birden
yıldızlar hüzün ve karanfil
akşam doluyor birden

c.

kapı çalınıyor
kuru ekmeğiniz var mı diyor bir kadın
geçip gidiyor çünkü İskender de
geçip gitmiş gibi sokaklarından akşamın
biraz gazyağı biraz is kokusu ve korkunç
duvarlar ki tarihin durmadan yapıp yıktığı
ateşler akan iki aşk çeşmesi
aç ve ilaç gibi yedikleri zehiri
köpük ve akşam
akşam ve köpük
köpüklerden çöker gibi çatısı göğün
parçalandı düş ve gerçek
ne tükenip bitmesi yıldızların
ne dağılan bilyası çocukların
yalnız sundurmada yağmuru seyreden
tüyü dökülmüş bir serçeden kalma
kumral bir bakış mı
gözlerin en derin kederinde suların

su akmayınca eskir
tarihe yalanın girmesi gibi öyle
bak yalnızlıklara dalıyorum işte
en kalabalığına yalnızlıkların
dört nala uçar gibi bir at düşlerimden
dökük saçık bir zaman kalıyor geriye
oysa
mor bir şafaktasın
canım sevgilim
güvercinim

VII

şiirde; düşlerde kalan aşk gibi
gül de ölüdür şimdi;akşam yine en çok
sensin;kandil ıssızlığında kalbin:
gece bahçelerinde,bir kuşlar kaldı
güllere yanmaktan yorgun

seninle aramızda akan şiirde
kan; tuttum günlerce: bir çölü
yürüdüm: bir parça mavi
sonra seni göğü ve denizi buldum
işte elimde çirkin bir balık
hep balık kalmış bir balık
kayan yıldıza takılmış: deniz
çekile çekile kendini doldurmuş

gül de ölüdür şimdi
bir aşiret heybesinde
kentte bir eskici dükkânında
nerden düşmüşse düşmüş
akşam gök ve deniz

VIII

cıvıltının en mavisini soluyan
çınarların ucunda
hışırtısını duyuyorum yükselen ayın
duasını dağların
işte çoğalan bir gök var şuracıkta
sesimi salıyorum yağmura
güvertesinde gecenin
denizse en hoyrat atı bu saatlerin
öptükçe gözlerinden
sevgilim güzel bir ateş yak bana

Arif Ay

Gel

Heyben acıyla dolar da, nefes alamazsan,
Gel! Huzur bulacağın kıyılarım senindir.

Umutların solar kurur da, su bulamazsan,
Beraber sulayalım, gözyaşlarım senindir.

Yalnızlık hep koynunda, bir türlü atamazsan
Anahtar her zamanki yerde, evim senindir.

Derin bir düşe düşersen, bir el bulamazsan,
Yanındayım ben! Tut elimi, elim senindir.

Siyah beyaz olur da hayat, renk katamazsan,
Gök kuşağın olurum. Tüm Renklerim senindir.

Aylar hep Eylül olur, nisanı bulamazsan,
Tarlam dolu dolu! Kır çiçeklerim senindir.

Rahatlamak isteyip kimseye kızamazsan,
Kopar yırt! sararmış şiir notlarım senindir.

Fırtınaya tutulur, bir liman bulamazsan,
Demir at sineme dostum! koylarım senindir.

Kanadın kırılır da, maviye uçamazsan,
Ne güne duruyor al! kanatlarım senindir.

Çaresiz çilelere, bir umut bulamazsan,
Kendime etmediğim, dualarım senindir.

Ey dost,
Yanım senindir
Yarım senindir,
Canım senindir…!

Mehmet Orhan Durdu

O’nun ilk aşkı olmayabilirsin

O’nun ilk aşkı olmayabilirsin, son aşkı da;
Hatta her hangi bir tanesi de.
Unutma tıpkı senin gibi, o da mükemmel değil..
Ama şayet o, seni olup olmadık yerlerde güldürebiliyorsa,
Seni iki kez düşündürebiliyorsa,
Onu seninle tutmaya çalış ve ona verebileceğin herşeyi ver.

Seni günün her anında düşünmüyor olabilir;
ama sana kırabileceğini bildiği bir parçasını verecektir: “Kalbini”.
Yaralama onu, değiştirmeye çalışma, çözümlemeye kalkma,
Ve verebileceğinden fazlasını bekleme..

Seni mutlu ettiğinde gülümse,
Kızdırdığında fark etmesini sağla ve birlikte değilken özlendiğini bil..

Bob Marley

Bir Şehre Gidememek

 Biz bir şeyleri aşabilmeyi, başka insanlar için hiç bir işe yaramayacak bir artı olmaları tutkulardan ve sahiplenmelerden değil, ayrılıklardan ve reddedilmelerden öğrendik.

Bir yazının sürekli olarak kendini yazdırdığı bir süreç. Seneler geçer, geride kalan onca sözcüğe karşın nerede olduğunuzu bir türlü kestiremezsiniz. Ama sonuç ne olursa olsun, yaşadıklarımızın tümü bir özleme tutsaklıktır, bunu çok iyi bilirsiniz. “Parantez kapanır”, bir nokta konur. Yaşam oncasına insan için, olanca hızı ve umarsızlığıyla devam etmektedir…

Sürekli ertelenen umutlara ayrılan zaman giderek daralıyor. Bir küçük hikaye ile bir çok anı ve ilişki anlam kazanabilir.

***

Yıllar geçmiştir aradan. Her mevsim bir başka özlemle yaşanmış, her ilişki yeni bir ilişkiye bir başka olasılıkla taşınmıştır. Bir gün gelir ayrıntılardan alınabilecek hazzın hiç bir zaman tüketilemeyeceği düşünülür. O zorlu oyunda sanki enikonu usta olunmuştur. Kimi duygular gizlenebilir, hafif bir gülümsemeyle bir çok şey anlatılabilir; sözcüklereyse yeterince güvenilmeyebilir artık. İnsanlar kahramanı oldukları öyküye şöyle ya da böyle devam edebilecek gibidirler.

***

 Hayatında bir şeyler bırakabilmeliydim. Ardımdan kapının yavaş yavaş kapanacağını duyacaktım sonra. Özlemsiz yaşamak kolay olmalıydı, çılgın aşkları gereksinmeyenlerle insan ilişkilerinde fırtınalardan kaçmayı bilenler için. Günün birinde yaşanabilecek tüm olası ilişkilerden yıllar sonra bana dönebileceğini söylemiştin. Ama yıpranan bedenlerde sevginin adı da anlamı da değişebilirdi. Sevgi de yolcuydu çünkü; her ilişki de, her geçen gün biraz daha çok tükenebilecek bir yolcu. Ve biz birbirimize hiç bir zaman hazır olmayabilirdik.

***

Kimi kararların istense de istenmese de alınabileceği günler de geliyor ya, bu yeter. Ben buna herşeyden önce bir küçük çağrı diyebilmekten yanayım. Bir sınamalar ve sorgulamalar dizisi. Her şeye rağmen bir kez daha başlıyoruz diyebilmek için. Bir erteleme ya da bir küçük çağrı. Sizi bu çağrının neresindesiniz dersiniz?

***

Sözcüklerin zaman zaman ne denli az güvenilir olabileceklerini bilebiliyor insan, bu gerçeği kendisine yer yer de umarsızlıkla söyletiyor. Karşınızdaki insanın kimi şeyleri hiçbir zaman tam anlamıyla dinlemeye ve anlamaya istekli olmayacağını da öngörebiliyorsunuz. Bu da niteliği ne olursa olsun bir ilişkinin eninde sonunda gelip dayanacağı en mühim çıkmaz, ama aynı zamanda da en üst düzeydeki gerçektir diyorsunuz. Ve kısır döngünüze yeni kandırmacalarla ilerlemeyi gene de göze alıyorsunuz. Sözcükler her şeye rağmen yepyeni bir sığınak olarak bir kez daha çıkıveriyor o zaman da karşınıza ve bu durumda bir başka gerçeğin ya da yalnızca bir izdüşümün ardına saklanabilmeyi umut ediyorsunuz. Bütün bunlar elbette biraz ödleklik, biraz çıkarcılık, biraz da kendi kendini savunma olabilir.

***

Ama bir sevda sözkonusu olunca insan hiçbir yere yalnız gidemiyor, hüsranları ve ayrılıkları hep beraberinde götürüyor.

Mario Levi (Bir Şehre Gidememek)

Aşk ve Benlik

Ben seni seviyorum bende saklı olan seni.
İster ıraklarda ol, ister yakınlarımda,
Ben seni seviyorum bendeki seni.

Aşkı yaşadığımızda kendimize aşığımızın gözleri ile bakarız. Kendimizi onun tanımları ile tanımlarız, duruşumuzu biçimimizi artık o belirler. Kendi egemenliğimiz bitmiştir ve kendimize olan saygımızı da yavaş yavaş yitirmeye başlarız. Kendi benliğimizde samimiyetsizlikle başlayan ve ihanetle son bulan amansız bir duygunun esaretini yaşarız. Yine de çoğumuz gibi bende aşkın kutsallığına inanırım. Bize verdiği o coşkuyu özlerim. Bizi hem kendi benliğimizden uzaklaştırıp hem de bu kadar coşkulu hissettiren bu duyguyu hayatımıza sokma arzumuz beni çoğu zaman düşündürmüştür. Belki fedakâr olmanın başka yolunu bulamayışımızdan bu kıskaca düşüyoruz. Bize ilham verdiği gibi bizi derin acıların içine atan uçlarda dolaştıran bir duygu. Bize sınırlarımızı gösteren bir duygu. Bu duyguyu tanıdıkça ilk göründüğünden daha farklı olduğunun bilincine varırsınız. Aslında aşk sizin benliğinizi yıkmaz, sizi yok etmez. Onun sizden istediği kendi benliğinizi bulmanızdır. Bunu da o kadar ustalıkla gerçekleştiriyor ki. Sizi alıştığınız kişiliğinizden bir anda koparıyor. Geçicide olsa farklı bir insan olmanın değişik duygusunu yaşıyorsunuz. Geri döndüğünüzde ise iş işten geçmiş oluyor siz eski siz olamıyorsunuz artık. Böylece size kendinizle oynama ve yaratma deneyimi tattırmış oluyor.

Gerçek sevgi beklemektir. Gelmeyeceğini bildiğin halde gelecekmiş gibi beklemektir. Gelen aslında senin iradendir bulutların ötesinde duran iradendir. Akıl sadece yalan söyler, kalbimiz ise hakikati tüm çıplaklığıyla görür. Bedende her hücren karar verir hatta zerrelerin bile ama kalbin hükmüne hepsi rıza gösterir. Kalbe göre doğru ve yanlış yoktur. Onun gözünü çekemediği tek bir gerçeği vardır. Aşk…

Gerçek sevgi sadece yalındır ve beklenilmeye değerdir.

KZ

J. Alfred Prufrock’un Aşk Şarkısı

S’io credesse che mia risposta fosse
A persona che mai tornasse al mondo,
Questa fiamma staria senza piu scosse.
Ma perciocche giammai di questo fondo
Non torno vivo alcun, s’i’odo il vero,
Senza tema d’infamia ti rispondo. (*)

Gidelim öyleyse, sen ve ben,
Eterlenmiş hasta gibi bir masada
Serilmişken akşam göğe karşı;
Bildik yarı ıssız sokaklar arasından geçerek gidelim
Tek gecelik ucuz otellerdeki huzursuz gecelerin
Mırıldanan inziva köşelerine
Ve bıçkı tozlu ve istiridye kabuklu lokantalara:
Sinsi bir niyetin usandırıcı bir savı gibi
Ezici bir soruya seni sürükleyen sokaklara…
Ah, “bu nedir? ” diye sorma.
Gidelim ve yapalım görüşmemizi.

Gelir ve gider kadınlar odada
Konuşurlar Michalengelo hakkında.

Pencere camlarına sırtını sürten sarı sis
Pencere camlarına burnunu sürten sarı duman
Akşamın köşelerinde dilini yaladı,
Lağım sularının gölcüklerinde oyalandı,
Bacalardan yağan kurumun sırtına düşmesine aldırmadı,
Akıp gitti taraçada, ansızın sıçradı,
Ve görerek bunun yumuşak bir Ekim gecesi olduğunu,
Kıvrıldı bir kere evin etrafında, ve uykuya daldı.

Ve zaman olacaktır mutlak
Sokak boyunca kayan o sarı duman için,
Sürterek sırtını pencere camlarına;
Zaman olacaktır, zaman olacaktır
Karşılaştığın yüzleri karşılayacak bir yüzü hazırlamak için;
Öldüreceğin ve yaratacağın bir zaman,
Ve bütün çalışmalar için ve yükselten
Ve tabağına bir soru bırakan ellerin günleri için;
Senin için zaman ve benim için zaman,
Ve daha da zaman yüz tane kararsızlığa,
Ve yüz tane görüntü ve düzelti için,
Kızarmış ekmekten ve çaydan önce.

Gelir ve gider kadınlar odada
Konuşurlar Michalengelo hakkında.

Ve zaman olacaktır mutlak
“Cüret edebilir miyim? ” diye sormaya ve “cüret edebilir miyim? ”
Geri dönmeye zaman ve merdivenlerden inmeye,
Saçımın ortasında kel bir lekeyle –
[Diyecekler: “Nasıl da seyrelmiş saçı! ”]
Yakası sıkıca yanağımı bastıran sabah ceketim,
Soylu ve gösterişsizdir kravatım, fakat basit bir iğneyle fark edilir –
[Diyecekler: “Nasıl da ince kolları ve bacakları! ”]
Cüret edebilir miyim
Kâinatı rahatsız etmeye?
Bir dakikada yeterli zaman vardır
Bir dakikayı ters yüz edecek kararlara ve düzeltmelere.

Zaten biliyordum onların hepsini, biliyordum hepsini:
Biliyordum akşamları, sabahları, ikindileri,
Ömrümün ölçüsünü aldım kahve kaşıklarıyla;
Biliyorum uzak bir odadaki müziğin altında
Ölen bir düşüşle ölmekte olan sesleri.
Öyleyse nasıl yeltenebilirim?

Ve zaten biliyordum gözleri, hepsini biliyordum –
İfade edilmiş bir ibarede seni mıhlayan gözleri,
Ve ben ifade edildiğimde, yığılmışım iğne ucunda,
Mıhlanmışken ve kıvranırken duvarda,
Nasıl başlamalıyım öyleyse
Günlerimin ve yollarımın bütün bu kırıntılarını tükürmeye?
Ve nasıl yeltenebilirim ki?

Ve zaten biliyordum kolları, hepsini biliyordum –
Bilezikli ve beyaz ve çıplak kolları
[Ama kumral saçlarla örtünmüş lambanın ışığında! ]
Beni bu denli konudan uzaklaştıran
Bir entarinin kokusu mu?
Bir masa boyunca yatan ya da bir şalla sarmalanmış kollar.
Ve nasıl yeltenmeliyim öyleyse?
Ve nasıl başlamalıyım?

…..

Söyleyeyim mi, alacakaranlıkta dar sokaklardan gittiğimi
Ve pencerelerine yaslanmış, gömlek kolları kıvrık
Yalnız erkeklerin pipolarından yükselen dumanları seyrettiğimi? …

Suskun denizlerin tabanında seğirten
Bir çift hırpani pençe olsaydım keşke.

…..

Ve ikindiler, akşamlar, uyur huzurla!
Pürüzsüz uzun parmaklarla,
Uyumuş… yorgun… ya da hasta numarası yapar,
Yayılmış yerde, burada seninle benim aramda.
Acaba, çaydan ve pastalardan ve dondurmalardan sonra,
Bu anı kendi bunalımına zorlayacak gücüm olur mu?
Ama ağlayışıma ve orucuma rağmen, ağlayışıma ve duama rağmen,
[Dazlaklaşmaya başlayan] kafamın bir tabakta getirildiğini görmeme rağmen,
Bir kâhin değilim ben – ve büyük bir mesele değildir bu;
En yüce olduğum anımın titreştiğini gördüm,
Ve gördüm o ebedi Kavas’ın paltomu tuttuğunu, ve kıs kıs güldüğünü,
Ve kısacası, korkmuştum.

Ve değer miydi tüm bunlara,
Fincanlardan, reçelden, çaydan sonra,
Porselenler arasında, seninle benim konuşmamız arasında,
Ve değer miydi tüm bunlara
Isırıp atarken meseleyi bir gülüşle,
Kâinatı bir top gibi sıkıştırmak,
Ezen bazı sorulara doğru yuvarlamak,
Söylemek: “Lazar’ım ben, ölümden gelirim
Her şeyi size anlatmaya geldim, her şeyi anlatacağım size” –
Eğer biri, kadının başına bir yastık yerleştirirken
Deseydi ki: “Bu değil kesinlikle benim meramım.
Bu değil, kesinlikle”.

Ve değer miydi tüm bunlara,
Değer miydi
Gün batımlarından ve avlu kapılarından ve çisentili sokaklardan sonra,
Romanlardan, çay fincanlarından, yerde sürünen eteklerden sonra —
Ve bundan, ve çok daha fazlasından? —
Meramımı tam olarak anlatmak imkansız!
Ama bir büyülü fener gibi bir ekran üstüne fırlatır sinir örüntüsünü:
Değer miydi
Eğer biri, yerleştirirken bir yastığı ya da fırlatırken bir şalı,
Ve dönerek pencereye doğru, deseydi:
“Bu değil kesinlikle,
Meramım bu değil kesinlikle”.

Hayır! Ne Prens Hamlet’im ben, ne de olmak istedim;
Bir saray mabeyincisiyim, öyleyim ki
Geliştiririm süreci, bir ya da iki sahneyi başlatırım,
Prens’e tavsiyede bulunurum; şüphesiz, önemsizim,
Hürmetkârım, yararlı olmaktan hoşnudum,
Becerikli, tedbirli, ve çok titizim;
Övgü doluyum, fakat biraz kalın kafalıyım
Bazen, aslında, neredeyse saçma –
Handiyse, bazen, Soytarı’yım.

Yaşlanıyorum… yaşlanıyorum…
Pantolon paçalarımı kıvırarak giyineceğim.

Saçlarımı arkadan mı ayırsam? Bir şeftali yemeye cüret edebilir miyim?
Beyaz flanel pantolon giyineceğim, ve yürüyeceğim kumsalda.
Duydum denizkızlarının birbirlerine şarkı söylediklerini.

Sanmam ki benim için şakısınlar.

Dalgalarda denize doğru açıldıklarını gördüm
Tarayarak dalgaların geriye uçmuş beyaz saçlarını
Ağartıp karartırken suları esen rüzgâr.

Oyalandık denizin odalarında
Kırmızı ve kahverengi deniz yosunlarıyla taçlanmış denizkızları yanında
İnsan sesleri bizi uyandırana ve boğulana dek.

T.S.Eliot (1888-1965)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

(*) “Eğer düşünseydim dünyaya yeniden dönebilecek birine yanıt verdiğimi, bu alev titremeyi bırakırdı. Fakat eğer duyduğum doğruysa, yani bu derinliklerden kimse asla yaşayarak dönmeyeceği için, yanıtlarım seni rezilce korkuya kapılmadan”. Dante’nin “Cehennem”inden (Canto 27, 61-67) .

Bağlı mısın, Bağımlı mı?

“Beni sakın bırakma, ben sensiz yaşayamam, sen olmazsan ölürüm, sensiz nefes bile alamam, sen olmazsan ben bir hiçim…” Bu sözler ilk bakışta insan kendisinin çok sevildiğini kendisinin çok önemli olduğunu hissettirse de sağlıklı bir birlikteliğin içinde olmaması gereken dışavurumlardır.Bu türden sözler bağlılığın değil bağımlılığın göstergeleridir. Bağlılık, bir kimseye ya da bir düşünceye sevgi ve saygı ile yakınlık duymak ve göstermek demektir. Bağımlılık ise, başka bir şeyin istemine, gücüne ya da yardımına bağlı olmak, özgür olmamaktır.Bağlılık ve bağımlılığı birbirinden ayıran en belirgin çizgi, bireysel özgürlüğün varoluşu veya olmayışıdır. Neyin bağımlısıysanız onun kölesisinizdir aslında… Bağımlı olduğunun kölesisin! Bu bir eşya, bir yaşam tarzı, bir nesne, bir madde ya da bir insan olabilir. Ama sonuç değişmez. Sen kölesindir; o da efendin!.. Önce bağlanırsın. Sonra sonsuza kadar onun yanında kalacağını zannedersin. O yanındayken, elinin altındayken kendini daha iyi hissedersin. Yanından ayrıldığında eksik kalırsın. Anlamını yitirdiğini düşünürsün. O yanındayken kendini daha fazla seversin. Yanında değilken, kendin kendine çekilmez gelir. Kendinle kalmayı unutturur sana bağımlı olduğun şey.Eğer bağlı olduğun şey yanında veya elinin altında olmadığında kendini değersiz, çaresiz ve mutsuz yaşamı anlamsız hissediyorsan geçmiş olsun, artık sen bir bağımlısın! Bağımlılığın yaşı yoktur. Kaç yaşında olursan ol, bağlandığın şeye bağımlı olma ihtimalin her zaman vardır.Bağımlı ilişkilerde taraflar kendilerini -sürekli- birbirlerinin duygularını tatmin etmek zorunda hissederler. Bu çok yorucu bir duygudur. Sevdikleri insan bir başka şeye ilgi gösterdiğinde, bir başka şeyle meşgul olduğunda endişeye kapılırlar. Kendi başına kalamaz, kendilerini idare edemezler.Bu nedenle bağımlılık geliştirdikleri kişi geldiğinde de kendisine bu duyguları yaşattığı insan için bu defa kızgınlık ve öfke duygularıyla dolarlar. Sürekli gelgitlerin olduğu bu duygularla bağımlı insanlar sürekli uğraşmak zorundadırlar.Bu çok yorucudur… Olgun ve sağlıklı bir ilişki, ancak her iki tarafın gerçek bağımsız kişilikleri, birbirinden ayrı benlikleri olduğunu kabul etme temeli üzerine bina edilir. Gerçek sevgi, böyle ilişkilerde gelişir.İki taraf içinde tatminkar olur… Bazen eşlerden birisi dışarıya çıkmak ister, diğeri evde kalıp kitap okumak… Şimdi ne yapılacaktır? Eşlerden birisi bağımlılık geliştirmişse, önce kendi istediğini yapmak zorunda bırakacaktır karşı tarafı. Bu mümkün olmadığında (istemeye istemeye) diğerini bırakamadığı, onsuz kendini “hiç” olarak hissettiği için onun istediğini yapacak ama mutlu olamayacaktır. İkisi de tatsız bir durumun içine düşeceklerdir sonrasında. Oysa zaman zaman ayrı ayrı faaliyetler yapmanın kimseye bir zararı yoktur. Bireyselliğin ve birlikteliğin belli oranlarda ilişkiye yön vermesi en sağlıklı olandır. İnsan bazen ayrı olarak bazen de beraber olarak mutlu olabilir.Yapışık ikizler gibi davranmak ilişkinin ömrünü kısaltır. Yaşamın getirdiğine paralel olarak, zaman zaman bireyselleşmek sevginin gücünü artırır.Bunun için de “bağlılıklarımız” ve “bağımlılıklarımız” üzerinde düşünerek, zaman kaybetmeden bağımlılıklarımızdan birer birer kurtulmayı denemeliyiz.Ne kadar bağımlılığımız varsa o kadar köleleştiğimizi unutmak lazım… Annemizden bağımlılığı korumaya yönelik kalıplar öğrenmiş olabiliriz ama böyle gelmiş olmamız, böyle gideceğimiz anlamına gelmemeli.Hala doğduğumuz haliyle biyolojik göbek bağıyla bağlı olarak yaşamıyorsak görünmez olan psikolojik göbek bağlarından kurtulmanın da zamanı gelmiş olmalı.Zira çektiğimiz acıların büyük bir çoğunluğu bağımlılıklarımızdan kaynaklanıyor. Fark etmek değişmektir. Niyet etmek yola düşmektir!

Nazlı Özburun

İdam

bir kravat boynumda…
ne zaman ayaklarımın altındaki sandalye
çekilecek diye bekliyorum
ellerim arkadan bağlandığı için
giderken alkışlayamıyorum bu hayatı
boynumu kırabilir bu ip
ama bil ki
gülümseyişime engel değil hiç bir kırılma
ki ben…
sen gittiğinde daha cok kırılmıştım
üstelik ayaklarımın altından kaymıştı zaten hayatım.

ceyhun yılmaz

Aşk, eşikte tutar insanı. Ayrılamazsın, yerleşemezsin

Aşk, eşikte tutar insanı. Ayrılamazsın, yerleşemezsin. O tekinsiz eşiğin adına “henüz” diyelim.

Fransız kimliğinin içinde büsbütün soğurulmayı reddeden pırıltılı Yahudiliklerinin milli allerjilerimizi gıdıklamasından mıdır, dillerinin yer yer tercümeyi zorlayan azizliklerinden mi, yoksa pop-felsefe alanında “ikoncan” üstüne “ikoncan” yaratırken hiç mesafe katetmeksizin son sürat giden bir sanal trenin arka vagonuna kurulup, zihinsel şekerleme yapmanın peltek hazzına kolay kapıldığımızdan mı tam kestiremiyorum ama Lévinas, Blanchot, Finkielkraut üçlüsünün kadrini pek bilmiyoruz bu memlekette.

Oysa “öteki” ile karşılaşmalarımızın farkındalıktan ilişkiye, giderek bir “birbiri için varoluş” bilincine taşınmasının etik ve düşünsel zemini, biraz da bu üçlünün kelimeleriyle döşendi. Emmanuel Lévinas (1906-1995) ile Maurice Blanchot’nun (1907- 2003) “öteki” üzerine, kuşkusuz esas olarak Lévinas’ın açtığı yolda, ama birbirlerinin cümlelerini de kullanıp dönüştürerek ilerlettikleri tartışmanın günümüzdeki taşıyıcısı 1949 Paris doğumlu denemeci Alain Finkielkraut da, aşkın “henüz” eşiğini mükemmel anlatır bence. Evet, tabii, bir “beraber olma” halidir aşk, ama “henüz” değil, ah, asla henüz değil…Finkielkraut, 1984’te yazdığı La Sagesse del’amour (Aşkın Bilgeliği –Ayşen Ekmekçi’nin tercümesiyle, Ayrıntı’dan Sevginin Bilgeliği adıyla 1995’te çıkmıştı) adlı kitabında, üç ayrı aşk tarifinin içinden geçerken, bu eşikte süresiz bir mola verir.

“Asla kişiler sevilmez, sevilen sadece niteliklerdir. O nitelikler kaybolunca ya da önemini yitirince aşk da biter” diyen Pascal…“Sevmek, sevilen kişiye, yaptıklarından, kişisel ve geçici özelliklerinden bağımsız olarak olumlu bir anlam atfetmektir” diyerek, Pascal’ın karşısına çıkan Hegel… Ve nihayet, Proust’un her ikisini de reddedip,“Hayır efendim, aşk ne kişiye ne de onun özelliklerine yöneliktir. Aşk, ‘öteki’nin esrarını, mesafesini, sırlarını, en samimi anlarımızda bile asla benimle aynı olmama halini hedef alır” diye diklenmesi… Finkielkraut, burada Proust’un yanındadır; aşk, doğası gereği, bir “başka olma” hali, bir müzmin ayrılıktır ona göre, örtüşmek değil çelişmektir: “‘Seni seviyorum’daki ‘sen,’ kesinlikle benim eşitim ve akranım değildir ve aşk, bu aşırı anakronizmin araştırılmasıdır” der. Orada durmaz, Blanchot’nun “aşk” formülüne getirir sözü; Lévinas “eşitliğin, adaletin, şefkatin, iletişimin ve aşkınlığın özeti” demiştir bu formül için, Finkielkraut ise, “kusursuzluğa ve zarafete dayanan muhteşem formül” diye över onu. Çok basittir aslında:“Âşıklar beraberdirler ama henüz değil.” Hepsi bu.

Âşıksanız eğer, cevapları kendinizde de bulabilirsiniz belki: Ruhen ve bedenen henüz tamamlanmamış bir beraberlik değil mi âşık olduğunuz kadınla ya da erkekle aranızdaki? Ya günün birinde o cümledeki “henüz” kelimesi silindiğinde ne olacak? Eşiği geçmek istiyor musunuz hakikaten?

Hayat beni fazla rahatsız etmesin

Eşiği hiç geçmemiş bir adamı anlatıyor elimdeki kitap. Aşkın tekinsizliğini bilerek seçecek kadar gözüpek olduğu ya da yumuşak gövdesinin ortasında “öteki”nin koynundayken bile hep biraz yabancı kalmayı becerebilmesine yetecek kadar sağlam bir çekirdek taşıdığı için değil ama… Eşikten içeri bir kez baktıktan sonra dönüp gidivermiş bir adam bu; sonrasında, odasının kapısını kapatıp evcilik oynayan bir çocuğun pür dikkat ciddiyeti içinde, hayatla gayet mesafeli bir hayat kurup, içine yerleşebilmiş bir adam. Ve hatırlamamanın unutmaktan daha kolay olduğunu bilinçaltında sezdiğinden belki, girintileri olmayan, kanalsız, kuytusuz, kunt gibi görünse de, hacimli haznesinde koca bir boşluktan başka pek bir şey barındırmayan bir tür hafıza çatmış kendine.Olayların çetelesini tek tek küçük çentiklerle tutmayı, hatırlamakla aynı şey sanarak yaşıyor ve yaşlanıyor. Derken…

1946 doğumlu İngiliz yazar Julian Barnes’ın, Man Booker Ödülü’ne de aday gösterilen son romanı –150 sayfalık ince bedeni ve ziyadesiyle iktisatlı anlatımıyla bir novella da denebilir buna– The Sense of an Ending (Bir Son Duygusu), bu “derken” dönemecinin hikâyesi işte. Dönemeçteki adam Tony Webster, altmış iki yaşında. Üniversiteden sonraki kırk yılını, “Hayatın beni çok fazla rahatsız etmemesini istemiştim ve bunu başarmıştım –ne acınaklı bir durum” diye özetlemesine imkân veren “başarılı” bir kariyer, “sevecen” bir evlilik, “sorunsuz” bir babalık ve “dostâne” bir boşanma var hayatında. Ama biz onu, Barnes’ın birkaç yüz kelimeye sığdırabildiği bu kırk yılın içinden tanımıyoruz.

Tony’yi ilk gördüğümüzde, ortaokul yıllarında, zekâlarından ziyadesiyle emin üç hergele oğlanın elebaşısı; daha sonra üçüne kıyasla çekingen ama onlardan daha birikimli ve belirgin biçimde daha ciddi, Camus okuru bir dördüncü oğlan katılıyor aralarına: Adrian Finn. Kitabın ilk bölümünde, Tony ile Adrian’ın okulda hocalarla, birbirleriyle, ve nihayet Adrian, Cambridge’e ‘etik,’ Tony ise, Bristol’a ‘tarih’ okumaya gittiğinde ayrılan yollarının kavşağındaki genç kadın Veronica Ford’la ilişkilerini okurken, olup biteni pek anlayamıyoruz aslında. Zira anlatıcımız Tony, ve yaşadıklarını kendisi de anlamıyor.

Adrian’ın arada “akıllı” sözlerle çizdiği keskin konturlar da olmasa, büsbütün buharlaşmaya meyyal görünen bir delikanlılık bulutu bu ve biz de, bu bulutun içinde yoğunlaşan ironiyi fark edebilmemiz için koca bir hayatın geçmesi gerekeceğini belli belirsiz sezerek okumakla yetiniyoruz. Hayatın kendisi gibi, hakikatli bir birinci şahsın dilindeki hikâyesi de, “son”u işaret eden başlangıçların ancak sona varıldığında fark edilebilmesi esasına dayanıyor sanki. Yaşarken ne yaşadığımızı bildiğimizi sansak bile aslında bilmiyoruz hiçbirimiz; Barnes’ın anlatımı ise, bir yandan bunu hatırlatırken, diğer yandan, yaşamaya devam edebilmemizi de, ilk anda bir “lânet” gibi görünen bu cahilliğimize borçlu olduğumuzu düşündürdü bana. Adrian’ın, okulda kız arkadaşını hamile bıraktığını öğrenince, “Üzgünüm anne” diye not yazarak kendini asan bir oğlanın hikâyesini tarih dersinde hocasına örnek vermesi gibi, “gerçekte ne olduğunu bilmenin imkânsızlığı,” sadece uzak çevremize değil, en yakınımıza, hatta kendimize bakışımızı bile körleştirebiliyor zira. Ve yine Adrian’ın uyduruk bir isme atfettiği o özlü deyişle söylersek,“tarih” gibi kişisel tarihlerimiz de, “hafızanın mükemmellikten uzak yönlerinin belgelerin yetersizliğiyle kesiştiği noktada üretilen bir mutlaklıktan ibraret ekseriya.”

Kendi sırlarımıza vakıf olduğumuzda…

Tony’nin, hafızasındaki o büyük boşluğun içinde gezinmeye başlaması da, altmış iki yaşında, artık “Hayatın amacı, bizi mukadder kaybına hazırlamaktır”nevinden cümleler kurabildiği ve “değişim ihtimalinin yok olduğunu” hissederek ölümle ilk kez hasbıhal ettiği bir anda eline geçen “belgelerle” mümkün oluyor. Kırk yıl önce üniversitedeyken âşık olduğu ama “henüz hiç beraber olamadığı” sevgilisi Veronica Ford’un annesi, beklenmedik bir biçimde, Tony’ye az miktarda para ve bir “günlük” bırakıyor. Adrian’ın ölümüne kadar tuttuğu günlük bu.

O günlüğün sayfalarında Tony, Veronica’ya olan duygularını, Veronica’nın aile evine gidip annesiyle karşılaştığında hissettiklerini, Veronica’yı kendi arkadaş grubuyla tanıştırdığında olanları ve tabii, Adrian’ın son mektubunu hatırlayacaktır. Adrian, Tony ile Veronica’nın ayrılmalarından bir süre sonra yazdığı mektupta, Tony’den Veronica’yla birlikte olmak için izin ister. Tony çok öfkelenir ve bu öfkeyle verdiği cevap, her ikisiyle de ilişkisinin sonu olur. Kısa bir süre sonra, Tony bir Amerika seyahatinden dönüşünde, Adrian’ın bileklerini kestiğini öğrenir.“Hayatın şartları üzerine düşünmek ve bir karar vermek lâzımdır” Adrian’a göre, “ve bu karar, hayattan yana da, hayata karşı da olsa gereğini yapmak icap eder.” Tony’nin, o zaman, neredeyse gıpta ettiği bir intihar notudur bu; cesur, ikirciksiz.

Oysa şimdi, Adrian’ı nihai kararına taşıyan adımların peşinde geçmişe gömülen Tony, kişiliklerinin şekillendiği ortak bulutun içinde gözlerini belki de ilk kez açarken, orada cesaretten ziyade cürete, kararlılıktan ziyade inada ve her ikisini besleyen ıstırabın yumuşak zemininde, kendi ayaklarının fütursuz izlerine ulaşacaktır. Kitabı, bu izlerin Tony ile Adrian’ın asla dile gelmeyen sırlarını nihayet ele vereceğini bilerek okurken, Barnes’ın metne baştan sona hâkim kıldığı esrar duygusunun kaynağının başka yerde olduğunu hissettim ben. Kırk yıl sonra yeniden görüşmeye başladığı Veronica, Tony’ye,“Anlamıyorsun. Hiç anlamadın” deyip duruyordu. Ve hepimiz bir parça Veronica, bir parça Tony’ydik aslında. Eşikte durmanın değerini anlamıyorduk. Ya içeri girip yerleşmeli ya da sırtımızı dönüp gitmeliydik bir an önce. Ya hemen beraber olacaktık ya hiç bir zaman. “Öteki”nin mesafesi ve sırları tükendiğinde, aşkın da tükeneceğini kavrayamadığımız gibi, “hayatımız” dediğimiz şeyin de, aslında kendi zihnimizde şekillendirdiğimiz, başkaları kadar kendimize de anlattığımız bir “hikâye” olduğunu itiraf edemiyorduk bir türlü.Benlik, tek bir “toplam” olarak tanımlanıyordu daha ziyade ve biz kimliğimizi o “toplam” üzerine kuruyorduk haliyle; kendi eşiğimizde durup, bir içeri, bir dışarı baktığımızı her birimiz bilsek de, kimselere söylemiyorduk. Ama işte hayatının son dönemecinde, kumdan bir kule gibi yıkılıyordu Tony’nin hikâyesi; bir “toplam,” nihayet parçalarına ayrılıyordu. Hayatımızla aramızdaki mesafe eriyip, ele güne “ben” diye sunduğumuz o toplamdaki “ötekiler”i görmeye, onların sırlarına vâkıf olmaya başladığımızda, içten içe biz de yıkılıyorduk.

Yasemin Çongar

Bir fincan huzur…

Anladım…
hayat tutmuyordu verdiği
hiç bir sözü…

bıktım bu şehrin bana bağırıp durma…sından
kaldırımlara düşen soluk yüzlerden
Ey Allah’ım!
hep mi keder satar sokaktaki çocuklar?
Neden yanmaz hiçbir evin umut ışığı…

Gecenin en kör vaktinde,
Darma dağın ömrümle,
Çalsam kapını.
Var mıdır ikram edeceğin,
Bir fincan huzur…

EzHeR