Thomas Bernhard: Dünyaya geldiğim gibi, oradan ayrılmak istiyorum. Kargaşa olmadan.

THOMAS BERNHARD’IN Hayatı & Eserleri ve Röportajlardan SEÇMELER

Sonbaharda, gelecek kışın her şeyi yoluna sokacağını düşünüyorum, kışın gelecek ilkbaharın, ilkbaharda, gelecek yazın vs. Hepsi bu. Gerçekte başka bir şey olmuyor.

.

Sevdiğimiz bir insanı kaybettiğimizde, hiç değilse ona ait bir giy­siyi, kaybettiğimiz kişinin kokusunu giyside aldığımız sürece tutarız ve gerçekten de kendi ölümümüze kadar tutarız, çünkü onun kokusunu bu giysinin bugüne taşıdığına inanırız.8

.

Ne yazık ki, dedim Gambetti’ye, ağır sözcükler her zaman en önemli olanlar olmuyor, tıpkı ağır cümlelerin en önemli cümleler olmaması gibi.

.

Biz her zaman her şeyi en yakın yerde ararız, yanılgi bu. Her şeyi en yakın yerde aramasaydık, her şeyi en yakın yerde aramak beceriksizlikten başka bir şeyi kanıtlamaz.

.

Yaşam bana zevk veriyor, acılarım olduğu halde.

.

Dünya her şeyi karşılayacak kadar zengindir gerçekten, ama bunu dünyayı yöneten politikacılar tamamen bilinçli olarak engelliyorlar. Yardım çığlıkları atıyorlar ve her gün milyarları silah için harcıyorlar ve utanmıyorlar.

.

Kadınlar ortaya çıkar ve birine yapışıp onu mahveder.

.

Beni mahveden kadının avucunun içindeydim hala.

.

Ömür boyu iğrenç ve itici bulunan kişiler için öldüklerinde birdenbire sanki yaşamları boyunca hiç iğrenç ve itici olmamışlar gibi konuşulduğunu sık sık gördüm. Bu türden zevksizlikleri her zaman utanç verici buldum. Bir insanın ölümü, ondan bir başkasını yaratmaz, onu daha iyi bir karakter kılmaz, eskiden bir budalaysa onu deha yapmaz, onu kutsal kılmaz tüm yaşamı boyunca kötü biri idiyse.

.

Fotoğraf çektiren insanları çektirdikleri fotoğraflarda mutlu görünme isteğine ne itiyor sürekli olarak, hiç değilse aslında oldukları kadar mutsuz görünmeme isteğine? diye düşünüyorum. Herkes mutlu bir insan gibi görünmek istiyor, asla mutsuz olarak değil, her zaman tamamen sahteleştirilmiş olarak, hiçbir zaman gerçekte olduğu gibi, yani herkesten daha mutsuz olarak değil. Hepsi de her zaman güzel ve mutlu görünmek istiyor fotoğraflarda, hepsi de çirkin ve mutsuz oldukları halde. Fotoğrafa sığınıyorlar, kasten, onları tümüyle sahtelik içinde mutlu ve güzel ya da hiç değilse gerçekte olduklarından daha az çirkin ve daha az mutsuz gösteren fotoğrafta büzülüp kalıyorlar.

.

Ne var ki düşünceler, gitmeleri is­tendiğinde gitmezler, tatlı dille uzaklaştırılamazlar. Tam tersi­ne: iyice yerleşip otururlar ve sonsuz derecede suçlama ve öf­ke üretmeye başlarlar.

.

Doğum yerimizi seçemeyiz. Ama doğduğumuz yerden uzaklaşabiliriz, bizi ezmeye kalkıyorsa, bizi öldüren şeyden uzaklaşabiliriz.

.

Basit insanlar karmaşık insanları anlamazlar ve onları kendi iç dünyalarına iterler, hem de herkesten daha insafsızca. Basit insan denilenlerin kişiyi kurtaracağına inanmak en büyük yanılgıdır. İnsan en bunalımlı zamanında onların yanına gider ve onlardan resmen kurtuluş dilenir, onlarsa kişiyi daha da derin bir ümitsizliğe iterler. Zaten onlar nasıl olur da karmaşık birini karmaşıklığından kurtarabilirler ki.

.

Devlet çürük, diyorum bütün ciddiyetimle, devlet çürük. Son zamanlarda en sevdiğim kelime dizilimi, sevgili doktor: Devlet çürük.

.

Öyle bir ülkeden gideceğim ki, orada en aydınlık günde bile karanlık gece hüküm sürüyor ve orada esasen sadece bağırıp çağıran cahiller iktidarda.

.

Her yıl milyarlar iz bırakmadan ortadan kayboluyor. Bu paraların nerede aranması gerektiği biliniyormuş, elbette bakanların villalarında, ve bakanların fabrikalarında… Hiçbir ülkede ba­kanların emrinde, bizde olduğu gibi yirmi otomobil yok, yoksa nereye varırdı o ülkeler?

.

Bir insanı umutsuz bir durumda gözlemliyoruz, durumun umutsuz olduğunu biliyoruz ve umutsuz durum kavramını da biliyoruz, ama bu insanın umutsuz durumuna karşı hiçbir şey yapmıyoruz, çünkü bu insanın umutsuz durumuna karşı bir şey yapamayız, çünkü biz kelimenin tam anlamıyla.

.

Gerçekten de biz bizden daha mutsuz olan bir insanın yanında hemen düzeliyoruz..

.

Zamanla içimizdeki her şeyi saklamaya alıştık.

.

Susarak bir şeyleri saklamak, yalan söylemek değildir, ben de susarak neredeyse her şeyi gizledim.

.

Sahip olduğum tek dostlarım ölüler, bana edebiyatlarını bırakanlar, başkaca dostum yok.

.

Çünkü bilirsiniz ya, insan insanlarla sadece kirlenir.

.

Dört yüz sayfalık bir kitabın topu topu üç sayfasını normal bir okuyucudan bin kez daha dikkatli okumamız, hepsini okuyan, ama bir tek sayfasını bile dikkatle okumayandan daha iyidir.

.

İnsanlarla o kadar içten birlikte oluyoruz ki, bunun yaşam boyu sürecek bir bağ olduğunu sanıyoruz ve onlar birden bir anda gözden ve gönülden ıraklaşıyorlar, gerçek bu, diye düşündüm berjer koltukta.

.

Seni zindan gibi okullara attılar, sonuçta ruhunu çekip aldılar içinden, kendi bataklıklarında ve çoraklıklarında öldürmek üzere.

.

Yaşam bana zevk veriyor, acılarım olduğu halde.

.

Dünyaya getirilir ama yetiştirilmeyiz. Bizi dünyaya getirenler, yarattıkları yeni insanı yok etmek için gereken her türlü beceriksizliği ve ahlaksızlığı yaparlar. Doğuştan gelen her türlü potansiyelini daha hayatının ilk 3 yılında mahvetmeyi başarırlar. Üstelik bu başarıyla mümkün olan en büyük suçu işlediklerinin farkında değildirler. Hiç düşünmeden ve sorumsuzca dünyaya getirdiklerinden başka onun hakkında hiçbir şey bilmezler. 

.

Hastalıklar, insanların yapacak işleri olmadığı, az çalıştıkları zaman artış gösterir.

.

Çok az insana acısız bir ölüm nasip olu­yordu. Doğduğumuz andan itibaren ölmeye başlıyoruz, oysa yalnızca sürecin sonuna geldiğimizde öldüğümüzü hissediyo­ruz ve bu son bazen inanılmaz uzun bir zaman alıyor.

.

Toplum, kendisini değiştirmek istiyorsa eğitim sistemini değiştirmek zorunda.

.

Akıl nerede ortaya çıkarsa çıksın yok edilir ve hapsedilir ve doğal olarak her zaman hemen akılsızlık olarak damga yer.

.

Bir insanın özü ancak onu kaybettiğimizi görmek zorunda kaldığımızda, o insan bir veda sürecine girdiğinde ortaya çıkarmış.

.

Ana babama en ufak bir saygı duymak zorunda değilim, onlar en ufak bir saygıyı hak etmiyorlar, dedi. Bana karşı iki suç işlediler, iki ağır suç, dedi, beni yaptılar ve bana baskı yaptılar, beni bana sormadan yaptılar ve beni yapıp dünyaya fırlattıktan sonra bana baskı yaptılar, beni yapma suçunu ve beni baskı altına alma suçunu işlediler.

.

Dostluk, ne gereksiz bir sözcük! İnsanlar ağızlarında bu sözcüğü bıktırıncaya kadar geveliyorlar, hiçbirinin değeri kalmamış, tıpkı sevgi sözcüğünün öldürülünceye kadar gevelenerek değerini kaybettigi gibi.

.

Bizde yayınlanana gazete deme­ye bin şahit, sadece pis kağıt parçaları.

.

Ben yazdığım her cümleyle, aldığım her nefesle hala bir baş belasıyım.

.

Savaş yalnızca görünürde bitmişti, insanların zihninde bütün şiddetiyle sürüyordu.

.

İnsanlar birbirleriyle yürüyor ve birbirleriyle konuşuyor ve birbirleriyle yatıyor ve birbirlerini tanımıyorlar. İnsanlar birbirlerini tanısalardı, birbirleriyle yürümez, birbirleriyle konuşmaz, birbirleriyle yatmazlardı. Sen kendini tanıyor musun? diye soruyorum kendime sık sık.

.

Bütün hayat, ısrarlı bir yakınlaşma çabasından başka bir şey değilmiş.

.

Hiç işe yaramaz bir hükümetimiz var, iktidarda kalmak için her türlü dalavereyi çevirmekte kendinde hak görüyor.

.

Uzun süre tasarlanmış bir intihar, diye düşündüm,

umutsuzluğun birden ortaya çıkarttığı bir eylem değil.

.

...düşüncede sermaye suçu işlediler, bu yüzden cezalandırılıyorlar ve biz onları sonuna kadar kitaplıklarımıza tıkıyoruz. Çünkü kitaplıklarımızda boğuluyorlar, gerçek bu. Kütüphanelerimiz sanki cezaevi, büyük düşünürlerimizi tıktık oraya, doğal olarak Kant’ı, tıpkı Nietzsche gibi tek kişilik hücreye, Schopenhauer’i de, Pascal’i de, Voltaire’i de, Montaigne’i de, en büyükleri tek kişilik hücrelere, tüm diğerlerini koğuşlara, ama hepsini de sonsuza kadar olmak üzere dostum, tüm zamanlar için ve sonsuzluğa kadar, gerçek bu.’

.

Yıllar boyu süren kırılganlık ve yaralanmadan sonra artık neredeyse hissiz ve yaralanmaz olduk.

.

Yıllarca her sabah, bana dayatılan bu hayatta bir kırılma yaratmam gerektiğini düşünmüştüm, ama hiçbir zaman bir şey yapabilecek kudreti kendime bulamamıştım.

.

Yaşam bizim bugün konuştuğumuzdan daha kısa, daha yok edici bir dille konuşuyor. Artık umut edecek kadar duygusal değiliz.

.

İnsan iyice kulak kabartırsa, taşrada ne zaman, nereye giderse gitsin, kocaları tarafından evlere hapsedilen kadınları duyarmış.

.

Bizler nefret etmeye, bela okumaya çok kolay ve çok çabuk alışıyoruz, nefretimizin ve okuduğumuz belaların en ufak bir haklılığı olup olmadığını zamanla sorgulamaz oluyoruz.

.

Biz hep hayatımıza son vermek düşüncesiyle meşgulüzdür.

.

Durmadan kendi kabuğumuzun dışına çıkma deneyi yapıyor, ama bu deneyde başarısız oluyoruz, hep tepetaklak yuvarlanıyoruz, çünkü kendi kabuğumuzun dışına ölüm dışında çıkamayacağımızı anlamak istemiyoruz.

.

Her şey intihar. Yaşadıklarımız, okuduklarımız, düşündüklerimiz: İntihar kılavuzları.

.

Haksız davranıyoruz, insanları incitiyoruz, sırf o anda daha büyük bir zahmete katlanmamak, tatsız bir karşılaşmadan kaçınmak için.

.

Oysa insanlara kendi açımızdan değil her açıdan bakmalı ve ona göre davranmalıyız, onlara öyle davranmalıyız ki, onlara önyargılı davranmadığımızı söyleyebilelim, ama bunu beceremiyoruz, çünkü gerçekten de herkese karşı önyargılıyız.

.

Hayat bir ceza hükmünden başka bir şey değil, dedim kendime, bu müebbet cezasını çekmek zorundasın. Dünya, çok az hareket özgürlüğüne sahip bir cezaevi.

.

Herkesi her şeyle suçluyorsun, senin felâketin de bu.

.

Kadınlar ve erkeklerle her türlü ilişkim oldu, aklınıza ne gelirse. Neyi anlatıyım ki size? Her insan başka türlü, bir insana yaklaştığınız yöntemle başkasına yaklaşamıyorsunuz. Bir başka yöntem bulmak zorundasınız. Aramaya kalkarsanız bulamayacaksınız. Ya elinizdedir bu ya da değildir, komut verip her şeyi içinden geçirebileceğiniz bir makine yoktur. İnsan belli bir şeye doğru çekildiğini duyuyor. Ya oraya doğru çekilirsiniz ya da çekilmezsiniz. Vesaire, vesaire. Sizi çeken bir kadınmış ya da erkekmiş fark etmez…

Çünkü kadınla erkek arasındaki birliktelik ve ilişki aslında her zaman bir deney, erkek tarafından bakıldığında. Doğal yaşamın keyfini çıkartma değil. Çok daha kurgusal. Daha numaracı, çünkü kadın daha çok oyuncu ve dalavereci. Ben insanlarla çok ender birlikte olduğum için deneylerim hep yarıda kalıyor. Aylarca kesintiye uğradığı da oluyor. Sonra gene tutkuyla deneye giriyorum, belki birkaç gün için.

.

Bu gece, yarın sabah 

Unutmak istiyoruz kadınlarımızı

Ve asla sahip olamayacaklarımızı…

Bu gece, yarın sabah

 .

Çok yalnızım 

Ey Tanrım

ve kimse benim acımı paylaşmıyor.

.

Hayatta kalmak ve zihinsel körelmeye yenik düşmemek istiyorsak, sözde kötü karakterlerle arkadaşlık etmeliyiz. Sözde iyi karakterli insanlar, bizi ölümüne sıkanlardır.

.

Kadınlar nehir gibiydi, kıyıları ulaşılmazdı, gece sık sık boğulanların çığlıklarıyla çınlardı.

.

Bir insana öldürücü bir söz ediyoruz ve doğal olarak o anda ona öldürücü bir söz ettiğimizin farkına varmıyoruz.

.

Sormak istedik­lerimizi hep erteliyoruz, çünkü açıkçası onlardan korkuyoruz; sonunda da onları sormak için fazlasıyla geç kalmış oluyoruz.

.

Gerçeği anlatmak istediğinizde, konu­şulan dil son derece yetersiz kalır.

.

Sonu gelmez zıtlıklarım, melankolim, umutsuzluğum, inatçılığım, duyarsızlığım, duygusal kırılmalarım nereden geliyordu? Bir yandan aşırı özgüvenli, diğer yandan da son derece zayıf ve çaresiz karakterimi neye borçluydum? Son zamanlarda iyice artan güvensizliğimin temeli neydi?

.

Bu ülkenin kendi sanat­çıları için yeri yoktu, onları her zaman haince ve saygısızca başka ülkelere itelerdi. Hep kafama takılan konulardan birinin bariz bir örneğiydi bu: Ülkesinde değeri bilinmeyen, küçük görülen bir sanatçının, hayatını yurt dışında sürdürmek zo­runda kalması.

.

Ne kadar da kırılganız, diye düşündüm, ağzımızda büyük sözler geveler dururuz, her gün ve durmadan sağlamlığımızı ve aklımızı överiz ve bir anda devrilir ve ağlamamızı bastırmak zorunda kalırız.

.

Pek az insan gerçekten anne babasına karşı mücadeleye girişir, bu mücadeleyi sonuna kadar götürür, kazanır, öğretmenleriyle mücadele eder, kazanır, toplumla mücadele eder, kazanır.

.

İşini ciddiye alan bir kitapçı bütün insan türünün en acınası olanıdır, çünkü vaktiyle yazılanların mutlak anlamsızlığıyla her gün hiç durmadan karşı karşıya gelir ve dünyayı başka hiç kimsenin yaşamadığı bir cehennem gibi yaşar.

.

Yazıya dökülmemiş her düşünce neticede bütünüyle değersizmiş.

.

Toplum hiç de aydınlatmayı düşünmez, hükümetler her zaman, her durumda, her ülke ve devlette bunun karşısındadır çünkü toplumları aydınlatacak olsalar, kısa süre içinde kendi aydın­lattıkları bu toplum tarafından yıkılacaklardır.

.

Doğmak mutsuzluktur (…) yaşadığımız sürece de bu mutsuzluğu sürdürürüz, bir tek ölüm kesip atar bunu… Ancak ölüm olabilir, büyük ağrıların sonu. Ölüm her şeyden kurtulmak anlamına geliyor; özellikle kendi kendimden (…). Ölümle yaptığım anlaşma iki taraf için de olabildiğince avantajlı ve mükemmel.

.

Ben kendi kaderimle bile neredeyse hiç ilgili değilim, kaldı ki kitaplarımınkiyle olayım.

…çünkü çeviri başka bir kitaptır. Orijinaliyle hiç alakası olmaz. Onu çeviren kişinin kitabıdır. Ben Almanca yazıyorum. Size bu kitapların kopyası yollanır, beğenirsiniz veya beğenmezsiniz. Kapakları berbatsa eğer, salt sinir bozucudurlar. Şöyle bir karıştırırsınız, o kadar. O acayip kitap isminin dışında eserinizle hiçbir ortak yanı olmaz. Öyle değil mi? Çünkü çeviri imkânsızdır. Bir müzik eseri yazılı notalar kullanılarak bütün dünyada aynı çalınır, ama bir kitabın, benim durumumda, Almanca çalınması gerekir. Benim orkestramla!

Ben de kimilerinin notalarla yaptığını sözcüklerle yapıyorum. Bu kadar basit. Başka bir şeyle ilgilenmiyorum. Çünkü dünyayı içinde yaşayarak bir şekilde öğreniyorsunuz zaten, kapıdan dışarı çıktığınız anda dünyayla doğrudan karşı karşıya kalıyorsunuz. Bütün dünyayla. Yukarısı ve aşağısıyla, arkasıyla ve önüyle, çirkinliği ve güzelliğiyle, son derece doğal. Bunu istemeye gerek yok ki. Kendiliğinden oluyor. Evden hiç çıkmasanız bile süreç aynı işliyor.

Her sanatın cazibesidir bu. Her sanat böyledir, seçtiğiniz enstrümanı hep daha iyi çalmak. İşin zevki budur, bu zevki kimse sizden alamaz ya da sizi bunu bırakmaya ikna edemez. Birisi büyük bir piyanistse eğer, piyanonun başına oturduğu odayı boşaltıp toza toprağa boğsanız, sonra üstüne bir kova su dökseniz bile orada oturup çalmaya devam eder. Ev başına yıkılsa bile çalmaya devam eder. Aynı şey yazmak için de geçerli.

En sonunda her şey başarısızlığa uğrar, her şey mezarda son bulur. Elden bir şey gelmez. Ölüm her şeyin üstüne hüküm sürer ve her şey biter. Çok sayıda insan on yedi, on sekiz yaşında ölüme teslim oluyor. Bugünün gençleri on iki yaşında ölümün kollarına bırakıyorlar kendilerini ve on dört yaşında ölüyorlar. Bir de seksen doksan yaşına kadar mücadele eden yalnız savaşçılar var, onlar da ölüyor ama en azından daha uzun yaşıyorlar. Hayat hoş ve eğlenceli olduğundan keyifleri daha uzun sürüyor. Erken ölenler daha az eğleniyor, onlar için üzülüyor insan. Çünkü daha hayatı tanımaya bile başlamamış oluyorlar, çünkü hayat aynı zamanda uzun hayat anlamına gelir, bütün korkunçluklarıyla.

İnsanların hedefleri olmaz. Genç insanlar yirmi üç yaşına kadar bu tongaya düşebilir. Yarım yüzyıldır yaşayan bir insanın hedefleri olmaz, çünkü varacak bir yer yok.

Hayatın içinde yaşıyorsanız, özellikle çaba göstermenize gerek kalmaz, her şey kendiliğinden gelir size ve yaptığınız şey üstünde izini bırakır. Öğrenebileceğiniz bir şey değildir bu.

İnsanların talihsizliği kendi yollarına gitmek yerine, her zaman başka bir yola gitmek istemeleri. Kendi oldukları şeyin dışındaki şeyler için çabalamak ve mücadele etmek. Herkesin önemli bir kişiliği vardır, ister boyacılık yapsın, ister sokakları süpürsün, isterse de yazsın fark etmez… insanlar hep başka bir şeyi ister. Dünyanın talihsizliği budur.

Sevgi mi, nefret mi? İnsan ikisi arasında kalmıştır. Hayatta sahip olabileceğiniz en iyi güdüdür belki de. Yalnızca severseniz kaybolursunuz, yalnızca nefret ederseniz de kaybolursunuz. Benim gibi yaşamayı seviyorsanız, her şeyle daima sevgi/nefret ilişkisi içinde yaşamanız gerekir. Bir tür dengeleme edimi. Doğrudan bu güdülerin insafına kalmak ölümcül olabilir. Yaşamayı seviyorsanız, ölü olmak istemezsiniz herhalde. Herkes yaşamayı sever, kendini öldürenler bile, ancak artık bu fırsatı tüketmiştir onlar. Çünkü artık geri dönüşleri olmaz. 

Gerçek bir sorun var ortada. Bir yerlere gidip oturduğunuzda konuşmaları biraz dinleyecek olun, isteseniz çileden çıkarsınız. Ama ne gerek var. Her yerde aynı şey. Fransa’da da. Naziler yalnızca burada değil. İngiltere’de, Fransa’da ve Hırvatistan’da da Naziler var, kim bilir daha başka nerelerde. Çekici ve itici insanlar vardır. İtici olanlar bir şekilde çoğunlukta.

Kim olursanız olun. Büyük şahsiyetler olsun, sözümona büyük şahsiyetler olsun, bütün bilindik isimler olsun, ben de dahil, aforizma yazarı Cioran olsun, herkes. Her şey acınası ve en sonunda hiçbir yere çıkmıyor. Evde oturup kitaplarınızı rafa koyduğunuzda, onlara bakıp şöyle düşünürsünüz: “Yazık.” Ama yine de yığınla üretmeye devam edersiniz, sabahları bir bardak çay kahve alışkanlığına tutulmuş gibi. Çay daha akıllıcadır, böylelikle daha az çalışırsınız. Yazmak için de aynı şey geçerlidir. Bağımlısı olursunuz. Yazmak da bir uyuşturucudur.

Thomas Bernhard’ın Temmuz 1986 tarihli röportajından.

Yıllarca her sabah, bana dayatılan bu hayatta bir kırılma yaratmam gerektiğini düşünmüştüm, ama hiçbir zaman bir şey yapabilecek kudreti kendimde bulamamıştım. Uzun yıllar süresince, her defasında kesintisiz bir gerginlikle, hem de isteğim dışında bu yolu yürümeye zorlanmıştım, fakat sonunda bunu ansızın değiştirebilecek gücü kendimde buldum ve geriye dönmeyi başardım. Lakin böyle bir geri dönüş, ancak duygu ve düşüncelerin doruk noktasındayken olur, bu öyle bir andır ki, kişi ya bu geri dönüşü gerçekleştirecektir ya da artık kendini öldürmekten başka çare görmeyecektir; her şeyi göze alabilen insanın hali onun en yoğun ve ölümcül anıdır, tıpkı benim o zamanlar içinde bulunduğum durum gibi. Hayat kurtarıcı böyle bir anda, ya her şeye karşı koymalıyız ya da yok olmayı seçmeliyiz. Ben kendimde her şeye karşı koyma gücünü bulabildim.

.

Ne zaman bir yerlere sığınmak istesek, kendimizi acizlik içinde buluyoruz. Kaçanın seçtiği yol, onun haletiruhiyesine uygun düşüyor. Onu hep kaçarken görüyoruz ve neden kaçtığını bilmiyoruz, oysa her şeyden kaçıyormuş gibi görünüyor. İnsan, doğduğu andan itibaren yaşamdan kaçıyor. Kaçıyor çünkü daha ilk andan itibaren onun ne olduğunu biliyor.

.

İnsanlar kendilerini kurtarmak için, çoğu zaman en bariz gerçeklere bile inanmıyorlar. Huzurlarını bozmamak için sorun çıkaranlardan kaçıyorlar. Ömrüm boyunca ben de böyle bir baş belası oldum ve akrabalarımın da dediği gibi her zaman bir baş belası olarak kalacağım. Hatırladığım kadarıyla annem bana baş belası derdi, buna vasim ve kardeşlerim de katılırlardı. Ben yazdığım her cümleyle, aldığım her nefesle hâlâ bir baş belasıyım.

.

Öyle bir ülkeden gidiyorum ki, dedim kendi kendime demir sandalyenin üzerinde, orada düşünce insanı denilen insana zevk veren her şey, zevk vermese bile, hiç değilse varoluşundan haz duymasını sağlayan her şey uzaklaştırılıyor, atılıyor, söndürülüyor, orada artık yalnız bütün ayakta kalma dürtülerinin en ilkeli hüküm sürüyora benzer ve orada düşünce insanı denen insanın en ufak bir isteği henüz filizlenirken boğulur. Orada yiyici devlet ve aynen onun gibi yiyici olan kilise birlikte sonsuz bir ipi çekerler, bu ipi yüzyıllardır en büyük ahlaksızlıkla ve aynı zamanda en büyük vurdumduymazlıkla bu kör olmuş ve kendisine hükmedenler tarafından gerçekten de budalalığına hapsedilmiş ve gerçekten aptal olan halkın boynuna dolamışlardır. Burada hakikat, ayaklar altına alınır ve yalan bütün resmi kurumlar tarafından bütün amaçların tek aracı olarak kutsallaştırılır. Öyle bir ülkeyi terk ediyorum ki, dedim kendi kendime demir sandalyede otururken, orada hakikat anlaşılmaz ya da kabul görmez ve hakikatin karşıtı her şey için tek geçer akçedir.

.

Bizim gibiler bir yandan yalnız kalamazlar, öte yandan da bir topluluğa dayanamazlar. Bizi ölesiye sıkan erkek topluluğunda dayanamazlar ama kadın topluluğuna da dayanamazlar. Erkek topluluklarını bırakalı onlarca yıl oldu, çünkü hiçbir şey vermez, kadın topluluğu ise kısa süre sonra sinirime dokunur.

.

Ben hep müziğin benim için her şey anlamına geldiğini sandım, bazen felsefe de öyleydi, özellikle de yüksek ve daha yüksek ve en yüksek yazarlığın doğrudan sanat olduğunu sandım, ama her şey, tüm sanat ve de her neyse, bu bir tek sevilen insan yanında hiçbir anlam taşımaz. Bu tek sevdiğimiz insana neler yapmadık ki, dedi Reger, binlerce ve yüzbinlerce acının için soktuk bu hiç kimseyi sevmediğimiz gibi sevdiğimiz insanı, nasıl da üzdük bu insanı ve gene de onu başkasını sevmediğimiz gibi sevdik, dedi Reger. Bizim dünyada hiç kimseyi sevmediğimiz kadar sevdiğimiz insan öldüğünde, bizi korkunç kötü bir vicdan azabıyla bırakır geride, dedi Reger, onun ölümünden sonra birlikte varlığımızı sürdürmek zorunda kalacağımız ve günün birinde onun tarafından boğulacağımız dehşet verici bir vicdan azabıyla, dedi Reger. Yaşamım boyunca topladığım ve tüm bu rafları doldurmak için Singer Sokağı evine getirdiğim bütün bu kitaplar ve yazılar sonuçta bir işe yaramadı, karım tarafından yalnız bırakılmıştım ve bütün bu kitaplar ve yazılar gülünçtüler… Siz en yakınınızı kaybettinizse, size her şey boş gelir, istediğiniz yöne bakın, her şey boştur ve siz bakar ve bakarsınız ve her şeyin gerçekten boş olduğunu ve her zaman öyle olacağını, ama o bir tek, ikinci bir kişiyi sevmediğiniz gibi sevdiğiniz insan olduğunu kavrarsınız. Ve bu kavrama içinde ve bu kavramayla birlikte siz yalnızsınızdır ve size hiçbir şey ve kimse yardım edemez, dedi Reger. Kendinizi evinize kapatır ve umutsuzluğa kapılırsınız, dedi Reger, ve siz gün geçtikçe daha derin umutsuzluğa kapılırsınız ve haftalar geçtikçe daha umutsuz bir umutsuzluğa dalarsınız, dedi Reger, ama birden bu umutsuzluktan çıkarsınız. Ayağa kalkarsınız ve bu ölümcül umutsuzluktan çıkarsınız, hâlâ bu en derin umutsuzluktan dışarıya çıkma gücünüz vardır,…

.

sevgili Bay Robert… bir dostluğu sınamaya, onun sebeplerini, sonuçlarını, hedeflerini incelemeye, sonuç olarak içini dışına çıkarıncaya kadar incelemeye, giderek daha aydınlatmaya kalkıştığımız ölçüde, avucumuzdan kaçar o dostluk.

.

Bütün yaşam süreci bir kötüleşme sürecidir, sürekli, bu yasa en korkuncudur, her şey kötüleşir. Bir insan gördüğümüzde, kısa süre içinde, ne dehşet verici, ne can sıkıcı bir insan demek zorunda kalırız.

.

Var olmak umutsuzluğa düşmekten başka bir değildir ki, dedi. Uyandığımda iğrenerek düşünüyorum kendimi ve başıma geleceklerin hepsi tüylerimi diken diken ediyor. Yattığımda ölmekten, bir daha uyanmamaktan başka bir isteğim olmuyor, ama sonra gene uyanıyorum ve bu korkunç süreç yineleniyor, yineleniyor sonuçta elli yıl boyunca, dedi. Elli yıl boyunca ölmekten başka bir şey düşünmediğimizi düşünerek gene de yaşıyor olmamız ve bunu tamamen tutarsız olduğumuz için değiştiremememiz, dedi. Çünkü biz kendimiziz acınacak olan, alçağın ta kendisiyiz.

.

Böylesine güzel bir ülke, dedi Reger ve böylesine düşük ahlaklı bir bataklık, dedi, böylesine güzel bir ülke ve böylesine tamamen şiddet dolu ve hain ve kendini yok eden bir toplum. En korkuncu da insanın burada tepetaklak edilmiş bir seyirci olarak bu felakete bakması ve buna karşı elinden hiçbir şeyin gelmemesi, dedi Reger.

DREI TAGE (ÜÇ GÜN) (1970)

İnsan sadece kendi başına gelişebilir. Kendi içinden çıkamadığı bilinciyle insan daima yalnızdır. Geri kalan her şey bir sanrıdır, şüphelidir. Asla değişmez bu. Okul yıllarında tamamen yalnızsınızdır. Sıra arkadaşınız vardır ve yalnızsınızdır. İnsanlarla konuşursunuz, yalnızsınızdır. Fikirleriniz vardır, gariptir, size aittir, her zaman yalnızsınızdır. Ve bir kitap yazdığınızda veya benim gibi kitaplar yazdığınızda çok daha

yalnızsınızdır. Kendini anlaşılır kılmak imkansızdır. Tek başınalıktan, yalnızlıktan çok daha yoğun bir yalnızlık, bir soyutlama doğar. Nihayetinde, yer değiştirirsiniz. Daha çabuk başka yere gidersiniz, daha büyük şehirlere kaçarsınız. Küçük şehirler size yeterli gelmez. Viyana yeterli değildir, Londra yeterli değildir. Dünyanın başka yerlerine gitmelisinizdir. Yabancı dillerin konuşulduğu bir yerlere gidip gelmeye çalışırsınız. Belki de Brüksel’dir orası, ya da Roma’dır. Bu yüzden, nereye giderseniz gidin daima yalnızsınızdır, kendinizle bir başınasınızdır. Gittikçe berbatlaşan işlerinizle yalnızsınızdır. Kendi ülkenize geri dönersiniz, çiftlik evine geri yerleşirsiniz.

Neden karanlık? Kitaplarımda neden daima aynı karanlık var? Çok basit: Kitaplarımda her şey yapaydır… En çok yalnız olmayı seviyorum. İdeal durum temelde budur. Evim de aslında kocaman bir hapishanedir. Böyle olmasını seviyorum. Mümkün olduğu kadar boş duvarlar. Boş ve soğuk. Çalışmama olumlu etkileri var. Kitaplarım veya yazdıklarım yaşadığım yere benziyor. Kimi zaman bir kitaptaki bölümler, evdeki odaları andırıyor bana. Duvarlar yaşıyorlar, değil mi? Sayfalar da duvarlar gibidir, bu kadarı da yeterlidir. Sadece yoğun bir biçimde bakmanız gerekmektedir. Beyaz bir duvara baktığınızda, onun aslında beyaz ve boş olmadığını fark edersiniz. Uzun bir zaman yalnız olursanız, yalnız olmaya alışırsanız, yalnız olmayı tecrübe ederseniz, sıradan insanların bir şeyler  keşfedemeyeceği her yerde bir şeyler keşfedersiniz. Duvarda çatlaklar, pürüzler, düzensizlikler, haşereler keşfedersiniz. Duvarda inanılmaz bir hareket vardır. İşin aslı, duvarlar ile kitabın sayfaları arasında pek bir fark yoktur.

Öte yandan, en önemli bulduğum yazarlar aslında en büyük karşıtlarım veya düşmanlarımdır. Sizi çoktan teslim almış insanlarla sürekli bir şekilde tartışıyorsunuz. Mesela Musil’e kapılmıştım ben, Pavese’ye, Ezra Pound’a. Elbette ki şiirsel değildir onlar, kesinlikle nesir insanlarıdır.

Birkaç kelimeyle kurulmuş gayet basit cümleler, bir tasvir vardır. Pavese’nin günlüğünde vardır bu, Lermontov’un kaba taslaklarından birinde, doğal olarak Dostoyevski’de, Turgenyev’de, aslında tüm Ruslarda… Valery hariç Fransızlar hiç ilgimi çekmedi. Valery’den “Monsieur Teste”… Bu kitabın sayfalarını o kadar karıştırdım ki, her defasında yeni bir nüshasını almam gerekiyor. Dağılıyor çünkü daima, parçalara ayrılıyor. Henry James ile de tartışıyorum sürekli. Bir parça düşmanlık bile söz konusu. Ancak daima değişiyorum. Bu insanlara kıyasla gülünç bir durumda olduğunuzu düşünürsünüz çoğu zaman. Ancak zaman geçtikçe güç kazanırsınız, çoğundan daha güçlü olursunuz. Onları ezebilirsiniz. Kendinizi Virginia Woolf’un veya Forster’in üstünde görebilirsiniz. Böylece yazmak zorunda kalırım. Ustalaşmak zorunda kaldığım bir sanat olur bu. Anlamı olan tek okul budur, sizi ileriye götürür. Bir bütün olarak var olamaz, parçalara ayırmanız gerekir. İyi ve güzel olan her şey daha fazla şüpheli hale gelir. Üstelik elbette ki yol boyunca en beklenmedik noktada kopmanız gerekmektedir. Bu açıdan, bir bölümü sonuna dek düzgün bir biçimde yazmak yanlıştır. En büyük hata, bir yazarın sonuna dek bir kitap yazmasıdır. İnsanlarla olan ilişkilerinizi aniden kesmeniz, aslında iyi bir şeydir.

Melankoli oldukça güzel bir durumdur. Ona kolayca ve seve seve kapılırım. Kırsalda çalışırken çok az veya hemen hemen hiç kapılmam, ama şehirdeyken hemen kapılırım. Bana göre Viyana’dan daha güzel bir yer yoktur. O şehirdeyken daima bir melankoli halinde oluyorum. Orada yirmi yıldır tanıdığım melankolik insanlar var. Viyana’nın sokakları, şehrin atmosferi, üniversite şehri olması pek tabii ki… Orada insanların bana söylediği değişmeyen cümleler var. Muhtemelen ben de bu insanlara aynı cümleleri söylüyorum. Melankoli için muhteşem bir ön şart. Parkın bir köşesinde oturursunuz, saatlerce, bir kafede oturursunuz, saatlerce, melankoli! 

Geçmişin genç yazarları, artık genç olmayan yazarlar var. Birdenbire artık genç olmayan birini fark edersiniz, ama genç biri gibi davranır o. Muhtemelen benim de artık genç biri olmamama rağmen genç biri gibi davranmam gibi. Zaman geçtikçe güçleşir bu, ama oldukça güzelleşir. Viyana’daki mezarlıklara veya bana yakın olan Döblinger Mezarlığı’na veya “Neustift am Wald”daki mezarlığa gitmeyi çok severim. Daha önceki ziyaretlerimden tanıdığım isimleri görmek hoşuma gidiyor. Melankoli bir dükkâna girdiğinizde vurur sizi: Yirmi yıl önce inanılmaz bir hızla hareket eden aynı satıcı kadının artık yavaşlamış olduğunu görürsünüz. Torbalara ağır ağır doldurur şekeri. Parayı eline alışı ve kasayı kapatışı tamamen farklılaşmıştır. Kapıdaki zil aynı sesi çıkarır, ama melankoliktir. Bu durum haftalarca sürebilir. Belki de melankolinin tek veya ideal ilacı, devamlı bir biçimde melankoli hapı içmektir.

Thomas Bernhard

Bernhard bir sanatçı olarak cömert, disiplinli ve üretkendi, ancak yakın arkadaşları ve ailesi arasında “sevgi ve buz gibi küçümseme” arasında gidip gelen savunmasız, yaralı bir karakterdi. 

Hissetmek için, çatışmacı Bernhard’ın her zaman bir fikir tartışması partnerine ihtiyacı vardı; “Kendi hayatında bir kıvılcım yakmak için” “muadilinin tepkisi” gerekliydi. Sevdiklerinin ona ihtiyacı olanı artık veremediği anda, Bernhard onları soğukkanlılıkla atardı, diyor Fabjan, davranışını bir “vampir” olarak tanımlıyor. “Sevgimizi göstermemize izin verilmedi. Bunun yerine, bizden talep edildi ve tüm hayatımız boyunca kanıtlanması gerekiyordu.” Prömiyerlerde ve edebi partilerde Fabjan, “sessiz arkadaş” rolünü oynadı. Daha sonra doktoru da oynayacaktı: Hayatı boyunca sağlığıyla mücadele eden Bernhard’a 1978’de sarkoidoz teşhisi konduğunda, tıp okuyan Fabjan onun gayri resmi kişisel doktoru oldu. Fabjan, son yıllarında neredeyse her gün Bernhard’ı ziyaret etti ve 1989’da öldüğünde yanındaydı.

Belki de Bernhard’a gerçekten yakın olan tek kişi, zengin bir dul ve hayat arkadaşı olan Hedwig Stavianicek’ti. Bernhard, onu , çağdaş anlamı – kişinin hayatındaki en önemli kişi anlamına gelen – Bernhard’ın kendisi tarafından icat edilen bir kelime olan Lebensmensch olarak tanımladı . Fabjan, Stavianicek’in Bernhard’ın hayatının merkezi olduğunu, ancak ilişkinin “platonik kaldığını” gözlemliyor; Bernhard “esasen aseksüeldi”. Stavianicek’in 1984’teki ölümü, Bernhard’ın dünyadan geri çekilmesini hızlandırdı. Kalbi pes ettiğinde yatağının yanındaydı.

Fabjan, Bernhard’ın son günlerinde “Dünyaya geldiğim gibi, oradan ayrılmak istiyorum” dediğini kaydediyor. “Kargaşa olmadan.

Thomas Bernhard / 9 Şubat 1931 – 12 Şubat 1989

1949 yılı, Salzburg. Thomas’ın ciddi solunum yolları rahatsızlıkları var. Bir türlü iyileşemiyor. Ocak ayında acilen bir hastaneye kaldırılıyor. “Ölecek” deniyor; çocuk ve ergenlerin bulunduğu bir yatakhaneye yerleştiriliyor.

Ölümü bekleyen, sürekli kan kusup öksürüklere boğulan yetişkinlerle, çocukların koğuşu arasında yalnızca demir parmaklıklar var. Yakalandıkları ölümcül hastalıktan kurtulma ümidi besleyen çocukları ve hiçbir ümidi kalmamış hastaları demir parmaklıklar ardından seyrediyor.

1951’in Ocak ayına kadar ara sıra taburcu edilse de iki yıl boyunca bir hastaneden diğerine sevk ediliyor. Kaldığı hastanelerden biri de Grafenhof’ta. Bernhard için burası “korku” kelimesiyle eş anlamlı. Kaldığı tüm hastaneleri “insan hiçleştirme makinesi” diye tanımlıyor.

11 Şubat 1949 yılında, yani kendisi hastaneye yatırıldıktan kısa bir süre sonra hayatındaki en önemli insanı, Johannes Freumbichler’i kaybeder. Anne tarafından dedesi olan Freumbichler, Bernhard için ‘hayatının insanı’ konumundadır.

Babası Thomas’ı hiçbir zaman kabul etmez. Annesi ise onu hep ihmal eder. Thomas, sanat ve edebiyatı onun eğitimiyle yakından ilgilenen dedesinden öğrenir. 

Bernhard’ın dedesi Johannes Freumbichler başarısız sayılabilecek, yerel bir yazardır. O, piyasada tutunamamış, yalnızca civar kasabaların edebiyat günlerine katılanların tanıdığı vasat bir sanatçıdır. Böyle birinin teşvikiyle büyüyen Thomas Bernhard, Dünya Edebiyatına ait bir yazar olur. Eserleri elliden fazla dile tercüme edilir, tiyatro eserleri Güney Amerika’dan Çin’e kadar birçok ülkede sahnelenir.

“Nefes. Bir Karar” isimli eserinde Bernhard hastane serüvenini şöyle anlatır: “Dünyada sevdiğim tek insan, (…) pencerenin önünden geçiyordu. Bu gezintinin onu nereye götürdüğünü bilmiyordum ama o gider gitmez yoğun bir üzüntü ve karamsarlık hissettim. O akşam ilk kez tanıdık bir yüzü, büyükbabamı gördüm. Yanımdaki sandalyeye oturmuş elimi tutuyordu. Artık durumun iyiye gideceğinden emindim.” (Nefes, s.14, çev. S. Duru) Artık Bernhard için tutunduğu tek insanî bağın koptuğu, sarsıcı, incitici bir ayrılık vaktidir.

11 Şubat 1949. Bernhard sıkı sıkıya bağlı olduğu dedesi Johannes Freumbichler’i (böbrek yetmezliğinden) kaybeder. Haberi, durumu zaten ağır olan Thomas’a bildirmezler. O, dedesinin öldüğünü yerel bir gazete köşesinde “Freumbichler’in Anısına” yazısını görünce anlar.

Nefes’in girizgahı Pascal’dan bir alıntıdır: “İnsanlar ölümün, çaresizliğin ve belirsizliğin çözümünü bulamadıklarından, mutlu olabilmek için bunlar hakkında düşünmemeye karar vermişlerdir.”

Pascal’ın ‘ölüm, keder ve hastalık’ mottosu Bernhard’ın otobiyografik eserlerindeki ana konuların özeti gibidir. Onun otobiyografik eserleri başta olmak üzere tüm eserleri bu üç konu ekseninde dolanır.

Der Atem. Eine Entscheidung / Nefes. Bir Karar 1978 yılında yayınlanır. Nefes, otobiyografik eserlerden oluşan beşlemenin üçüncüsü. Kaybettiğini düşündüğü direnme gücünü ölüm döşeğine yatırıldığı Grafenhof’ta bulduğunu söyler: “Ölümü seçmek kolaydı. Yaşamı seçmenin avantajı ise karar mercii olmaktı. Hiçbir şeyi kaybetmedim, her şeyi elimde tuttum. Ne zaman bir şeylere devam etmek istesem aklıma bunu getiririm.” Ölüme karşı tek başına bir zafer kazandığını söyler.

Thomas, dedesi öldükten sonra annesiyle yeniden yakınlaşır. O zamana kadar Bernhard’ın hayatında annesi yok gibidir. Thomas, Herta Bernhard ve Alois Zuckerstätter arasındaki evlilik dışı bir ilişkiden 9 Şubat 1931’de doğmuştur. Babası durumu o kadar kabul etmez ki Herta doğum için Hollanda’ya gider ve Thomas Heerlen, Hollanda’da dünyaya gelir. Annesi Thomas’a bakmaz, Roterdam’da bir balıkçı barınağında yaşayan kadına bırakır Thomas’ı. Haftada bir ziyaret eder sadece. Bir yaşına girmesine kısa bir müddet kala Herta, Thomas’ı Viyana’ya dedesinin yanına götürür ve yine ortalıktan kaybolur. Dedesi Bernhard’a bakar fakat maddi güçlüğe düştüklerinde doğduğu yere yakın bir kasaba olan Seekirchen am Wallersee’ye gitmeye karar verir.

Herta 1936 yılında Emil Fabjan’la evlenir, Salzburg’a yakın mesafedeki Traunstein’a yerleşirler. Thomas’ı da yanlarına alırlar. Ne var ki Thomas 1941 yılında aileye yakın bir pedagogun tavsiyesiyle yetiştirme yurduna gönderilir.

Aile Salzburg’a çok yakın Saalfelden kasabasını Almanya’daki Saalfeld kasabasıyla karıştırır. Thomas bir anda kendini ailesinden çok uzakta, nasyonal-sosyalist ideolojinin bir yetiştirme yurdunda bulur. Bu süreçte yaşadıkları otobiyografik eserlerinin temelini oluşturur.

1943 yılında dedesi yeniden sahneye çıkar ve Thomas’ı en azından kendisine yakın bir yerdeki yurda yerleştirir. Bu süreçte dedesi eğitimiyle mümkün mertebe yakından ilgilenir. Müzik dersleri almasına yardımcı olur. Thomas’ın annesiyle irtibatı tekrar kesilir. Dedesinin 1949 yılında ölümüyle ancak gün yüzüne çıkan annesi kendisinin de verem olduğunu söyler Bernhard’a. Kısa bir süre sonra annesi de ölür. (1950) Thomas’ı hiç görmeyen babası 1940 yılında Berlin’de gaz zehirlenmesinden ölmüştür. Bernhard bunun intihar olduğunu düşünür hep. Annesinin anlatmasına göre Thomas, babasına çok benzer. Zuckerstätter’e ait elindeki tek fotoğrafı annesinin yok ettiği söylenir. Bernhard’ın babasının adının anılmasına dahi müsaade etmediği anlatılır.

Dedesi ve annesinin vefatları üzerine hastanede bir başına kalan Thomas, Hedwig Stavianicek’le tanışır. Hedwig, tutunacak dalı kalmayan Thomas’a çınar olur. Thomas henüz 19 yaşındadır; Hedwig, Bernhard’dan 37 yaş büyüktür.

Yaş farkından kaynaklanan garip durumun farkındadır Bernhard; Hedwig’ten teyze diye bahsederek latife eder. “En yakın hissettiğim insansın, başka nasıl söyleyebilirim? Annem belki? Evet! Değil mi?”
Bernhard’ın ifadesiyle Hedwig, onun hayatına disiplin getirmişti. Yazabilmesi için gereken her şeyi sağlıyordu. Bernhard yazdıkça Hedwig mutlu oluyordu. Bu garipsenen ilişki Hedwig’in vefatına kadar sürdü. Hedwig ölüm döşeğindeyken Bernhard yanındaydı.1957 yılında Hedwig Viyana’da üç odalı bir ev alır; genç Thomas da Hedwig’le birlikte bu eve çıkar. Viyana’da hatırı sayılır bir çevresi olan Hedwig, Bernhard’ın buradaki edebiyat camiasına girmesine vesile olur.
“35 yıl süren bir ilişkiydi bu. Değer verdiğim her şeyde bir payı olan insandı, her şeyi öğrendiğim kişiydi. Her nerede olursam olayım, ne zaman yalnız hissetsem bu insanın beni hep koruduğunu, desteklediğini, evirip çevirdiğini biliyorum.”

Bernhard’ın ifadesiyle Hedwig, onun hayatına disiplin getirmişti. Yazabilmesi için gereken her şeyi sağlıyordu. Bernhard yazdıkça Hedwig mutlu oluyordu. Bu garipsenen ilişki Hedwig’in vefatına kadar sürdü. Hedwig ölüm döşeğindeyken Bernhard yanındaydı.

Bernhard, hastaneden taburcu olduktan sonra Carl Zuckmayr’ın desteğiyle gazeteciliğe başlar. Yazdığı makaleler ses getirir, sert eleştirilerinden dolayı Bernhard’a davalar açılır. 1961 yılında ilk şiir kitabı Frost’u (Don) Otto Müller Yayınevine gönderir, reddedilir. Bu kitapta bulunan 140 şiir hâlâ yayınlanmamıştır. Şiir kitabına verdiği ismi ilk romanında kullanır, 1963’te Frost (Don) yayınlanır. Bernhard kısa sürede edebi bir başarı sağlar, gazeteciliği bırakır ve ölene kadar eserleriyle geçinir.

Hayatı boyunca kısık nefeslidir Bernhard. Eserleri derince alınmış bir nefesle yazılmış gibidir. Genellikle tek bir paragraftan oluşur. Sık tekrarlarla bezelidir. Çok uzun cümleler kurar; yan cümlelerle meramını uzatır da uzatır. Thomas Bernhard’ın hemen her eserinde ağır hastalıkları olan karakterler vardır. Avusturya tiyatro camiasında kriz yaratan eseri Kahramanlar Meydanı’ndaki ağır kalp hastası, değneksiz yürüyemeyen Robert Schuster bunlardan sadece biridir.

4 Kasım 1988, Viyana. Saray Tiyatrosu’nun açılışının yüzüncü yıldönümü. Avusturya’nın Nazi Almanyası tarafından ilhakının ise ellinci yılı. Eserin adı Hitler’in 15 Mart 1938 tarihinde yüzbinlerce Avusturyalıya hitap ettiği meydana göndermedir: Heldenplatz* (*Kahramanlar Meydanı) Saray Tiyatrosunda hummalı bir kalabalık var; kimisi sahnelenecek oyunu görmeye, kimisi protesto etmeye gelmiş. Oyunun sahnelendiği neredeyse üç buçuk saat boyunca seyircilerin çıtı çıkmıyor. Bernhard da sağlık sorunlarının artmış olmasına rağmen uzun bir süre sonra eserlerinden birinin lansmanına katılır. Oyun bittikten sonra oyuncular ve yönetmen Claus Peymann’la sahneye çıkar Bernhard.

Seyirciler arasında bulunan aşırı sağcı öğrenci gruplarından birini örgütleyen Heinz-Christian Strache’dir. Strache, 2019 yılında partiden ihraç edilene kadar Avusturya’nın sağ partilerinden FPÖ’nün genel başkanıydı. 2015 yılında yüzde otuz oy alarak parti tarihinde büyük bir başarı sağlamış olur Strache. Irkçı sağ partiyi ülkede ikinci parti konumuna getirmiştir. Her 30-40 yılda bir ülkedeki ırkçı söylem gün yüzüne çıkar gibidir. Bernhard’ın itirazı da bunadır. Kurt Waldheim 1971 yılında Avusturya Cumhurbaşkanlığına aday olur; seçimi kaybeder. 1986 yılında tekrar adaylığına koyan Waldheim bu sefer Cumhurbaşkanı seçilir. Thomas Bernhard’ için bardağı taşıran son damla olur bu: Avusturya geçmişinden ders alamayanların ülkesidir. Waldheim 1938 yılında Nazi Partisinin NSDStB diye bilinen öğrenci birliğine kayıtlı olan biridir. Kısa bir süre sonra ise Hitler’in partisiyle ortak eylemler yapan milis gruplardan Sturmabteilung’a katılmıştır. Kurt Waldheim Avusturya’da cumhurbaşkanı seçilmeden önce 1972-1981 yılları arasında Sovyetlerin desteğiyle Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği de yapar. Waldheim’in cumhurbaşkanı seçilmesi Bernhard’a göre Avusturya’nın yakın tarihindeki Nazi tecrübesine rağmen nasyonal-sosyalizmin hâlâ canlı olduğunun delilidir. Bunun üzerine Thomas Bernhard Heldenplatz’ı yazar. Avusturya’nın henüz elli yıl öncesinde yaşananlara rağmen geçmişini inkâr edenlerle dolu olduğunu söyler. Antisemitizm elli yıl öncesine kıyasla daha az değildir. Daha önceki eserlerinde Graz’ı “Nazi yuvası” diye tanımlar.

Heldenplatz’ın ana karakteri Yahudi Profesör Josef Schuster. Schuster sahnede hiç görünmez; fakat üç perde boyunca karısı Hedwig Schuster, çocukları, kardeşi Robert Profesört Josef’ten bahseder.

Schuster ailesi, Kahramanlar Meydanına bakan bir dairede yaşar. Josef ve Hedwig meydanda hâlâ Hitler’in ve destekçilerinin coşkulu seslerinin yankılandığı sanrılar geçirir. Müzik sevdasıyla geldikleri Viyana’dan artık Oxford’a taşınma vaktinin geldiğine karar verirler. Josef’in sanrıları o derece artar ki tüm eşyalarını topladıkları halde seyahatten birkaç gün önce “hiçbir şeyin elli yıl öncesinden daha iyi olmadığına ve elli yıl öncesine kıyasla şu an daha fazla Nazi’nin sokaklarda dolaştığına” karar kılar ve pencereyi açıp intihar eder.

Vefat öncesi edebi göç. Bu tanım Thomas Bernhard’a ait. Bernhard’ın sağlık durumu Heldenplatz’tan sonra çok daha kötüye gider… Artık yazamıyordu. Fakat ağır sağlık sorunlarına rağmen 10 Şubat 1989 yılında notere gitti: “Yaşadığım süre zarfında şahsım tarafından yayınlanan eserler ve benden arda kalacak olanlar, Avusturya devletinin telif hakları kanunun el verdiği süre zarfında herhangi bir formda sahnelenemeyecek, basılamayacaktır. Avusturya devletiyle herhangi bir bağımın kalmasını istemiyorum. Gelecek yıllarda Avusturya devletinin bana ve eserlerime herhangi bir formda yaklaşmasını da kabul etmiyorum.”

2059 yılına kadar sürecek bir yayın yasağı koyar kendine Bernhard. Avusturya’yı kendinden mahrum etmek ister. Bir nevi intikam. Çocukluğu Nazilerin yönetimdeki yurtlarda geçer, gençliği hiç de farklı olmayan zihniyetle yönetilen hastanelerde. Bernhard hep öfkelidir. Bernhard’ın koyduğu bu yasağı ölümünden sonra üvey kardeşi ve son demlerine dek doktoru olan Peter Fabjan ustalıkla deler. Fabjan, Bernhard adına bir dernek kurar. Çünkü vasiyetname şahısları bağlar ama dernek böylesi bir engelden muaftır.

Thomas Bernhard aslında kendi okuyuşuna karşıdır hep. Kendi deyimiyle abartı ustasıdır. Heldenplatz’da intihar eden profesör de kendisine böyle der. Dili çok güçlüdür, hatta şiddetlidir. Bernhard’ın karakterleri mükemmeliyetçidir ama kendilerinden bekleneni bir türlü yapamazlar.

Edebiyat alanında alınabilecek prestijli ödüllerin hepsini almıştı Bernhard. Ödüllerim isimli eserinde bahsettiği gibi ve Bernhard’ı biraz olsun bilenlerin de tahmin edebileceği üzere ona verilen ödüllerin hiçbirinin manevi değeri bile yoktu.

Bernhard’a göre ödülleri veren jüri üyelerinden hiçbiri söz hakkı verildikleri alanda ehliyet sahibi değildi. Bu yüzden Bernhard ödülleri sırf para için kabul ettiğini açıkça söyler. Ödülleri beraberinde gelen paradan ayrı düşünmeye tahammül edemediğini anlatır.

Bernhard ilk romanından gelen ödülle Ohlsdorf’ta 14. yüzyıldan kalma yıkılmak üzere olan büyükçe bir bağ evi satın alır ve ölene dek (Viyana’da, seyahatte olmadığı vakitlerde) bu evde yaşar. Bernhard daha sonra iki ev daha satın alır.

Avusturya’dan tiksinen, her zerresiyle yalnız, geleceğe dair umudun kırıntısına bile sahip olmayan Bernhard’ın, geçmişini bir nevi yeniden inşa etme çabasına girdiği söylenir. Restore edip yerleştiği eve telefon bağlatmaz. Ziyaretçi kabul ettiği çok nadirdir. Kendisine gelen mektupların çok azına cevap verir ki eserleri elliden fazla dile tercüme edilen Bernhard’a birçok tercüman mektup yazar. Hiçbiri Bernhard’ın umurunda değildir.

Bernhard’ın lisedeki sınıf arkadaşı Rudi Krausmann anlatıyor: “Bernhard’a bir gün Viyana’da rastladım. (…) Tramvay kullanmazdı. Parası yoktu ama tramvay kullanmaması bununla ilgili değildi. Herhangi bir Viyanalıyla aynı vagonda olmaya bile tahammül edemem.’ diyordu.” Thomas Bernhard’ın mizahi bir öfkesi vardı. Kendi kabına pisliyor diye eleştiriliyordu. Avusturya devletine ve Avusturyalılara olan öfkesini eserlerine yansıtmakta Niteliksiz Adam’ın yazarı Robert Musil’i geride bırakmıştı. Kahramanlar Meydanı’ndaki Anna’ya şunları söyletir: “Avusturya’da ya Katolik olacaksın ya da nasyonal-sosyalist. Başkalarına tahammül edilmez. Diğer her şey yok edilir.” Heldenplatz’daki karakterlerden Profesör Robert şöyle der: “Her Viyanalının içinde bir soykırımcı vardı. Kişi kendini şımartmamalı.” Hedwig Schuster ise “Viyana’da yaşamak gayri insanî bir durum.” diye ekler.

Bernhard tüm eserlerinde yaptığı gibi Heldenplatz’da da travmalarını irdelemiş ve bunların içine doğduğu kültürün köklerinde olduğunu görmüştür. Bu farkındalık kültürüyle yani kökeniyle hesaplaşan bir yazar doğurmuştur. İlk eserlerinde nihilizmin karanlık dehlizlerinden geçip eserleriyle yankı uyandıran geçimsiz bir yazara evrilir. Sonunda kendini mübalağa sanatçısı diye tanıtır. Yazdığı eserlerin temelinde hep kendi travmaları vardır. Abartıyı sevse de gerçeklikle bağı hiç kopmamıştır. O, Avusturya’nın sürekli inkâr ettiği ama bir türlü kurtulamadığı Nasyonal-Sosyalizm batağını uluslararası düzeyde duyuran bir yazardır. Bu yüzden kendi ülkesinde “kabına pislemekle” suçlanır. Alman dilinin en etkili ve üretken yazarlarından biridir. Görmezden gelinememiştir.

Thomas Bernhard çok sevdiği dedesinin kırkıncı ölüm yıldönümünden bir gün sonra, 12 Şubat 1988 yılında öldü. Ölüm döşeğindeyken yanında üvey kardeşi Peter Fabjan vardı. Vefatı ancak defnedildikten sonra kamuoyuna bildirildi.

“Dürüst olsak
Tiyatro başlı başına bir saçmalık
Ama dürüst olsak
Artık tiyatro yapamayız
Dürüst olsak ne tiyatro yazabiliriz
Ne de tiyatro sahneleriz
Biraz dürüst olsak
Başka hiçbir şey yapamayız
Kendimizi öldürmekten başka.” (Theatermacher, s. 36)

Bernhard Viyana Grinzing Mezarlığında metfun, ‘hayatının insanı’ Hedwig Stavianicek’le aynı yere defnedildi. Vasiyeti üzerine cenazesine çok az kişi -söylentilere göre yalnızca üç kişi- katılmıştı. Bernhard’ın mezar taşı yıllar boyunca defalarca çalındı, tahrip edildi…
(Bünyamin Kasap)

Depreme maruz kalan kardeşlerimizin gönülleri naz makamıdır. Onların gönülleri Rabbe karşı kırık, develete karşı buruk, hatta biraz da öfkeli olabilir.

Bu millet çok acılar çekti. Çokça darlıklar nice işgaller gördü. Vuruldu, yandı, sele kapıldı. Bunların çoğunu tarih kitaplarında görüyoruz. Bazılarına bizzat şahit olduk. Bugün ise canımız tarifsiz yanıyor. Bugün tarihin kendisiyiz. Çaresizliğin tam ortasındayız. Şimdi çocuklarımıza onurla okuyacakları yeni bir tarih yazma zamanı.

Toprağımız sarsıldı fakat aziz milletimiz sarsılmadı. Unutmayalım ki insanlığımızın sarsılması, inancımızın sarsılması, yeryüzünün sarsılmasından daha yıkıcıdır. Yüreklerimizi parçalayan bu acı bizi yekpare yaptı, yekvücut olduk. Derdimizden inşallah devalar çıkaracağız. Sancılarımızdan şifalar bulacağız inşallah.

Hayatın kaçınılmaz acıları, umulmadık kederleri, tahmin edilemez kırıklıkları karşısında kendi içimize döndük. Aramızdaki yabancılıklar kalktı, sınırlar eridi. Artık aynı duanın avuçlarında birer can olduk. Bir olduk, birlik olduk. Birbirimiz için varolmayı öğrendik. Tanımadığımız insanların nefesleriyle nefes alır olduk.


ÖLÜDEN DİRİ ÇIKARAN YARATAN BUNCA ÖLÜMDEN NİCE DİRİLİŞLER ÇIKARACAKTIR

Can bahşedilenlerin haberleriyle heyecanlanıyoruz bir haftadır. Bakın enkaz altından çıkan her canla nasıl da seviniyoruz. Bebeklerin o şaşkın bakışları sona erince, çocukların masum bekleyişleri bitince, yetişkinlerin acı çaresizlikleri kurtuluşa erince ne kadar da seviniyoruz. Hiç tanımadığımız insanların nefes alışıyla sevinmeyi öğretti bütün bu olanlar. Öyleyse şimdi aldığımız bu dersi bitirme zamanı… Gelin hep birlikte birbirimize teselli olalım.

Betonların üzerimize devrildiği bugün kardeşliğimizi ayağa kaldırma zamanı. Şehirlerin yıkıldığı bugün merhametimizle yeni şehirler kurma vaktidir. Yolların kesildiği bugün gönüllerden gönüllere gizli yollar kurma vaktidir. Bugün diriliş günüdür. Ölüden diri çıkaran Yaradan bunca ölümden nice eşsiz dirilişler çıkaracaktır. Buna imanımız tamdır. Gün iyilikle ve merhametle yeniden ayağa kalkma günüdür. Yüreklerdeki umudu tekrar yeşertme zamanıdır. Yaraları şefkatle sarma günüdür. Gün toplumsal birliğimizi dosta düşmana gösterme zamanıdır. Gün yaralı yürekleri, imanlı gönülleri birleştirme zamanıdır.

PEYGAMBERİMİZİN (ASM) KURDUĞU MEDENİYETİNİ MODEL ALALIM

Böylesi vakitler kıyamet aşısı aşılanmak vaktidir. Öğrendiklerimizi hep birlikte gözden geçirelim. O ertelediklerimizi, sona bıraktıklarımızı, ihmal ettiklerimizi, önemsiz sandıklarımızı, kenara ittiklerimizi bugün önceleyelim.

Betonla yükselen şehirler yerine sevgi ve şefkatle genişleyen merhamet ve rikkatle enginleşen şehirler inşa edeceğiz inşallah. Aziz Peygamberimiz (asm) kurduğu Medine medeniyetini model alıp birbirimize nezaket ve incelik, lütuf ve kardeşlik borçlu olduğumuzu bugün bir daha hatırlayacağız.

Bu soğuk günlerde bedenimizin bağışıklık sistemini güçlü tutmak ne kadar önemliyse, ruhi, manevi ve toplumsal bağışıklığımızı güçlendirmek bir o kadar ehemmiyetlidir. Bir taraftan ekmeğimizi bölüşürken toplumsal birliğimiz ve dirliğimiz için azami çaba göstermeliyiz. Bir taraftan gönülleri birleştirirken diğer taraftan her türlü ötekileştirici dil ve söylemden uzak durmalıyız. Toplumsal barışımıza her zamankinden fazla önem göstermeliyiz.

Bu musibetler er ya da geç sona erecektir. Ancak bu tür dönemlerde açılan gönül yaraları var ya o yaralar kolay kolay iyileşmeyecektir. Bunu lütfen daima hatırda tutalım.

HERBİRİ MANEVİ ŞEHİT HÜKMÜNDEDİR

Onbinleri bulan merhumlarımız var. Onların her biri can Rahmana teslimdir. Herbiri manevi şehit hükmündedir. Onlar bir daha ölmeyecek. Ölecek olan biziz… Hepimiz onların gittiği yere gideceğiz. Gücümüzü hayatta kalanlara çevirelim. “Keşke olmasaydı!” dövünmek yerine “Bize düşen ne?” diye onarıcı ve umut verici tavrımızı ortaya koymaya devam edelim. Depreme maruz kalan kardeşlerimizin gönülleri naz makamındadır. Onların gönülleri Rabbe karşı kırık, devlete karşı buruk, hatta biraz da öfkeli olabilir. Ancak bu kırıklığı, burukluğu yüreklerine dokunarak, hayatlarına rahmetle şefkatle dokunarak gidermek bizim görevimizdir. Bu gibi durumlarda devletin konumu Hz. Süleyman kıssasındaki annenin konumudur gibidir. Hani meşhur hikayedir. Kaybolan çocuk üzerinde iki kadın aynı anda annelik iddiasında bulunur. Hz. Süleyman hükmünü verir çocuk ikiye bölünecek her biri yarısı bir kadına verilecek. Gerçek anne derhal atılarak, bütün davasından vazgeçer. Zira anne için asolan çocuğun yaşamasıdır. Devlet de anne gibidir. Devlet için aslolan Milet olduğu gibi, millet için de aslolan devleti yaşatmaktır. Bugün bütün siyasi düşüncelerimizi bir kenara bırakıp kenetlenmek günüdür.

TUŞLARA BASAN PARMAKLARIMIZA DA ŞEFKAT VE MERHAMET ÖĞRETME ZAMANI GELMEDİ Mİ?

Her an, her dakika enformasyon ve dezenformasyon bombardırmanına maruz kaldığımız bugünlerde kusura bakmayın ama o çok bilmişlik vehmine kapılıp buyurgan bir üslupla sağa sola sahada başla canla koşuşturan kardeşlerimizi söylemlerimizle incitmekten korkalım. Medyayı, sosyal medyayı hakkı, sabrı, merhameti birbirimize tavsiye etme platformuna dönüştüremez miyiz? Dil ile kalp ile yaptıklarımızı parmaklarımızla yıkmayalım. Tuşlara basan parmaklarımıza da şefkat ve merhamet öğretme zamanı gelmedi mi?

Elbette el açıp Rabbimize dua etmek önemlidir. Ancak en kabule şayan dua fiili duadır. Rabbimizin inayetiyle bu sıkıntılar geçecektir. Ancak bugünlerde yapacağımız erdemli ve ahlaklı davranışlarımızla iyiliklerimiz kalıcı olacaktır. Bugünden itibaren dualarımızı büyük bir iyilik hareketine dönüştürelim…

Elbette el açıp en büyük ilticagâhımıza yönelmek, ona dua edip yalvarmak önemlidir. Ancak en kabule şayan dua fiilî duadır. Rabbimizin de inayetiyle yaşadığımız bu sıkıntılar geçecektir. Ancak bugünlerde yapacağımız erdemli ve ahlaki davranışlarımız kalıcı olacaktır. Bugünden itibaren dualarımızı büyük bir iyilik hareketine dönüştürelim. Bugün, iki evi olan herkesin, bir evini kardeşi ile paylaşma günüdür. Bugün, herkesin bir kardeşini misafir etmesi en büyük duadır. Bugün depremzedelerin değil, varlık ve servet sahiplerinin imtihan günüdür. Sahip olduğunuz servetlerin sizleri kurtaracağı gün, bugündür. İlahî rahmeti celp edecek, bela ve musibetleri defedecek en büyük dua, bu zor zamanlarda büyük bir iyilik hareketi başlatmaktır; herkesin birbirine iyilik yapmasıdır.

Bölgede gerekli olan şeylerin özellikle maddi boyutlarıyla yapılacağından kuşkum yok. Enkazlar kaldırılır, evler yeniden yapılır, hayat normale döner. Peki, işin insani-manevi yanını ne yapacağız? Millet olarak yapacağımız ikinci büyük vazife daha bizleri bekliyor: tüm ilmî, fikrî, düşünsel müktesebatımızla tek tek her acılı haneye, sadra şifa olacak bir seferberlik başlatmamız gerekiyor.

ŞEHİRLER KURULURKEN İŞLENEN HARAMLARI AÇIKÇA ZİKREDELİM

Depremin maddi yaralarını sarmak kolaydır. Asıl olan manevi yaralarına merhem olmaktır. Bu konuda konuşacak hocalarımızdan bir ricamız olacaktır. Bu konuda bir söz söyleyeceksek bin düşünelim. İlahi adalete gölge düşürecek, insanın sorumluluklarını yok sayacak, deprem şehitlerini itham edecek söylemlerden kaçınalım, risaleti rivayete feda edecek zayıf ve uydurma haberlerden uzak duralım. Hep beraber depremin manevi yaralarını nasıl saracağımızı öğrenmek için oturup ders çalışalım. Depremden sonra ilmihallerimizi yeniden gözden geçirelim. Artık binaya girmenin adabından önce bina yapmanın farzlarını konuşalım. Şehre girme duasından önce şehirler kurulurken işlenen haramları açıkça zikredelim.

BU TÜR MUSİBETLER BİRER İLAHÎ AFET DEĞİL, BİRER İLAHÎ AYETTİR

İlahî vahyi bir bütün olarak ele aldığımızda, insanı, vahyi ve kâinatı birlikte ele aldığımızda görürüz ki, her şeyden önce bu tür musibetler birer İlahî afet değil, birer İlahî ayettir. Bu büyük ayetleri ibareler üzerinden değil, ibretler üzerinden okumalıyız. Evreni, kâinatı, fizik âlemini bilmeyen bir kardeşimiz, depremin metafiziği üzerinde konuşmaya cüret etmemelidir. Ülkemizin yarınlarını inşa eden öğretmenlerimiz, bu büyük musibet umulmadık müfredatlar koydu önümüze. Acılarla yoğrulan coğrafyada yavrularımızın her birinin dimağına ve gönüllerine yeniden umut inşa etmek, sizlerin vazifesidir. Bugün, her birimizin birer umut muallimleri olması gerekiyor. Bugün, okulun yalnızca dört duvar arasında kırkar dakikalık fasılalarla koridorlara hapsedilemeyeceğini göstermek için hayatın kendisini okula, eğitime çevirecek metotlar bulmamız gerekiyor. Gün, her zamankinden daha çok çalışma, üretme ve fark etme günüdür.

Ülkemizin din gönüllüleri, emekli bir mesai arkadaşınız olarak size sesleniyorum: Bugün sizlere daha büyük görevler düşüyor. Bugün ezanınızın ulaştığı her kulağa kalbinizle de dokunma zamanıdır. Mihrap, Peygamberimizin, Muhammed Mustafa’nın makamıdır; o da âlemlere rahmettir. Âlemde ne varsa ondan sorumlusunuz. Madem onun makamındasınız bugün, o makamın hakkını verme zamanıdır, kadınlara hürmetkâr, çocuklara merhametli olma zamandır. Sokağı da ihmal etmeme vaktidir; solan çiçeği, üşüyen kediyi…

BUNDAN SONRA SONRAKİLERE İBRET OLACAĞIZ İŞ BAŞA DÜŞTÜ

Son olarak bir hususu ifade ederek sözlerimi bitirmek istiyorum.

Bu dünyaya kalmaya gelmediğimizi, buranın göçebesi olduğumuzu hatırlama vaktidir. Âlemlere rahmet Peygamberimizin (asm) kısaca dinlendiği, bir “ağaç gölgesi” saydığı bu dünyanın hakikatini anlama vaktidir. Benim ve dünyanın misali, bir ağaç gölgesinde kısa bir süre dinlenen bir yolcunun misali gibidir. Yolcu yolunda gerek; yolda kalmayalım artık, yol olalım, yol alalım kardeşlerim.

Yaşamak, acımaya razı olmaktır. Can taşımak acıtır. İşte tam buradayız. Bu ana kadar bizden öncekilerden ibret aldık. Bundan sonra sonrakilere ibret olacağız. İş başa düştü. Hayatın beklenmedik acıları, önlenemeyen kırıklıkları, aramızdaki yabancılıkları eritmek için, ötekileştirmeleri sonlandırmak için, bencillikleri onarmak için, uzaklıkları yakın etmek için eşsiz bir fırsattır. Bunca acının içinde güzel olanı, birbirimizin nefesiyle nefeslenmemiz, birbirimize bahşedilen canla ferahlanmamızdır. Maddi yıkımın getirdiği bu manevi onarım önemli… Betonların devrilmesiyle ayağa kalkan kardeşliği görmek önemli. Canlarımızın kaybıyla birbirimize can olmamız, birbirimizin sevinciyle sevinmemiz önemli.

Tekrar rahmet-i Rahmân’a kavuşan her kardeşimize rahmet diliyorum. Aziz Milletimize sabr-ı cemil niyaz ediyorum.

Rahmân ve Rahîm olan Allah;

Aziz Milletimizden hıfz u inayetini esirgemesin,

İmdat, diyen her canımıza ulaşmayı nasib eylesin,

Yaraları sarmak için milletçe seferber olmayı lütfeylesin.

Yardımcı kuvvetlerimizi Rûhu’l-Kuds ile teyit eylesin.”

Mehmet Görmez

Depremzede “naz” makamındadır.

Bu söz Diyanet İşleri eski Başkanı Mehmet Görmez hocamıza ait… Bir depremzedenin içinde bulunduğu haleti ruhiye bu kadar mı veciz bir şekilde anlatılır.


Ne demektir “naz”?


Yani depremzede artık nazlı bir makama yükselmiştir. Dün sağlıklı, huzurlu, mutlu, iş güç sahibi, hali vakti yerinde iken bir gecede, birkaç saniyede düştü, mağdur oldu, yakınlarını, evini, işini, ruh sağlığını kaybetti. Bu insanoğlunun başına gelebilecek en büyük felaketlerden biridir.


Cenazesine bile taziye veremedi, belki kefensiz defnetti, kimse kimseye başsağlığı bile dileyemedi, hayatı boyunca biriktirdiği maddi manevi her şeyini kaybetti.


Can yakıcı bir travma!
Yoksul değil mağdur!


“Yardım” edilmez, ona karşı borç ödenir.
Deprem bölgesi dışındaki herkes “görevlidir” artık…


Onun nazına, küsmesine, kaprisine katlanacaksınız. Çünkü enkaz altında kalmaktan kurtulsa da ruhen halen enkaz altındadır. Şöyle düşünün, enkaz altındaki bir depremzedeyi kurtarmak için nasıl canla başla çalışırsınız değil mi? İşte ruhen enkaz altında kalanlara da öyle davranacaksınız.


Bugün 13 milyon insan köylere, ilçelere ve başka şehirlere zorunlu göç etti. Çocuğuna, annesine babasına, kardeşine, akrabasına, tanıdıklarına ya da hiç tanımadıklarına misafir oldu.


O nazlı bir emanettir size artık. Onun nazı sizin için bir imtihandır. Ona of bile denmez. Kaşlar çatılmaz. Surat asılmaz. Varınızı yoğunuzu ona sunacaksınız. Bunu yardım adı altında değil görev şuuruyla yapacaksınız. Onu minnet altına sokmayacaksınız. “Sana sahip çıktım” demeyeceksiniz. Her şeyinizi bölüşeceksiniz. Ona kızarsanız Allah’a kızmış olursunuz.
Çünkü o nazlı bir depremzededir. Gönlü kırıktır. İçi yanmıştır. Geleceği belirsizdir. Gözü yaşlıdır. Ruhen çökmüştür. Yarı ölüdür. Mazisi ve hayalleri yok olmuştur. Bu yüzden ondan sadır olacak her türlü nazlı davranışları sevap niyetine öpüp başınıza koyacaksınız.
Çünkü unutmayın ki, sizler de potansiyel bir depremzedesiniz. Bugün onun başına yarın sizin başınıza (İnşallah gelmez).


Şöyle düşünün, nazlı bir yâriniz var ve bir gün ona kavuşmuşsunuz. İşte o nazlı yâr gibi onu kucaklayacak, bağrınıza basacak, müşfik kollarınızla sarıp sarmalayacak, başınıza taç yapacaksınız.


Hülasa; insan olmak böyle bir şey…

Alişan Hayırlı

DOSTOYEVSKİ’NİN KARISI OLMAK

BAŞLANGIÇ

Birçok yönden saf bir genç kız olan Anna Grigorievna Snitkina, müstakbel kocası 44 yaşındaki ünlü yazar Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin evine girdi. Fyodor hayatın birçok yükünü zaten omuzlarında taşıyordu – cezai esaret ve ağır çalışma, sürgün, mutsuz bir ilk evlilik, eşinin ve sevgili erkek kardeşinin ölümü, bitmeyen borçlar, sara nöbetlerinin korkunç fiziksel acısı, saplantılı rulet kumarı tutkusu, yalnızlık ve en önemlisi – hayatın en itici yönünden bir bilgi. Anna iyimserdi, sıcak bir evde stressiz büyümüştü, aslında stres altında bir evi idare edemiyordu. Dostoyevski, iddiasızlığı nedeniyle kendi içinde fark etmediği karakterinin derinliğini ve gücünü fark edebildi.

Aceleyle evlilikleri kolayca hızlı bir hayal kırıklığıyla sonuçlanabilirdi. Ancak evlilikleri, ünlü yazara daha önce hiç tatmadığı büyük mutluluğu getirdi. Hayatının son 14 yılında eserlerinin en güçlü ve en bilinenini yazdı. Anya’sına “Beni anlayan tek kadın sensin,” diye tekrarladı ve muhteşem ve son romanı Karamazov Kardeşler’i tam da ona adadı .

Nasıl bir evlilikti? Kırılgan, deneyimsiz bir genç hanımefendi, hayatın tüm kötülüklerini bilen ama yine de ışığın büyük vaizi haline gelen bir dahiyi nasıl mutlu edebilirdi?

Yirminci yüzyılın başında Rus aktör LM Leonidov, Dostoyevski’nin dul eşi Anna Grigorievna ile karşılaşmasını hatırladı. Moskova Sanat Tiyatrosu’ndaki Karamazov Kardeşler’in 1910 yapımı oyununda Dmitri Karamazov’u oynayan Leonidov , “Bildiğim hiçbir şeye benzemeyen ‘bir şey’ gördüm ve duydum, ama bu ‘bir şey’ aracılığıyla, bu 10 dakikalık toplantı aracılığıyla, dul eşi aracılığıyla Dostoyevski’yi sezdim; Dostoyevski hakkında 100 kitap bana bu karşılaşma kadar veremezdi.”

Fyodor Mihayloviç, kendisinin ve karısının ruhen birleştiğini fark etti. Ama aynı zamanda yaşlarındaki eşitsizliği de fark etti: eşler arasında neredeyse çeyrek asırlık bir yaş farkı vardı. Yaşam deneyimlerindeki bu eşitsizlik, çok farklı iki olasılığa yol açabilirdi: ya birkaç yıl birlikte acı çekerler ve sonra ayrılşar; ya da hayatlarının geri kalanında mutlu bir şekilde birlikte yaşarlar. Fyodor Mihayloviç’in evliliğinin 12. yıldönümünde Anya’sına bitmek bilmeyen ve umutsuzca aşık olduğunu şaşkınlık ve zevkle yazdığı gerçeğine bakılırsa, görünüşe göre hayatları gerçekten çok mutluydu.

Yine de hayatları başından beri kolay değildi: Anna Grigorievna ve Fyodor Mihayloviç’in evliliği birçok soruna ve mücadeleye katlandı – yoksulluk, hastalık, çocukların ölümü ve tüm Dostoyevski klanının evliliklerine karşı ayaklanması gerçeği. Ancak eşlerin aynı değerlerle yetiştirilmiş, hayata aynı gözle bakmaları direnmelerine yardımcı oldu.

Anna Grigorievna, 30 Ağustos 1846’da küçük bir memur olan Grigory Ivanovich Snitkin’in ailesinde doğdu. Grigory Ivanovich ve ailesi, yaşlı annesi ve biri de evli ve çocukları olan dört erkek kardeşi ile birlikte 11 odalı geniş bir apartman dairesinde yaşıyordu. Anna Grigorievna, geniş aile birimlerinde dostça bir atmosferin hüküm sürdüğünü hatırladı. Aile ilişkilerini açıklığa kavuşturacak hiçbir argüman bilmiyordu ve bunun her aile için geçerli olduğunu düşündü.

Anna Grigorievna’nın annesi Anna Nikolaevna Snitkina (Miltopeus), İsveç ve Finlandiya kökenliydi ve bir Lutherciydi. Müstakbel kocasına olan sevgisi ona ciddi bir seçim sunuyordu: Bu sevgili adamla evlenmek ya da Lutheran inancına sadakat. Bu ikilemin çözülmesi için çok dua etti. Ve bir rüya gördü: rüyasında bir Ortodoks kilisesine girdi ve Mesih’in Kefeni’nin önünde diz çöktü ve dua etti. Anna Nikolaevna bunu bir işaret olarak aldı; Ortodoksluğa geçmeye karar verdi. Teyidi için St. Petersburg’daki Mokhovaya Caddesi’ndeki Aziz Simeon ve Anna kilisesine geldiğinde, aynı kefenin rüyasında göründüğü tam pozisyonda olduğunu görünce hayretler içinde kaldı.

O andan itibaren Anna Nikolaevna Snitkina, Ortodoks kilisesine sadık bir hayat yaşadı, sık sık günah çıkarmaya ve cemaate gitti. Küçük Netochka olarak adlandırdığı kızı Anya için seçtiği ruhani yönetmen, genç yaştan itibaren Başpiskopos Filipp Speransky idi. 13 yaşında, genç Anya, Pskov’da tatil yaparken bir manastıra (rahibe manastırı) girmeye karar verdi. Ailesi, babasının ciddi şekilde hasta olduğu gibi kurnazca bir numaraya başvurmalarına rağmen, onun St. Petersburg’a dönmesini sağlayabildiler.

Daha sonra Bir Yazarın Günlüğü’nde ifade ettiği şekliyle Dostoyevski ailesinde ,”Müjde esasen çocukluktan beri biliniyordu.” Babası Mihail Andreyeviç, Moskova’daki Bozhedomka Caddesi’ndeki Mariinsky Yoksullar Hastanesi’nde doktordu. Yazarın daha sonra romanlarının kahramanı yapacağı kişilerin kaderi gözlerinin önünde açılmış ve küçük yaşlardan itibaren merhameti burada öğrenmiştir. Yine de bu şefkat, karakter olarak babasınınkine benziyordu – garip bir şekilde yüce gönüllülük, asık suratlılık ve sinirlilikle karışmıştı. Dostoyevski’nin çok sevdiği ve saygı duyduğu annesi Maria Fyodorovna, alışılmadık bir iyilik ve duyarlılığa sahip bir insandı. Bir aziz gibi öldü: ölümünden hemen önce “tam bilincini geri kazandı, Kurtarıcımız’dan bir ikon istedi, ailesini kutsamaya başladı, zar zor duyulabilen kutsamalar ve öğütler verdi.”

Anya Snitkina’da Dostoyevski benzer iyi, duyarlı ve şefkatli bir kalp gördü. Kısa süre sonra “benimle mutlu olabileceğini” hissetti. Ya da daha doğrusu, o mutlu olabilir ama ben değil demek istedi. Gerçekten kendi mutluluğunu düşünüyor muydu? Düşündüğü herkes gibi. Arkadaşlarıyla konuştu ve hayatının tüm zorluklarından sonra ve ailesinin nesli için zaten yaşlı olan 44 yaşında, sakin bir limana geleceğini ve ailesinde mutlu olacağını umdu. “Mutluluk henüz gerçekleşmedi. Bekliyorum” dedi, artık hayattan bıkmış bir adamdı.

Çoğu zaman olduğu gibi, böyle bir mutluluğu elde etme anından önce, kader her birine trajik kritik olaylar getirdi. 1866 baharında, bir yıllık sürekli ıstırabın ardından Anna’nın babası öldü. Bir yıl önce doktorlar Grigoriy İvanoviç’in tedavi edilemeyecek kadar hasta olduğunu ve iyileşme ümidi olmadığını açıklamışlardı. Anna bu nedenle babasıyla daha fazla zaman geçirmek için öğrencisi olduğu St. Petersburg Pedagoji Spor Salonu’ndan ayrılmak zorunda kaldı.

1866 yazının sonunda, bu edebiyat dehası, bu ihtiyaçlardan yola çıkarak kurnaz ve girişimci yayıncısı Fyodor Timofeevich Stellovsky ile haksız, tek taraflı bir sözleşme imzalamaya yöneldi. Bu adam, Dostoyevski’ye 3000 ruble ödedi ve Stellovsky, Dostoyevski’nin 1 Kasım 1866’ya kadar gerçek değeri olan büyük bir roman yazması şartıyla, Fyodor Mihayloviç’in eserlerinin eksiksiz bir koleksiyonunu yayınlamayı kabul etti. Bir aylık bir gecikme olursa Dostoyevski büyük bir ceza ödeyecek ve 1 Aralık’a kadar bir roman üretemezse 9 yıllığına tüm eserlerinin hakları Stellovsky’ye devredilecekti. Dostoyevski, yayınlarından yüzde almaktan bile mahrum kalacaktı. Gerçekte bu, yazarı borçlunun hapishanesine ve sefil yoksulluğa mahkum edecektir. Anna Grigorievna’nın daha sonra “Anılar”ında yazacağı gibi.

Bu kadar kısa bir sürede tam anlamıyla yeni bir roman yazma düşüncesi bile Fyodor Mihayloviç’i depresyona soktu – ilk bölümleri basılmış olan Suç ve Ceza’yı henüz bitirmemişti ve bu çalışmanın yapılması gerekiyordu. Ancak Stellovsky’nin şartlarını yerine getirmeyerek her şeyi kaybetme riskini aldı. Bu beklenti, kalan sürede tamamlanmış bir romanı editörün masasına koyma olasılığından daha gerçek görünüyordu.

Dostoyevski’nin daha sonra kabul ettiği gibi, bu zorlukta ona sadece kelimelerle değil gerçek bir yardım sunan ilk kişi Anna Grigorievna oldu. Akrabaları ve arkadaşları içini çekti, dinledi, ağıt yaktı, sempati duydu, öğütler verdi ama hiç kimse özünde umutsuz olan bu duruma girmedi. Stenografi kursunu yeni bitirmiş ama aslında hiç iş tecrübesi olmayan bu genç bayan hariç. Dairesinin kapısında belirdi. Stenografi kursunun kurucusu Pavel Matveevich Olkhin tarafından mezunlarının en iyisi olarak önerilmişti.

Dostoyevski, ilk kısa görüşme ve yazma denemelerinin ardından, “Erkek olmaman iyi bir şey,” dedi.

“Neden?”

“Çünkü bir adam kesinlikle içki içerdi. Muhtemelen içmeye başlamadın…?”

İYİ VE MUTSUZ

Anna Grigorievna ile görüşmesinden elde edilen ilk izlenim aslında pek hoş değildi. Profesör Olkhin’in kendisine, evinde çok beğenilen ünlü yazar Dostoyevski ile çalışmasını önermesinin talihine inanamadı. İlk buluşmalarından önceki gece uyumadı ve unutma korkusuyla onun romanlarının kahramanlarının isimlerini tekrarlayıp durdu. Yazarın onu bunlar hakkında sorgulayacağından emindi. Bu yüzden, bir dakika bile geç kalabileceğinden korkarak, kalbi hızla çarparak, onun Kabine Yapımcısı şeridindeki dairesine koştu, ama orada…

Orada, hasta görünen, hayattan bitkin düşmüş bir adam tarafından karşılandı; Adını bile hatırlayamayan asık suratlı, sefil, huysuz bir adam. Birkaç satırı çok hızlı dikte etti ve sonra bu girişimden hiçbir şey çıkmayacağını söyleyerek devam etmediğini hatırladı.

Ama aynı zamanda Dostoyevski, samimiyeti, açıklığı ve saflığıyla kendisini Anna Grigorievna’ya sevdirdi. Bu ilk buluşmaları sırasında, ona hayatının en inanılmaz bölümünü anlattı – daha sonra Budala adlı romanında ayrıntılı olarak anlattığı bölümü . 28 yaşındaki Dostoyevski’nin – Mihail Butashevich Petrashevsky’nin (Petrashevtsy olarak anılır) takipçilerinin siyasi zümresiyle bağlantısı nedeniyle – vurulmaya mahkum edildiği ve aslında oraya götürüldüğü anı anlattı. Petersburg’daki Semyonovsky geçit töreninde infaz.

“Hatırlıyorum” dedi, “Semyonovsky geçit töreninde mahkum yoldaşlarımla nasıl durduğumu, hazırlıkları gördüğümü ve yaşamam için sadece beş dakika kaldığını bildiğimi. Ama o dakikalar bana yıllar, on yıllar gibi geldi ve bir şekilde bana daha yaşayacak çok zamanım varmış gibi geldi. Zaten “ölüm gömleği” giymemiz istenmişti ve üçerli gruplara ayrılmıştık. Üçüncü grupta vurulacak sekizinci kişiydim. İlk üçü yürütme sütunlarına bağlandı. 2-3 dakika içinde ilk iki grubun ikisi de vurulacaktı ve sonra sıra bize gelecekti! Yaşamayı ne çok istiyordum ey Rabbim Allah! Hayat ne kadar değerli görünüyordu, ne kadar iyi, ne kadar düzgün şey yapabilirdim! Tüm geçmiş hayatımı, onu nasıl iyi kullanmadığımı, hayatı nasıl yeniden deneyimlemek ve uzun, uzun yaşamak istediğimi hatırladım… Aniden, her şey açık sinyali duyuldu ve cesaretlendim. Yoldaşlarım sütunlardan çözüldü, geri götürüldü ve yeni bir cümle okundu: beni dört yıl ağır çalışmaya mahkum ettiler. Daha mutlu bir gün hatırlamıyorum! [Peter-Paul Kalesi’nin] Alekseevsky hilalindeki hapishane hücremde dolaştım ve sadece şarkı söyledim, yüksek sesle şarkı söyledim, hayatın bana geri verildiği için çok mutluydum!

İlk görüşmelerinden sonra yazardan ayrılan Snitkina, üzücü bir izlenim bıraktı. Bu bir ağırlıktı, hayal kırıklığı ya da sadece şefkat değildi. “Hayatımda ilk kez,” diye yazmıştı daha sonra, “zeki, iyi bir adam gördüm ama mutsuz ve herkes tarafından terk edilmiş…”

Ama yüzeyindeki bu surat asıklığı, mesafeliliği, hoşnutsuzluğu, kişiliğinin derinliklerindeki hassas yüreğini ondan gizlemiyordu. Daha sonra Dostoyevski karısına şöyle yazacaktı: “Beni genellikle suratsız, kasvetli ve kaprisli olarak görüyorsun Anya, ama bu benim uzun süredir sahip olduğum sadece dış görünüş – kader tarafından parçalanmış ve yozlaşmış. Ama inan bana, lütfen inan bana, içeride başka bir şey var.” Ve diğer insanların kocasında ancak “hiç kimse gibi iyi, yüce gönüllü, cömert, narin ve şefkatli” olduğunda hüzün görebilmesine sadece inanmakla kalmadı, şaşırdı da.

26 GÜN

Dostoyevski, 1860’lar

Müstakbel eşler, Kumarbaz adlı romanı tamamlamak için 26 günlük sıkı bir çalışmayla karşı karşıya kaldı . Bu romanda Fyodor Mihayloviç, rulet oyunlarına olan tutkusunu ve yazar Apollinaria Suslova’ya – yazarın kendi deyimiyle cehennemi kadına – duyduğu sağlıksız ama gerçek çekiciliği anlattı. Ancak Fyodor Mihayloviç’in yıllarca yenemediği kumar tutkusu, genç karısının olağanüstü sabrı ve olağanüstü bilgeliği sayesinde ortaya çıktığı anda ortadan kayboldu.

Böylece Anna Grigorievna Snitkina romanı aldı, eve gitti ve sık sık gecenin büyük bir bölümünde stenotipi günlük dile yazdı ve bunu Fyodor Mihayloviç’in evine geri getirdi. Yavaş yavaş bunun işe yarayacağına inanmaya başladı. Ve 30 Ekim 1866’da el yazması hazırdı!

Sonra yazar, editör için hazırladığı romanla geldi ve Stellovskiiy’nin … taşraya gittiği ve ne zaman döneceği bilinmiyordu. Hizmetçisi, Stellovsky’nin yokluğunda el yazmasını kabul etmeyi reddetti. Yazı işleri müdürü de taslağı kabul etmeyi reddetti. Bu, Stellovsky’nin temel kötülüğüydü. Ancak böyle bir anlamsızlık beklenmedik değildi. Anna Grigorievna her zamanki enerjisiyle kendini soruna adadı. Annesinden, Dostoyevski’nin çalışmasını bir notere götürmesini, tamamlanma tarihini doğrulamasını söyleyen bir avukata danışmasını istedi. Ancak Fyodor Mihayloviç notere geç geldi. Ancak yine de mahalle idaresindeki işini noter makbuzu ile doğrulayabildi. İflastan kurtulmuştu!

Görünen o ki, adı sadece bir skandalla ve sadece bir kötülükle değil, diğer yazar ve müzisyenlerin hayatlarında pek çok kişiyle anılan Stellovsky, günlerini üzücü bir şekilde noktaladı; sadece 50 yaşında bir psikiyatri hastanesinde öldü.

Ve böylece, Kumarbaz tamamlandığında, omuzlarından ağır bir yük kalktı, ancak Dostoyevski genç yardımcısından ayrılamayacağını anladı … Bu nedenle, kısa bir aradan sonra Suç ve Ceza’daki çabalarına birlikte devam etmeyi önerdi. Anna Grigorievna da kendisinde bir değişiklik fark ediyordu; tüm düşünceleri Dostoyevski hakkındaydı. Eski ilgi alanları, arkadaşları ve eğlenceleri parlaklığını yitirmişti. Yanında olmayı çok istiyordu.

Sevgiyi tanımaları ve kabul etmeleri alışılmadık bir şekilde gerçekleşti. Fyodor Mihayloviç, dünyevi bir sanatçı olan yaşlı bir adamın genç bir kadına aşık olduğunu düşündüğü bir roman için konuyu tartışarak başladı … “Bir dakika kendinizi onun yerine koyup düşünün,” dedi. titreyen sesiyle – “Bu sanatçının ben olduğumu ve sana seni sevdiğimi söylediğimi ve karım olmanı istediğimi hayal et. Söyle bana, nasıl cevap verirsin?” – “Seni sevdiğimi ve hayatım boyunca seveceğimi söylerdim!”

15 Şubat 1867’de 20 yaşındaki Anna Grigorievna Snitkina ve 45 yaşındaki Fyodor Mihayloviç Dostoyevski evlendi. Yazar, ikinci karısı hakkında sık sık “Tanrı onu bana ödül olarak verdi” derdi.

Gerçekte, o ilk yıl onun için hem mutluluk hem de illüzyondan zorlu bir kurtuluş yılı oldu. Çok hayran olduğu ünlü bir yazar ve insan kalbinin tanınmış bir tercümanı olan Dostoyevski’nin evine girdi; bir süre aşırı derecede ona idolü diyerek. Ama hayatın gerçekleri onu o geçici cennetten yeryüzüne geri çekti.

Anna Grigorievna, çocukları yatağa yatırırken, Fyodor Mihayloviç’in onlarla birlikte dua ettiğini, Babamız, Dolu Bakire Tanrı’nın Annesine dua ettiğini ve sevgili duasını hatırladığını hatırladı: “Bütün umudumu sana bağladım, ey Tanrı’nın Annesi, koru beni mantonun altında. 1880'lerde Anna Dostoyevskaya

İLK ZORLUKLAR

Dostoyevski, Maria Isaeva ile ilk evliliği hakkında şunları söyledi: “Beni sınırsız sevdi ve ben de onu ölçüsüz sevdim ama o ve ben mutlu yaşamadık …” Ve gerçekte, 7 yıl süren ilk evliliği, neredeyse en baştan mutsuzdu. Hem kendisinin hem de karısının çok tuhaf kişilikleri vardı; ve özünde birlikte yaşamadılar. Peki Anna Grigorievna, Dostoyevski’yi mutlu etmeyi nasıl başardı?

Maria Dostoevskaya (kızlık soyadı Isaeva)

Nitekim Anna Grigorievna, kocasının ölümünden sonra Leo Tolstoy ile yaptığı bir sohbette (aslında kendisinden değil kocasından bahsediyor) şunları söyledi: “Bir kişinin gerçek karakteri, ailesinde günlük yaşamda olduğu gibi hiçbir yerde ortaya çıkmaz.” Böylece orada, ailede, günlük yaşamında iyi ve bilge kalbini ortaya çıkardı…

Sakin ve sessiz bir ev hayatının ardından şimdi Dostoyevskaya olan Snitkina, Fyodor Mihayloviç’in sorunlu, düzensiz ve şımarık üvey oğlu Paul ile aynı çatı altında yaşamak zorunda kaldığı bir eve girdi. 21 yaşındaki bu genç, üvey babasına sürekli olarak yeni kayınvalidesinden şikayet etmiş ve onunla baş başa kalınca genç kadını acı bir şekilde yaralamaya çalışmıştı. Evin geçimini sağlayamadığı için, hasta üvey babasına ilettiği endişe için onu kınadı ve her zaman kendi bakımı için para talep etti.

Fyodor Mihayloviç, “Bu üvey oğlum,” diye itiraf etti, “iyi ve onurlu bir çocuk, ancak ne yazık ki alışılmadık bir karaktere sahip. Kişisel bir serveti olmamasına ve aynı zamanda en gülünç hayat anlayışına sahip olmasına rağmen, çocukluğundan beri kendine hiçbir şey yapmamaya söz verdi.”

Ve diğer Dostoyevski akrabaları, ona karşı kibirli ve otoriter bir tavır sürdürdüler. Fyodor Mihayloviç bir kitap için avans alır almaz kitabın başlayacağını hemen fark etti – kardeşi Mihail’in karısı Emilia Fyodorovna ortaya çıktı veya küçük işsiz kardeşi Nikolai ortaya çıktı veya Paul’ün aniden acil bir ihtiyacı oldu – örneğin modası geçmiş eskisinin yerine yeni bir palto alma ihtiyacı. Bir kış ortasında Dostoyevski, Emilia’nın ihtiyaç duyduğu 50 rubleyi – gecikmeden … ya da arkadaşları tarafından verilen Çin vazosunu, kürk mantoyu ya da gümüş servisini teminat olarak vermiş ve ceketini almadan eve dönmüştü; bunların hepsinin rehine verilmesi gerekiyordu. Böylece Anna Grigorievna borç içinde ve çok mütevazı yaşamanın gerekliliğiyle yüz yüze geldi.

Onun için ek bir ağır yük, Dostoyevski’nin epilepsisiydi. Anna Grigorievna, tanıdıklarının ilk günlerinden beri bunu biliyordu. Ama hayatında mutlu bir değişiklikle sağlığının düzeleceğini umuyordu. İlk nöbetine çift ailesini ziyaret ederken tanık oldu:

“Fyodor Mihayloviç son derece hareketliydi ve kız kardeşimle ilginç bir şey tartışıyordu. Birdenbire sözünü yarıda kesti, divandan doğruldu ve yanına doğru eğilmeye başladı. Şaşkınlıkla değişen yüzüne baktım. Ve aniden korkunç, insanlık dışı bir çığlık ya da daha doğrusu bir uluma duyuldu ve Fyodor Mihayloviç öne doğru eğilmeye başladı… Daha sonra, başlangıçta bir sara hastasında çok yaygın olan o “insanlık dışı” ulumayı onlarca kez duydum. Bir nöbet. Ve bu uluma beni her zaman şaşkına çevirdi ve korkuttu… Ama o zaman ilk kez Fyodor Mihayloviç’in yakalandığı korkunç hastalığı gördüm. Saatlerce dinmeyen feryatlarını, iniltilerini, büsbütün buruşmuş yüzünü, deli gibi hareketsiz gözlerini izledi, kopuk kopuk konuşmasını anlamayamadan.

Evlendikten sonra nöbetlerinin daha azalacağını ummuştu. Ama devam ettiler…

En azından balayı sırasında baş başa kalabilecekleri, konuşabilecekleri, birlikte olmanın tadını çıkarabilecekleri zamanları olmasını ummuştu. Ancak tüm boş zamanları, Dostoyevski’nin akrabaları ve konuklarının ziyaretleri, onlara ikramlar ve eğlenceler sunmak zorunda olduğundan doluydu.

Genç eş, endişeye, üzüntüye veya çatışmaya yer olmayan önceki sakin ev hayatından yakınıyordu. Dostoyevski ile birlikte mutluluklarının gerçekleşmesini bekleyerek bir akşam geçirdikleri, nişanla düğün arasındaki o kısa süreye ağıt yakıyordu… ama mutluluk aceleyle gelmiyordu.

“İnsan kalbinin en iyi okuyucusu olan o, yaşamanın benim için ne kadar zor olduğunu neden görmedi?” diye sordu kendine. Düşünceleri ona eziyet ediyordu: Ona olan sevgisinden vazgeçmişti, ruhsal ve entelektüel gelişimde kendisinden ne kadar aşağı olduğunu görmüştü (ki bu elbette gerçeklerden uzaktı). Anna Grigorievna, sevgili kocasıyla ilgilenmeyi bırakırsa ve uysal bir şekilde onunla kalmakla yetinemezse, gitmek zorunda kalacağını düşünerek boşanmayı düşündü.

“Fyodor Mihayloviç ile olan birlikteliğime çok fazla mutluluk ümidi bağlamıştım ve bu altın rüyanın gerçekleşmemesi benim için ne kadar acıydı!”

Bir kez yanlış anlaşılmalar zincirinde bir başkası oldu ve Anna Grigorievna buna dayanamadı. Ağlamaya başladı ve sakinleştirilemedi. Fyodor Mihayloviç onu bu durumda buldu. Sonunda, tüm gizli şüpheleri gün ışığına çıktı. Eşler ayrılma kararı aldı. Önce Moskova’ya gittiler, sonra yurt dışına gittiler. Bu 1867 baharındaydı. Sadece dört yıl sonra Rusya’ya döndüler.

EVLİLİĞİ KURTARMAK İÇİN

Anna her zaman tam bir çocuk olduğunu vurgulasa da, evlendikten sonra alışılmadık bir şekilde hızla aile “hazinesinin” endişelerini üstlenmeye alıştı. Öncelikli amacı, kocasına barışı ve kendini yalnızca edebi yaratıcılıkla meşgul etme yeteneğini garanti etmekti. Esas olarak geceleri çalıştı. Yazmak, Fyodor Mihayloviç için yalnızca bir meslek değil, aynı zamanda tek gelir kaynağıydı, örneğin Leo Tolstoy veya Ivan Goncharov’un sahip olduğu gibi kişisel bir servete veya mülke sahip değildi. Fyodor Dostoyevski tüm eserlerini (ilk roman hariç) aceleyle yazmak zorunda kaldı, zamanında bir komisyon tarafından bastırıldı ve onsuz hayatta kalamayacaktı. 1870'lerde Anna Dostoyevskaya

Zeki ve enerjik olan Anna Grigorievna, alacaklılarla olan anlaşmaları, uzun senetlerin analizini yaptı ve kocasını tüm bu endişelerden korumayı üstlendi. Bir risk alarak – “mutluluğumuzu kurtarmak” amacıyla yurt dışına gitmek için hatırı sayılır çeyizini rehin verdi. Sadece “kocamla sürekli manevi iletişimin hayalini kurduğumuz güçlü ve uyumlu aileyi yaratabileceğinden” emindi.

Bu arada, Dostoyevski’nin sözde borçlarının çoğunun hayaliliğini ortaya çıkarmaya yardımcı olan şey, kesinlikle onun çabalarıydı. Büyük hayat tecrübesine rağmen, çok güvenilir, onurlu ve vicdanlı ama gerçek hayata karşı isteksiz bir adamdı. Kendisine para için gelen herkese inanırdı. Bir tütün fabrikası sahibi olan kardeşi Mihail’in ölümünden sonra, Fyodor Mihayloviç’in karşısına ağabeyinin borçlu olduğu paranın iadesini talep eden insanlar çıkmaya başladı. Bunların arasında ünlü yazarın saflığından yararlanmaya çalışan birçok alçak da vardı. Kimseden onay veya not talep etmedi, herkese inandı. Anna Grigorievna tüm bunları kendi üzerine aldı. Bu görevi yerine getirmek için ne kadar akıl, sabır ve çalışma gerektiğini ancak tahmin edebilirsiniz. Anna, anılarında şunu itiraf etti: “Başkalarının borçları yüzünden özel hayatımın nasıl mahvolduğunu hatırladığımda içimde acı bir duygu yükseliyor… O sıralarda tüm hayatım, belirli bir şeyi nerede ve ne kadar rehine vereceğim, nasıl yapacağım gibi sürekli kaygılarla kararmıştı. Fyodor Mihayloviç’in bir alacaklının ziyaretini veya belirli bir nesnenin rehin alınmasını öğrenmemesi için. Gençliğim elimden alındı, sağlığım bozuldu ve sinirlerim bundan yıprandı.”

Akıllıca onu kendi duygularından korudu: çığlık atmak istediğinde başka bir odaya gitti. Asla şikayet etmemeye çalıştı – ne oldukça kötü olan sağlığından ne de kaygılarından, ama onu her zaman cesaretlendirdi. Esnekliğin mutlu bir evlilik için gerekli bir koşul olduğuna inanarak, neyse ki bu ender niteliğe tam anlamıyla sahipti… Rulet oynamaya gittiğinde ve yaşamaları gereken her şeyi kaybetmiş olarak geri döndüğünde bile…

Rulet korkunç bir talihsizlikti. Büyük yazar buna bağımlıydı. Ailesini borç esaretinden kurtarabilmek için kazanmayı hayal etti. Bu fantezi onu tamamen ele geçirdi. Anna Grigorievna’nın kocasına eşi benzeri görülmemiş desteği, sevgisi ve kendine acımaması olmasaydı, tek başına kendini onun pençelerinden kurtaracak gücü bulamayacaktı.

“Fyodor Mihayloviç’in kendisinin nasıl acı çektiğini görmek için ruhumun derinliklerine kadar hastalandım” diye yazdı. “Rulet oynamaktan solgun, bitkin, zar zor yürüyebilecek halde döndü, benden daha fazla para istedi – tüm parayı bana emanet etti – ayrıldı ve yarım saat içinde daha fazla para için daha da perişan halde döndü. Bu, sahip olduğumuz her şeyi kaybedene kadar devam etti.” Peki ya Anna’nın kendisi? Sorunun zayıf bir irade olmadığını, bunun gerçek bir hastalık, bir bağımlılık, her şeyi tüketen bir tutku olduğunu anladı. Onu asla suçlamadı, onunla tartışmadı ve oyun oynamak için daha fazla para taleplerine karşı çıkmadı. Dostoyevski dizlerinin üzerine çökerek ondan af diledi, ağladı, zararlı tutkusundan vazgeçeceğine söz verdi… sadece ona yeniden dönmek için. Anna Grigorievna bu anlarda anlamlı bir şekilde sessiz kalmadı; ama kocasını her şeyin daha iyi olacağına, kendisinin mutlu olduğuna ve onu yürüyerek ya da gazete okuyarak oyalayacağına ikna etmeye çalıştı. Ve Dostoyevski sakinleşti…

1871’de Fyodor Mihayloviç ruleti bıraktığını yazdığında karısı buna inanmadı. Ama oyuna gerçekten geri dönmedi: “Artık her şey senin, tamamen senin, hepsi senin. Şimdiye kadar yarısı o lanet olası fantaziye aitti.”

SONYEÇKA

Ailelerin büyük çoğunluğu için, bir çocuğun kaybı bir kader sınavıdır. Dostoyevskilerin 14 yıllık evliliklerinde iki kez yaşadıkları bu korkunç trajedi, onları daha da yakınlaştırdı. Aile bu büyük trajediyle ilk kez, evliliklerinin ilk yılında, sadece 3 ay yaşamış olan kızları Sonya, küçük Sonyechka’nın soğuk algınlığından aniden ölmesiyle karşılaştı. Anna Grigorievna kederinden pek bahsetmedi, çünkü her zamanki kendini düşünmeme eğilimiyle sadece Fyodor Mihayloviç’i düşünüyordu – “Zavallı kocam için çok korktum.” Fyodor Mihayloviç, hatırladığına göre, “sevgili kızının soğuk bedeni için bir kadın gibi ağladı ve onun solgun küçük yüzünü, ellerini sıcak öpücüklerle kapladı. Böyle öfkeli bir umutsuzluk bir daha hiç görmedim.”

Bir yıl sonra ikinci kızları Lyubov doğdu. Anna Grigorievna, kocasının başka bir çocuğu asla sevemeyeceğinden korkuyordu, ancak bu babalıktan duyduğu sevincin önceki tüm deneyimlerini gölgede bıraktığını memnuniyetle fark etti. Aslında, bir eleştirmene yazdığı bir mektupta Fyodor Mihayloviç, mutlu bir aile hayatının ve çocukların doğumunun, bir insanın dünyada yaşayabileceği mutluluğun dörtte üçü olduğu konusunda ısrar etti.

Çocuklarıyla olan ilişkileri tamamen benzersizdi. Anna’nın yazdığı gibi, başka hiç kimsenin olmadığı gibi, “çocukluk dünyasına giremez, bir çocuğu anlayamaz, bir çocuğu konuşarak büyüleyemez ve o anlarda kendisi bir çocuk olabilir.”

Fyodor Mihayloviç yurtdışındayken Budala’yı yazdı ve Ecinniler romanına başladı (Rusya’ya döndükten sonra bitirdi). Ancak evlerinden uzakta yaşamak eşler için çok zor bir deneyim oldu ve 1871’de memleketlerine döndüler.

St.Petersburg’a döndükten sekiz gün sonra, ailenin oğlu Fyodor doğdu ve ardından 1875’te, Fyodor’un çok saygı duyduğu bir aziz olan Tanrı adamı olan dürüst Aleksios’un adını taşıyan başka bir oğul, Alyosha doğdu. Bu, Anavatan Notları dergisinin dördüncü büyük romanı Delikanlı’nın yayınladığı yıldı.

Alyoşa Dostoyevski

Ancak talihsizlik aileyi yeniden vurdu. Oğulları Alyosha, babasından epilepsi miras aldı. Oğlan 3 yaşındayken geçirdiği ilk nöbeti ölümcül oldu… Bu olay üzerine eşler adeta yer değiştirdi. Olağandışı güce sahip bir kadın olan talihsiz Anna Grigorievna, artık bu kederle baş edemiyordu. Kocasını büyük ölçüde endişelendiren diğer çocuklara, hayata olan ilgisini kaybetti. Onunla konuşarak onu Tanrı’nın iradesine boyun eğmeye ve yaşamaya devam etmeye çağırdı. Bu nedenle, o yıl Dostoyevski (Kutsal Sunum) Optina Pustyn Manastırı’nı ziyaret etti. Burada, Dostoyevski’ye kutsamasını ve yazarın daha sonra Karamazov Kardeşler’de kahramanı Yaşlı Zosima’nın ağzına koyduğu şu sözleri ileten Starets Ambrosius ile iki kez karşılaştı:

(Anna Dostoevskaya, oğlu Fyodor ve kızı Lyubov ile birlikte)

Rachel çocukları için ağlıyor ve teselli edilemiyor, çünkü artık onlar yok. Ve böylece siz anneler için yeryüzüne çizilmiş bir sınır vardır. Bu yüzden teselli olma, teselli olmana gerek yok, teselli bulma ve ağla, sadece her ağladığında küçük oğlunun Tanrı’nın meleklerinden biri olduğunu şaşmaz bir şekilde hatırla – oradan bakar ve seni görür ve sevinir gözyaşlarınla ​​ve onları Rab Tanrı’ya gösteriyor. Ve böylece uzun bir süre güçlü anne ağıtınız devam edecek, ama sonunda bu sizin için sessiz bir neşeye dönüşecek ve acı gözyaşlarınız, kurtarılan kişi için sakinliğe, şefkat ve sıcak bir bağışlanma gözyaşlarına dönüşecek.

Dostoyevski, son ve birçok eleştirmene göre en güçlü romanı Karamazov Kardeşler’i 1878 baharından 1880’e kadar yazdı. Onu sevgili karısı Anna Grigorievna’ya adadı.

“Aneka, sen benim meleğimsin, her şeyimsin, alfa ve omega’msın! Ve o kadar iyi ki, beni uykuda rüyanda görmeni ve ‘uyandığında, orada olmadığım için üzülüyorsun’. Üzül meleğim, benimle ilgili bütün ilişkilerinde üzül, beni seviyorsun demektir. Bu benim için baldan daha tatlı. Gelip seni öpeceğim.” “Ama bu sefer sensiz ve çocuklarsız nasıl hayatta kalacağım? Komik bir şaka, çünkü hepsi 12 gün!” Bunlar, Dostoyevski’nin 1875-1876 yıllarında, iş için St. Petersburg’a gittiği, ancak ailenin Staraya Russa’daki kulübede kaldığı günlerde yazdığı mektuplarından satırlar. Bu satırların yoruma ihtiyacı yok. Ailesi onun için sessiz bir sığınak haline gelmişti ve kendi takdirine göre, karısına birçok kez kelimenin tam anlamıyla yeniden aşık oldu.

Anna Grigorievna, hayatının sonuna kadar Dostoyevski’nin onda ne gördüğünü içtenlikle bile anlayamadı: “Hayatım boyunca, iyi kocamın beni diğer kocaların sevgisi ve saygısı gibi sadece sevip saygı duymaması bana bir tür muamma gibi geldi. ama sanki onun için özel olarak yaratılmış bir tür özel varlıkmışım gibi neredeyse önümde eğildiler. Ve bu sadece evliliğin ilk anlarında değil, ölümüne kadar kalan tüm yıllar için geçerliydi. Ama gerçek şu ki, güzellikle ayırt edilmiyorum, ne yeteneklerim ne de olağandışı bir entelektüel gelişimim var ve eğitimim sadece spor salonu seviyesindeydi. Ve buna rağmen, böylesine bilge ve yetenekli bir adamın derin hayranlığına ve neredeyse tapınmasına layıktım.

Tabii ki, bu dahinin şu ya da bu nedenle sevdiği sıradan bir insan değildi, sadece bir aptal ya da ahmaktı. Fyodor Mihayloviç stenografını severdi; onda sadece şefkatli ve iyi bir karakter değil, aynı zamanda aktif, güçlü iradeli ve yüce bir karakter hissetti. Zengin bir iç manevi dünyaya ve kocasının gölgesinde kalma erdemine sahip, aynı zamanda abartmadan onun ana ilham kaynağı olan gerçek bir kadın olma becerisine sahipti.

Ve Anna Grigorievna ve Fyodor Mihayloviç gerçekten uyumlu kişilikler olmasalar da, şu anki hoş ifadeyle olduğu gibi, her zaman onun tarafından yönlendirilebileceğini kabul etti; ve onun inceliğine ve ilgisine güvenerek ona tamamen güvendi, bu bazen Anna Grigorievna’yı şaşırttı. “Birbirimizi çok az yankıladık, birbirimize uyum sağlamadık, ruhumuzu iç içe geçirmedik – ama ben – onun içsel varlığında – ve o benim – sevgili kocam ve ben bir şekilde, birlikte kendimizi özgür bir ruh olarak hissettik… Bu iki tarafın da ilişkisi bize, evli hayatımızın on dört yılını dünyadaki insanların sahip olabileceği en büyük mutluluk içinde yaşama fırsatı verdi.

İdeal bir varoluşa sahip olmak Anna Grigorievna’nın kısmetine düşmedi – neyse ki doğal olarak güzel kıyafetlere kayıtsızdı ve kısıtlı koşullarda ve sürekli borç içinde yaşamaya alıştı. Büyük yazar aynı zamanda ideal bir koca da değildi. Mesela aşırı derecede kıskançtı ve karısının önünde olay çıkarıp kontrolden çıkabiliyordu. Anna Grigorievna, kocasını kızdırabilecek durumlardan akıllıca kaçındı ve onun öfkesinin sonuçlarından kaçınmaya çalıştı. Editörlük yaptığı zamanlarda eserlerinin noktalama işaretlerini bile değiştirmemesini talep eden bazı yazarların küstahlığına kızabilir ve onlara sert bir mektup yazabilirdi. Ama ertesi sabah öfkesi soğuduktan sonra buna çok pişman olur ve çabuk sinirlenmesinden utanırdı. Böyle durumlarda Anna Grigorievna mektubu ertesi sabaha kadar postaya vermezdi. Öfkeyle yazılan mektubun gönderilemediği “ortaya çıktığında”, Fyodor Mihayloviç her zaman çok mutlu olur ve yeni, yumuşatılmış bir mektup yazardı.

Anna, kocasını pratiksizliği ve saflığı nedeniyle suçlamadı. Kimsenin yardım talebini reddedemeyeceğinin farkındaydı. Hatta bozuk parası yoksa eve bir dilenci getirir ve onlara orada para verirdi. “Sonra o ziyaretçiler kendi kendilerine gelmeye başladılar ve kapıdaki isim levhasından kocamın adını öğrenip Fyodor Mihayloviç’i sormaya başladılar. Ama tabii ki dışarı çıkıp onları karşılayan bendim. Bana dertlerini anlatırlardı, ben de onlara 30-40 kopek verirdim. Zengin insanlar olmasak da böyle bir yardım sunabiliyoruz” dedi.

Dini inançları, eşlerin nedense, belki de meraktan, tesadüfen oğulları Alyosha’nın ölümünü tahmin eden bir tür falcıya gitmelerini engellemedi. Yine de İncil ve Hıristiyanlık, hayatlarının sürekli refakatçisiydi.

1880’de Anna Grigorievna, eserlerinin bağımsız olarak yayınlanmasını üstlendi ve “FM Dostoyevski’nin Kitap Pazarı – özellikle yerleşik olmayanlar için” adlı bir girişim kurdu. Ve başarılı oldu. Ailenin maddi durumu düzeldi ve borçlarını ödeyebildiler.

Ancak Fyodor Mihayloviç fazla yaşamayacaktı. 1880’de Karamazov Kardeşler adlı romanı çıktı. Eşinin deyimiyle bu, onun uzun ıstırap içindeki hayatının son mutlu günüydü. 26 Ocak 1881 gecesi boğazından kan geldi; ağır çalışma kampında geçirdiği günlerden beri amfizem hastasıydı. Gün içinde kanama tekrarladı, ancak Fyodor Mihayloviç karısını sakinleştirdi ve korkmasınlar diye çocukları oyaladı. Bir doktor tarafından muayene edilebildiğinde, kanama o kadar ağırdı ki, Dostoyevski bilincini kaybetti. Bilincini geri kazandığında, karısından günah çıkarması ve cemaat alması için bir rahip çağırmasını istedi. Günah çıkarmak için çok zaman harcadı ve ertesi sabah itirafından sonra karısına şöyle dedi:

“Anya, biliyorsun 3 saattir uyumadım ama çok düşündüm ve bugün öleceğimi ancak şimdi açıkça anlıyorum.” Dekabristlerin eşleri tarafından sürgün yolunda kendisine verilen İncil’i ona vermesini istedi ve onu rastgele aşağıdakilere açtı (Matta 3:14-15): “Ve Yuhanna engellemeye çalıştı. O, ‘Senin tarafından vaftiz edilmem gerekiyor ve sen bana mı geliyorsun?’ Ama İsa ona cevap olarak, ‘Kendine hakim olma, çünkü tüm doğruluğu yerine getirmek bize yakışır’ dedi.”

“Duyuyor musun” dedi karısına, “kendini tutma, bu öleceğim demektir.”

Anna Grigorievna, “Gözyaşlarından kendimi alamadım. Fyodor Mihayloviç, benimle yaşadığı mutlu hayat için bana teşekkür ederek nazik ve teselli edici sözler söyleyerek beni sakinleştirmeye başladı. Çocukları bana emanet etti, bana inandığını ve güvendiğini, onları her zaman seveceğimi ve koruyacağımı söyledi. Sonra bana kocaların on dört yıllık evli yaşamlarından sonra nadiren eşlerine söyleyebilecekleri sözler söyledi: “Unutma Anya, seni her zaman tutkuyla sevdim ve sana asla, düşüncelerimde bile asla sadakatsizlik etmedim!”

Anna Grigorievna Dostoevskaya, hayatının geri kalanında kendisini kocasının kitaplarının yeniden basılmasına adadı. Anılarını, yazarın çağdaşlarının betimlemeleriyle zaten çarpıtılmış olan gerçek karakterine ışık tutmak amacıyla yazdı. Ölümünde sadece 34 yaşındaydı, ancak ikinci bir evlilik tartışılmayacaktı. “Dostoyevski’den sonra kiminle evlenebilirim? Belki sadece Tolstoy, o da evli.” Diye şaka yaptı. Ama ciddiyetle şöyle yazdı: “20 yaşımdayken kendimi tamamen Fyodor Mihayloviç’e adadım. Şimdi 70 yaşımı geçtim ve hâlâ her düşünce ve eylemimde tamamen ve sadece ona aitim.”

Anna Grigorievna sonraki hayatı boyunca Dostoyevski ile ilgili her şeyi toplamakla geçti. 1899’da, özel bir müzenin kurulması için 1000 özel malzemeyi Tarih Müzesi’ndeki depoya teslim etti. 1906’da FM Dostoyevski’nin Hayatı ve Faaliyetleriyle İlgili Eserleri ve Sanatsal Yazılarının Bibliyografik El Kitabı’nı yayınladı. Ayrıca, kulübelerinin sık sık yaşadıkları yerde bulunduğu Staraya Rusa’da, fakir köylü ailelerin çocukları için bir yatakhaneli bir Kilise Cemaati Okulu (kocasının adını almıştır) açtı. Hayatının son yılında, zaten ciddi bir şekilde hastaydı, savaşın parçaladığı Kırım’da açlıktan ölmeye terk edildi. Anna Grigorievna, 22 Haziran 1918’de Yalta’da öldü. Yarım yüzyıl sonra, kalıntıları Fyodor Mihayloviç’in gömüldüğü St. Petersburg’daki Aleksandr Nevskaya Lavra’ya nakledildi.

Belki bazıları, Anna’nın kocasıyla ilgili olarak gösterdiği tam özveri ve hayranlık karşısında hayrete düşebilir. Hayatını hiç yer kalmadan doldurdu. Ama kim bilir, başka bir yolu olabilir miydi? Fyodor Mihayloviç’e eşlik eden bu davaların yükünden daha az özverili biri hayatta kalabilir miydi? Bu nedenle, bu büyük yazarın yanı sıra gerçekte harika bir kadının ortaya çıkması şaşırtıcı olmamalıdır.

Leo Tolstoy, onunla bir görüşmeden sonra, “Pek çok Rus yazar, Dostoyevski gibi eşleri olsaydı daha iyi hissederdi” dedi. Her şey onun için nasıl sonuçlandı? Birisi Anna Grigorievna’dan daha büyük bir yazarla mutlu bir evliliğin tarifini anlatmasını isteseydi, kendi sözleri cevap olurdu:

“Ayrılmamak için duyguları dikkatle ele almalı ve yönetmelisin ki paramparça olmasınlar. Hayatta aşktan daha değerli bir şey yoktur. Bu nedenle insan daha fazlasını affetmeli, hatayı kendi içinde aramalı ve kendi pürüzlerini düzeltmeli.”

Valeriya Posashko Mihaylova

(Torunları Andrei ve Fyodor ile Anna Grigorievna,
resmi Dostoyevski’nin yeğenine yazdırdı)

Anna Grigorievna Dostoyevski’nin Anılarından notlar:

“Hiçbir şey Fyodor’la ilk kez karşılaştığımdaki zavallı görünüşünü tarif edemez. Kafası karışık, endişeli, aciz, yalnız, asabi ve neredeyse hasta gibi görünüyordu.”

Dostoyevski’nin öyküsünde genç bir kız olan ve farklı bir kişiliğe sahip Anya, yaşlı bir ressamdan bir evlilik teklifi alıyor. Yazar, Anna’dan onun sorusuna kadın psikolojisi açısından yanıt vermesini istedi:

“Kendini bu genç kızın yerine koy. Tut ki ben de yaşlı ressamım öyküdeki. Sana evlenme teklif ettim. Ne cevap verirdin?”

Çok tedirgin ve heyecanlıydı. Lafı dolaştırıp duruyordu ama bana evlenme teklif ettiğini anlamıştım. Kaçamak bir cevap verirsem onun gururuna büyük bir darbe indireceğimi anladım. Ona benim için çok değerli olduğunu hissettirmek için elini tuttum ve onu sevdiğimi ve her zaman da seveceğimi söyledim.

Peki, neden herkesin yaptığı gibi bunu doğrudan değil de, bir roman kurgusu üzerinden yaptın?, diye sordum. Duygulu bir sesle cevap verdi:

Uzun bir süre evlenme teklifini ne şekilde ypayım diye çok tereddüt ettim. Yaşlı, çirkin bir adamın genç bir kıza evlenme teklif edip karşılık bulamaması gülünç olabilirdi; oysa ben senin nazarında gülünç duruma düşmek istemiyordum. Teklifim üzerine bana hemen bir başkasını sevdiğini söyleyebilirdin. Hayır demen de aramızda bir soğukluğa yol açacak, hatta belki dostluğumuzun devam etmesini imkânsız kılacaktı. Son iki yıldır ilk defa bana dostça yaklaşan bir insanı; seni kaybetmiş olacaktım. İşte bu yüzden, duygularını öğrenmek için böyle bir yola başvurdum. Hayır demen hâlinde bunu kabullenmek kolay olacaktı. Ne de olsa konuşma ikimiz hakkında değil, roman kahramanları hakkında olacaktı.

Ben de ona, kendisinin edebî bir kurgu üzerinden bana evlenme teklifinde bulunmaya çalıştığı sırada neler hissetmiş olduğumdan bahsettim.

“O zamanki kişiliğimi göz önüne aldığımda evliliğimizin felaketle son bulması bana pek mümkün geliyor. Fyodor Mihayloviç’i hakikaten büyük bir aşkla seviyordum, fakat bu aşk, birbirine denk yaşlarda olmayı gerektiren fiziki bir aşk veya tutku değildi. Tamamen platonik bir aşktı benimkisi. Daha çok bir tapınmaydı, son derece yüksek ruhi değerlerle mücehhez mükemmel bir varlık karşısında secdeye kapanmaydı. Bütün hayatını yakınlarına adamış, sırf bunun için bile olsa sevgi ve ihtimam göstermesi gerekenler tarafından ihmal edilmiş; gün yüzü görmemiş mustarip bir adama karşı içten bir acımaydı benimki. Onun hayat yoldaşı olmak, yükünü paylaşıp hayatını kolaylaştırmak ve ona mutluluk vermek gibi hayallerim vardı; fakat o bunların da ötesinde benim tanrım, benim putum olmuştu. Sanırım bütün hayatımı onun ayakları önünde secdeye kapanarak geçirebilirdim. Ne var ki bütün bu yüksek duygu ve hayaller taarruza geçen katı gerçekler tarafından yerle bir edilebilirdi.”

“Ben Fyodor’u limitsiz bir şekilde sevdim, ancak bu fiziksel bir aşk ya da eşit yaştaki kişiler arasında var olabilecek bir tutku değildi.”

Fyodor Mihayloviç sıkça yazarlık yeteneğinin kesinlikle öldüğünü” söylüyordu. Sayısı çoğalan ve her şeyden aziz bildiği ailesini neyle geçindireceği endişesi ona öyle ıstırap veriyordu ki zaman zaman onu dinlerken içim kararıyordu. Kendisini çalışmasına vermekten alıkoyan endişeli ve karamsar düşüncelerden kurtulması için her zaman işe yaramış şu çareye başvurdum: Cebimizdeki az bir miktar paradan -300 taler- istifadeyle sözü bir nevi rulete getirerek ona niçin şansını bir kez daha kumarda denemediğini, bu sefer şansın kendisinden yana olacağını ve mutlaka kazanacağını, falan söyledim. Onun kazanacağını elbette bir an bile olsun düşünmedim. 100 taleri feda etmek bana çok acı verse de kumarda kendini riske ederek yaşayacağı fırtınalı heyecanların ruhuna sükun bahsedeceğini ve kumara ümit bağlamanın lüzumsuzluğuna kâni olarak yenilenmiş bir hırsla romanının başına oturarak bütün kaybını iki üç haftada çıkarabileceğini eski tecrübelerinden zaten biliyordum. Rulet hakkındaki önerim tam da Fyodor Mihayloviç’in ruhuna göreydi ve onun için hiç redde yanaşmadı. Üstüne 120 taler aldı ve kaybetmesi hâlinde kendisine dönüş parası göndermem hususunda anlaşarak bir hafta kalacağı Visbaden’e gitti. Tam tahmin ettiğim gibi rulet oyunu hüsranla sonuçlandı ve yolculuk masrafları dâhil Fyodor Mihayloviç’in yaptığı yolculuk bize hatırı sayılır bir miktara, 180 talere mâl oldu. Fakat ailesinden, benden ve çocuğundan kıstığı parayla gidip kumar oynamasına öyle kızdı ki, bir hafta boyunca yaşadığı azap dolu işkence üzerinde öyle etkili oldu ki, hayatında bir daha hiç kumar oynamamaya ahdetti.

Dostoyevski;
– Ne olur benden nefret etme ve beni sevmekten vazgeçme. Bu geceyi hayatım boyunca hatırlayacağım ve bir daha asla kumar oynamayacağım, dedi. Günlüğünde o günkü düşüncelerini de şöyle yazmıştı;

– Yaptığının çok acı ve korkunç olduğunu bildiğini ve çok utandığını anlamıştım.

“Yaşamda aşktan daha değerli bir şey yoktur. Ben her zaman, eşimin kusurlarını eleştirmeden önce hep kendimi yargıladım. Hayatımda 4 Ekim 1866’da onun evinin kapısından ilk kez girdiğimden sonra onun dehasına destek olmadığım tek bir gün olmadı. O da her zaman bana karşı nazik, cömert, merhametli, adil, ilgili, narin ve şefkatliydi.“

“Çalışma azmi yönünden Fyodor Mihayloviç gibisi az bulunur. Bana öyle geliyor ki, maişet için çalışma mecburiyeti olmadan yaşamış olsaydı bile günlerini aylak aylak geçirmeye yanaşmayacak, aksine sonu gelmez edebi faaliyetlerini durmaksızın sürdürecekti. Yıllar yılı pençesinde kıvrandığımız borçlardan nihayet 1881 yılını başında tamamen kurtulmuş, hatta Ruski Vestnik yazı işlerinde bir miktar paramız –yaklaşık beş bin ruble- bile kalmıştı. Hemen çalışmayı gerektirici mücbir bir sebeb yoktu, ancak Fyodor Mihayloviç’in gündeminde dinlenmek yoktu. Bir Yazarın Günlüğü’nü yeniden çıkarmakta kararlıydı, zira son yıllarda çalkantılarla geçen Rusya’nın politik durumuyla ilgili duyduğu endişelerini ancak kendi dergisinde bağımsızca dile getirebilirdi.”

Bir yandan bu yürekten kopup gelen sözler karşısında içim hisle dolarken diğer yandan da kapıldığı heyecanın sağlığına zarar vermesinden korkuyordum. Ona yalvararak ölümü düşünmemesini, şüpheleriyle ailesini üzmemesini söyledim, uyuyup dinlenmesini istedim. Kocam sözümü dinledi, sustu; fakat huzur dolu yüzünden ölüm fikrinin onu terk etmediği besbelliydi, öte dünyaya gitmek ona korku vermiyordu:

– Sevgili Anna, bil ki seni her zaman tutku ile sevdim. Hiçbir zaman asla, asla seni düşüncelerimde bile aldatmadım.

Dünyanın en zor hissi; kendini ait hissetmediğin bir yerde bulunma zorunluluğudur.

Biri eğer gözlerini senden kaçırıyorsa; emin ol ki o gözlerde sana ait bir şeyler vardır.

-O romanın kahramanlarını hatırlamıyorum, konusunu bile pek az hatırlıyorum dedi Dostoyevski.
-Bu nasıl mümkün olabilir? Diye şaşırarak karşılık verdim. Çok yazık! Eğer bu güzel romanın konusunu unuttuysan onu kesinlikle tekrar okumanı öneririm!

Bütün bu anlattıklarımı ilgiyle dinleyen nişanlım boş bir vaktinde ezilenleri okuyacağına söz verdi.

İnsana en çok acı veren şey, söyledikleri ile söylemek istedikleri arasındaki uçurumdur.

Kafasında, devamlı bir ‘gitmek’ fikri.

….

Ne yaparsan yap pişman öleceksin, belki yaptıklarından belki de yapmadıklarından.

Çok beğeniyordum Dostoyevski’yi, bu gerçekti; ama bununla birlikte, o öfkeli hali, o barut gibi birden patlamaları yok mu, hele bir de hastalığı; işte bunlar zihnimde bir araya geliverince korkmaya başlıyordum, bir ürküntü duyuyordum.

Sırf kalp kırmamak, kendime yakışanı yapmak için cevap veremediğim herkes kendini haklı zannetti.

Sara nöbetleri Fyodor Mihayloviç’in hafızasını çok zayıflamıştı, özellikle isim ve yüzleri hatırlayamaz olması ona az düşman kazandırmamıştı. Biri kendisine ismiyle hitap ettiğinde bin bir soru sormadan muhatabının kim olduğunu çıkaramıyordu.Onun hastalığını bilmeyen veya unutanlar bunu onun kibrine yorumlayarak alınganlık gösteriyorlar, unutkanlığını insanları hor görmeye bir maske olarak kullandığını düşünüyorlardı.

Yaşamı boyunca (İnsancıklar dışında) Dostoyevski’nin acele ve telaş içinde kaleme almadığı tek bir yapıtı bile yoktu… Romanın taslağını oluşturacak, onu tüm ayrıntılarıyla elden geçirecek zaman ona hiçbir zaman verilmedi… Kader bu mutluluğu ona hiçbir zaman tanımadı, oysa ki en büyük hayali buydu!

Hiç kimsenin, en yakın bir dostun bile bizi ıslah edecek gücü yoktur; mizacı ve yaratılışıyla, hayat telakkisiyle bizden tamamen farklı, her zaman kendisi kalabilen ve bizi ne taklide yeltenen ne de bize hoş görünmeye çalışan – öyleleri de var- , ruhunu iç dünyamıza, kaosumuza, ters yüz olmuş hayatımıza sokmayan – o zaman kendi olarak kalmayı kaybeder-, “ahmaklık” larımızın, “çılgınlık”larımızın her çeşidine karşı yıkılmaz duvarlar örebilen bir insanla tanışmak ne büyük bir bahtiyarlıktır. Dostluk uyumda değil, zıtlıktadır.

….

Bizim, gerçeği söylemek gerekirse az paramız vardı, işlerin kötüye gitmesi hâlinde para bulacağımız bir yer de yoktu.

Makaleleri okuma ve düzeltme uğraşılarından başka, yazarlarla yazışmayı da kendisi üstlenmişti. Onlardan pek çoğu çıkarılan veya değiştirilen her bir ifade için ona sert, hatta haddini aşan mektuplar yazıyorlardı. Fyodor Mihayloviç alttan almaz, en az aynı sertlikte cevaplar yazardı, fakat ertesi günü de pişmanlık duyardı. Mektupları genellikle postaya ben götürürdüm, öfkesinin ertesi güne kalmadan yatışacağını ve kapıldığı öfkeden pişmanlık duyacağını bildiğimden mektupları yazıldığı gün göndermezdim. Ertesi gün öyle sert bir mektup yazdığı için pişmanlık duyduğunu itiraf ettiğinde “rastlantı sonucu” mektubun gönderilmediği ortaya çıkardı. Bu sayede Fyodor Mihayloviç gayet sakin bir havada yeni bir cevap yazardı. Arşivimde gönderilmesi hâlinde kocamın yazıştığı yazarlarla aralarını açabilecek, ancak aslında tartışmak istemediği belki ondan fazla mektup var. Kapıldığı öfke ve kırgınlığın etkisiyle düşüncelerini ifade etmekten kendini alamaz, muhatabının bir izzet-i nefsi olduğunu hesaba katmazdı. Kocam “tesadüf eseri” gönderilmemiş mektuplar için her zaman bana teşekkür ederdi.

Belki de insan yalnızca refahtan değil, acıdan da aynı ölçüde hoşlanıyor. Hatta acının mutluluk kadar yararlı olduğu bile düşünülebilir. İnsanın yeri geldiğinde acıyı, tutkuya varan derecede sevdiği bir gerçektir. Bunu anlamak için insanlık tarihine bakmaya gerek yok, yaşamın ne olduğunu bilen bir insansanız kendi kendinize sorun yeter. Benim kişisel düşünceme göre, yalnızca refahı sevmenin biraz ayıp yanı bile vardır. İyi mi kötü mü olduğunu bilmem ama bazen bir şeyleri kırıp dökmenin bile kendine özgü bir tadı olabiliyor. Bu açıdan, ben ne yalnız başına refahı, ne de yalnız başına acıyı yeğlerim. Acı, kuşku demektir, yadsıma demektir. Bununla birlikte insan gerçek acıyı tatmak istediğinden, çevresinde bir kargaşa yaratmak, yok etmek, dağıtmak hevesinden asla kendisini uzaklaştıramaz. Bizim manevi varlığımızın biricik kaynağı acı değil mi?

Sözlerine, on dört yıllık bir evlilik hayatından sonra pek az kocanın karısına söyleyeceği şu sözleri ekledi:

Anya, şunu unutma ki seni her zaman sımsıcak bir sevgiyle sevdim, hayallerimde bile seni aldatmadım!

Bir yandan bu yürekten kopup gelen sözler karşısında içim hisle dolarken diğer yandan da kapıldığı heyecanın sağlığına zarar vermesinden korkuyordum. Ona yalvararak ölümü düşünmemesini, şüpheleriyle ailesini üzmemesini söyledim, uyuyup dinlenmesini istedim. Kocam sözümü dinledi, sustu; fakat huzur dolu yüzünden ölüm fikrinin onu terk etmediği besbelliydi, öte dünyaya gitmek ona korku vermiyordu.

“Sen ölürsen” diyordu, “o kadar çok ağlarım ki, artık kimseler avutamaz beni.” Benimle çok mutlu olduğuna inan veriyordu bana; birlikte olmamızdan daha büyük bir mutluluk yoktu kendisi için. Yoksulluktan kurtulamasak da, güzel güzel anlaşıyorduk ya. O beni seviyor, ben de çılgınca seviyordum onu.

Fyodor Mihayloviç hapishaneden gayet neşeli döndü ve mükemmel iki gün geçirdiğini söylemişti. Bir işçi olan koğuş arkadaşı gündüzleri hep uyuyormuş, bu da kocama büyük bir değer atfettiği V. Hugo’nun Sefiller romanını rahat bir şekilde yeniden okuma fırsatı vermişt.

İyi ki beni hapse atmışlar, demişti neşeyle, yoksa uzun bir zamandır yeniden okumak istediğim bu şaheser için asla vakit bulamazdım.

Kocamla ben de gerçekten mizacı ve yaradılışıyla, hayat telakkisiyle birbirinden tamamen farklı kişilerdik. Ne birbirimizi taklide yeltenmiş, ne de ruhumuzla birbirimizin iç dünyasını etkilemeye çalışmıştık, hep kendimiz olarak kalmıştık. Sevgili kocam olsun, ben olayım, Her ikimiz de ruhen özgür yaşadık. İnsan ruhunun derinliklerindeki meselelere kendi inzivasında sürekli kafa yoran Fyodor Mihayloviç, benim onun ruh ve zihin dünyasına karışmama tavrımı, sanırım çok değerli buluyordu, bu yüzden bazen bana şöyle derdi: “Beni anlamış tek kadın sensin!” -Onun için her şeyden önemlisi buydu- Benimle ilişkisi aramızda hep “yaslanabileceğini hissettiği, daha doğrusu sırtını dayayabildiği sağlam bir duvar şeklinde oldu. Onu düşmekten koruyan ve ısıtan bir duvar.”

Bana göre bütün bunlar kocamın bana ve bütün davranışlarıma karşı duyduğu sonsuz güveni de açıklıyor; zaten hiçbir davranışımda normalin sınırlarını zorlayan bir yaşayışım yoktu.

Her iki tarafın gözettiği bu güzide davranışlar, on dört yıllık evlilik hayatımızda ikimize de yeryüzünde yaşanabilecek en büyük aile saadetini yaşattı.

20 yaşımdayken kendimi Fyodor Mihayloviç’e verdim. Şimdi 70’in üzerindeyim ve hala her düşüncede, her eylemde sadece ona aitim.

Sonra, yaşamındaki üç olasılık üzerinde durduk. Neydi bunlar? Ya, çekip Doğu ülkelerinden birine gidecekti; ya, evlenecekti; ya da, bir rulet kumarcısı olacaktı.
Bunlardan birini seçmesi gerekiyorsa, evlenmesinin en iyisi olacağını söyledim.
(…)
“Peki,” dedi Dostoyevski, “söyler misiniz bana, zeki bir kadını mı, yoksa yürekli ve yiğit bir kadını mı seçmeliyim?”
Zeki bir kadınla evlenmesini önerdim.
“Hayır.” dedi. “Evlenecek olursam; beni sevmesi için yürekli, yiğit bir kadını seçeceğim.”

Ruhundaki hasletlerin zerresinin kaybolmaması için, aksine muhteşem bir güzellikte gelişip güller gibi açması için ve seni kemale ermiş, doğru yolu bulmuş, kötülüklerden korunmuş ve ruhu öldüren her tür pislikten arınmış biri olarak O’na sunup karşılığında büyük günahlarımdan arınayım diye Tanrı seni bana bahşetti.”

17Mayıs 1867 tarihli mektup

Bir insanın yaşam boyu yüreğinizde yer etmesi için bazen bir bakış bile yeter.

Komik bir olay hatırlıyorum: Domod’osola’da meyve almak ve yazın kendimi öğrenmeye verdiğim İtalyancamı tecrübe etmek için bir dükkâna gideyim dedim. Yolda Fyodor Mihayloviç’in bir mağazaya girdiğini fark edince, konuşmak için yardımıma ihtiyacı olabilir düşüncesiyle peşinden gittim. Anlaşılan bana bir hediye almak için vitrindeki bir zincirin fiyatını sormuş. Satıcı bizi “varlıklı turistler” sanmış olacak ki, Vespasian dönemine ait olduğunu iddia ettiği zincire dünyanın parası olacak üç bin frank istemişti. Elimizdeki mevcut parayla anormal bir zıtlık teşkil eden fiyat, Fyodor Mihayloviç’in gülümsemesine yol açmıştı ve bu, kaybımızdan bu yana onun neredeyse ilk gülümsemesi olmuştu.

Kendi planlarımızı yapıyorduk, ama kaderinde planlanları olduğunu unutmuştuk.

Fakat insan şunu iyice idrak ediyor ki merhametli Tanrı gönderdiği acılara göğüs gerecek dayanma gücünü de birlikte gönderiyordu.


Yanılmaya olanak yoktu. Bu hikâye hayallerinin ürünü değil, yazarın kendi ıstıraplarının hikâyesiydi.

Kocamla ben de gerçekten mizacı ve yaradılışıyla, hayat telakkisiyle birbirinden tamamen farklı kişilerdik. Ne birbirimizi taklide yeltenmiş, ne de ruhumuzla birbirimizin iç dünyasını etkilemeye çalışmıştık, hep kendimiz olarak kalmıştık. Sevgili kocam olsun, ben olayım, Her ikimiz de ruhen özgür yaşadık. İnsan ruhunun derinliklerindeki meselelere kendi inzivasında sürekli kafa yoran Fyodor Mihayloviç, benim onun ruh ve zihin dünyasına karışmama tavrımı, sanırım çok değerli buluyordu, bu yüzden bazen bana şöyle derdi: “Beni anlamış tek kadın sensin!” -Onun için her şeyden önemlisi buydu- Benimle ilişkisi aramızda hep “yaslanabileceğini hissettiği, daha doğrusu sırtını dayayabildiği sağlam bir duvar şeklinde oldu. Onu düşmekten koruyan ve ısıtan bir duvar.”

Bana göre bütün bunlar kocamın bana ve bütün davranışlarıma karşı duyduğu sonsuz güveni de açıklıyor; zaten hiçbir davranışımda normalin sınırlarını zorlayan bir yaşayışım yoktu.

Her iki tarafın gözettiği bu güzide davranışlar, on dört yıllık evlilik hayatımızda ikimize de yeryüzünde yaşanabilecek en büyük aile saadetini yaşattı.

Fyodor Mihayloviç kızına karşı görülmemiş derecede müşfik bir baba oldu, mutluluktan içi içine sığmıyordu. Onu kendisi yıkıyor, kucağında sallayıp ona ninniler söylüyordu. Kendini o kadar mutlu hissediyordu ki N. N. Strahof’a şöyle yazmıştı: “Ah, niçin evli değilsiniz, niçin çocuğunuz yok çok saygı değer Nikolay Nikolayeviç. Size yemin ederim ki, hayattaki mutluluğun dörtte üçü çocuk sahibi olmaktır, geri kalanı ise sadece dörtte biri.”

Umudumuzu öldürenleri gördüm.

Şimdi beni ne denli çok sevdiğini anlıyorum. Sevmeseydin böylesine ağlamazdın.

Dostoyevski’nin bütün anlattıklarının hüzünlü bir yanı olurdu, öyle ki bir gün dayanamadım sordum:

– Bana neden hep üzüntülerinizden, sıkıntılarınızdan söz ediyorsunuz? Mutlu olduğunuz zamanları da anlatsanıza!..

– Mutluluk ha!.. Hiç görmedim!.. Ama hiç değilse sürekli mutluluğu düşünürüm… Beklerim onu…

Böylesi bir itiraf işitmek bana büyük acı vermişti, bu kadar ileri yaşta, bu kadar iyi, bu kadar yetenekli bir insanın arzu ettiği mutluluğu bulamamış, hâlâ arıyor olması dehşet vericiydi.

Onu kim sevecek, kim onun yükünü ve acılarını paylaşacaktı?

Sözleri vefasız bir karakter hakkında olan Arya’ya benim adımı uyarladığı için Dostoyevski’ye darılmış gibi yaptım. Ona ayran gönüllü olmadığımı, eğer onu bir kere sevmişsem bunun bir ömür süreceğini belirttim.

– Bunu göreceğiz sevgili Anna, dedi gülerek…

30 Ocak’taki ayin sırasında gelen müsteşar N.S.Abaza Maliye Bakanından bir mektup getirdi. Mektupta ” Rus edebiyatına yaptığı hizmetlerden dolayı” Dostoyevski’nin eşi ve çocuklarının Çar tarafından yıllık iki bin ruble maaşa bağlandığı bildiriliyordu. Getirdiği bu müjdeli haberden dolayı Abaza’ya içtenlikle teşekkür ettikten hemen sonra ailesinin artık güvencede olduğu güzel haberini kocama vermek üzere naaşının bulunduğu çalışma odasına koştum, onun artık hayatta olmadığını anlayınca acıyla ağladım.( Diyeceğim, sebebini izah edemediğim bu unutkanlık en az iki ay sürdü: Bazen yemeğini hazırlamak için alelacele evin yolunu tutar, bazen ona şekerlemeler alırdım. Bazen de kulağıma çalınan bir haberi, bunu hemen kocama bildirmeliyim diye içimden geçirirdim. Elbette hemen devamında onun artık ölmüş olduğunu hatırlar, tarif edilmez bir acı çekerdim.)

Anna Grigoryevna Dostoevskaya


(A. G. Dostoevskaya, Tarih Müzesi’nde düzenlediği F. M. Dostoyevski Bölümü’nde. Son ziyaret. Moskova. 2 Aralık 1916)

Sırrı Süreyya Önder: Türkiye’nin en büyük terör örgütü imar şebekeleridir.

Haftayı değerlendirelim ve bence en önemlisi eğer bir faydası olacaksa bundan sonra ne yapabiliriz ya da neyi yapmayabiliriz neyden kendimizi sakınabiliriz, böyle bir şey sanki faydalı olur, ama Adıyaman’ı sordunuz söyleyeyim: Orada da söyledim Adıyaman’ın ilk iki gün fişi çekildi. Bu sadece Adıyaman’la sınırlı da değil, aslında bölgeye hani biz orayı gördüğümüz için dil ağrıyan dişe değer birçok yerde ilk iki gün halk kendi kendisiyle ve kıt imkanlarıyla baş başa kaldı ya da baş başa bırakıldı. Adıyaman’ın bütün girişleri enkazdan dolayı geçit vermiyordu.

Rakamların hiçbir kıymeti yok. İstatistikler manasız, her bir can çok kıymetli. Ateş hem düştüğü yeri hem dört bir bucağı yakar bir vaziyette. Son olarak bir şey söyleyeyim ölüm bir anlamda kurtuluş. Kaybı olana sormak lazım, bunu söylemekte kolay değil. Ama öyle zillet başlıyor ki ölümü aratacak bir yokluk geleceksizlik perişanlık minnete düşme muhtaç hale gelme kendi habitatında varsıllığıyla yoksulluğuyla yaşayan bütün bölge için söylüyorum birçok insan bir gece içinde geleceksizleşti, yakınlarını kaybetti, eşini, oğlunu, kızını, babasını, tezgahını, umudunu, organlarını, uzuvlarını bunları kaybetti. Bu ölümden daha beter bir şey çünkü ölüm geliyor yakıyor kavuruyor.

Hafızayı beşer misyan ile malul, iyi ki de öyle. Bir müddet sonra bu acı tükenmezse de eski yakıcılığında kalmıyor ama yokluk, yoksulluk, perişanlık bunlar insana her gün kendini dayatan, hatırlatan olgular. Sanki onun için biraz buralarına daha fazla odaklanmak gerektiğini düşünüyorum… ama eğer geleceğe dair bir cümle kurmaya başlayacaksak orada hiç ayırt etmeden bütün insanların bütün sivil toplumun ayakta olan, ayakta kalabilen herkesin olağanüstü bir fedakarlık, gayret ve emekle koşturduğunu gördük. Bu geleceğe
başlamak için bence ayağımızı basacağımız en sağlıklı zemin. Göz göze, yan yana, omuz omuza, elele ve ayırt etmeden söylüyorum, o baştaki keşmekeş deprem lojistiği çok farklı bir konu. Yani birinci saat ihtiyaç olan ikinci saat fazlalık durumuna gelebiliyor, üçüncü saatte elzem olanın bir gün sonra hiçbir kıymeti kalmayabiliyor hatta yük olabiliyor. Bunlar devlet anarşistlerin bir sloganı vardı bu, “olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” dizesinden o bir nefes sıhhat gibi
atıyorlardı “olmaya devlet cihanda”. Eğer devlet olacaksa o da tek böyle şeyler için lazımdı o da yoktu. Yani bir Fatiha vereceksek bu canlarla birlikte devletin de ruhuna bir Fatiha vermek icab eder.

‘İŞ MAKİNELERİ, EKİPLER İLK İKİ-ÜÇ GÜN YOKTU’

Önder, araçların Diyarbakır’ın Silvan ilçesi üzerinden Adıyaman’a gidebildiğini söyledi.

Enkaz altında kalarak vefat eden Adıyaman Milletvekili Yakup Taş’ın eviyle kendi evlerinin yakın olduğunu söyleyen Önder, “Yakup bey nasıl oldu da 4 gün boyunca enkazdan çıkarılamadı” sorusuna yanıt verdi.

Önder, “Kimse yok ve ulaşım mümkün değil. Ben ikinci ya da üçüncü gün oradaydım. İnsan çok ama bunu kaldırmaya vinç lazım. İş makineleri, ekipler ilk iki-üç gün yoktu. Bunlar olmayınca insanlar ağlayarak, bağırarak enkazın altında sesini duyduğuna moral vermeye çalışarak çırpınıyordu” diye konuştu.

‘BARINMA TEMEL BİR İNSAN HAKKIDIR’

İstanbul ve büyükşehirlerdeki deprem hazırlıkları ve nasıl tartışmalarıyla ilgili olarak “imar şebekeleri”nin etkisine dikkat çeken Önder, şunları anlattı:

“Türkiye’nin en büyük terör örgütü imar şebekleridir. Bu tanım da bana ait değil, Nişanyan’a aittir. İmar şebekleri kadar örgütlü, sinsi, hayatın her alanına sirayet eden ve yıkıcı olan başka hiçbir şey yoktur. Bu geniş bir zincir sadece imar komisyonları değil. Bir küçük parçası olarak o komisyonda yer alabilmek için insanların birbirini vurduğu olaylar biliyoruz. Kim buralardan zenginleşmiş, servetine servet katmış bir bakmak lazım.

Esas sorun büyükşehirlere başlayan göçte, dikkat edin devlet burada düzenleyici olmayı hiçbir zaman tercih etmemiştir, bütün kurumlarıyla. Ne yapmıştır, yasaklayıcı olmuştur. Yasaklayıcı olunca, hayat engel tanımız, barınma temel bir insan hakkıdır, o insanlar gitmişler gecekondu yapmışlar, hemen onun ekonomisi, rantiyesi oluşmuş.

‘EN ÇABUK UZLAŞILAN YERLER İMAR KOMİSYONLARIDIR’

Bu siyasetin finansmanına kadar uzanan bir şeydir.
50 bin can kaybından bahsediyoruz. Trilyon dolar bir maliyete mal olduğunu söylüyorlar. Bir gecede yaklaşık 40 yıldır devam eden bir çatışmalı süreçten daha fazla insanımızı toprağa verdik. 85 milyar dolarla ayağa kalkacağı öngörülüyor. Sorun para meselesi değildir. Bugün Maslak, Şişli’nin ötesine geçince bir bilim kurgu filmi gibi gökdelenler fezada. Ve bunların bir tanesi temiz yapılmamış. Bir bakıyorsun şu kadar kat varken iki kat daha plan tadilatı, meclis onayı, yeni nazım planı şu bu… İki kat daha verdiğin zaman diğer bütün İstanbullunun hakkından, rüzgarından, oksijeninden çalıp, trafikte zamanından çalıp bir kişiye, bir imzayla tahsis edebiliyorsun. İşte buna imar şebekesi denir. Hiçbir parti de bundan vareste değildir. Açık açık konuşalım. En çabuk uzlaşılan yerler imar komisyonlarıdır. Hiç orada hır gür olmaz.”

‘İKİNCİ KONUTLARA AĞIR VERGİLENDİRME GETİRMELİSİN’

Önder, kentlerde tüm kesimlerin temsil edildiği konseyler kurulmasını ve şehrin planlamasına halkın karar vermesi gerektiğini beliEski HDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, Halk TV’de depreme ilişkin konuşmasında, “Türkiye’nin en büyük terör örgütü imar şebekleridir. İnşaat Türkiye’de yağma ve talan kaynağıdır. Hiçbir parti de bundan vareste değildir. En çabuk uzlaşılan yerler imar komisyonlarıdır. Kim buralardan zenginleşmiş, servetine servet katmış bir bakmak lazım” dedi.
Eski HDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder, Halk TV’de yayınlanan “Perdenin Önü Arkası” programına katıldı. Depreme ilişkin değerlendirme yapan Önder, “Türkiye’nin en büyük terör örgütü imar şebekleridir. İmar şebekleri kadar örgütlü, sinsi, hayatın her alanına sirayet eden ve yıkıcı olan başka hiçbir şey yoktur. Kim buralardan zenginleşmiş, servetine servet katmış bir bakmak lazım. Hiçbir parti de bundan vareste değildir. En çabuk uzlaşılan yerler imar komisyonlarıdır. Hiç orada hır gür olmaz. Açık açık konuşalım” diye konuştu.

“Türkiye’nin en büyük terör örgütü imar şebekleridir”
İstanbul ve büyükşehirlerdeki deprem hazırlıklarına ilişkin “imar şebekeleri”nin etkisine dikkat çeken Önder, şöyle konuştu:

“Türkiye’nin en büyük terör örgütü imar şebekleridir. Bu tanım da bana ait değil, Nişanyan’a aittir. İmar şebekleri kadar örgütlü, sinsi, hayatın her alanına sirayet eden ve yıkıcı olan başka hiçbir şey yoktur. Bu geniş bir zincir sadece imar komisyonları değil. Bir küçük parçası olarak o komisyonda yer alabilmek için insanların birbirini vurduğu olaylar biliyoruz. Kim buralardan zenginleşmiş, servetine servet katmış bir bakmak lazım.

Esas sorun büyükşehirlere başlayan göçte, dikkat edin devlet burada düzenleyici olmayı hiçbir zaman tercih etmemiştir, bütün kurumlarıyla. Ne yapmıştır, yasaklayıcı olmuştur. Yasaklayıcı olunca, hayat engel tanımız, barınma temel bir insan hakkıdır, o insanlar gitmişler gecekondu yapmışlar, hemen onun ekonomisi, rantiyesi oluşmuş. Bu siyasetin finansmanına kadar uzanan bir şeydir.

“İnşaat Türkiye’de yağma ve talan kaynağıdır”
50 bin can kaybından bahsediyoruz. Trilyon dolar bir maliyete mal olduğunu söylüyorlar. Bir gecede yaklaşık 40 yıldır devam eden bir çatışmalı süreçten daha fazla insanımızı toprağa verdik. 85 milyar dolarla ayağa kalkacağı öngörülüyor. Sorun para meselesi değildir.

Bugün Maslak, Şişli’nin ötesine geçince bir bilim kurgu filmi gibi gökdelenler fezada. Ve bunların bir tanesi temiz yapılmamış. Bir bakıyorsun şu kadar kat varken iki kat daha plan tadilatı, meclis onayı, yeni nazım planı şu bu… İki kat daha verdiğin zaman diğer bütün İstanbullunun hakkından, rüzgarından, oksijeninden çalıp, trafikte zamanından çalıp bir kişiye, bir imzayla tahsis edebiliyorsun. İşte buna imar şebekesi denir. Hiçbir parti de bundan vareste değildir. Açık açık konuşalım. En çabuk uzlaşılan yerler imar komisyonlarıdır. Hiç orada hır gür olmaz. İnşaat Türkiye’de yağma ve talan kaynağıdır.

“Kentli, kent hakkını kullanmak konusunda sonsuz söz sahibi olmalı”
Önder, kentlerde tüm kesimlerin temsil edildiği konseyler kurulmasını ve şehrin planlamasına halkın karar vermesi gerektiğini belirtti:

“Kent konseyi ya da yörenin kendisi hakkında karar vermesi gerektiğini söylediğin zaman, hadi adını da söyleyeyim, özerkliktir bunun adı. Bunu dediğimiz için yıllarca hapis cezalarıyla yargılanıyoruz. “Ya bölünürsek” paranoyası, bak ya ölürsek? Niye Adıyamanlı devlet hastanesinin nereye yapılacağına kendisi karar vermemiş… Belediye binası var bitişik nizam neredeyse Komagene Kültür Merkezi. Birini belediyenin kendisi yaptırmış diğeri AB kriterleriyle yapılmış. Birinin camı kırılmadı belediye binasının yerinde yerler esiyor. Kentli kent hakkını kullanmak konusunda sonsuz söz sahibi olmalı. Enkazın altında kendisi kalıyor ama kararı merkezi bir organ veriyor.

Suyunu, toprağını, taşını suyunu sen tanıyorsun, kendi geleceğine de sen karar ver. Rant isteniyorsa da hep beraber karşı çıkın.”

Fiyatlardaki yükselişler birlikte konutların “yatırım aracı” olarak görülmeye başladığını ifade eden Önder, TİP Genel Başkanı Erkan Baş’ı açıklamasını hatırlatarak, şunları kaydetti:

“Sosyalist arkadaşlarımız ‘herkes oturduğu konutun sahibi olacak’ deyince en çok bir-iki konutu olanlar zıpladı. O yüzlerce konutu olanlar hiç oralı bile değil. Onun için ikinci konutlara ağır vergilendirme getirmelisin. Daha ileri bir şey söyleyeyim: Miras bırakamamalısın.

MUHALEFETE SESLENDİ

Bir sürü hırsız arsız kazancını inşaatta aklayan kendi bu dünyadan cehennem olup gidiyor, geride kalan serveti kalanına helal ve meşru oluyor. Eğer devlet devlet diyorsanız, toprağın kendisi devletin olsun. Üst kullanım hakkını al. Bak bakayım, barınma hakkı bir sorun olarak kalıyor mu? Peki bunu yapmak güç mü? Bütün muhalefet sesleniyorum, kendimizi de katarak.”

“Halk, ‘Çocuklarına birer daireden fazla miras bırakamazsın, bırakırsan o binanın 4 katı kadar vergi koyarım, oradan aldığım vergiyi de barınma hakkı için kullanırım’ diyecek bir iradeyi arıyor.

‘İSTANBUL’U KONUŞACAKSAK BİR İRADE LAZIM, MUHALİF BİR AKIL LAZIM’

Rantiye ise dünyanın en adaletsiz işi. Belediyede biri imza atacak, sen iki kat fazla çıkacaksın ya da 10 metrekare fazla yapacak, milyonlarca dolar kazanacaksın, çocuğun da üretmeden dar ceket ve tayt pantolonla hava atacak. Böyle bir zengin türü zuhur etti. Onun için İstanbul’u konuşacaksak bir irade lazım, muhalif bir akıl lazım. Bunu konuşmalıyız. Halkı doğrudan karar süreçlerine katmalıyız.”

‘BİZ ONUN İÇİNE MÜDAHİL OLACAK DEĞİLİZ’

Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayıyla ilgili tartışmalar ve İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in “Kazanacak adayla seçime gideceğiz” açıklaması ise Önder, “Saygı duymam gerekir. Biz onun içine müdahil olacak değiliz. Kendi ittifakımız var ve böyle sorunların hiçbirini yaşamıyoruz” dedi.

‘KAZANACAK ADAY DEDİNİZ Mİ SEÇMENİN EŞİĞİNE GİDECEK YÜZ OLMAZ’

Önder, “O kendi iç tartışmaları, çirkin olur özensiz olur ama olgusal düzeyde bir laf edebilirim” diyerek, sözlerini şöyle ifade etti:

“Kazanacak aday bir siyasi liderin edeceği en son laf olmalı. İddianız şu olmalı: ‘Biz şu adayda mutabık kalırız bu ilkeler ışığında ve onu kazandırırız’. Kazanacak aday dediniz mi seçmenin eşiğine gidecek yüz olmaz. Üniversiteyi bitiremedim ama Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde 2 yıl okudum. Siyaseten en son sarf edilecek laftır. Bu yönüyle sıkıntılı bir laf. Sayın Akşener deneyimli bir siyasetçi, niye buradan gidiyor, anlamış değilim.

‘KAZANACAK ADAYSA SANA NE İHTİYACI VAR, ZATEN KENDİ KENDİNE KAZANIR’

İkincisi, birçok insanın haya edip dile getirmediği, Sayın Kılıçdaroğlu’nun kimliği üzerinden bir ayrıştırmacı ya da onu dezavantajlı gösterme şeyi var. Önüne genellikle şöyle bir takiye eşliğinde servis ediliyor. Bunu gazeteciler de yapıyor, kanaat önderleri de yapıyor, siyasi parti liderleri de… “Kemal Bey çok iyi bir adam ama…”, “Şunu şunu başardı ama…” falan. Bu da faşizmi ve ayrımcılığı her gün yeniden üretiyor. Siyasi iddia odur ki, biz şu aday, Kemal Bey ya da bir başkası, etrafında kenetleneceğiz, şu ilkeler ışığında ve onu köşke taşıyacağız. Kazanacak adaysa sana ne ihtiyacı var, zaten kendi kendine kazanır. Kazanacak aday Recep Tayyip Erdoğan, o zaman git ona çalış, öyle gözüküyor. Bu siyaseten yanlış bir laf. Sayın Akşener’e saygısızlık etmek istemem ama Millet İttifakı’nın iç işleri de benim işim değil ama siyaseten sorunlu bir yaklaşımdır. Gerçekten sakil duruyor.”

Sırrı Süreyya Önder

Sürek Gazeli

1.
Tek kullanımlık eşya gibi durursun
mendil, bardak, çatal bıçak; şusun, busun

Bir kere kalbini takın kalbini ki
yiğitçe, biraz da delikanlı dursun

Yalan yanlış yalan dolan falan filan
hep gönlünde olmayanı konuşursun

O ki senin yurdun yuvandır şol hane
en küçük bir lekede sen orda yoksun

/
Ne söylemeliyim şimdi
ki
sızlayan yaralarımın acısı dinsin
kayıp gitsin avuçlarımdan
enkaz

o vazo
o kıpkızıl gül

paramparça
zeminde
yitip gitsin
toz

/

Binlerce soru işareti var bayım
bırak soracak olan herşeyi sorsun

Bir değirmi yüzlü çocuk ölü anasının
parmağı ağzında, süt emsin de dursun

Bir yerlerim dökülür her sarsıntıda!
Ah! Elim, ayağım, canım, kalbim yoksun

Dağını, ovanı aç göz yaylımında
Depremden sonra yeniden kurulursun

2.
Yer sarsıldıkça sarsılsın ki süresiz
“Buna ne oluyor?” desin insan, çaresiz

Cumali Ünaldı Hasannebioğlu

Dünya Selameti

daima yıkım getirir çekememezlik..
başkalarının yeteneği veya güzelliği
karşısında mevkii ya da zenginlik de
dahildir buna uyanır yüreğin derinliklerinde
kıskançlığa götürecek bir kürek

böyle başlar bir mahvin hikâyesi, derdi
gözlerin saf olması gerekir duygunun
özenle bastırılması onura
duyulan ölçüsüz arzu da

kirli olana dokunmamak gerekir
kötü olana bakmamak.. ve dinlememek
davranışlar saf kalmalı, derdi
tanrısal yaşam saflığa dayalı
gözler içerden perdeli
düşünceler de öyle..

iyilik yapmak yeterli değildir
özenli ve akıllıca davranılmalı, derdi
hakaretlerin unutulması gerekir
haksızlıkların affedilmesi
bir aşırılık biçimidir ölçüsüz arzu

alttakileri ezmemek utanç duygusuyla ıralıdır
yalancı şahitlik yapmamak ve sarhoş olmamak
istikbali görünüşe gelir azimli olanın
geçmiş, geleceği kalmamış insanların âlemi

kötü yürek geçimsizlik ve nifak yaratır, derdi
emin olduğunda cezasız kalacağından
korkmaksızın kötülük yapabilir insan
özellikle edebi olarak hor gördüklerine
pişmanlık duygusu bile ceza korkusundan

bedensel bir ceza yok yalana karşı
böyle yara alır kesinlik ihtimale karşı
yüzünüze gülüp etinizi burarlar
ekmeğinizi yer, kabını size yıkatırlar

göz ardı edilmemesi gerekir gizlice yapılan kötülüğün de
kesilen ağaç sanırsınız ki kârlı kereste
kader, âşık olacağınız kişiyle karşılaşmak demektir
hastalık, bütün istemelerinden vazgeçirir insanı

humete.. huvehte.. huvereste..

Yücel Kayıran

DEPREMDE GÖRDÜKLERİM

1- Kiracısını beş bin, on bin gibi rakamları veremediği için çıkaran ev sahibiyle kiracısını aynı çorba kuyruğunda gördüm.

2- Erzak dağıtırken “bu bana yeter, biraz benden sonrakilere ver diyen köylüler gördüm.

3- Dağıtım sırasında bizi zorla evine götürüp yemek yediren, evde yiyecek namına ne varsa sofraya getiren depremzede gördüm.

4- Allah’tan şer gelmez, Allah’tan ne gelirse hayırdır. Bu depremde de hayır var diyen depremzede gördüm.

5- Arabasının çalıştırıp uyuyunca arabasının ekzozundan zehirlenip ölmek üzere iken komşusu tarafından fark edilip zehirlenmiş halde uyandırılan aile gördüm.

6- AVM’si yıkılmış, arabaları enkazın altında kalmış, bizden bulgur alacak kadar sıfırı tüketmiş iş adamları gördüm.

7- 20 saat uğraşıp kolu kesilmesin diye sütunu/kolonu kesip kurtardığımız 24 yaşındaki kızımızın üç saat sonra öldüğünü gördüm.

8- Annenin önce beni kurtarın, kızının önce beni kurtarın diye yalvardığı mahşer alanını gördüm.

9- Nesi var nesi yoksa bırakıp Şehri terk etmek isteyen genç jenerasyonla, buraları bırakmayın, şehrinize sahip çıkın, terk etmeyin diye yalvaran yaşlıları gördüm.

10- Kilometreyi daha önce bir kere sıfırlamış Suriyelileri, bu ikinci kilometre sıfırlama olayında daha rahat, şerbetli, daha kabullenici, daha mütevekkil görürken, Anadolu insanının kafasını daha karışık gördüm.

11- Depremden kocasının ölmüş cesedi çıkınca “Depreeem Allah senin belanı versin” diyerek kendini paralayan kadınlar gördüm.

12- Hiç kızı olmayıp dört oğlu da enkaz altında kalan, ama hiç birisine ulaşmadığımızda babanın gözümüzün içine bakıp ağlayarak “en azından bir oğlumu kurtarın” diye yalvardığını ama bizim de aciz olduğumuz anları gördüm.

13- Alt, üst, yan komşusunun kim olduğunu bilmeyen komşular gördüm.

14- Termal kameranın arama kurtarma ekiplerinin işlerini ne kadar hızlandırdığını, eğer yoksa iğne ile kuyu kazmaktan beter olduğunu gördüm.

15- Bir insanın hayatının senin ellerinde olduğunu, sen yardım etmezsen öleceğinden emin olduğun yüzlerce yalvarma arasından hangisini seçeceğini, hangisini çabuk kurtarırsam diğerine çabuk varırım kararsızlığı yaşadığımı gördüm.

16- Her insanın hiç bir şey yapmasa bile bir deprem bölgesini ömür boyu ibret olabilmesi adına ziyaret etmesinin zaruri olduğunu gördüm.

17- İnşaatını iyi mühendislere yaptıranla kötü mühendise yaptıranların elde ettikleri kârı hayatlarıyla ödediklerini gördüm.

18- Dışı cancanlı olan binaların yıkılınca ne kadar da malzemeden çaldıklarını, elimizde ufalanan duvar parçalarının aslında elimizden dökülen birer insan karakteri olduğunu gördüm.

19- Talan edilmemiş tek bir zincir market şubesi, bir bakkal, bir çerezci, sanayide yedek parçacı, bir AVM’nin olmadığını görünce ahirete tehir edilen hesaplarımızın çok daha büyük olduğunu gördüm.

20- Hz Adem dünyaya nasıl sıfırdan başladıysa yöre insanının da sıfırdan başlamaktan başka çaresinin olmadığını, halka verilecek telkinlerin bu yönde olması gerektiğini gördüm.

21- Bir hafta boyunca para harcayacak bir şeyin olmadığını, cüzdanımı çıkarmadığımı, satın alınacak bir şeyin olmadığını gördüm.

22- İlk defa bir hafta boyunca ezan okunmayan bir İslam şehrinin olduğunu gördüm.

23- Habib-i Neccar camisinin yıkılmasıyla en eski tarihi bir eserimizin daha yok olduğunu gördüm.

24- İnsanoğlunun yatay mimariye geçmesinin, en fazla üç kat olması gerektiğinin gerekirse dinî bir fetvayla farz haline dönüşmesinin zorunlu olduğunu gördüm.

25- Olası bir İstanbul depreminde arama kurtarma ekiplerinin hayatî önem taşıdığını, her Türk vatandaşının hilti, matkap, spiral çeşitlerini kullanacak, enkazda koridor açacak kadar deprem bilgisine sahip olması gerektiğini, evlatları içeriden bağrışırken ne yapacağını bilmeyen abiler ve babaların olduğunu gördüm.

26- Bu topraklarda yaşamayı göze alanların depremi de göze almaları gerektiğini; Allah’ın yerleşimcilerin dinine göre yer altı tabaklarının rotasını değiştirmeyeceğini, tedbirimizi Allah’ın değil bizim almamız gerektiğini gördüm.

27- Bölgeye gelen yabancı arama kurtarmacıların risk alma noktasında çıtkırıldım olup, enkazda %1 risk bile varsa enkazın altına girmediklerini ama termal kamera ve köpekleriyle kısmen bu açıklarını kapattıkları gördüm.

Alpaslan Arslan

Baştan anlaşalım; acımız ve kederimiz giderek yoğunlaşıyor. Haliyle sözün de kılıca dönmesi muhtemel.

Baştan anlaşalım; acımız ve kederimiz giderek yoğunlaşıyor. Haliyle sözün de kılıca dönmesi muhtemel. Bir şeyden rahatsızım, onu paylaşmak istiyorum.

İki gündür aman çocukları televizyondan uzak tutalım, sakin çocuklara bir şey demeyelim, çocuklar bu olanlara dair bir şey bilmesinler diyenleri görüyorum. Size saygı duyuyorum. Siz makamlı, unvanlı, okullu, ilim sahibi, güçlü insanlarsınız. Biz bilmeyiz. Devam ediyorum. Yine iki gündür, çocuklar tatilin -ne tatili, zorunlu ara değil mi?-tadını çıkarsın, onlar hayata hep güzel tarafından baksin, nefes alsınlar, gülsünler, eğlensinler diyenler de var. Size de saygı duyuyorum. Ama iki tarafı da kabul etmiyorum, etmeyeceğim.

Ey güzel kardeşim, hocam, profesörüm, üstadım. Siz tam olarak nerede yaşıyorsunuz? Finlandiya’nın bir nahiyesinde mi? Avustralya’nın bir köyünde mi? Bizim toprakların çocukları, ölümü çok iyi bilir ve en erken yaşlarda öğrenir. Bir gün eşikte ters çevrilmiş ayakkabıdan anlar, başka bir gün anasının çığlığından anlar, öbür gün evine yanaşan siyah bir arabadan anlar, başka bir gün köyden gelen mektuptan anlar, karşı komşunun astığı bayraktan anlar. Ve çocuk yaşta gasilhaneye de girer, kabre de girer. Yetmez bir de mevlid okur. Burası böyledir.

Bu topraklar acıyla mayalanmıştır güzel kardeşim, sevgili büyüğüm. Savaşla, yıkımla, yoklukla, yoksullukla kanılmıştır buralar. Hani bugün televizyona bakıp “Ya ne büyük milletiz, nasıl da yardımlaşıyoruz, birlik oluyoruz’ diyorsun ya, onun kaynağı acı. Acı bizi böyle etti. Acı bizi büyüttü. Ve maalesef acı bizi yılgın, yorgun yaptı. Bunca gerçeği ben elbette çocuğuma anlatacağım. Bugün gözlerimin içine bakıp hadi baba, kar topu oynamaya çıkalım diyen oğluma elbette biraz hava alalım, eğlenilecek zaman değil, insanlar çok zor durumda diyeceğim. Depremi, yıkımı, zorluğu anlatacağım. Yüzümdeki mutsuzluğu görecek, ben ne yapabilirim diyecek, haline şükredecek.

Şu fotoğraftaki baba, vefat eden kızının elini bırakamıyor hani, hepimiz onun elinin üstüne elimizi koyduk. Böyle gördük çünkü çocukken de.

Bizim artık travma yenecek, acı unutacak hâlimiz kalmadı. Biz böyle devam edeceğiz. Travmanın da acının da ta kendisi olarak. Mayamız bu bizim. Vesselam.

Utancın bin bir türlüsünü yaşıyoruz. Evde ekmek biraz kuruyunca “tazesini alalım” dedik. Çocuklara bisküvi beğendiremedik. Eşyalara, teknolojik ürünlere neler ödedik. Kıyafet desen biri geldi, biri gitti. Aman en iyisi olsun, beğenen fiyatını da sorsun. Şimdi hepimiz utanç içindeyiz.

Çocuklarımıza en iyi planları yaptık, neredeyse kaderlerini inşa etmeye kalktık. Şunu giysin, bunu yesin, orada okusun, burada yüzsün. Her şeyin en iyisini hak ettiğini düşünen, şımarık, kimseyi beğenmez, muhabbet ve merhamet nedir bilmez bir nesil çıkarttık ortaya. Ellerimizle inşa ettik. Şimdi hepimiz utanç içindeyiz.

Günlerdir pek çoğumuz içtiğimiz kahveden, yediğimiz yemekten, tıkındığımız abur cuburdan, sıcak duştan, rahat yataktan utanır olduk. Utanç galip geldi. Utanç şimdi bize bir şey hatırlatıyor. Gelip geçicisin, çık kibrinden, benliğe lanet de, vicdanını kuşan, merhametini göğsüne kat diyor. Bir defa daha değil, milyon milyar kez o eski zaman büyüklerinin öğüdü çınlıyor içimizde şimdi: Sana dünyada ne aldın, bize ne getirdin, ne yedin içtin, nereleri gördün diye sormayacaklar. Kimin göz yaşını sildin, kime iki çift sözle bile olsa ferahlık sundun, kimin omzuna elini koyup ayağa kaldırdın, bir insan kardeşine kendinden, bütünüyle kendinden olan ne verdin? Her şeye cevap verebiliyoruz değil mi, hazır cevap olmakla övünüyoruz, zekamız büyük, benliğimiz kabarık. Takır takır konuşuyoruz. O adaletinden şüphe olunmayacak terazinin meydana serileceği gün de takır takır konuşmak nasip olsun o zaman.

Velhasıl, afetin ilk dakikalarından itibaren, emir komuta dinlemeden, insan oluşunu bir vazifeye çevirip, alkış tebrik beklemeden, her kim bir başkasını çekip çıkarmak için ufacık taşları dahi yerinden kıpırdattıysa Hakk ondan razı olsun. Her kim bir başkasını o buz gibi soğukta ısıttıysa dünya sıkıntısı hissetmesin. Her kim o kapkaranlık geceye ışık tuttuysa ömrü de ahiri de nur olsun.

Şurayı da geçmek içimden gelmiyor: Şimdilik yumruğumuzun içine közü kattık, bir yere sallayıp vurmuyoruz. Vakti geldiğinde konuşacak çok şey var. Zamanı değil deyip susuyoruz. Ama hatırlatıyoruz: “Susulunca tutulan çetele simsiyahtır/o siyah öcalmakcasına gür ve bereketlidir.”

Yağız Gönüler

İnsan ne olmak ister?Hiç kepçe olmak ister mi?Şu an olsam keşke.Tek tek enkazların üzerini açsam

“Hadi uyu “ demek kolay.
Yanıbaşımda yardım edemediğim göz göre göre ölümü bekleyen çocuklar var anneler babalar var.
Olmuyor işte uyuyamıyorsun.

İnsan ne olmak ister?
Hiç kepçe olmak ister mi?
Şu an olsam keşke.
Tek tek enkazların üzerini açsam.

Haluk Levent

KUŞLARIN ÖLÜMÜ

La mort des oiseaux

Akşam ocak başında, ormanda bir kuşun
Bir yerlerde öldüğünü düşündüm uzun uzun.
Can sıkıcı, hüzün dolu kış günleri boyunca,
O bomboş, o sahipsiz yuvalar, rüzgârda,
Külrengi gökte savrulup duruyor şimdi.
Kuşlar şu kış günü ne diye ölüyor sanki !
Bereket versin ki menekşeler açtığında,
Güle oynaya koşacağımız nisan çayırlarında
Rastlamayacağız artık o narin iskeletlerine
Kuşlar ölmek için bir yere mi gizleniyor ne?

François Coppee
Çeviren: Yakup Yaşa