Yaş Değiştirme Törenine Yetişen Öyle Bir Şiir

Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç
Yağmurlar altında gördüm, kadeh tutarken gördüm de
Bir kıyıya bakarken, bakarkenki ağlayan yüzünle
…Ve yarışırsa ancak Monet’nin
Kadınlarına yaraşan giysilerinle
Gördüm de
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

Öyle kısaydı ki adımların, diyelim bir yaz tatilinde
Bir otel kapısının önünde, tahta bir köprünün üstünde
Bir demet çiçekle paslanmış bir kedi arasında
Öyle kısaydı ki adımların
Şöyle bir bardak yıkayışının vaktiyle
Ölçülür ve denk düşerdi ancak
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

Yok bir yanıtın “nereye” diyenlere
Bir buz titreşimi gibi sallantılı ve şaşkın
Ve çabuk bir merhaban vardır bir yerden gelenlere
O bir yerler ki, diyelim çok uzak olsun
Sen gelmiş gibisindir oralardan, otobüslerden
Yollardan, deniz üstlerinden topladığın gülüşlerle
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

Seni görünce dünyayı dolaşıyor insan sanki
Hani Etiler’den Hisar’a insek bile
Bir küçük yaşındasın, boyanmış taranmışsın
Çok yaşında her zamanki çocuksun gene
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

Mart ayında patlıcan, ağustosta karnıbahar
Mutfağın mutfak olalı böyle
Bir adın vardı senin, Tomris Uyar’dı
Adını yenile bu yıl, ama bak Tomris Uyar olsun gene
Ben bu kış öyle üşüdüm ki sorma
Oysa güneş pek batmadı senin evinde
Söyle
Ben seni uzun bir yolda yürürken gördüm müydü hiç.

Edip Cansever

Buz Gibi

Aşk iyidir bak
Duyumunu artırır insanın
Hele don gömlek sabahları
Tıraş olacağını duyarsın
Yeni gömleğini giyeceğin gelir
Bir yeni biçim eklersin insan olacağa
Masaya, merdivene, aynalı dolaba
Derken ardından şıpın işi bir kahvaltı
Amanın dersin bu ne delice gidiş?
Paldır küldür açar mıydı fıstık ağacı?
İspinoz düşünür müydü?
Deli olan kaşınır mıydı?
Kolların upuzun Walt Whitman’ı okumaktan
Ağzın desen bir karış açık
Sokaklar yok mu, o sokaklar
Önce bir yeşile işkilli
Evlerde büyümeler, alıp başını gitmeler olacak
Kızıp duracaksın üstüne başına konan toza
Televizyondaki işe
Usanmak, hızını eksiltmek dendi mi
Cin ifrit kesileceksin birden.

Hey gidi duyumuna yandığımın dünyası
Alıp vereceğin olacak ille
Aşk maşk buz gibi yaşayacaksın

Edip Cansever

Kalbindir

her şey benim kalbimdir
söküp aldığım kardan
kardan söküp aldığım
çocuksuz bir anne gülüşüyle
her şey benim kalbimdir
çünkü pek yaraşmaz bu dünyaya

doğru mu değil mi bilmiyorum
kentler büyüyüp gidiyor ya aldırma
başka bir yaşama tutturmalı diyorum
köprü korkuluklarına
ufak buluşmalara yaslanan
yani tuzun amcası, sevincin
öz kardeşi olan
en küçük bir kuşun gözleriyle
dünyaya baktığın zaman
her şey benim kalbimdir

her şey benim kalbimdir ki bilirim
kimsenin olmadığı bir yerde
ölümü denemek isterdin
hiç değilse bir defa
nisansız bir serçe gibi
herkesin gözlerine saçlarına
avuçlarına dolanan
ama nisan olsa da olmasa da
serçeler benim kalbimdir

şimdi ey mayısımın son haftası
dağda tükenmezdi geçmiş zaman
bilemezsin
nasıl algılıyorum çıplaklığını
ellerim nasıl değiyor uçlarına
bir yerden bir mavi gibi
bir yerden bir rüzgâr
herkes nasıl sanırsa kendini öyle
tastamam öyle tastamam
her şey benim kalbimdir diyorum

her şey kalbimdir diyorum
ve işte o zaman
ölüme eşitliyorum aklığını..

Turgut Uyar

Allah’ın Çocukluğu

İnsanın dönüp döneceği yerdir
Çocukluğu.
Sabah ezanı
Bu yüzden
Müslümanlara
Allahın selamını öğretir.
Allahın çocukluğu
Gündoğumunda
Ölüleri anmakla başlar.
Ve anne ölür
Ezanda ölür anne
Selamı üzerine olan her çocuk
Allahı düşünür.

Dili vardır taşların.
Sabahları en çok
Islak bir huzurla
Yatarken onlar
İçleri ıslanmış kadınlar
Pörsümüş yorgun erkekler
Kutsanmak umuduyla
Kıvrılır uyurlar.

Hepsi laf bunların.
Bana kalsa
Ağır bir abdest kokusu
İnce belli sürahiler
Kadınların nemli apışaraları kokan
Pazen donları.
Burada
Sözolmamış sesin kederiyle
Başlar gün.
Ve denir ki;
Kaderinizi sevin
Sevin kaderinizi
Ve hayat için
Tatlı bir tesadüf deyin.

Ağır bir abdest kokusu
İnce belli sürahiler
Kadınların apışarası nemli pazen donları
Ve mantarlı ayakları erkeklerin.
Şadırvanda alaca su:
Damlar
Damlar.
Ellerin beyazlığındadır ölüm
Gövdenin kıvrımında.
Benim erkeğimi isterken titreyen
İçimin suyunda

Ben unuttum her şeyi.
Geldiğim yeri
Annemi, babamı,
Mezarlığa gitmeyi.
Orada yapayalnız kaldı meşe
Ölülerin arasında ölümü en iyi anlatan meşe.

Bir ağaç nerede duruyorsa
Benziyor oraya.
Meşe mesela
Akdeniz’de taşların arasında
Farklı mı taşlardan?
Selvi, ölülerin karanlık bir ah’la
Durdukları son anın ipidir.
Salkım söğüt, yaslı söğüt
Suya kaptırmış içini, kırılgan.
Benzer her şey baktığına.

Ben anneme benzerim
Babama da tabii.
Ve büyük halamın evinde yaşayan kediye de.
Aslında şu yeryüzünü denizlerle düşünmemiz yok mu
Hata ediyoruz.
Dünyanın nefes aldığı bir ilk andı denizleri yapan.
Dağları yapan bir öfkeydi
Böyle söylüyor ilk kitaplar.
Her dilin kendinden önce,
Çok önce bir hayatı var.
Ve onu sadece
Bu kitaplar konuşuyor.
Susarak bakıyoruz biz
Hatırlamayarak.
Şairler bir bok anlamıyorlar aslında
Dünyanın çocuk kalmış bir acısı var
Ve bu ezanda çıkıyor ortaya.
Allahın selamı ölülerin üzerine oluyor
Aşk diye bir şeyin farkına varıyor insan
Dönmeyi öğreniyor
Yerden kurtularak
Durmadan dönerek
Çölde yaşayanlara fısıldanmış bir hakikatle
Kurur toprak

Nehir dediğin çölde kaybolur.
Toprağını gizler nehir dediğin.
Hiçliği tarif eden hiçliği anlar.
Yokluğa bürünmek o ilk anda.
Bir nehir tanıyorum
Kayboluyor
Bir çölün şehvetli karnında.
Bir ayan olma hali belki,
Ona en yakın göl
Kayıklarını tutarak içinde,
Balçığını yutuyor.
Ama biliyor ki,
Bir göl yutunca suyunu
Ortada kalır
Bir göl yutunca balıklarını
Kararır.
Tüm göllerini göremeden yeryüzünün
Öleceğiz.
Ne acı.

Gündoğumuyla gelen huzura da
Günbatımının sancısına da
Yabancısın.
De ki;
Sabahın efendisi sen değilsin
Kimse değil.
Yol gidenin
Gün dönenindir
Şiir hayatın
Ve görenin.

Allahın selamı
Müslümanların ülkesinde
Ölülerin üzerine olsun diyerek
Kanatır günü.
İnsanın çocukluğu annenin ölümüyle başlar
Bitmez çocukluğu annesi ölenin.

De ki;
Sabahın efendisi sen değilsin
Kimse değil.
Kanamış bir solukla bakmaktan
Yoruldum.
Kimsesi yok kimsenin.

Bejan Matur

Seni Yaşamak

Seni her özlediğimde sevgilim,
Gökyüzüne bakıyorum;
Göğün mavisinde gözlerini görüyorum çünkü.
Seni her özlediğimde bir tanem,
Denizlere bakıyorum.
Ufuğa bakınca mucizeni görüyorum çünkü.
Seni her özlediğimde bir tanem,
Kuşlara bakıyorum.
O kanatlardaki özgürlüğünü görüyorum çünkü.
Ve aşkım, seni her özlediğimde,
Adında isyan ediyorum.
Seni özlemek istemiyorum ben,
Ben seni yaşamak istiyorum,
Seni her özlediğimde sana bakmak istiyorum
Ve seni sende görmek sadece

Behçet Necatigil

Ağlara Takılmış Bir Yürek

-ağlara
takılı bir yüreğin pes! haline dair hikayat-

can abdurrahman’a ve
yaşmağa…
bırakılmış bir gölün
dalgınlığında yüzüyor yüzün
ve
bir çöl gülü misali
imge imge çekiyoruz bu yüreği ağlardan

I.

hiçbir şey sağlam değil bu şehirde
diyor kadın
ne ev, ne arkadaş, ne sevgili
hiçbir şey yok bu şehirde bana doğal olan, bana doğan!

adam,
sol anahtarının ilk notasıyla başlayamadığından,
yapay diyor

kadın, başı avuçlarının koynunda
sol anahtarını düşünüyor

ve kuşlar sol anahtarında düşünerek gölgelerini
akıyorlar, başının üstünden

do, paspasın altında diye fısıldıyor
adam.

kadın doyu düşünüyor
başı avuçlarının oyununda
-kadın doğru düşünüyor-

alıyor paspasın altında paslanmış,
pes’leşmiş doyu
doooruluyor

do diyor kadın
bir ince, bir kalın
kapı, bir satırlık müzikle doğruluyor

ve kuşlar sol anahtarında bekleyerek gölgelerini
bakıyorlar kaçkere, kapının üstünden

kitliyor kapıyı kadın ardından
soyunuyor anahtarın rotasını
daha ilk notasından:

ben hiç küsmeyen biriyim,
açıklamasız gitmeyen bir de…

bir an’ı anlıyor adam.

bir an damlıyor:

dans başlıyor.

II.

adam bahsediyor,
saati zamana durmuş
saat kadına erken
adam zamana geç

(y)amaçsız rüzGAR’larda
yatıp kalktığından
gidip geldiğinden
UUUU’ldayıp durduuuundan bahsediyor adam
yüzükçü dükkanlarında unuttuğu dileklerden
aysberglerinin suyun dibindeki sıcak parçalarından
dışındaki yarım resminin, içindeki yarım sesi nasıl
tamamladığından
tıp tıp çarpan posta kutularından bahsediyor
postacıya hep beş kalan saatlerden bir de…

-ayağına basıyor kadının farketmeden, adam-

kadın,
dalmalara dinleniyor
kah kahverengi
kah ve rengi oluyor

ulan! diyor kadın adama
ulan!

ulanıyor adam

-kadın, utanıveriyor ayağının acısını-

kumral bir gece serpiliyor
etten, kemikten ve cünüpten tenlere
rüyalar göle duruyor abdestsiz

binbir günaha kumral, gece

biz meyk kreyzi diyor cennet papağanı, yılana

rüyalar satene duruyor
saten elmaya
etkem ve etken!
unutmak bir uyku hali diyor rüya, kabusa
etken ve etkem!
hayir uyku hali bir unutmaktır asıl diye sayıklıyor
kabus

hafıza çekimsizleşiyor
bir kedinin dört ayağı üzerine
çelimsizleşiyor

istihareye yatıyor kabus
ve geceye rüya

gece, göle dalıyor
göl geceliyor

gölgeceliyor kadının yüzüne
yüreğini adam,
bir dilden bir döle

gece gölü döllüyor.

Refik Durbaş

Gizledikçe Aşk

kışın soğuk balıktan günlerini sayıyorum ağımda.
o yaza hiç dönülmeyecek!
o başlatılmamış, o varsayılan ortasında yaşanmış sevda
yakılmamış bir mum gibi aklımda.
kesik ağzıyla suları iğrilten
boğaza karşı durup da
oraların kuşu yalıçapkınını hecelemiştik
beyaz bir yelkenli gecisiyle sulara.

kışın vurgusu açık, bağımsız bir ses,
esiyor bize değmeden, bizden almadan
hiç uğramadığımız biryerlerden doğruca.
uçuyor cinsiyetin kindar ağzıyla.
ibret olsun diye savuruyor
uzaklara bir meddücezir haritasını.
ne uzanma, ne geri çekiliş;
biz varsayılanın ortasında
iki içine işleyen zaman,
iki uyurgezer nokta.

şimdi sen bile bu şiir için
çeperleri kapanmış, kendi başına bir ses,
kışın soğuk balıklardan takviminde
sadece kendine dökulen bir yapraksın.

yalıçapkını yeni bir sözcüğe uçuyordur şimdi
bilmediğimiz bir lugatta.

Adnan Özer

Gelme Sakın Perişan Olacağım

Öfkemin gülleridir, yağmura döner yüzünü
küsüp senin güneşine
İçilecek bir kadeh schnaps¬¥unu
yarım bıraktım
Gelme.

Gölgeni yıkma yoluma
bocalıyorum
Kasırgalar yaratma öyle çılgınca
Korkulu soluklarda geniş olmak kim
Yaşadıkça yaklaşırım sandım – oysa
suyun ateşle uyumsuzluğu gibisin
Kopabilir desem en ince yerinde
Geçmişe uyanan gözlerinin
Ateş gemilerini bir bu ürkütür
Şimdi uzaktan gülüp geçtiğim

Şimdi
uzaktan
gülüp geçtiğim
Ne mi çıkar güneş tutulmasından
Nasıl mı çocukluğum
Ben o zamanlar da böyle üşürdüm
Evlerde katı yönetimli kuklalar
çatışmalara hazırlar saygımı
Beklediğim günlere daha ne kadar
Anlatılmaz umutlara merhaba
Hatırlatma bütün onları ve onları
Benzer benim çektiklerim
Peygamber Yusufa

Bir anda çağrışımlar yok edince zamanı
Uzaklaştıkça ölçülere vurması kolaylaşan
Nasıl mı çocukluğum
Geçti mi çocukluğum
Çocukluğum mu – hiç yaşamadığım
Bırakır her yerde kendini hüzne
Unutmak pazarında en pahalı
Buyruklar – buyruklar – buyruklar
buyruklar – itirazsız – hep baş üzre
Düşünmekti ezen gözlerimi yük
yanlıştı yanlış şu benim korkularım
ürkerek birer mum gibi
yöresi sönük.

Ve bir gün
yürüdüğünü her şeyin
Ve bir gün
eh işte nasılsa
korkularımı bilinçle kovdum
Dur dediler dinlemedim
Koştum
İsyanım onlara oh ola.

Belki özüm orda diye
İlle de İstanbul dersen
Hırçın bir deniz bulacaksın kıyıda
Sonra çok bunalıma itecek seni
karanlığa kurşunla yazılan teoriler
ve gölgelerin saygısız büyüklüğü
aslına oranla
Gerekirse açıp bütün köprüleri
Yılma, yüklen şiirlere
Gücün Kartaca.

Kesin ayrılıklara yeni çiçek serpmek
en duygulu serüveni yaşarken
güneşi güldürse de arada bir
buzulları çözmeye yetmez
Ağusunu yüreğime akıtan aşkından
yeni kavuştum kendime
yine ayırma
Geçitlerde yol vermez yabanlar
Derim ki kimse aramadı böylesine
kendini bulmak için
benim kadar.

Benim kadar hiç kimse
öyle ülke ülke dolaşıp…
Uzun da olsa yollar ne çıkar
sabrımı almışım yedeğime
Ne çıkar uzatsa anılar
ahtapot kollarını
Varsayıp her şeyi hiçbir şeye
Giderim doğacak günlere.

Sen yine eskiden olduğu gibi
Zenci mızrakları havayı yırtarken
Tam tamına katıksız
Malraux¬¥yu mu okuyorsun akşam üzerleri
Bağ bozumu türküler yakılan
o sancılı günlerinde dört mevsim
– Hayli yakın eskidikçe onlar bana –
Ateşleri yak da öyle oku
Çünkü fenerini elinden alıyorlar
Diyojenin.

Geciken bir şey var güz sularında
Bilmesem bahar belki diyeceğim
Artık hiç olmadık yerlerdeyim senden uzak
Söyleyemeden o çok ezberlediğimi
Düşüncenin yorulduğu yerden
Acıyla bıraktığım o köşeye
yeniden dönmek mi
İstemem bırak
– Çoğalan acılara yeni direnç nerede –
Oz şiirlerin Tanrısal havasında
Gelmesin eski aşklar
Yeni saltanatıyla.

Gelme sakın perişan olacağım.

Türkan İldeniz

Bu Aşk Şiiri ‘Sana’

Ne zaman gözlerine baksam
bir okyanusla yıkanıyor kalbim.
Nereye gitsem hep sende kalıyorum
yıldızların gökyüzünde kaldığı gibi.

Bir yağmur damlasına çizdim
o küçük gölün kıyısında bana verdiğin ilk öpücüğü…
Şemsiyenin ucu yırtıyordu bulutları

Hiç bitmeyecek birlikte baktığımız yer
Saçlarımda uyuyan Ay ışığı olacaksın hep
omuzbaşlarımda akan sıcak bir ırmak.

Ve hiç silinmeyecek
Şafak renkli dudaklarından dökülen
dünyanın en güzel aşk ilanı:
Ellerimi yıkamıyorum
ellerinin kokusu çıkmasın diye

Özkan Mert

Kurander

Uzaklarımda bir yerlerde;
binlerce yıldır toprağın altında kalmış bir medeniyetin krallarına ait mezarlar
gün yüzüne çıkarılıyor.
Her biri ölürken;
en değerli eşyalarının arasında,
onlarla birlikte toprağın altına gömülmüşüm.
Adet olduğu üzere bana da cenin pozisyonu vermişler her seferinde
ve her seferinde bu pozisyona inanarak,
kanarak,
yeniden ve yeniden doğmuşum.
Şimdi birileri;
ellerinde kazmalar, kürekler,
son doğumumdan önceki mezarımı kazıyor.
İçinden çıkmıyorum.
Kralın iskeleti,
suları çoktan bitmiş iki kırık testi,
bir miktar altın,
asa
ve ince altın yapraklardan örülmüş bir taç dışında
hiçbir şey çıkmıyor mezardan.

Öyle bir duygu ki
esmek ile esememek arasındaki kararsızlık;
parmağımı attığımda kusacağıma eminim ama
parmağıma zerre güvenim yok bir yandan da…
Ya da yediklerimin bir kısmının ölmemek için
gerisin geri ışığa koşacaklarına kalıbımı basarım
ama işte yine zerre bilgim yok,
hangi yönden gelen ışığa doğru gitmeye çalışacaklarına dair…

Hayatıma girerken hiç kapıyı çalmadığını anımsıyorum aniden…
İçerde biri var mı yok mu diye bir tıklatmadan…
Ardına kadar açıp kapıyı sadece bağırmıştın “Kimse yok mu?” diye…
O kadar uzaktı ki bağırdığın yer,
yankıların birbirine çarparak katlandığı,
sürekli devam ettiği
ve giderek artan bir çığlığa dönüşerek kulaklarıma dek ulaştığı bu yere
nereden, ne zaman ve ne sebeple girdiğini soracak,
anlayacak halim bile kalmamıştı.
Sadece “Ne hakkın vardı?” diyebildim,
o da sanırım yankıların arasında eriyip gitti…

İçeri girdiğinde güzeldi havalar.
Cemre, cemre üstüne düşüyordu.
İlki aklımın ısınmaya başladığı zamanlardı sanırım.
Sonraki cemre gözlerime düşmüştü.
Rastlantı bu ya
senden az sonraydı,
son cemrenin yüreğime düşüşü…
Isınıyordum.
Giderek daha ılıman bir iklime geçiyordu kış uykusuna dalan yerlerim.
Geriniyor, esniyor, uyanıyordum.
Belki bu yüzden fark etmedim;
çalmadan açıp girdiğin kapıyı,
bir de üstüne üstlük kapatmadan bıraktığını…

İçimde kim bilir ne dehlizler,
ne patikalar, ne labirentler oluşmuştu
zaman içinde…
Bakımsızlıktan giderek daha da dağa benzeyen yerlerimi
bağ haline getirmeye çalışsam mı çalışmasam mı derken;
elinde bir bahçe makası,
hoyratça daldığını hatırlıyorum asmalarımın arasına…
Zamanı asmalarımın,
yanımı yöremi asmalarımın
hatta yüzümü asmalarımın arasına…
Bıraktım, başlamışken buda diye…
Kısa süre sonra anladım ki bir
sana emanet edilmemeliymiş
asmalarım…

Kestiğin her dalla biraz daha ıssızlaşan içim,
girerken açık bıraktığın kapıdan rüzgarı yiyedursun,
kendine yollar aça aça gezindiğin
ama asla var olan yollara girmediğin,
beğenmediğin
ya da yeterince heyecanlı bulmadığın için yolluktan çıkan yerlerim,
şimdi dümdüz ve uçsuz bucaksız ovalar gibi sakin,
uzak ve pırıltısız uzanıyor.
Asla geri dönmeyen sen,
girdiğin kapıdan değil de budayarak açtığın bir delikten çıkınca da
işte geriye sadece
yolsuzluk ve kurander kalıyor.

Elim yetişmiyor,
açık bıraktığın kapıyı kapayacak kadar uzağa…
O kadar budadın ki içimi,
açtığın deliği kapatacak kadar bir şey de kalmamış içimde…
İki tarafım açık,
içimde sürekli esen bir rüzgarın uğultusu ile
bekliyorum yeni bir cemreyi…
Düşmüyor.
O da çekiniyor belli ki böyle bir boşluğun içine düşmeye…

Zaman dediğin akıp gidiyor diyorlar.
Birileri;
ellerinde diş fırçaları ile duvarlarımdaki toprak kalıntılarını temizlemeye çalışıyor.
Gıdıklanıyor ama gülemiyorum.
Sırayla terk ediyorlar Bulacahöyüğü…
Ne onların elinde kalıyorum, ne kendi zamanımda…

Senden Önce ile Senden Sonra çağları arasında
esmeye karar versem, tek halim kurander…
Esmemeye karar versem, tek durduğum yer kral mezarları…
İlk bedenlenişimin Cambrian Öncesi’nde olduğuna dair
ıslak, ayaksız, tek hücreli bir anı dolanıyor beynimde.
Her tarafım su…
Her tarafım ıslak…
Her yerimde sonsuz bir nem…

Ne zaman geldim bu çağa
ve ne zaman sığdım binlerce kralın mezarına bilmiyorum.
Bildiğim tek şey şu ki
toprağın altındayken esmiyorum.

Serkan SANÇ