Çünkü hiç hazır olmadığım bir yaza girmek üzereyim ve çünkü geçen kışın soğuklarında, şimdi senin rüzgârlı bir tepesinde uyuduğun bu kentteki son sevdiklerim, beni, sevdiğim için öldürdüler!
Bazen kendi evini terk etmesi gerekir insanın. Tası tarağı toplayıp ardına son bir defa bile bakmadan çekip gitmek. Çünkü ağır geldiğini hissedersin bazı evlere, insanların sana “gitse de kurtulsak” gözüyle baktığını. Bunu fark ettiğin ama …
Ne çıkar siz bizi anlamasanız da Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.
Hiçbir şey! Kadınlar geçtiği o kadın kokusu anlarında Yıkanmış, mayhoş ve taranmış duygularıyla Dönüşür içlerimizde az menekşe, bir sarmaşık Menekşe hadi neyse, mor deriz sarmaşıklara Mor deriz, mor bilinir çünkü, bir yandan güneşler kurur Her yerde güneşler kurur, sanki yaz günüyledir Bir adam kayboluyordur bir taşra sıkıntısıyla Deriz ki, “şuram ağrıyor” bir de, “başım dönüyor”, “yanıyor avuçlarım” Belki de bir çığlık mı bu, bu seziş, bu yakınma Bir çığlık, hem de nasıl, katılmış, donmuş, yaşıyorcasına Uzansak ellerimizde uzansak avuçlarımızda, bir çığlık Nedir mi ellerimiz — korkunçtur bir elin bir köşesinde insan olmalarıyla — Korkunçtur insan olmalarıyla kıyısında bir yüreğin Kıyısında gibi yangından, çok karanlıktan geçilmez caddelerin Ve korkunç anlamsız gözlerinde ha dünya ha bir park bekçisinin Korkunçtur insan olmaları, bir ceset, suda bir şapka gibi sallanaraktan
Bitmeyen bir selam gibi, hastayken, inceyken, yalnızlıklarda aranan Korkunçtur — bunu anlıyoruz — bir yüzün en çoğul beyazında Korkunçtur insan olmaları güz ortalarında, eriyen türbe ışıklarında Ve korkunçtur eriyip kaybolmaların bir köşesinde insan olmalarıyla Korkunçtur korkunç! Diyerek: ben kimim, kime anlatıyorum, neyi anlatıyorum ayrıca Neyim ben, bu olanlar ne, ya kimdir tüketen isteklerimi Tüketen kim. Hani bir yarışın sonuna varmış gibi Hani görmeden daha, sezmeden her şeyin bittiğini Ama ne zaman saçları kurularken çok eski bir alışkanlıkla Çökerken üstümüze bir sözün, bir gümüş kupanın o sebepsiz inceliği Ansızın bir ürperişle: bitti mi, her şey bitti mi Yoo, hayır! öyleyse kimdir tüketen isteklerimi Bir rüzgâr, duyulup binlercesi birden bir rüzgâr Bırakıp beni bir kenara, bir uzağı, ya da bir boşluğu bırakır gibi Ve ben ki hazırımdır bir süre unutulmaya Ama hep sorulur gibidir benden: ben şimdi ne yapsam acaba. Ben şimdi ne yapsam, ben şimdi ne yapsam kaç kere yalnız Hem bunu kaç kere söylemek, ne türlü söylemek adına Eskimiş fırçalarda, kırılmış şişelerde, tozlanmış ilaç kutularında Okunmaz kitaplarda uzaksı giyişlerde, çocuksuz avlularda Anlamsız kahvelerde, bir yolun çok ucunda, asılmış koyun butlarında Ben şimdi ne yapsam, ben işte ne yapsam kaç kere yalnız Kaç kere yalnız, ama kaç kere yalnız, gene kaç kere insan olmalarımla.
Kapansam, evlere kapansam, yıkanmış bir deniz bulacaksam orada Anılar bulacaksam — anılar mı dediniz? ne sesli bir vuruşma Odalar bulacaksam, odalarda kadınlar, çiçekler, çok aynalar Rakılar, gene rakılar, kırıklar, sonsuz yaralar Bulacaksam orada, bir koltuğu bir koltuğa doğru Bir yüzü bir yüze, bir eli bir ele doğru yaklaştıran çocuklar Sinekler bulacaksam, kaskatı yapan boşluğu, sinekler Zorlanmış bir gülüşten — iğrenip birden — kusmalar, bulantılar Bulacaksam belki de: susanlar, bilmem ki niye susanlar Ölüler bulacaksam — ölü gözleri onlar, cesetler, giderek dışa vurmalar Ne dedik, dışa vurmalar mı, yani ilk aydınlığı mı ölümün Ölümün ilk aydınlığı mı, ne dedik, sahi biz ne deseydik bu konuda Ne deseydik bilmiyorum, ama var bu kadarcık bir şey insanın sonsuzunda Bu kadarcık bir şey — İyi ya, peki, şimdi kim var sırada Sakın haaa!. biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza Yok deyin, çünkü biz., biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla Ne güzel ellerimizle.. Başlayın, hadi başlasanıza Örneğin bir kahve falı? Az müzik? Diyorum biraz İskambil!.. Ama hiç seslenmeyelim — seslenmeyelim — içimizden oynayalım ayrıca —Dört kişiyiz! —Hayır, on!. —Bin kişiyiz! —Bana kalırsa.. Ne kadarcık bir fark var bizimle bütün insanlar arasında Öyleyse başlayalım: Koz kupa! Ah şu sinek onlusu, bire bir unutulmaya Çayınız soğuyacak! Çayınız mı dediniz? Ne tuhaf biraz anlıyorum
—Üç karo! —Pas diyorum! —Susalım baylar, dört kupa! Ah şu sinek onlusu! Koz kupa! Çayınız mı dediniz? Susalım! Susalım — Niye susalım — Anılar mı dediniz? Ne sesli bir vuruşma! Ya sonra? — Bırakın şu sonrayı, bilmem ki nedir o sonra Gene mi, başladınız mı? peki şimdi kim var sırada Sakın haa! biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza Yok deyin, çünkü biz., biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla Ne güzel ağzımızla.. Yok canım, ben var ya, istiyorum sırada olmayı istiyorum — Sahi mi — ama isterseniz siz olun Siz olun, biz olalım, kim olacak? — Hep böyle oyalansanıza Yani “Şu sinek onlusu, susalım baylar, koz kupa.” Gibi oyalansanıza Biraz oyalansanıza.
Bir oyun başka olamaz oyundan gibi Bir söz başka olamaz sözden gibi Bir şey başka olamaz bir şeyden gibi Tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa Ne gelir elimizden insan olmaktan başka Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Ne çıkar siz bizi anlamasanız da Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.
Hiçbir şey! Kimse bir gün gözlerimi sevmeyecek, biliyorum Kimse bir gün kimseyi sevmeyecek korkuyorum Bir yaşlı kadın en erkek boyutunda Kendisiyle çiftleşecek kaç kere yalnız Kaç kere yalnız, kaç kere şaşırmış, bitkin kaç kere Bir ölgün ses bulacak sesinden çok uzaklarda Vardır ya, hani bir yer, uzakta çok uzakta Ölüm mü — yok canım, çok sesli bir evrende çok erken daha Üstelik bilmiyoruz da, doğrusu bilmiyoruz, ölüm mü, bunu hiç bilmiyoruz Diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla Tavşansı sıçramalarla bitirsek şu ormanı Böylece, niye olmasın, işte bir orman daha Sanki bir gölgeye geldik; yorulduk, acıktık, susadık biraz Ve doyduk, ve içtik, ayıldık bir anlamda Ayıldık ve sorduk, baktık ki hep ormandayız Kaç kere ölmemişiz, kaç kere sormamışız, bu kaçıncı dalgınlığımız Yani kaç sesli bir evrende kaç kere yalnız Ne ölmek, ne ansımak! sadece yaşamakla Tam öyle gibi.. Demeyin: eh, biraz yorulsak da Demeyin, sakın haa, yok şu kadarcık bir şey insanın sonsuzunda Şu kadarcık bir şey — öyleyse., yani biz şimdi ne yapsak acaba Biz şimdi ne yapsak, biz şimdi ne yapsak, biz işte biraz bilmiyoruz ya Diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla.
Ben mutsuz kişiyim, size yüzümü getirdim bu anlamda Nasıl seğirttim işte, kızmayın işte, dün o hekim dedi ki Dönünce birden yüzüme, yüzümün bu en yitik çağına Dedi ki: siz niye yoksunuz acaba Bilmem ki — doğrusu bilmiyorum — niye yokmuşum ben Sahi ben niye yokmuşum — öyle ya — elbette sordum ona Dedim ki — ne desem beğenirsiniz — iri bir top çekiyor gibi bilardo masasından Dedim ki, falan filan.. Örneğin ölüversem şu daralmış yüreği kullanaraktan Ölüversem şuracıkta Bakınca herkes orama burama Derler mi bir ağızdan: bu ölen de kim Hey tanrım! bu ölen de kim, yani kim yaşamış kendi adına.
Yani kim yaşamış kendi adına Vardır ya, hani hep görürsünüz, berber dükkânlarında Tam önünde kapının, beyazla kırmızı bir şey döner Döner de döner öyle; hani bir simge, bir şey Hani ne başlar ne biter Hani ne vardır ne yoktur Tanrısal bir harekettir din adamlarınca Bana sorarsanız büsbütün hareketsizlik Çıldırtır insanı, zorlanmaya görsün insan bakmaya Hem sonra şaşarım buna, niye olmalı insansak bu akıntıda Herkes gibi bir şey niye olmalı Bakınca işte şurdan şuraya Masalar, masada yazı makinaları Derim ki, niye olmalı Bu yenilgin elleri, düzensiz, ak kâğıtları Sürüngen parmakları Çağrısız yüzleriyle önce ve ıssız Hayata bir şey demeyen bu garip adamları Bu cami önlerini, bu mühür kazıcılarını Mühürlere yazılmış loş, kuytu, serin
Yıllarca unutulmayan o kadın adlarını Ve duvar diplerini, kararmış, dik yakaları Bilmem ki niye Yani masalar işte, masada yazı makinaları İstemem, niye olmalı Evleri, evlerde kalmaların umutsuz şarkıları Devingen çocukları, kırılgan bardakları, kirli — mor balkonları Bakımsız avluları Avlular… ve uzun ve esmer domino oyuncuları Sonra gene upuzun kahveye çıkmaları Öyle hep çıkmaları, güneşli, düz sokaklardan Bitmeyen bir zamandan devşirmek yaşlılığı Kadınsa — nasıl artık — seğirtken bir ürperişle Yeniden bir erkekle… ama hiç ummadığı Öyle ya ummadığı, çünkü korkmakla bundan Nemli bir vücut gibi düşürüp yalnızlığı Ki sevinsin diyerek çardaklı kahvelerde Yaş masalar üstünde onların anlamadığı Derim ki, niye olmalı Niye olmalı bilmem Şöyle bir yol kenarında yerini sektirmeden Ölümsüz bir şey gibi sevimsiz dilenci suratları Ve akşamüstlerini, kıvrılan dudakları Değişmez bakışları Bir hüzün gibi değil, doğrusu değil Hüzünden daha fazla, ölümsüz duyguları Derim ki, niye olmalı Şu oynak bacakları, yıkanmış köpekleriyle yan yana Kadife ayakları Bir sarı yol üzerinde neşesiz kadınlarla Hep aynı çizgiyi peyleyen o yorgun çocukları Niye olmalı Herkes gibi bir şey niye olmalı
Varken kendini bulmak, bulmalı Hem nasıl bulmalı ki, çılgınca uzaklaşan Sizlere gelmek için, geçerek bir ot kokusundan Atlayıp bir çiti birden, okşayıp bir kediyi Ah nasıl istediğim, sizlere gelmeli belki Sizlere, sizlere gelmeli bitirmiş gibi bir şiiri Öyle ki, kalmadan artık yapacak bir şey kalmadan Üstelik — bilmiyorum ya — biliyormuş gibi en azından Ben sizin hangi ülkenizde olduğumu o zaman O zaman şimdi ne zaman, iyi bilerek Gelirim de sizlere, alınınca odaya Şöyle bir köşeye oturuncaya Kadarki o sıkıntıyı geçerek Başlarım konuşmaya.
Derim ki, öksürmüyorum, iyi bir fırçalamıştım dişlerimi Tıraş olmuştum ayrıca Bu gömlek yepyenidir, bakmayın ucuzdur, kötüdür, dayanılmaz kokusuna Ya sonra kaç kere şaştım o tuhaf çarşılarda Aynalar, danteller, cins baharatlar satılan orada Bilseniz kaç kere duydum bir kızın neyi duyduğunu Bahçesiz bahçelerde, ağaçsız ağaç altlarında günlerce uyunduğunu Ya nasıl istedim ki, “çok iyi”, “ah ne güzel” dediklerini Kırlarda, ot yiyen bir tavşanda süresiz olmak gibi Ve nasıl yitirdim ben kendimi. Durmadım, geldim işte, iyi bir fırçalamıştım dişlerimi Tıraş olmuştum ayrıca Gömlekten söz açınca aklıma geldi Ben omuzlarımı sevmem, o geldi birden aklıma Bir sürü kemiktir onlar, salt kemik, takır da takır boyuna Sevmiyorum ayaklarımı da Yok koyacak bir yer, bulamıyorum, gözlerim var iyi ki Çünkü ben mutsuz kişi, durmadan onları kullanıyorum Gözleri, göz bildiğim her şeyi
Yazık ki bir fırtınayla her zaman kirleniyorlar Bir şehrin içinden geçen nehirler gibi Sürüyüp götürüyorlar olanca pislikleri
Kaskatı bir intiharı, yok yerden bir cinayeti Bir sevişmeyi., o benim yapayalnız gözlerime fırlatıyorlar Hıh!. işte bunlar da kendi gözleri Kızarmış aklarıyla kendi gözleri Her gün bir o kadar görmeyle kayboluyorlar Ve dalgın bir bakışta yansıtıp yüreklerini Kayboluyorlar bir bir Öyle ki — ben diyelim — yeniden bulmak için onları Yeniden bulmak için Çırpınıp duruyorum dört duvarında kendimin.
O zaman gelsin omuzlarım, gelsin ellerim Ayaklarım da Öyle bir üst kat manzarasıyla, bir vurgu gibi Takır da takır, takır da takır boyuna Yürüyüp gidiyorum onlarla Parklara gidiyorum üstüste niyetler çekmeye İhtiyar kumruların ağzından Kocaman kamyonlara düzenle sıralanan Kutulardan birini Çekiyor gibi en altından Alışıyorum buna da, bu fırtınaya da Bir ellik, bir avuçluk, bir anlık bu avuntuya Çünkü bu hep böyle oluyor her zaman.
Derken bir “hey!” çıkıyor çok kısık bir sesle ağzımdan Hey, sana söylüyorum, park bekçisi, serseri! Bir parça şarabım var altından Yaş desen kırkı bulmuş, ölümümden bir parça Yani bak kısa yoldan bir toplam Nasıl da çizgilendim, büsbütün aklaştı saçlarım Ve yorgun bir duman gibi savrulup çay ocaklarından Düzlere vursam düzlerden Dağlara vursam dağlardan Önce bir kendime doğru: kimsesiz, ince, sokulgan Sonra hep her şeye doğru, o denli hızlanaraktan Ve cansız, ve soluk kilise resimleri gibi Acılı, bungun, geçerim dalgınlığınızdan Öyleyse de bana, nasıl anlamam Tükenmiş sevgilerce mektuplarda bulunan O “her şey” kelimesi gibi Anlamı bitmek olan Nasıl anlamam ben kendimi İşte hey park bekçisi serseri Bir parça şarabım var altından Çeksem diyorum kafayı, sen bari açma çeneni Açma ya, istiyorum, azıcık anlayıver beni Bilsen ki o enayi, hani cam tacirinin karısı —Hani ben memurdum yanlarında — Gelecektir birazdan. Öff!. şimdiden ne sıkıntı ha Giyinmiş, sürünmüş, takınmıştır şirretliğini Geçecektir karşıma, bir beni süzecektir, bir elimdeki şişeyi Ama ne denir sanki, bilmez mi işte o da Her şeyi nasıl teptim, bilmez mi Oysa kaç kere yüz verdi, üstüme saldı gözlerini Baktı ki iş yok bende, üstelik aldırmıyorum Bir akşam yemeğinde, dostlarıyla beraber Eliyle dürterekten yanındaki erkeği Beni göstererekten: ha ha ha, hi hi hi.. Gerçi sarhoştu biraz, bana ne onun sarhoşluğundan Sonra bilmem ki nasıl, öyle bir canlıydı ki elleri Durmadım, çıktım sokağa, sokaksa ne güzeldi O cansız, o soluk kilise resimleri gibi Bir tanrı duruyordu az ötelerde Mutluydum, niye mi? çünkü ben yaratmıştım o tanrıyı, o şeyi Ah yaşasam diyorum, o günü bir daha yaşasam Ve hüzün… isterik bir kadın gibi üstüne çekse beni.
Ben sanki unuttum da yaşamakta olan her şeyi Acıyı, sevinci, aşkı, o her zamanki her şeyi Derim ki vakit olmayacak, olmayacak pek şimdi Hanlarda, ve pirinç karyolalarda, ve deliksiz uykularda gibi Tadarken bir ekmeği hep, kurarken bir cep saatini Tam öyle gibi, çok alıngan birinin doyumsuz yalnızlığında O karanlık sözlerin daha bir kesinleştiği Gibi Vakit olmayacak pek şimdi.
Bir bir gezindim de ben bütün mezarlıkları Zakkumları gördüm ve erguvanları Ölüler gördüm ölüler, bir avuç kemikle o sonsuz Onlar ki ne yaparlar, hiç bilmem — ben sevmem omuzlarımı Ayaklarımı da Takır da takır, takır da takır omuzlarımı Ayaklarımı Ayaklarımı, omuzlarımı İçimde yürürler doldurup uykularımı Dışımda yürürler, ki benden değiller gibi kaskatı Ah nasıl bilirim ben vakit olmadığını Yaşarken olmadığını, sonra hiç olmadığını Ve nasıl isterim ki, açınca bağrımı birden Der gibi, diyerekten: ey Lazar çık dışarı! Çık dışarı, çık dışarı! Oysa ne mezarlar konuşur, ne Lazar çıkar dışarı Ne de bir ses olur ağzımda: kaygılı, titrek Göstermek için sizlere yaşıyor diye insanı Ne sanki bir böcek gibi olduğum yerde kurumak Süpürün kabuklarımı! Ne öyle balıklar gibi vurmak kıyıya Döndürmek için sulara bir balık boyu yaşamı Ah nasıl bilirim ben vakit olmadığını Yaşarken olmadığını, belki hiç olmadığını Ya sonra nasıl işte, kuşkuyla soraraktan
İnsan, insan, insan! ben miyim başkaları mı Ben miyim başkaları mı — yani bin köşeli, bin kıyılı Bir kavrayışla İstesek bir şey değil İstesek daha fazla Takır da takır, takır da takır omuzlarıyla Ayaklarıyla Nedir mi insan? — ya nedir sahi, biraz anlatsanıza!. Hadi anlatsanıza! —Elbette, anlatırız, niye anlatmayalım —İnsan mı dedik, ne dedik? haa, tamam, bize kalırsa.. —Evet, size kalırsa —Hiç canım, biraz oyalansanıza!.
Ne çıkar siz bizi anlamasanız da Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.
Hiçbir şey! İşte çok beyaz yataklarda çok beyaz öğlen uykuları Bir suçun olmazlığı, bir elin çalmazlığı kapınızda Bir deniz — ta dibinden — süresiz duyduğunuz Kutsal ama din değil, bir tutku kafanızda
Dersiniz: bir konser sonu, geçmekte yaz ikindilerinden Bir pencere sapsarı; ya sizden, ya müziğin renginden Dersiniz hiç çekinmeden Dersiniz: niye kullanmayayım ben bu duygusal zamanı Örneğin bir balkonu, oradan Balkona ekleyerekten bir dağ başını Sonra balkonla dağı Ansızın bitiştiren Öyle bir kuş sürüsü tek kuşa benzeyerekten Bir aşağı bir yukarı Niye kullanmayayım ben bu duygusal zamanı. Niye kullanmayayım öylesi bir ustalıkla Bularaktan bir yüzü, okşayaraktan saçları Derim ki tam sırası, yakaraktan bir cıgara Üfleyip tutaraktan bir sürü akçıl dumanı Ve nasıl bir fiyakayla elleri cebe sokmalı Bilirim, böylece vakit olmalı.
Bilirim böylece vakit olmalı Bir caddeyi kullanmalı az çok, bir göğü, bir kadeh siyah şarabı Denedim, sen varsın ya, sen olunca bir o kadar dayanıklı Yerler var, boyunca sokaklar, geçince çok duvarları O duvarlar ki hep öyle: akasya, Erzurum, askerlik fotoğrafları Ya kâğıtlar — ne de çok — çok gözlü bir deniz hayvanı kâğıtlar.. Nerde bir Alaska var, nerde bir Alaska yok, işte onları Nerde bir Afrikayı Afrika., ve akılda tutulan yerleşik insan kokuları Diyorum kullanmalı O durmuş saatleri, başbaşa evrensiz kalmaları Şehvetli çarşıları; çarşılar., yağ, balık, gül yazıları Kocaman evleri sanki, bir kocaman anahtarları Bulanık bir göz gibi — tam öyle gibi — çok kaygan odaları Odalarda yan yana, erinçli, hür yatmaları Diyorum kullanmalı “Nereye? — Bilmem ki..” işte o adamları Eskimiş kanları az çok, bir filmin koptuğu yeri, resimsi bakışları Peygamber soylarını, o uysal ateşleri, hurma şaraplarını Ve kutsal kitapları Öyle ya, sen varsın ya, sen olunca bir o kadar dayanıklı Bu ölümsüz kalmaları Yani bir sonsuza varmayı boyuna — biz ikimiz seninle Ama sen kimsin işte? bunu hiç sormamalı Bunu hiç sormamalı; bitmesin, sürsün diye Böylece, azıcık vakit olmalı.
Korkunç, biz buna sonbahar diyoruz, oysa bir böceğin vızıltısı Bir yaşlı çocuktan azalan sesi dünyanın — bir böceğin vızıltısı Pis lokantalarda çekilmez akşamüstleri — bir böceğin vızıltısı Bilmem. Kimi duymak istiyorum ben? Sizi mi? — bir böceğin vızıltısı Ah şimdi o taş evin sıcağında — sanki bir anmak istediğim öyle uzak ki, nasıl Nasıl bir hüznün başkaldırışı — bile değil — bir böceğin vızıltısı Herkes ne çabuk göçüyor. Azıcık korkuyorum. Dün biri gitti Olanlar oluyor işte — ne yaparsın — bir böceğin vızıltısı Akşamları uykum kaçıyor. Kaçsın — Yaşlı teyzem diyor ki Diyor ki — vallahi anlamıyorum — bir böceğin vızıltısı Bir de hep unutuyorum — anlamadığımı — özürler diliyorum durmadan Ohoo!. Teyzem mi? uyumuş oluyor çoktan — şu kantolar ülkesinde canım Eski bir Üsküdarda, bir gül kokusu ağırlığında dolaşıyor belki Hay Allah! nereden çıktı şimdi? bu saatte kim olabilir ki Yani ben kimseyi tanımıyorum ki — kendimi bile — ah şu böceğin vızıltısı Bir gün kırmızı gözlü birinin gülbahar oynayışında beraberdik. Her neyse, amcamın namuslu günleri.. Neden bana kız resimli çakısını vermedi acaba, bir türlü öğrenemedim İstemem düşünmeyi bile — Yahu ben demin sokaktaydım, şimdi nerdeyim, meyhanede miyim Konyak mı içiyorum? niye mi sevmiyorum Mısır ehramlarını, Osmanlı tarihini Bu hangi şarkıcı — sıkıyor beni — kolyenizi sevdim Nermin Hanım! Bu kaçak tütünü niye mi içiyorum? Bilmem ki.. Hani bir sorguya çekseler beni Çeksinler, ne suçum var sanki, suçsuzum ben vallahi billahi Azıcık dalmışımdır — ha şunu anlasaydınız — bütün suç dalgınlığımda Polis mi? tutsak mıyım? ne adamsınız siz! götürün bari ilgisizliğimi Bu konyak niye çok pahalı, ben bu orospuyla yattım diye mi, ayıp Çok ayıp! hem birazdan gene yatacağız, öyle değil mi sevgilim Siz şu hesabı getirin hele, ben böyle kalçalar görmedim ne zamandan beri Gülmeyin canım! şu hayvan suratlı adam bize bakıyor da ondan, kızıyorum Bu turunç likörünü kim içiyor sabah sabah? demeyin, sahi ben gene mi yalnızlıyorum Gene mi, ah niye ağlayamıyorum bu güneşli İstanbul vakti Hani ben böyle istiyorum da, bırakın böyle olsun, öyle mi. Olsun. Herkes ne güzel kıyılarda ne güzel ayaklarına bakıyor Bir gökyüzü dinleniyor içimizde, bir huysuz at, bir soru, derken bastırıyor o böceğin vızıltısı Gittikçe bastırıyor, iyi bastırıyor şimdi, örneğin ben o vızıltıyla uyanıyorum sabahları Ne gelirse yapıyorum elimden — duymamak için — sanki bir dilim ekmeği bir yıl kadar uzatıyorum Sanki bir istasyona vuruyorum ilkin, şöyle bir ilk çağa vurur gibi. İyi mi? Ya da bir tren geçiyor da az ötemden, ben o trenin Doğu yolcuları Bir süre değişik, bir süre anlamamış, giderek tam eskisi gibi kendime bakıyorum Dedim ya, ne gelirse yapıyorum elimden — unutmak için —ah şu böceğin vızıltısı Bastırıyor durmadan. Bense yalnızlığa daha bir yalnızlık koyuyorum, hepsi bu Yani bir böcekte yaşıyorum — dersem inanın — onu deviniyorum hep, bilmem ki.. Bilmem ki., üstelik sevmiyorum da, neyi sevmiyorum, yalnızlığı, öyle mi Kim bilir belki de, bütün gün sesleniyorum çünkü — nereden Örneğin bir sonbahar sözcüğünden, bir dilbilgisi yanlışından, bir satır başından belki. Belki de… Bir Doğu kentinden, bir ölü gömme töreninden, sesli bir manastırdan az çok, bin adet bir ak güvercinden. Kendimden, yanlış ve eksik olan bir yerden; bir nymphe masalından sanki: korkuyla sinen, şehvetle yiten, ses olan doygunsuzluğuma, benimle eşitlenen Her şeyden, ama her şeyden; değil bir eşkiya çatışmasından yalnız, kuru bir dereden, dural bir kargadan, ölümün yepyeni bir sözlüğünden Yepyeni bir sözlüğünden. Ölümün. O yılgın silahlardan. Yani bir şiir parçasından belki. Bir sokak kargaşasından. Cinsel bir çekişmeden Arta kalan bir yerden: bitkisel gözlerinden, katılmış içlerinden, o kansız evlerinden, sürekli hüzünlerinden Bilmem ki neden. İşte bir çocuk durgunluğu gibi. Ama tam öyle gibi. Önce bir sorguya takılı: uyumlu, ürkek, bitimsiz derinleşen Ve içsel bir bulantıdan. Ve çirkin bir gülüşten. Ve güçsüz bir atılımla belirsiz bir av hayvanının döllerinden Gelince birden gelen; nedensiz bir üşüntüden, kıyısız bir denizden, ışıksız bir lambadan, az konuşan, iletken Onların dillerinden, onların kuşkusundan, onların her şeyinden, dışardan hiç bilinmeyen Sinsi pis çentiklerden. Sanki bir tortu gibi. Arınmaz kirler gibi, gelişen artan, kendini biriktiren Nedense biriktiren. Sonra hep dışa vuran. Birden. Öyle bir pas lekesi. Gibi. Kararsız sözlerinden, dengesiz aşklarından, tanrısız ellerinden Yenilgen. Ve karşıt bir yörüngeden: dualarda eriyen, kuytularda direnen, içkilerde küçülen Atılgan bir duruşla o sonrasız, edilgen Böyle hep seslenirim ben. Duyan kim? Ama ben seslenirim — Nereden Nereden? — Baktıkça üreyen, saydıkça çoğalan, vardıkça yetişilmeyen Seslenirim kendimden: öyle soy, öyle güzel, öyle çekici Vardır ya, sirenler gibi işte: “Size ben öğreteceğim dünyanın gizlerini!” Gel gör ki anlatamam, vardıramam sözlerimi. Bildiniz, hep o böceğin vızıltısı Durmadan bastırıyor. Kötü bastırıyor şimdi. Örneğin ben o vızıltıyla bakıyorum yanıma yöreme Bakınca bir baş dönmesi — o kadar hızlı ki her şey — Bir kalın testere bir gökyüzünü kesiyor tam ortasından Bir katılık bir katılığa yapışıyor. Bir çark dönüyor iç mavileriyle. Şu, bu.. Bir çocuk ip atlıyor. Biri bir tel çekiyor karşıya. Bir mağaza vitrini gürültüyle duruyor anlatılamaz Ha babam yazıyor biri. Bir haham tevratı dört dönüyor — Yahu bu sokaklar da kim Yapmayın, meyhanedeyim ben, çok kadehten bir kadehim yok benim O kadar hızlıyım ki, başım dönüyor — bari şu vızıltı olmasa İyi ya, belki de yalnız değilim — değilim de — durmuşum bir yalnızlıkta Durmuşum, bunu anlıyorum, duyurmak istiyorum üstelik İstiyorum — duyurmak — düşmeden bir kayıtsızlığa. Yani ben böyle istiyorum, bırakın böyle olsun Diyorum — pek uzaktan — sevgilim, boş geçirmeyelim mi geceyi Ben o senin omuzlarını düşündüm, bundandır, şimdi gözlerim beyaz Benim gözlerim beyaz — hem nasıl — bilmiyorum, ya seninkisi Ne dersin, hayır mı, boş geçirmeyelim mi geceyi Kapasak mı pencereyi acaba Geçiyor — anneniz mi — eskimiş yün kazaklarla Babanız — daha erken — gelmeyen babanızla Gelecek! — annenizdir — çoğalan gözleriyle kapıda Gelmiyor — babanızdır — bulunmuş eşyalar arasında Ağlıyor — annenizdir — yok canım, biraz oyalansanıza! Gibi oyalansanıza Girerekten mutfağa soraraktan o kalaylı taslara Çünkü o baş dönmesi ya orda, ya yukarda tavan arasında Güveler, hep güveler, bir delik, bir delik daha Biraz oyalansanıza! Bir oyun başka olamaz oyundan gibi Bir söz başka olamaz sözden gibi Bir şey başka olamaz bir şeyden gibi Tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa Ne gelir elimizden insan olmaktan başka Ne gelir elimizden insan olmaktan başka. Ne çıkar siz bizi anlamasanız da Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.
“Garda bana, okumam ve sürgünü sırasında korumam ricasıyla yazılarıyla dolu çantasını verdi. Ondan ayrılırken heyecanımı göstermemek amacıyla şakayla karışık şunları söyledim: “Bu dünyada veya başka bir dünyada görüşmek üzere!” Birdenbire ciddileşti ve bana şu yanıtı verdi: Başka bir dünyada tekrar görüşülmüyor.” (s.15)
“Ayrılışın hafif şokundan sonra bu konuda hiçbir üzüntü duymayacağınıza ve olur da bazen beni düşünürseniz bunun çocuklukta okunan bir romanın düşünülmesi gibi olmasına inanmayı tercih ederim, insanların kalbinde onlara hiçbir sıkıntı yaratmayacak şekilde bir yer edinmeyi isterim.” (s.17)
“Kötülük kendini yok ettiği yerde eksiksizdir; artık kötülük yoktur: tanrısal masumiyetin aynası. Aşkın tam da mümkün olduğu bir noktadayız. Bu büyük bir ayrıcalıktır; çünkü birleştiren aşk mesafeyle orantılıdır. Tanrı mümkün olan en iyi dünyayı değil de, iyiliğin ve kötülüğün bütün derecelerini taşıyan bir dünya yaratmıştır. Dünyanın olabildiğince kötü olduğu noktada bulunuyoruz. Çünkü bunun ötesi kötülüğün masumiyet haline geldiği kademedir.” (s.21)
“Beni öldürmek için, insanın kendisini yaşamın bütün ısırmalarına karşı çıplak ve savunmasız olarak sunması, boşluğu, dengesizliği kabul etmesi, mutsuzluğu ödünlemeyi hiç araştırmaması ve özellikle “lütfun geçeceği çatlakları tıkamaya yönelen” hayalin çalışmasını askıya alması gerekir. Bütün günahlar boşluktan kaçma girişimleridir. Aynı zamanda geçmişten ve gelecekten vazgeçmek gerekir, çünkü ben her zaman tükenen bir geçmişin ve geleceğin bir yoğunlaşmasından başka bir şey değildir. Bellek ve umut hayali yükselişlere sınırsız bir alan açarak mutsuzluğun kurtarıcı etkisini silerler, ama şimdiki ana sadakat insanı gerçekten hiçliğe indirger ve buradan ona ebediyetin kapılarını açar.” (s.24)
“Tanrı’dan tamamen yoksun olan bu dünya Tanrı’nın kendisidir.” (s.28)
“Kötülüğü kendi dışına yayma eğilimi: bu kötülük hâlâ içimde! Varlıklar ve nesneler benim için yeteri kadar kutsal değiller. Tamamen balçığa dönüştüğüm zaman hiçbir şeyi kirletmemek. En kötü zamanlarımda bile bir Yunan heykelini veya bir Giotto freskini yok etmezdim. Neden başka bir şeyi yok edeyim? Örneğin neden bir insanın mutlu bir ânı olabilecek bir ânını yok edeyim?” (s.37)
“Kendine yardım et, Tanrı sana yardım edecektir.” (s.38)
“İnsanlar bize vereceklerini hayal ettiğimiz şeyi bize borçludurlar. Onları bu borçtan muaf tutmalıyız. Onların bu borcunu silmeliyiz. Hayal ettiğimiz yaratıklardan başka olduklarını kabul etmek, Tanrı’nın vazgeçmesini taklit etmektir. Ben de, olduğumu hayal ettiğim şeyden farklıyım. Bunu bilmek, bağışlamadır.” (s.41)
“İnsan bu dünyanın yasalarından ancak bir şimşek çakma süresince kurtulabilir. Durma, temaşa, saf sezgi, zihinsel boşluk, ahlaksal boşluğu kabul ediş anları. İşte insan bu anlar yoluyla doğaüstüne ulaşabilir. Bir an boşluğa dayanabilen kişi ya doğaüstü besini alır ya da düşer. Korkunç bir risk ama bu riske girmek ve hatta umutsuz bir ânı göze almak gerekir.” (s.43)
“Sevgi avuntu değil ışıktır. Dünyanın gerçekliği bizim bağlılığımızla oluşmuştur. Bu ben’in bizim tarafımızdan şeylere aktarılan gerçekliğidir. Bu kesinlikle dışsal gerçeklik değildir. Dışsal gerçeklik ancak tam bir kopuşla algılanabilir. Yalnızca bir iplik bile kalsa, hâlâ bağlantı var demektir. Bizi en sefil şeylere bağlanmaya zorlayan mutsuzluk bağlanmanın sefil niteliğini açığa çıkarır. Böylelikle, kopmanın zorunluluğu daha açık hale gelir. Bağlanma yanılsamalar üretir ve her kim gerçeği istiyorsa bunlardan kopmak zorundadır. Bir şeyin gerçek olduğu bilindiği andan itibaren artık ona bağlanılamaz. Bağlanma, gerçeklik duygusundaki yetersizlikten başka bir şey değildir. Bir şeye sahip olmaya bağlanılmıştır çünkü ona sahip olmak bırakılırsa o şeyin artık varolmayacağı zannedilmektedir.” (s.46)
“Bir arınma biçimi: yalnızca insanlardan gizli olarak değil de, Tanrı’nın var olmadığını düşünerek Tanrı’ya dua etmek.” (s.52)
“Kendi içine inerse insan, tam arzuladığı şeye sahip olduğunu bulur.” (s.53)
“Birini kaybetmek: ölünün, yok olanın hayali, gerçekdışı hale gelmesinden ıstırap duyuluyor. Ama ona duyulan arzu hayali değildir. Hayali olmayan arzunun yattığı kendi içine inmek: yiyecek hayal edilir ama açlığın kendisi gerçektir: açlığa yakalanmak. Ölünün mevcudiyeti hayalidir ama yokluğu gayet gerçektir: bu yokluk bundan sonra onun belirme tarzıdır.” (s.54)
“Dünyada hiçbir şeye sahip değiliz, çünkü rastlantı bunların hepsini bizden alabilir.” (s.57)
“Tüm tutkularda mucizeler vardır. Bir kumarbaz neredeyse bir aziz gibi geceyi uyanık geçirebilir ve oruç tutabilir.” (s.84)
“Bütün bağlılık nesnelerine bir iple bağlanılmıştır ve bir ip her zaman kopabilir.” (s.93)
“Yalnızlığını koru. Olur da bir gün sana gerçek bir sevgi sunulursa, içsel yalnızlık ile dostluk arasında bir karşıtlık olmayacaktır, bilakis. Onu tam da bu şaşmaz işaretten tanıyacaksın.” (s.96)
“Hayal gücünün kötü olan şeyle oyalanmasına izin vermek bir tür korkaklığa yol açar; gerçekdışılık yoluyla zevk almayı, bilmeyi ve büyümeyi umuyoruz.
Hayal gücünü mümkün diye bazı şeylerle oyalamak şimdiden onlara bağlanmaktır. Bunun sebebi meraktır. Bazı düşünceleri (tasavvur etmeyi değil ama onlarla oyalanmayı) kendine yasaklamalı; onları düşünmemeliyiz. Düşüncenin bizi bağlamadığını sanırız, oysa yalnız o bağlar bizi ve düşünme izni her izni kapsar. Bir şeyi düşünmemek en üst yeti.” (s.106)
“Istırabın içinde gerçekliği bulmak için, neşe yoluyla gerçekliğin ilhamına sahip olmuş olmak gerekir. Yoksa yaşam az çok kötü bir düşten başka bir şey değildir.” (113)
“Yalnızlık. Peki, değeri neden oluşur? Zira yalnızken, sadece maddenin, bir insan zihninden daha az değere sahip şeylerin huzurundayızdır. Yalnızlığın değeri dikkatin daha büyük imkânında yatar.” (s.149)
“Bütünü taklit etmek zorunda olan bir parçayız.” (s.167)
“Dünyanın yitirildiği bir ıstırap derecesi. Ama sonra, yatışma gelir. Ve gene nöbet geçirirsek, yatışma da hemen ardından gelir. Eğer bunu bilirsek, bu acı derecesinin kendisi yatışmanın beklentisi haline gelir ve dolayısıyla dünyayla olan temasımızı kesmez.” (s.168)
“Bu dünya kapalı kapıdır. Bir engeldir. Ve aynı zamanda geçittir. Yan yana zindanlarda duvara vurarak iletişim kuran iki tutsak. Duvar onları ayıran ve aynı zamanda onlara iletişim kurma imkânı veren şeydir. Biz ile Tanrı arasındaki durum da böyledir. Her ayırım bir bağlantıdır.” (s.172)
Bitmeye yakın ilişkilerdeki gözlediğim tipik örüntü; artık kişi, partnerinden beklediği erken çocukluk yarasına dair ihtiyacını alamadığını öyle yoğun görmektedir ki asla alamayacağının gerçeğiyle her yüzleştiğinde daha da sertleşir/öfkeye bağlanır.
Öfke uzun vadeli olup, kızgınlık halini alınca ilişkiyi öldürücü bir çok hal gelişir:
Savunma ya da hor görme!
Bu ikisinin uzun vadeli varlığı kişileri epey acıtır/incitir.
İlişkinin içi acı/incinme yüklü hale geldiğinde taşınmaz olur.
Sen istemesen de refleksif olarak ara ara yükü kenara bırakırsın.
Ve bir gün artık geri almazsın.
***
Tükenme; yaşam enerjinin kritik seviyeye inmesi sonucu yaşamı, idare modunda sürdürmen demektir. İdare modunda heves, heyecan, tutku, merak, keşif yoktur. Öyle bitkinsindir ki uzaktan hoş gelse de, iyi hissedeceğini bilsen de bir türlü dahil olamazsın yaşama. Sadece hayatta kalacak seviyede var olursun yaşamda.
Sebeplerin biri; içindeki başarı odaklı, yüksek beklentili modunla ilişkinde devamlı uyumlu/söz dinleyen bir modda olmandır. Uyumlu/söz dinleyen modda yaşamı farklı renkleriyle yaşamak yoktur, beklenti ve görevleri tam, eksiksiz yerine getirmek vardır. Bu modun aktifliği çok uzun sürerse, keşif/merak/oyun ihtiyacına cevap verici bir denge yaratmaktan uzaklaşırsın. Başarı odaklı beklentili modun köleleştirici, tutsaklaştırıcılığına karşı rengi, tadı, keyfi, oyunu koyamazsan tükenme kaçınılmazdır. Bunu yaratmak pek kolay değildir. Yine de durağanlık, sabitlik, tek taraflılık, tek düzelik barındıran seçimler yapmak yerine bedensel aktifliğin merkezde olduğu ve hareketle bağlantılı seçimler yapmak iyi bir başlangıç olabilir. Amaç; yüksek standartçı taleplerin tutsaklığını çağrıştıran her şeyden uzaklaştırıp, canlılığı yani bağımsızlığı aktive eden seçimlere yönelerek, yaşamla bağını onarmaya başlayabilirsin.
***
Partnerinin bir başına hissetmesine omuz vereceğin yerde herhangi bir şey yapmadığında yani kayıtsız kaldığında bu güvensizlik yaratıcı bir hal oluşturur.
Bu yüzden partnerinin arkasını güvenle yaslayacağı bir kaya gibi olman gereken zamanlarda kayıtsız kalmayı seçme.
Korkunu, kaygını, el alemi değil eşini seç!
***
İnsan tehdit altında hissettiğinde gardı (savunması) hep yukarıdadır. Ve bu çok doğaldır. Aslında burada ortaya çıkan öfke, incinmeye karşı kişiyi korumaya yarar. Fakat ‘ya incinirsem’ düşüncesinde fazlaca kalmak kişiyi tehdit altında tetikte tutar, öfke koruyuculuktan çıkar ve kişiyi/ilişkiyi zehirlemeye başlar.
***
Partnerin sana kendini devamlı açıklama halindeyse; duygusal anlamda tehdit altında hissettiğini kabul etmelisin. Özellikle yoksunluk yaratacak tavırlarının tehdidini partnerin kolayca hisseder.
Partnerinin bu haline olumlu yaklaşımın, onu pek hissedemediği bir yerden kavrar. Yani koşulsuz güven ve aitlikten…
Kendini gerçekten güvende ve kabul edilmiş hisseder. Ve yaralarına olan bu kabul ve hassasiyet onu iyileştirir. Daha az açıklama yapar, iki de bir özür dilemez, yalvaran bir modda bir şey istemez. Kendine olan inancının nasıl ayağa kalktığını gözlerinle görürsün.
Böylelikle senin gözünden de partnerin bağımlı, ürkek, kaçıngan değil, haklarının peşinde, öz güveni yüksek, sınırlarını koruma netliği bariz bir halde gözükür.
***
Evliliklerin ömrünü belirleyen şeylerden biri; çiftlerin, birbirlerinin yakınlık/bağlantı kurma taleplerini ya da ihtiyaçlarını öncelemeleridir.
Yani partneriniz sizinle hadi bir şeyler izleyelim dediğinde, hayır demek ya da eşiniz üzgün olduğunu söylediğinde onu geçiştirmek, mesela telefona bakmak.
Bunlar bağlantıyı yavaşça yok eder. Bağlanamadığınız kişiyle yavaş yavaş uzaklaşırsınız. Aslında eş olmaktan uzaklaşarak gittikçe sokaktan geçen yabancı birine dönüşürsünüz. Günün sonunda ciddi bir kriz olmadan ilişkiniz biter.
***
Kaçınmacı başa çıkması güçlü iki partner, sorunları konuşmak yerine odalarındaki fili büyütürler. Sonra ilişkilerinin yaşayacağı bir alan kalmaz. En sonunda da ‘nasıl ya biz iyiydik’ yüzleşmesiyle ikisi de evlerinden ayrılmak durumunda kalır.
***
Değersizlik, yetersizlik hislerini devamlı tetikleyen bir partner karşısında bunları çağrıştıran imalar, laf sokmalar, iğnelemelerle karşılaşmamak için kabuğuna çekilirsin. Kendi kimliğini kaybederek onun tasarısına dönüşürsün. Bu tasarıyla içindeki gökkuşağının rotasını bulamazsın.
***
Partner ilişkisinde sadece kadınlar “olumlu ifadelere” ihtiyaç duymuyor. Erkekler de “olumlu ifadelere” kadınlar kadar hatta daha fazla ihtiyaç duyuyorlar.
***
Hayatında hep sorumluluklarını kendini feda eder biçimde yerine getirmiş sabretmiş, her şeyini kendi halletmiş bir kişi partner ilişkisinde de onun her şeyini halleden, onun ihtiyaçları için kendini feda eden bir rolde ilişkide olabilir. Fakat bu partner ilişkisini anne-çocuk ya da abla-çocuk ilişkisi eksenine sıkıştırır. Onun annesi ya da babası olduğunda bu rolde kalan adam ya da kadın bir süre sonra cazibesini kaybedebilir. Çünkü ilişkide sorumluluklar kadar heyecan, tutku, romantizm, kıskançlık da şarttır. Yani evdeki işçi rolü kadar dışarıdaki sevgili rolünün canlılığı ilişkinin olmazsa olmazıdır. Sevgili olmayı unutmuş çiftler, sorumlukların girdabında aman düzenimiz bozulmasıncı bir pencereden ilişkilerini sürdürebilirler ki bu ilişkiyi yalnızca bir ortaklık zeminine oturtur.
***
Bir adam dedi ki ‘dışarıda hesap etmeden rahat konuşuyorum, ama eşimle konuşurken devamlı hesap yapıyorum, yapmalıyım da çünkü sıkıntı olur. Dedi. Ne gibi sıkıntı olur dedim. Benden uzaklaşır. Hatta evden ayrılmaya kadar gider. Dedi.
Bir kadın dedi ki “içimdekilerin çeyreğini söylüyorum. Çoğunu içime gömüyorum.” İçinize gömmeseniz ne olur dedim. Eşimin suratı daha düşer, küser, beni yok sayar. Yanında varlığımı hissedemem. Bu çok acıtır beni. Dedi
İki partnerde karı koca. Ve ikisinin arasında birden bire bir dans oluşuyor. Sus-sus dansı. Korkunun yönettiği bir dans. Birisi için terk edilme korkusu, diğeri için değersizlik korkusu. Bu iki korku, ikisini de felç oldukları ve birbirlerinden uzaklaştıkları bir dansa sürüklüyor.
Bu dansı kim nasıl tetikliyor, diğeri bu zeminin kayganlığını hangi tepkisiyle arttırıyor. Bu dansı dışarıdan kendi filmlerini izler gibi yargısızca izlemeleri gerekiyor. Mesele birbirleriyle değil, mesele sus-sus danslarıyla.
***
Herkesle iyi geçinmeye çalışan insan gerçek bir ilişki yaşayamaz. Kendin olamadığında, ötekinin beklediği gibi olmaya başlarsın. İyi geçinmek, gittikçe uyumlu olmalıyım ile yer değiştirmeye başlar. Böylelikle iyi geçinmek sana sonradan tükeneceğin bir var oluş hediye etmiş olur.
Diğer yandan gerçek ilişki kaoslarlarla gelişir, derinleşir. İyi geçinmek övülen bir şey olmasına rağmen tek başına öz-değer sağlayıcı olamaz. İyi geçinmeye yaslanan devrilmeye mahkumdur.
***
Bir ilişki ne zaman gelecek vaad etmez?
Partnerin, hayatındaki olup bitenlerle ilgilenmiyorsa, ulaşılabilirliği sadece sorumluluklar üzerinden oluyorsa, seçimlerinde birlikteliğe değil, bireyselliğe öncelik veriyorsa, cinsel yakınlıkta belirgin bir uzaklık söz konusuysa, bir çok konuda sorumluluk almıyorsa, dili keskin, ithamkârsa, yarattığı zor duyguların zedesine kayıtsız kalıyorsa, izole, uzakta, reddedilmişlik barındıran yaşantılarla karşılaştırma sıklığını artımışsa, verdiği sözlere sadık kalmadığını ve bunlara bitmeyen bahaneler uydurduğunu fark ediyorsanız ilişkinizin sona yaklaştığını anlayabilirsiniz.
***
Partnerinin isteklerine, beklentilerine devamlı uyumlu kaldığın ilişki partnerin tarafından sonlandırılmaya mahkumdur.
***
İlişki sadece ve sadece ötekinin isteklerinin karşılanacağı bir yer değildir. O ilişki değil pek tabi sömürüdür. Sınırlarının devamlı ötekinin istekleri uğruna yıkılıp, yıkılıp yeniden yapılandırılması kabul edilmemeli. Saygınlığının avucunun içinden kayıp gitmesi, sonucu ağırdır. Cesaretlendirildiğin, kabul edildiğin, sarıp sarmalandığın, hakkına sahip çıkıldığını bildiğin, korunduğun bir yer olmalı ilişki…
***
Bir ilişki bazen yalnızca iki iyinin bir doğru etmemesi yüzünden biter. İyi olmak sürdürmeye yetmez. Acıdır bitiş yolunda adımlamak. Bitmesini kimse istemez hele daha en başta. Ama biter.
Sadece aradığın bulunamamıştır. Ya da bulduğunu zannettiğin aslında aradığınla pek ilgisi yoktur. Ya da aradıkların değişmiştir. Sadece bu kadardır. Bu kadarla da biter. Senin daha az değerli, sevilen, istenen biri olmanla ilgisi yoktur.
***
Evlilik sadece yüz kızartıcı şeyler yüzünden bitmez. Seni artık her şeyinle sevip kabul edemiyordur. Bu yeter de artar bile. Bir de boşanmanın sorumluluğunu alacak cesareti yoktur. Kaçak dövüşüp dövüşüp bıkıp usandırma yoluyla eşine boşanma davasını açtırır ve büyün vicdanı yükünü ona boşaltır. Çünkü o boşanma dilekçesini vermiştir. Böylece kendini huzurlu kılarsın ama bu huzur sana o ilişkiden alacaklarını ,öğreneceklerini öğretmez. Acı çekmezsin böyle belki ama kaybının yasını tutamamak seni ilişkilere dair hiç büyütmeyebilir. Diğer taraftan zaten kadın yüz kızartıcı şeyler mevzunu geçmiş, ilişkideki kaybolan bir çok şey sebebiyle evlilik birçok noktada yaşamını yitirmiş. Sadece bardağın taşması, harekete geçmek için bir sebep gerekiyor. Teknik aksaklıklar da buna hizmet etmiş! Ben sevilmeyecek adam değilim. Her şeyim tas tamam, sorun bende değil sende! İlişkideki payını, hatasını görmek istemeyen birisinin tipik savunması!
***
Eşleri tarafından olumlu karşılanmadığını düşünen erkeklerin boşanma oranı, diğerlerine kıyasla iki kat daha yüksek… Orbuch bu farkın nedenini, arkadaşlarına sarılan veya kuyrukta beklerken tanımadığı birinden iltifat alabilen kadınların aksine, erkeklerin olumlu karşılanma ihtiyacını yalnızca partnerleri aracılığıyla karşılayabilmeleri ile açıklıyor.
***
Bir ilişkinin gücü, bir çiftin tartışmadan sonra nasıl bir araya geldiğiyle anlaşılabilir. Yani tartışmayı kazanılacak bir mücadele değil, kendi duygu, düşünceni ortaya koyma süreci olarak görürler. Birbirlerinin yüz, beden duruşu, konuşma tonunu takip ederler. Bu takipten aldıkları geri bildirimlerle devamlı kendilerini dengelerler. Neyi, nasıl diyecekler. Nerede sakinleşip, ara verecekler, nerede daha vurgulu olacaklarına karar verirler. Birbirlerine temas etme niyetleri ve buna yönelik dikkatleri tartışmayı daha sağlıklı hale getirir.
***
İlişkinizin yegane görevi sizi mutlu etmek değildir. Eş/partner ile ya da bir insanla olan ilişki; çıkmazlar, kör noktalar, zorluklar, dona kalmalar, kaçınmalar barındırır. İlişkiniz, size görmekten devamlı uzak kalmayı seçtiğiniz size ait zorluklarla yüzleştirir.
İlişkide olan her zorluk aslında bir yüzleşme gerçekliği yaratır. Tam bu noktada partner bir aynadır; size sizle ilgili anlayıp, anlamlandırmaya ihtiyacınız olduğunuz şeyleri gösterir. Bu aynı zamanda bir fırsattır; büyümek ve gelişmek yolculuğunda.
***
Eyleme dökülmemiş ama ısrarla ifadelendirilen sevgi, ifade edilende öfke yaratabilir.
Kişi, sözcükle eylem arasındaki uçurumu fark ettikçe öfkelenebilir.
Bu, göz göre göre kandırılmışım öfkesidir.
***
Sizi çok seven insanlara tekrar bakın; onların hayatını eskisi gibi kolaylaştırmadığınızda size sevgi gösteriyorlar mı? Size yakınlıkları nasıl oluyor? Yoksa kendinizi onlar için feda etmeniz, onların sizinle olmalarının tek koşulu mu?
***
Evliliğimde, benim bu yaşananlardaki payım/rolüm ne diye sormuyorsan işin zor. Dikkatin hep karşıdadır. Fakat önce kendine, kendi arızalarına, çıkmazlarına bakmalısın. Parmağın önce kendini göstermeli. Kendini anlama yolculuğuna çıkmadan evliliği anlama mücadelesinde yol alamazsın.
***
Sevgi bitmese de evlilik biter. Hele ki ilişkide öfke, kızgınlık, hayal kırıklığı, keder kol gezdiğinde. Bu duyguları ortaya çıkaran onca olay yaşanmıştır ve bu olayların bir daha yaşanmayacağının da garantisi yoktur. Umutsuzluk ve çaresizlik ilişkideki karanlığı genişletir.
***
Sorumsuz bir babanın çocuğuysan, aşırı sorumlu bir çocuk olman doğaldır. Görev almak mecburiyetten doğar. Babanın almadığı bir çok sorumluluğu alıp, onun ve ailenin hayatını düzenlemek senin refleksin oluverir. Bu refleks genellenir. Diğer insanların hayatını düzenlemeye kadar ilerler.
Önce bu refleksi fark et. Sonra bu refleks, senin kendine ait hangi ihtiyaçlarının önünde duruyor. Onları görmeni engelliyor. Buraları incele… ihtiyaçlarına yaklaştıkça bu refleksten uzaklaşacaksın!
***
Çocuktan sırdaş olmaz. Çocuk(unuz) sizin her yükünüzü taşıyamaz, taşımamalı…
Çocuğunuzu erkenden büyütmeyin, erken ebeveynleşmiş çocuklar, hiç yetişkinleşemiyor.
– Çocuğunuz psikoloğunuz değildir.
– Kızınız/oğlunuz eşinizi şikayet hattı değildir.
– Çocuğunuz dert ortağınız, sırdaşınız değildir.
– Anne-babayı barıştırmak çocuğun asla ama asla görevi değildir
– Evliliğinizdeki gerilimi çocuk çözemez/çözmemeli
***
Evlilik fikri bazı insanlarda güçlü bir anksiyete (bunaltı) yaratabilir. Bunun nedeni: Ebeveynlerinin karı-kocalık ilişkilerindeki kaos; kişi üzerinde travmatize bir çaresizlik, korku yaratmış olmasıdır.
Zihin aynı travma ihtimali algıladığında anksiyete tuşuna basıverir. Çünkü zihin bunu tehlike olarak değerlendirir. Ve kişi tehlikede olduğunda bundan kaçınır. Bu noktada kişinin güvende hissetmesi çokça önem kazanır. Tam bu noktada kişinin partnerine, bu mesele düzleminde açık olması gerekir. Bu açıklık, partnerinin erişilebilirliği ile de karşılaşırsa güven ferahlar ve kolayca tahsis olur.
***
Travma durumunda hissedilen güçsüzlüğe ve çaresizliğe tam tersi bir güç olarak ‘hayatta kalma parçası’ gelişir. Travma parçasının aşırı zayıflığı, hayatta kalma parçasının aşırı güçlülük ve hakimiyeti ile telafi edilir.
Bazı hayatta kalma görüntüleri şöyledir:
Travmasında ebeveynlerinden hiçbir ilgi görememe de bulunan bir çocuk, sıklıkla görülmesini sağlayabilmek için çok büyük ve abartılı bir hayatta kalma parçası geliştirir. Bu tür bir hayatta kalma parçasının tutkusu; büyük bir sanatçı, tanınmış bir politikacı veya ünlü bir bilim insanı olmak için gerekli enerjiye sahiptir.
Fazlasıyla yaralı bir travma parçasına sahip bir çocuk, yeniden yaralanmayı engellemek için hiçbir şeyin onu durduramadığı öfkeli ve agresif bir hayatta kalma parçasına da sahip olabilir. Tutunacak bir yer arayan, çaresizlik içindeki aşırı kaygılı bir travma parçası karşısında, hayatta kalma parçası tam tersi bir tepki verebilir ve kendini tamamen bağımsız yaparak hiç kimseye bağlanmak istemez. Utanç ve suçluluk duygularının yarattığı aşırı travma durumunda ise bir ayna imgesi olarak fazlasıyla ahlakçı bir hayatta kalma parçası gelişebilir.
(Franz Rupert, Ruhtaki Bölünmeler)
***
‘Annem/babam en güzel yıllarını beni büyütmeye harcadı’ anneden çocuğa geçen bir cümledir. Çocuğun olanları zihninde yoğurmasıyla oluşturacağı bir algı değildir. Tam bir toksik ebeveynlik örneğidir.
Ebeveyn çocuğu ayrı bir birey değil, kendi yaralarının bekçisi yapmak istiyordur. Ebeveyn, ağır borçluluk algısı yaratır ve suçluluk tasmasıyla çocuğun kendi yoluna huzurlu bir şekilde gitmesi engellenir.
***
Ruhunda gezinen hırçın, öfkeli bir çocuk varsa, çocukluğunun üzerinden ağzından çıkanı bilmeyen, vahşice kıyaslayan, utandıran, değersizliğin dibini yaşatan, her an kusurlu hissettiren bir ebeveyn geçmiş olabilir.
***
Annelik/babalık müessesesi kutsal değildir. Bazıları bu müesseseyi kutsanmış göstererek, bütün hasetlerini, özlemlerini, dağınıklıklarını, travmalarını çocuklara boşaltıyor. Sanki onlar bir çöplük gibi. Fakat onlar sizden olan olsa da sizin uzvunuz, eşyanız değiller. İyi bir ebeveyn olmak istiyorsanız; çocuğun hiç ilgisi olmayan neyi üzerine, hayatına boca ediyorsunuz bunu fark etmelisiniz. Erdemli bir duruşla, ona değil, kendi yarattığınız/yaratmak zorunda olduğunuz alana boşaltmalısınız; tüm hayallerinizi endişelerinizi, hırslarınızı…
***
Çoğu insan ebeveynlerine yönelik bir “alacak söylemi” nedeniyle aile çemberinden, o iç içe, ayrımlaşmamış alandan ayrılamaz. Oysa özgür yaşam açık alanlarda ve seçilmiş insanlarla yaşanır. Birey baba evinden ayrılıp kendi evini kurmakla kendi kimliğini oluşturur.
Margaret Mahler
***
Büyüğüne (abi, abla) ya da küçüğüne (kardeş) duyulan memnuniyetsizliği, sen memnuniyete çevirmek zorunda olan bir görevli değilsin.
Onların memnuniyetsizlik kuyusu çok derin ve karanlık, ne atarsan at aydınlanmaz…
***
Moralin bozuk olunca partnerine mesafeli davranmazsın, yani bundan onu sorumlu hissettirmezsin hele ki iyi gitmeyen şeyleri kendine hızlıca mal ediyorsa. Bu tarafını bilip moralinin bozukluğundan, onu ayrı bir yere koyarsın. Çünkü sevgi hassasiyetlere olan saygıyla yakından ilgilidir.
***
Anne babanızdan tahsil edemediklerinizi onlara benzer figürlerden de tahsil edemezsiniz. Aynı oyunu bozmak zorundasınız. Sevgi ve değer sadece onlara benzeyenlerden alınamaz. Bunu sizi verecek başka insanların ki de gerçek sevgi ve değerdir.
Zavallı Catullus, yeter çılgınlık, yitik bilmelisin yitmiş gördüğün şeyi bir kez. Güneşler doğdu senin için bir zamanlar ışık ışık koşa koşa gittiğin sıralar hani nereye çağırırsa sevdiğin kız, hiçbirinin sevilmeyeceği denli sevdiğin. Neler neler yapardınız orada, tadına doyulmaz, senin istediğin, kızın da istemekten geri kalmadığı. Pırıl pırıl güneşler doğdu o zamanlar senin için doğrusu. O istemiyor artık; isteyeyim deme, güçsüz, sen de, gitme kaçanın ardından, zavallıca yaşamayı bırak, pek tut yüreğini, dayan. Sağlıcakla kal, cicim. Artık Catullus demir gibi sapasağlam. Ne arayıp bulur seni yeniden ne de bir şey dilenir, sen istemezken, acı çekeceksin ya sen, dizlerine kapanan kalmadığı zaman. Vay, neler gelecek başına, canlar yakan kadın; ne biçim yaşayış bu seninki! kim yaklaşacak şimdi yanına? kimin gözüne güzel görüneceksin? kimi seveceksin şimdi? kimin sevgilisi diye bilineceksin? kimi öpeceksin? kimin dudaklarını ısıracaksın? Ancak, sıkı dur sen ve dayan, Catullus, aman.
46
llık günler geri geliyor ilkyazla artık, yatışıyor yavaş yavaş gökteki kızgınlık batı yelleri estiği için tatlı tatlı, geceyle gündüzün eşit olduğu şu sıra. Bırakalım, Catullus, Phrygia ovalarını, verimli, sıcağı bol İznik topraklarını, uçalım Küçük Asya’nın ünlü kentlerine. Yerimde duramıyorum bak daha şimdiden, başıboş gezmek isteği doluyor içime, ayaklarıma canlılık geliyor sevinçten. Ey tatlı dostlar, arkadaşlarım, esen kalın, evimizden birlikte çıkıp yaban ellere ayrı ayrı dönüyoruz bambaşka yollardan.
61
… ağır ağır yürüse de utana sıkıla, soylu bir duyguyla, bir yandan ağlar, bir yandan gider İster istemez. daha uysalca söz dinleyerek gene de.
Gözyaşı dökmesene artık. Korkma, görmeyecek …
64 … Enginlere açılmış sayılır erkek, in cin top oynuyor ıssız yosunların içinde. Acımasız yazgı meydan okuyarak herzamankinden daha beter kulakları da tıkadı sonunda yakınmalarıma benim. Ey luppiter, senin herşeye gücün yeter, yanaşamaz olsaydı Atina’nın gemileri Gnossus kıyılarına hiçbir zaman, halatını bağlayamaz olsaydı Girit’e hiçbir acımasız gemici korkunç haraç taşıyarak azgın boğaya, dinlenmeye gelmeseydi evimize bu kötü konuk acımasızca tasarılarını gizleyerek tatlı görünüşünün altında! Nasıl da çırpınıyorum umudum yitik Neye bel bağlasam kırık dökük! Ida dağlarına mı gitsem! ah! denizin burgacı girmiş aramıza, ürküntü veren bir su ayırıyor beni oradan. Acaba babamdan mı yardım umsam? kendim bırakmadım mı onu üzerine kardeş kanı fışkırmış gencin ardına düştüm de? Bana bağlı kocamın sevgisiyle mi avunsam yoksa? O mu kaçıyor dala çıka burgaca eğilip bükülen kürekleriyle? Bir tek çatı yok kıyıda, yalnız bir ada, çıkış yolu kapalı denizin dalgaları kaplamış her yanı: hiçbir yol yok kaçmak için, bir umut kırıntısı yok; herşeyde bir suskunluk her yer ıssız, ölüm kokusu var herşeyde. gözlerimi söndürmeyecek ölüm gene de canım çıkmayacak bitkin gövdemden, ihanet edenin hakettiği cezayı istemeden tanrılar katında, tanrıların koruyuculuğunu dilemeden son saatımda. Ey Eumenid’ler, erkeklerini yaptığını burnundan getiren siz, verdiğiniz cezalarla öç alarak yılan saçları sarmış alnınızdan belli bağrınızdan dışarı vurmuş kızgınlık, buraya yaklaşın, buraya, kulak verin yakınmalarıma benim, kendimi alamıyorum açığa vurmaktan, iliklerime işlemiş bir kere, yanıp tutuşan, güçsüz, kimsesiz bana yazık, kör etmiş gözlerimi gizlice sevgi. Ta yüreğimden kopup geldiğine göre bu gerçek yakınmalar, izin vermeyin siz acımın karşılıksız kalmasına, nasıl bıraktıysa Theseus beni yapayalnız, ey tanrıçalar, öyle dert getirsin bu unutkanlık onun da yakınlarının da başına.” İçini döktükten sonra bu sözlerle, üzgün, ceza görmesini dileyerek insanlığa sığmaz eylemlerin, başını salladı göktekilerin yöneticisi, gücü bükülmek bilmez varlık evet anlamında.
Titremeye başladı korkunç denizler, toprak, sarstı ışıldayan yıldızlarını gök kubbesi. Bir karanlık sardı kopkoyu Theseus’un usunu o zaman, uymaz oldu buyruklara unutkan yüreği, daha önce sıkı sıkıya bağlı kaldığı. Bildirmedi Erechtheus limanına kavuştuğunu sağ esen sevinç belirtilerini çekerek direğe acı çeken babasının içine su serpmek için. Şu buyruğu vermiş Aegeus hani kucaklayıp genci bir gün yellerin kucağına bıraktığında, tanrıçanın surlarını geride bırakmak üzereyken oğlu bir gemi üzerinde: “Biricik oğlum, uzun ömrümden tatlı oğlum, seni tehlikelere atıyorum ister istemez, kocamışlığımın sonunda sana kavuşmuşken, son günlerimi yaşıyorum yazgım buymuş demek zorla alıyor seni elimden, ben istemezken, bakmaya doyamadım daha zayıf gözlerimle oğlumun sevgili yüzüne; güle oynaya göndermeyeceğim seni ben, izin vermeyeceğim sana güzel bir talihin belirtilerini götürmen için, ver yansın edeceğim ilkin bitmeyen yakınmalarla, ak saçlarımı kirleteceğim toza, toprağa bulayarak, kara yelkenler açacağım sonra gezgin gemi direğine senin, koyu paslı Hiber kumaşı söylesin içimi yakan duygularla yası. …
99
Bir öpücük çaldım senden, tadı tanrıların yemeğinde yok, sen oyuna dalmışken, bal gibi tatlı luventius. Ne var ki, cezamı çektim bir saatı aşkın bir süre belleğimde kaldığına göre, darağacının tepesinde asılı kaldım ben, kendimi temize çıkarmaya çalışırken, kızgınlığın yatışmak bilmez azıcık, döktüğüm gözyaşlarımla bile. Bu kaza olur olmaz sildin teker teker parmaklarınla ıslak küçük dudaklarını, ağzımdan bir şey bulaşıp kalmasın diye, çirkefe batmış orospu tükürüğüymüş gibi. Dolduramadın gitti ben zavallının çilesini amansız Sevgi’nin elinde, çektiklerim yetmedi demek senin yüzünden, öyle ki acı baldıran otundan daha beter şimdi o tatlı şey benim için, tanrıların yemeği olmaktan çıktı. Cezası bu ya zavallı sevgimin, bir daha öpücük çalmam hiç senden.
100
Aufilenus için ölüp bitiyor Caelius, Quintius da Aufilena için, birincisi erkek kardeşe tutkun, ötekiyse kıza vurulmuş, Verona gençliğinin bu iki çiçeği. İşte buna denir, gerçekten kardeşçe tatlı arkadaşlık. Kimi kayırayım? Seni, Caellus, çünkü eşsiz arkadaşlığını sundun bana, kusursuz bir biçimde, çılgınca bir yalım sardığı zaman beni iliklerime değin; mutluluklar dilerim Caelius, sevginde başarı kazan.
Gaius Valerius Catullus Çeviri: Güngör Varınlıoğlu
yüzünün üzülmeye çalışmış yerlerinden bahsediliyor güya gövdenin ve sesinin başına su gelmiş, inanmazdım herkesle hançersin de kendinle adın çıkmış sanki, kalbini özenle kırmışsın bütün eşyanın, ummazdım
incirin öte hatrı suyun kuşkusuz fikriyle üzgünüm dilemiştim ki en çok kar yağmasın bu kış bu kış kalp suyumla ıslanmasın yastık! dilemiştim ki yoktur aşk bu mutlak hasar bu mükemmel hata bu belki mümkün bir kusurdur sinemdeki ama ödü varsa umru da var insanın ayarı gibi anladım sanki:devlet neden şarap kullanmaz neden en uzun suya en sessiz uzanır yüzün neden en çok üzülmüş üzümün adı şaraba çıkar
sonra madem insan kal adında bir beladır insan dalgın bir belgedir kendiyle hayat arasında neden eve dönmekten ibarettir hayat neden bazen simsiyah bir doğruyla denilir, devletin ve allah’ın en iyi fikridir kış bütün evlerin en mükemmel hatasıdır baba
başka incirin yarasını başka incir de bilmez gibi talandır bu herkesle herkes olmak kopan umur ufalan ödün adıyla iki lekenin birbirine dağılmasına sadece aşk mı denir diğer zeytinin diğer zeytine fethi gibi dilerim herkesin vaktiyle adı sinem olan uzun bir yasa değer eli sinem! o kadar, o denli.
Yaşamanın değil de yaşayacak olmanın tedirginliği bu. Zamanın durmasını istediğim günlerde zamanın yok oluşuna şahitlik. Aynanın yalanladığı yüzüm, alnımda belirginleşen çizgiler, bazı hatıralara sımsıkı sarılan zihnim ve baba mirası keder. O en güzel pozu veremedik hâlâ dünyada. Tam her şeyi düzeltmişken bir şeyler oldu ve genelde bir şeyler olur tam her şeyi düzeltmişken. En güzel ve en yakışıklı zamanlarımızda bizi bulan, vuran, savuran bir şeyler. Bize en yakışan gömleği giyip yakamızı, saçımızı düzeltip tam o fotoğraf karesine girecekken bir şeyler oldu. Oysa ilk kez heveslenmiştik ve: “Tamam ulan, bu sefer sahiden de olacak herhalde” diye düşünürken, düşkünlüklerimizden vurulduk yeniden.
Ve yeniden dönüp bakıyoruz umut bağladığımız kapılara. Tüm bunlar olurken izleyecek misin? Oysa kapıları yüzümüze kapayan, üstümüze kilitler vuran, adımızı dünyadan kazıyan da sendin değil mi? Sendin bizi dünyaya inandıran ve tebessümünle kandıran. İnsan, inanmanın ve yanılmanın talihsiz ustası. En çok da umut bağladıklarına…
Bağlanmak, sabit kalmak, sıkışmak ve düğüm. Bir zaman sonra bu bağlılıklar işlevsiz hale getiriyor bizi, bağlı bulunduğumuz şey dışında bir şey düşünemiyor ve yapamıyoruz. Tüm dünyanın o bağdan ibaret olduğunu zannedip dünyamızın sınırlarını da buna göre belirliyoruz. Oysa dünya bir savruluştur, sürekli hareket gerektirir, ilerleme, devam etme, yeni sınırlar belirleme. Ama bazı düğümler bizi hareketsizleştirir, köreltir, özümüzü kıymetsizleştirir. Bu düğümlerin ortak noktası genellikle bize karşı umursamaz oluşlarıdır. Tüm gücünle ve inancınla sarıldığın o bağ ilk zorlukta senden kopup gidecektir.
Ve kopup gitti. Dünya, biraz da şu değil mi: İlk zorlukta kopup gidenlerin ardından bakmalar ülkesi.
Peki o bağ koptuktan sonra insan ne yapıyor ya da öncelikle sorulması gereken soru şu: O bağ sahiden de kopuyor mu? Cevabım hem evet hem hayır. O bağ fiziksel olarak kopuyor fakat ruhsal yatırımımız, benliğimizin, ruhumuzun, hatta bedenimizin bir parçası orada kalıyor ve dünya dönmeye devam ediyor. Bize ait büyük bir parçayı onda bırakıyoruz, onda hissediyoruz ve onda yaşıyoruz. Bu eksiklik hissiyatı özlemle beraber giderek daha da tahammül edilemez bir hâl alıyor ve özlüyoruz, çok özlüyoruz, kendimizin nadide parçasını ve O’nu. Fakat bir zaman sonra özlemek de yoruluyor, değişiyor ve bu eksiklik bizim bir parçamız haline gelip bizi bambaşka bir insana dönüştürüyor. Ayrılıklar, kaybedişler ve uzaklıklar insana biçim veren büyük ustalardır. İnsan ancak yitirdikçe, eksildikçe büyür ve gelişir. Olgunlaşmak ve yaşamın anlamını öğrenebilmek için bazen büyük kayıplar yaşamanız gerekir. Öğrenmenin bedeli yitirmektir. Bu yitirişlerin ardından derin ve ince bir sızı kalır, zaman zaman o sızı çok ağrır, işte bu da insan olmanın diğer adıdır.
Gelelim diğer soruya: O bağ koptuktan sonra insan ne yapar? Önce büyük bir şaşkınlık ve olup biteni idrak edememe hali. Kendimizi uzunca bir süre bu kayba ikna etmeye çalışırız. “Tüm bu olanlar benim başıma mı geldi yani?” diyerek şaşkınca etrafı izleriz. Sonra bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler.
O’nu değil de zamanın geçmesini bekler insan. Günlerin hızlıca akmasını, mevsimlerin çabucak geçmesini ve içindeki bu bitimsiz yangının bir an önce sönmesini. Ama bazı bağlar çok derin, içten ve köklere doğru inşa edilir, dolayısıyla bu bağların kopuşu daha şiddetli ve sarsıcı olur. Çünkü o bağ senin dünya ile kurduğun en kıymetli ve yeterli bağdır. Sadece dünya ile değil aynı zamanda gelecekle ve hatta dünya sonrasında da yaşatmak isteyeceğin bir bağdır. Bazen O’nu kaybetmek dünyayı ve ölümü kaybetmektir.
Büyük kayıplardan sonra derin bir boşluk doğar ve ardından bitimsiz bir hüzün. İşlere odaklanmak, kitap okumak, yemek yemek, uyumak, dışarı çıkmak, çalışmak büyük bir zorluğa ve yüke dönüşür. Artık hiçbir şeyden eskisi gibi tat almazsınız ve çevreniz sürekli olarak size ne olduğunu sorup durur. Bazen insan başına gelen belayı bile anlatacak gücü bulamaz kendinde, kalbinin en kuytu köşesinde altına hasır bir iskemle çekip susar çaresizce. Dünya dediğimiz o kocaman sözcük korkutmaz sevdiğinden ayrılanı ama sessizleştirir ve derinleştirir, her geçen gün daha derine ve derine.
Johann Hari: “Depresyonun da bir tür yas olduğunu fark ettim -ihtiyaç duyduğumuz ama sahip olamadığımız tüm o bağlar için tutulan bir yas.” olduğunu söylüyor. Hayatla, dünyayla, manevi olanla, kısacası ötekiyle kurduğumuz her ilişki bizi psikolojik olarak daha dayanıklı kılıyor, yaşadıklarımızla baş edebilmemizi kolaylaştırıyor. Bu bağlar ne kadar sık, kuvvetli ve gerçekçi ise yaşamın zorluklarına karşı elimiz ve kalbimiz güçleniyor. Ama bu bağların yok olduğu, zayıfladığı zamanlarda ise kişi kendini değersiz, yetersiz ve zayıf hissediyor. Bu olumsuz hislerin ardından doğan şey ise genellikle depresyon oluyor. Yaşamla ve insanla bağını kopartanların değişmez yazgısı, depresyon.
Şunu unutmamak gerekir ki insan sadece cinsel bir çekim ya da bir zorunluluk için ötekiyle romantik bir bağ kurmaz. Bazen bu kaotik ve yabancısı olduğumuz alemde beraber yol yürümek, kırlara çıkmak, Teoman dinlemek, J’adore’de çikolatalı pasta yemek ve dostça el ele dünyadan geçmek için bağ kurar insan. O bağın kopması bir dostu kaybetmektir. Bir dostu kaybetmek, dünyayı kaybetmektir. Beraber kurduğunuz o dünyayı kaybetmek de geleceği yitirmektir.
İnsanı ayakta tutan şey yarının varlığıdır, hayalleri, umutlarıdır. Ve insana yapılabilecek en büyük kötülük ise yarına olan inancının elinden alınması, geleceğinin gözleri önünde yok olmasıdır. Kopan bağlar bizim gelecekle kurduğumuz ilişkiyi zedeler, tahrip eder. Ayrılıklar sonrasında kişinin bu kadar çaresiz ve umutsuz hissetmesinin en büyük nedenlerinden biri de budur işte. O gitmiş ve yaşanacak güzel günleri beraberinde götürmüştür. Sahi, beraberinde götürdüğün o güzel günleri ne yapacaksın şimdi?
Yaşamak şunu öğretti: İnsanın kalbi ne kadar büyükse, öteki ile ne kadar çok derin bağlar kurabilirse ve ne kadar çok sevebilirse, kırgınlıkları, acıları ve hayal kırıklıkları da o kadar büyük oluyor. O büyük kalp acıyı en derininde hissedip acının ardından afallayarak kendini iyileştirmeye çalışıyor.
Herkes gitse bile dünyanın sonuna kadar ben buradayım, buradasın. Ve bilirsin ki herkes gitmeleriyle meşhurdur, bak işte yeniden baş başayız. Ben yeniden yazıyorum, yorgunluklarımı yazıyorum, yarınsızlığı yazıyorum, kaybolan çılgın neşemizi, geç gelen farkındalığın acısını, pişmanlıklarımı yazıyorum, elimden başka da bir iş gelmez bunu en iyi sen biliyorsun. Orada kimse olmasa bile, orada olmasan bile kelimelerimle sana el uzatıyorum. Ve biliyorum, bazen bir şeyleri mahvetmenin en kestirme yolu tüm gücünle o şeye sarılmaktır.
Tanrı Baba, bir sabah uyanınca, Biz insanları düşündü nasılsa, Gitti pencereye: “Kim bilir, dedi; Belki o gezegen yok oldu gitti. Ama baktı, uzakta, çok uzakta, Bir köşecikte fır dönüyor dünya. Şeytan canımı alsın, dedi Tanrı, Alsın vallahi bir şey anlıyorsam Bu dünyalıların tutumlarından.
Ey benim minnacık yaratıklarım, Ak ve kara, donuk ve yanıklarım, Dedi Tanrı, en babacan haliyle; Sizi ben yönetiyormuşum sözde. Oysa, görüyorsunuz, Allah’a şükür, Benim de sürüyle bakanlarım var, Şeytan canımı alsın, dedi Tanrı, Alsın vallahi, çocuklar, bu bakanları İkişer üçer atmazsam kapı dışarı.
Boşuna mı kızlar verdim, şarap verdim size? Güzel güzel yaşayasınız diye. Nasıl olur da siz benim inadıma Orduların Tanrısı dersiniz bana? Ne yüzle adımı alıp dilinize Top atarsınız birbirinize? Şeytan canımı alsın, dedi Tanrı; Alsın vallahi, çocuklar, bir tek Orduyu kumanda ettiysem bugüne dek.
Şu süslü püslü zibidilerin işi ne Yaldızlı tahtlar üstünde? Nedir o kasılmaları, böbürlenmeleri? Beslediğimiz bu karınca beyleri Sözde benden kutsal haklar almışlar Benim inayetimle kral olmuşlar Şeytan canımı alsın, dedi Tanrı; Alsın vallahi, benden geldiyse eğer Sizleri böyle kötü yönetenler.
Hiç bana kızmayın artık, çocuklar; Temiz yürekli olun, bana yeter. Sevişin, güle oynaya yaşayın, Sizi yakar makarım diye korkmayın Kralına da, yobazına da basın kalayı… Ama keselim, Allahaısmarladık Curnalcılar duyarsa yandık Şeytan canımı alsın, dedi Tanrı Alsın vallahi, o yüzsüz herifleri Sokarsam kapımdan içeri.
Pierre-Jean de Béranger Çeviren: Sabahattin Eyüboğlu