Şu an çok uzak gelen, bundan dolayı bir yerlerde okuduğum ya da bir başkasından dinlediğim bir öyküymüş gibi görünen ergenlik çağımda iki kez sevip, dibe vurmanın acısını tattım. Bugün durduğum yerden, uzak mı yoksa yakın mı olduğunu tam ayırt edemediğim bu geçmişe dönüp baktığımda düşünüyorum da, bu düş kırıklığını genç yaşta tecrübe etmek iyi olmuş.
Gönlümün derinliklerinde neler çektiğim sayılmazsa eften püften bir şeydi. Bu mahrem konuya dışarıdan bakıldığında, bir alay insan aynı işkencelerden geçmiş, denebilir. Ama…
Duyarlılığını ve aklımın birbirine bağlı olarak, aynı anda yaşadığ tecrübe beni genç yaşta şuna inandırdı ki, ne kadar marazi görünürse görünsün, benimki gibi mizaçların yeri düş dünyasıdır. Hayal gücümün (sonradan) geliştirdiği kurgular arasında usandıkları da oldu, ama ne canımı sıktılar, ne de beni küçük düşürdüler. Hem ayrıca, imkânsız sevgililer size sahtekârca gülümsemez, yalandan şefkat göstermez, küçük hesaplarla cilve yapmaz. O sevgililer asla bırakıp gitmez ve bizim için hep vardırlar.
Ruhumunda kopan büyük fırtınalar, bütün evreni etkileyen felaketlerdir Sıkıntı üzerimize çökünce, güney yörüngesinden çıkar, yıldızlar pusulasını şaşırır. Yazgı, gunun birinde gelip hissetme yetisine sahip bütün ruhlarda, bir tiyatro oynarcasına sıkıntaların mahşerini oynar ve işte o zaman göklerle dünyalar hüznümüzün üstüne yıkılır.
Hem kendini herkesten üstün göreceksin, hem de Yazgı’nın sana en aşağı yaratıklardan bile aşağıymışım gibi davrandığını fark edeceksin – kim bu halde olmakla övünebilir!
Günün birinde aniden ilham gelse, sanatın olanca gücü içime dolsa, uykuya bir güzelleme yazardım. Hayatta uyuyabilmekten daha büyük zevk tanımıyorum. Uyurken hayat ve sanat tamamen hükümsüz kalır, varlıklardan, insanlardan tamamen uzaklaşarsın, hatırasız, yanılsamasız bir gecedir uyku – ve nihayet, geçmişin de, geleceğin de olmayışıdır…
****
Günün birinde ölüp gideceğinden habersiz, annesinin elinin kılavuzluğuna kendini bırakmış bir insan daha ne isteyebilir?
***
Kendime kızmam, çünkü kızgınlık güçlü insanların harcıdır; kendime boyun eğmem, çünkü boyun eğmek soylularan harcıdır; susmam da, çünkü sesizlik yüce varlıkların harcıdır. Oysa ben ne güçlüyüm, ne soylu, ne de yüce. Acı çekerim ve hayal kurarım. Zayıflığım sızlanan biri yapar beni ve sanatçı olduğum için gizlice şikayetler besler, düşlerimi, güzellikleri hakkındaki fikrime en uygun şekilde düzenleyerek oyalanırım.
Bir tek çocuk olmadığıma hayıflanırım (düşlerime inanabilirdim o zaman) ya da bir deli (beni kuşatan her şeyi ruhumdan uzaklaştırabilirdim).
Düşü gerçek yerine koymaktan, kendi düşlerimi fazlasıyla derin yaşamaktan ötürü, en sonunda düşsel hayatımın gerçek olmayan gülünde bir diken çıktı: O da şu ki, düşlerim hoşuma gitmez oldu, çünkü kusurları gözüme batıyor.
Renkli gölgelerin oynaştığı camı boyamakla, camın öte yanından seyrettiğim o yabancı hayatın gürültüsü benden saklanamaz.
Ne mutlu kötümser yöntemleri yaratanlara! Sadece herhangi bir şey vücuda getirmiş olmanın huzurunu tatmakla kalmaz onlar, ayrıca yaptıklarını anlatmak da hoşlarına gider ve kendilerini evrensel acının ayrılmaz bir parçası olarak görürler.
Kendi payıma, dünyadan şikayetçi değilim. Evren adına bir itirazım da yok. Karamsar sayılmam. Acı çekerim ve şikâyet ederim, ama acı çekmek genel bir kural mıdır, insanın doğasında mı vardır, bilmem. Öyle ya da değil, bilsem ne olur, bilmesem ne olur?
Acı çekiyorum, ama bunu hak edip etmediğimi bilmiyorum. (Kovalanan bir ceylan.)
Karamsar değilim, hüzünlüyüm.
***
25 Temmuz 1930
Biz aslında insanları sevmeyiz. Sevdiğimiz, bir insan hakkında oluşturduğumuz fikirdir. Kısacası kendi uydurduğumuz bir kavramı – ve sonuç olarak kendimizi sevmekteyizdir.
Bu dediğim aşkın her kademesinde geçerlidir. Tensel aşkta yabancı bir bedenin aracılığıyla kendi hazzımızın peşinden koşarız. Tensel boyutu olmayan aşkta, yarattığımız bir düşüncenin aracılığıyla kendi zevkimizin peşinden koşarız. Otuzbir çekmeden yapamayanlar iğrenç insanlardır, ama iyi düşünüldüğünde, aşkın mantığını kusursuzca ortaya koymaktadırlar. Ne bir başkasını, ne kendini, hiç kimseyi aldatmayan bir onlar vardır.
Bir ruhla bir başkası arasında, harcıâlem kelimeler ya da edimlerimiz gibi belirsiz, benzeşmez şeyler üzerinden kurulan ilişkiler meselesinde, tuhaf bir karmaşa sezilir. Tanışma şeklimiz yüzünden bile yanlış tanırız birbirimizi. İki insan “Seni seviyorum,” der ya da bunu düşünür, karşılıklı olarak hisseder ve ruhun faaliyet alanını oluşturan soyut duygular kalabalığında, her ikisi de farklı bir düşünceyi, farklı bir hayatı, hatta belki farklı bir rengi ya da kokuyu dile getirmek derdindedir.
Bugün kendimi, var olmasaydım olacağım kadar bilinçli hissediyorum. Düşüncelerim, herhangi bir şeyi ifade etmenin mümkün olduğuna yalan yere bizi inandıran etten paçavralardan arınmış bir iskelet kadar net. Vaz-geçmek üzere geliştirdiğim bu düşüncelerin belli bir kaynağı yok – en azından bilinç sahnemde bir şey görülmüyor. Belki de bunların altında yatan, bizim pazarlamacının sevgilisi yüzünden kalbinin kırılmasıdır ya da gazetelerin yabancı gazetelere dayanarak aktardığı aşk hikayelerinde geçen bir cümle, hatta belki de fiziksel olarak açıklayamadığım, bir türlü kurtulamadığım şu hafif bulantılar.
Yanılıyordu Vergilius denen şârih. En çok anlamak yoruyor bizi. Yaşamak, düşünmemektir.
***
Bazen herşey yorar insanı, dinlendirici olanlar bile. Yorucu olduğu için yoranlar; bir de dinlendirmesi gerekirken, sırf bunun için uğraşmayı düşünmek bile yorucu olduğu için yoranlar. Her türlü bunalımın, her türlü acının daha altına yuvalanan ruhsal bitkinlikler vardır; bunlardan sadece insana özgü bunalımlardan ve acılardan kendilerini gizleyebilenlerin haberi olmaz, kendilerine karşı, sıkıntıyı bile başlarından ustaca savacak kadar diplomatça davranmayı bilenlerdir bunlar. Böyle küçülmelerine, dünyaya karşı zırh kuşanmalarına bakarak, kendi kendilerinin bilincine vardıkları bazı anlarda zırhın birdenbire bütün ağırlığıyla üzerlerine çöküvermesine de şaşmamalı, ne de hayatın tersşne bir sıkıntıya, yitirilmiş bir acıya dönüşmesine…
İşte o anlardan birini yaşıyorum şimdi ve bu satırları yazıyorsam, en azından hâlâ hayatta olduğumu kendime kanıtlamaya ihtiyaç duyduğumdandır. Şu ana kadar gün boyunca uyurgezer gibi çalıştım, hesaplarla uğraşırken bir düşteydim adeta, yazarken de uyuşukluğumu atamadım üzerimden. Hayatın ağırlığını bütün gün gözkapaklarımda, şakaklarımda hissettim – gözlerimde uyku, şakaklarımda basınç, hepsinin mideme vuran bilinci, bulantı, halsizlik.
Yaşamak bana, maddenin metafizik bir hatası gibi geliyor, eylemsizlikten kaynaklanan bir dalgınlık. Gün içinde oyalanacak bir şey, ben onu tarif ederken, kendimi reddedişimi barındıran boş fincanı benden saklayacak birşey arayamıyorum bile. Hayır, güne bakmıyorum, çökmüş omuzlarımla dışarıda, hüznüme boğulmuş sokakta, insan seslerinin geçtiğini duyduğum ıssız sokakta güneşin parlayıp parlamadığını bilmem istemiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum, göğsüm sıkışıyor. Çalışmayı bıraktım ve yerimden kıpırdamak istemiyorum. Eğimli çalışma masasının kocamışlığına, dört yanından tutturulmuş kirli beyaz kurutma kağıdına bakıp duruyorum. Düşüncelerin ya da can sıkıntının izdüşümü olan karalamaları seyrediyorum dikkatle. Birçok yerinde imzam var, yanlamasına ya da tersten atılmış. Şurada burada rakamlar, dalgınlığımın ürünü birtakım anlamsız desenler. Dangalak bir köylü gibi bakıyorum bunlara, büyük icatlar yapmış bir adamın yoğun dikkatiyle süzüyorum hepsini ve görme duyusuna komuta eden sinir merkezlerinin ardında, beynimde hâlâ hiçbir kıpırtı yok.
İçimi, taşıyamayacağım kadar büyük bir uyku sardı. Hiçbir isteğim yok, hiçbir tercihim yok, kaçmam gereken hiçbir şey yok.
Fernando Pessoa
Huzursuzluğun Kitabı











