Dımaşklı Asilzade Tevfîk Kabbânî’ye

Kelimeler kırık… Babanın göz kapakları gibi
Sözcükler zayıf… Babanın kanatları gibi
O halde nasıl söylesin şarkıcı şarkısını?
Hokkanın tamamı gözyaşlarıyla doluyken
Ne yazabilirim ki oğlum?
Ölümün tüm dilleri mezara koymuşken

Hangi gökyüzüne uzatıyoruz ellerimizi?
Londra sokaklarında bize ağlayacak kimse yokken…
Her taraftan ölüm saldırırken bize
Keserken bizi; iki söğüt gibi
Sana bakıyorum ve hatırlıyorum Ali’yi,
Bana bakıyorsun ve hatırlıyorsun Hüseyin’i

Sırtımda taşıyorum seni ey oğlum
İki parçaya ayrılmış bir minare gibi
Saçların yağmurun ıslattığı bir buğday tarlası
Başın avucumda bir Şam gülü…Ve yüzün ay ışığının yansımaları
Ölümünle bir başıma yüzleşiyorum
Bir başıma topluyorum kıyafetlerini
Öpüyorum kokun sinmiş gömleklerini ve
Pasaportun üzerindeki resmini
Deliler gibi çığlık çığlığayım, öylece bir başıma
Etrafımdaki herkesin yüzü donuk
Herkesin gözü taş
Zamanın kılıcına nasıl karşı koyacağım?
Kılıcım kırılmışken

Güzel prensimden bahsedeceğim size
Aynalar gibiydi saflığı, başaklar gibiydi uzunluğu onun
Servi ağacı gibiydi…
Kuzuların ve serçelerin arkadaşıydı
Dostuydu güvercin seslerinin
Size gözlerinin menekşesinden bahsedeceğim
Bilir misiniz kiliselerin camlarını?
Damladığında, kristal avizelerin gözyaşlarını?
Bilir misiniz Roma çeşmelerini ve
Ayrılış öncesi teknelerin hüznünü?
Size ondan bahsedeceğim
Güzellikte Yusuf gibiydi.. Onun içindir ki kurttan korkuyordum
Uzun altın saçları için korkuyordum…
Ve dün, gözbebeğimin gömleğini taşıyarak geldiler
Gün batımının kanıyla boyanmış bir halde
Ne gelir elimden hayatımın şiiri?
Sen güzelsen
Talihim de yoksa

Neden gazeteler beni öldürüyor?
Ve neden beni her gün anılardan örülü uzun bir halatla asıyor?
Ölümüne inanmamaya çalışıyorum, yazılan tüm haberler yalan
Doktorların her sözü yalan
Mezarının üstüne bırakılan her çiçek yalan
Her gözyaşı ve her hıçkırık
Efsanevi Prens Tevfik’in öldüğüne inanmamaya çalışıyorum
Yıldızlar arasında geniş alnıyla dolaşan kişinin öldüğüne
Güneşin ağaçlarından meyve koparan kişinin öldüğüne
Gözleriyle deniz suyu biriktiren kişinin öldüğüne
Senin ölümün ey oğlum, bir şaka.. Ölüm ki
En acımasız şakalardan olabilir

İnanmamaya çalışıyorum. İşte Zamalek Köprüsü’nü geçiyorsun
el-Cezire kulübüne mızrak gibi giriyor ve dostlara esenlikler diliyorsun
Bulutların ve yağmurun içinden bir şimşek gibi geçiyorsun
Ve işte Kahire’deki evin, işte yatağın, işte oturduğun yer
İşte harika tabloların…
Pamuklu kanduran ile önümdesin ve sabah çayı demliyorsun
Balkonlardaki çiçekleri suluyorsun…
Gözlerime inanmamaya çalışıyorum…
İçlerinde hala güzel soluklarından kalıntılar taşıyan tıp kitapların
Ve işte asılı duran doktor önlüğün, ihtişamın ve ümitlerin hayalini kuran
Ey hayatın hurması.. nasıl inanayım şarkılar gibi unutulup gittiğine?
Nasıl inanayım üniversite diplomanın bir gün ölüm belgen olacağına!!

Tevfik’im
Ölümün bir çocuğu olsaydı evlat acısının ne olduğunu idrak edebilirdi
Eğer ölümün bir aklı olsaydı
Ona bülbüllerin ve yaseminlerin ölümünü nasıl açıklayacağını sorardık
Ölümün bir kalbi olsaydı; güzel çocuklarımızı kurban etmeden önce bir kere daha düşünürdü
Tevfik’im… Melek yüzlüm… Ay yüzlüm
Beyrut’daki kız arkadaşların bekliyor dönüşünü
Ey aşkın ve aşıkların efendisi
Nasıl yıkacağım onların hayallerini?
Nasıl boğacağım onları şaşkınlık denizinde?
Onlara ne diyeceğim? Hayatının aşklarına, ne diyeceğim?

Tevfik’im…
Zamalek’in Köprüleri adımlarını gözlüyor her sabah
Şam güvercini kanatlarının altında senin aşkının sıcaklığını taşıyor
Ah göz bebeğim… Oradaki hayatı nasıl buldun?
Bizi biraz da olsa düşünecek misin?
Seni görebilelim diye yazın sonunda geri dönecek misin?
Tevfik’im…
Senin üzüntün karşısında korkak birisiyim,
Babana merhamet et.

Nizar Kabbani

Çeviri: Serap Uçma

Bir yanıt yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.