158
Ey ki yoktan bu cihânı var eden Perverdigâr
Yeri sâbit gökleri devvâr eden Perverdigâr
Küntükenzen âyeti vâsfmda olmuştur nüzûl
Varlığına Künfekân ikrâr eden Perverdigâr
Cümle bu âlemde sen günden dahi zâhir iken
Dilde dâim adını Settâr eden Perverdigâr
Mü’mine mesken kılubdur bâğ-ı cennât-ı naim
Münkire kâfir makamın nâr eden Perverdigâr
Cümle eşyâlar gözün der hâb ettin giceler
Gökte kevkebler gözün bîdâr eden Perverdigâr
Üşte doğdu ay ü gün hem gölge saldı âlerne
Künfekânın sırrını izhâr eden Perverdigâr
Mısr içinde Yûsuf’u bir kul iken sultân edüb
Derd ile Ya’kub’ımu bîdâr eden Perverdigâr
Şub 23
Bil ki sen gitsen yanımdan tende cân elden gider
Şub 23
Olmadı gönül terk-i diyâr eylemeyince
1
Arâm idemem bûs u kenâr eylemeyince
Sînemde gelüp yâr karâr eylemeyince
2
Fârig olamam deşt-i talebde tek ü pûdan
Ol gözleri âhûyı şikâr eylemeyince
3
`Ayb eylemenüz her gice feryâd u figânum
Râhat bulamam nâle vü zâr eylemeyince
4
Ol yâr işiginde bize yer komadı agyâr
Olmadı gönül terk-i diyâr eylemeyince
5
Bâzâr-ı mahabbetde ruh-ı zerde bakılmaz
Tâ sırma-keş-i `aşkı `ayâr eylemeyince
6
Kan aglamaga başladı zahm-ı dil-i Yahyâ
Açılmadı çak cânına kâr eylemeyince
Şeyhülislam Yahya Efendi
Şub 23
İsmet Özel – Şiir Okuma Kılavuzu
Bu yeryüzünde insanoğlu şairane mukimdir.
*
İnsan mısralarda, şiirlerde hiç kimsenin elinden alamayacağı bir yurt bulur.
*
Şiirin yüzünü hiç kimsenin hatırlamadığı bir dünyada birinin kalkıp, şiirin tanınmaya değer bir yüzü olduğunu, ortalıkta dolaşan renkli ve solgun yüzlerce hayaletin yalnızca maskeler olduğunu söylemesi lazım.
*
Artık edebiyat çevrelerinde edebiyata ilişkin ölçülerin esas alınması ayıp sayılmaya başlandı. Üstelik artık edebiyat çevresi diye bir şey yok. Artık şiir(!) değerlendirmelerine paranın, apoletlerin ve koltukların gölgesi düşmüştür. Artık çevreden değil, piyasadan söz etmek; okuyarak, tadına vararak değil, pazarlıkta uyuşarak bir şeyler elde etmek zamanıdır.
*
Şiir saygısı vardı bir zamanlar Türkiye’de ve bu saygı insanların saygıya değer şeylere özenmelerine de yardımcı olurdu.
*
Sözünü ettiğim, niteliklerini dile getirmeye çalıştığım ortam Türkçe’nin henüz sevildiği bir ortamdı. Belki bu sevgi yüzünden şiirin uyardığı bir çok başka şey de seviliyor, hayat karşısında vekar ve sevecenlik elde tutulmaya çabalanıyordu. Bu çabaların boşuna olduğunu o dönemleri yaşamış hiç kimse söyleyemez. Şiir, kendisini besleyenlere hizmet eder, şiirden beklenen yarar ne ise o elde edilirdi. Yani bu insanlar iç dünyalarında belirginlik kazanmış değerlerden ötürü başlarını dik tutmayı, ucuz ve bayağı değerlere dirsek çevirmeyi bilirlerdi.
*
Bir insan şiir okumayı seçmişse, bu okuma süresince ve sonucunda kişiliği, kimliği ve yeryüzünde sahip olduğu yer bakımından şiirden bir kazanç sağlamayı düşünüyorsa, yapacağı bu işi tesadüflerin umursamaz akışı içinde değil de kararlılık içinde gerçekleştirme yolundaysa o insanın şiir okumak için bir kılavuza ihtiyacı vardır.
*
Sokaktaki adam. ‘Ekmek nasıl yenir?’ biçimindeki bir soruyu saçma bulur. Biri kalkıp da ona, ‘Ayağındaki pabucu nasıl giydin?’ diye soracak olursa, delilerle uğraşmaya niyetim yok diye düşünüp belki cevap bile vermez. Ama bu sorular önemli, ciddi sorulardır ve cevapları, ‘Şiir nasıl okunur?’ sorusunun cevabı kadar çetindir.
*
Demek ki insanca bir etkinlik olarak davranışlarımızın anlamı üzerinde bir açıklığa varmak zorundayız. Yapıp ettiklerimizin mahiyeti, eylemlerimizin hakikati onları nasıl yapmamızı da gösterecek, yürünecek yolu işaret edecektir. Öyleyse ‘Şiir nasıl okunur?’ sorusunu, ‘Şiir okumanın anlamı nedir?’ gibi sorularla birbirlerinin yanında, biri ötekine yardımcı olacak biçimde sormak gerekir.
*
Yokluğunu hissettiğimiz şey içimizde bulunması gereken ‘zımni’ bütünlük, bütüne ait olma duygusudur. Zaten sevmemizin, acımamızın, öfkelenmemizin, böbürlenmemizin, zavallılaşmamızın, tanrılaşmamızın bu bütünle, bu bütünü anlamak isteyişimiz veya anlamak istemeyişimizle bir ilgisi vardır. Şiirin ‘theme’i ne olursa olsun, şiir gerçek derinliğini, yüceliğini, değerini insandaki bu ‘hasret giderme’ duygusunda bulur.
*
Şiir okumak isteriz, çünkü bütüne, bütünümüze, bütün içindeki yerimize varma zorluğunu bu insani ve insan dışı aygıtla yenmek isteriz.
*
Şiirden (belki söz sanatları başta olmak üzere bütün sanatlardan) aldığımız doyum, kendimizin bir bütün olduğu ve kendi bütünümüzün de bir bütüne ait olduğu hususundaki inancımızın pekişmesidir. Ne var ki şiirle elde edilen doyum aynı zamanda bir açlığın başlangıcıdır çünkü her şiir insanın bütünle arasında bulunan mesafe hakkında sahip olduğu bilinçlilik durumudur, her şiir insanın bütüne olan hasretini kamçılar.
*
İnsan kendi doğrularını dış dünyanın somutluğu içinde bulursa şiire yüz vermez.
*
Böyle bir isteğin insanın içinde kabarması için insanın kendi doğruları ile dış dünyanın somutluğu arasında bir uyumsuzluk, bir basınç farkı olması gerekir.
*
insanı yapayalnız bırakan bir dünyadır.Yapayalnız insan, seçmelerini kendine zorla kabul ettirilen düşünme yolları içinde yapmaktan tedirginlik duyduğu zaman şiir okuyabilir.
*
İnsan kendinin en sahici dilini, authentique anlaşma gücünü devreye sokabilirse şimdi içinde bulunduğu durumdan çıkabilir. Şüphe yok ki şiir insanın hangi yolda yürüyeceğini gösterebilecek bir etkinlik görevini yüklenemez. Onun yüklendiği yalnızca insanın kendi olmayı önemsemesidir. Kendi olmayı önemsemeyen insan, dünyadaki yerini alma onuruna da kavuşamaz. İnsanın kendi olmayı önemsemesi ancak kendisi hakkında bir bilgi, bir bilinç hem içkin (immanent) hem aşkın (transcendant) bir kavrayış elde etmesiyle mümkün olur. Bu bilgiyi, bu bilinç ve kavrayışı elde etmenin yolu, insan hayatında şiire gereken yeri vermekten geçer.
*
Bence şiiri her şeye bulaştırmak, her şeyi de şiire batırmak doğru değil. Böyle bir tutumu benimseyecek olursak hem şiiri sanki hiçbir belirgin vasfı yokmuş gibi kimliksizleştiririz, hem de şiirin belirgin vasıflarını yalnızca biçim özellikleri düzeyine indirmiş oluruz, yani şiir dilin süslü bir durumu olur sadece. Şiir ancak kendi onuruna sahip çıkarak bize kadar gelirse şiirdir. Başka bir etkinlik içinde şiir aramak fanteziden öte anlam taşımaz. Eğer bilimde, felsefede, diğer sanatlarda, siyasette, gündelik hayatta ’şiir’ olan bölgeler varsa söylenen veya yazılan şiire ne gerek var? Şair kim?
*
Başka bir şey daha var: O da bazı şairlerin kendilerini siyasi doğruları, inanç soyutlamalarını savunabileceklerine inandırmış olmalarıdır. Ama ideolojik doğrular her zaman şiirin taşıdığı canlı işaretten daha aşağı düzeydedir.
*
Şiirler, bir dünya görüşünün kaynak metinleri değildir. Hangi metnin bir dünya görüşünün kaynağı olduğunu söylerseniz, o metnin artık şiir olmadığını söylemiş olursunuz. Biz bir şiiri herhangi bir dünya görüşü sahibi olmak, ya da bir dünya görüşü içinde haklı delillerle kendimizi beslemek için okumayız. Bu yüzden de şiirin iyi ya da kötü oluşu o şiirde yer alan yargıların doğru veya yanlış kabul edilmesiyle ilgili değildir.
*
İdeolojik konumu ne olursa olsun bir şair gerçek parıltıyı ancak gelenekçiliğe ve ilericiliğe musallat olan ‘tevali’ zincirini kırdığı, hazır düşünme kalıplarını parçaladığı zaman ele geçirebilir. Şiir okuyanlar da eğer şiir yoluyla herhangi bir şey sağlama durumuna geçerlerse, bunu ancak hazırda bulundurdukları anlayışlarının dışına çıkarak başarabilirler.
*
Şiir yalnız düzyazıya değil, başka hiçbir sanata, hiçbir biçime, hiçbir eyleme dönüştürülemeyen bir anlatım aracıdır. Musikisinin elinden alınmasıyla, imalarının açıklığa kavuşmasıyla, düzgün bir sözdizimine ulaşmakla düzyazıda ifadesini bulan metin şiir olmasa gerektir. Şiir başka anlatım yollarıyla varılamayan bir beşeri anlatım sanatıdır. Düzyazıdan beklenen hiçbir görev şiire yüklenemez.
*
Şiir başkaldıranların, haksızlığa uğrayanların sesidir, evet; çünkü şiir çoğunluğun kabullerindeki hapishaneyi, herkesin rahatlık duyduğu değerlerdeki işkence aletini görebilme ayrıcalığına sahip insanların yakınlık duydukları bir etkinliktir. Şiir okumak bu büyük hapishanedeki kardeşlerin birbirlerinden haberleri olmalarına, işkenceye birlikte direnmelerine yarar.
*
Sevmek, sevdiği için korumak, sığınmak, sığındığı için teselli olmak, hoşnutluğu aramak ve bu yüzden hoşnutları aramak insanlara çok yakışan tutumlardır. İnsan kendine yaraşan bu tutumları şiir okuyarak pekiştirebilir.
*
Şiirin özgürlüğe ihtiyacı yoktur ve fakat özgürlüğün şiire ihtiyacı vardır. Demek ki şiir için özgürlük istemek beyhudedir; istenilecek olan özgürlük için şiirdir. Çünkü şiirin yeri ve işlerliği insanların yaptıklarının muhteva kazanışındandır. Değerli olan eylemdir, ama eylemin hangi değerde olduğunu ve giderek değerli olup olmadığını öğreten şiirdir.
*
Ayak sürüyen şiir dünya düzeninin ölgün ruhunda yuvalandığı için hesaba katılmaz, ama ayak direyen şiir dünya düzenindeki öldüren ruha göndermede bulunduğu için korunmaya hak kazanır.
*
Her iki halde de şair insandaki duyarlı alanların kendi sesine açık tutulduğu güvenini içinde taşır. Şairleri bu güveni kaybetmedikleri, bu yüzden de insandaki duyarlı alanı bir bekleyişe dönüştürme çabasını terk etmedikleri için affedebiliriz.
*
Kur’an-ı Kerim Müslümanlara asli (tözel) değerlerin akli (logik, sözel) yönünü göstermiştir.
Kur’an aynı zamanda Furkan olmaklığıyla Müslümanlara seyfi (tüzel) ve bedii (güzel) değerlerin nelere tekabül ettiği konusunda yön göstermiştir.
Müslümanların dünyasında etik-estetik-epistemolojik eylem alanı bir bütün olmaya başkalarının dünyasından daha yatkındır. Ama yine de bu olgu şiir için Müslümanlık veya Müslümanlık için şiir formülünü haklı çıkarmaz. Söz konusu olan bir zihni köprüdür yani iki ayrı yaka zaten vardır.
*
Bir basitleştirmeyle, elinde tutanlara medeni, ele geçirmeye çalışanlara barbar demek mümkündür. Merkez dışında kalanın önünde iki seçenek vardır: Ya merkezdekinin üstünlüğünü kabullenecek ve medeniyetin kendine biçtiği bir yere rıza gösterecektir, dolayısıyla medeniyetin dilinden anlar hale düşecektir; ya da merkezin üstünlük iddiaları karşısında savaşı göze alacaktır. İşte o zaman barbarlığı da üstlenmiş sayılır, çünkü söyleneni anlamamaktadır. Daha önemlisi, bir şeyler söylemekte, ama söyledikleri medenilere anlaşılmaz gelmektedir.
Bir hak arama dili olarak şiirin modern dünyada tuttuğu yer toplum ilişkileri içinde barbarın tuttuğu yere uygun düşer. Her ikisi de asıl söylenecek şeyin söylenmekte olandan farklı olduğuna işaret ederler.
*
Şiirde neyin fazla, neyin eksik olduğunu sormamız abes. Ne dağda bir şey fazla, ne vadide bir şey eksiktir. Bizi besleyen şiirdeki fazlalık, şiirdeki eksikliktir. Ama şairde neyin fazla neyin eksik olduğunu sormamız gerek. Çünkü yıllardır Türkiye’de şiirin yazılan bir metin olduğu kabulü, şiirin şair işi olduğunun anlaşılmayışı şiirden elde edeceğimiz besini berbat ediyor.
*
Şiir yüzümüze çarpan bir övgü veya sövgüdür. Şiire özgü sorular yoktur veya şiir kendisi soru olmaklığıyla vücut bulur.
*
Şiir bilgisi, yani kendilik bilgisi insana bir şey getirmez, insandan bir şey götürmez de. Ne yapar peki? İnsanın kendi kendisini görmesine engel olan gerçekleri yok eder. Bu gerçekler insanı tanımlara tıkmaya çalışan yanılsamalardır. Övgüler ve sövgüler akla uygun tanımlamaları aşmak için vardır.
*
Şiirle oluşan kendilik bilgisi insana şunu söyler: Sen güncel kendiliksin. Bak kendini gör: Hep kendin, hep kendin. Duyumsanan her şeyde kendi katkını, kendi katılımını görmüyor musun? Öte yandan dine uyarak kendini bilme girişimindeki insan kendi olan kısmın yalnızca bir görevi yerine getirebilecek kadar olduğunu anlar. Kendini bil ve riayet et. Dinin veya bilgeliğin söylediği budur.
Kendini tasarlama ihtiyacındaki insan şiirle içli dışlı olmaya can atar. Kendini bilen insan da gittikçe azalmayı öğrenir. Kendilik bilgisi insana, insanlara olan ihtiyacı artırır. Kendini bilen insan yardımın insanlardan gelmeyeceğini de bilir.
*
Ucunda ölüm olmayan şeyi ciddiye almak zorunda değiliz.
*
Ayak sürüyen şiir dünya düzeninin ölgün ruhunda yuvalandığı için hesaba katılmaz.
*
Şiir okuma isteği duymamız, yokluğunu hissettiğimiz bir şeyleri tamamlamak, bir zorluğu gidermek ve nihayet bir doyum sağlamak içindir.
İsmet Özel
Şiir Okuma Klavuzu
Şule Yayınları
8. Baskı, 2004
Şub 23
Ve Adam Ve Çocuk Ve Kırlangıçlar
kelimesizliği giyiyor adam
kelimelerinden soyunuyor çocuk
ve hayata giden yollarda
saat kulelerine inat
çoğalıyor kırlangıç cesetleri
ölüyor adamın çocuğu
ve çocuk
adam olamayacağını görüyor
denize indirilmiş tabutlarda
“ne çok yalan söyledim
duyulmadı” diyor çocuk
adam ekliyor
“ne çok yalan uydurdum
hiç biri uymadı
biçimsiz gövdeme”
çocuk soğuyor avuçta
adam çocuğun kalbinde
bin parça oluyor
kelimelere inat
ve kırlangıçlar
uçuşlarıyla
akşamı bildiriyor yanılanlara
çocuk büyüyor
adam unuttuğu bir büyüye kapılıp
kayıplara karışıyor nedense
“sessizlik büyüdükçe
çöl yürüdü içime
çöl büyüdükçe
sessizlik yürüdü”
“ve akşam mirim, akşam”
Suavi Kemal Yazgıç
Şub 23
Geçmiş Zaman Açıları
boğaz’da çiviyazısı gemiler arasında
italik yelkovan sürüleri
orada kayıp bir cenin
belli belirsiz gülümserken
ve bilmediğimiz bir dilde
şarkılar uydururken hayat için
hatırlıyorum kâbus korosunun
o anlayamadığım hitabını
“şimdiazsonrahiçbirzaman”
haliç’te içli bir mandolin
akortsuz düşleriyle
ses verirdi
hep çocuk kalacak bir yetimin
içinde biriktirdiği itirazlara
ki kimse duymazdı onu
çöplenen martılardan başka
ve bukağı tam da yürekteyken
“şimdiazsonrahiçbirzaman”
yaşlı bir babaydı iskelede
unutmuş kendini ıslatan bütün dalgaları
unutulmuş kendine bağlanan vapurlarca
bütün çocukları ölmüş bir baba gibi
gözleri sebepsiz yere ufukta
ve unutmadığı çocuklarıyla konuşurken
hiçbir martı konamıyor
o kör bırakılmış babaya
“şimdiazsonrahiçbirzaman”
Suavi Kemal Yazgıç
Taş Suya Değince / Ebabil Yayınları
Şub 23
Kitap okumamak hiç kimseyi câhil bırakmaz
Günümüzde münevvver olmanının asgarî şartı:
Türkiye’de az kitap okunduğuna dair istatistik paylaşıp bu vaziyetten yakınmak..
Sanki insanlar okumaya teveccüh gösterdiğinde, klâsik ilim ve edebiyat geleneğinin süzgecinden geçmiş eserlere yönelecekler..
Kitap okumadığından şikayet edilen kitle, popüler yazarların potansiyel “müşteri”leridir. Bu adamların değirmenine su taşımanın lüzumu yok..
Türkiye’de en çok okunan(satan) yazarların hiç birisi; kendi memleketine, aldığından daha fazlasını verebilecek karaktere sahip değil..
Bizim milletimiz yazının değil sözün hakikatine itibar eder.. Yani, ilim ve irfânı şifâhî kanallardan temine temâyül gösterir..
Kur’ân’daki “oku” emri de “yazı”ya değil hakikat ve tefekküre matûftur.. Bu âyete telmîh ile okumamaktan şikâyet ise şarlatanlıktır..
Okumak farklı sınıf ve seviyelerde, ihtisâs ve zevk ameliyesidir.. Bu sebeple herkes kitap okumak zorunda değildir..
Ayrıca kitap okumamak hiç kimseyi câhil bırakmaz.. Çünkü, cehâlet ile ümmîlik* başka başka şeylerdir..
*Okur yazar olmamak.
*
Bazı zevat bu tivit silsilesinde, “kitap okumamaya” medhiye düzüldüğü zannına kapılmış:)
Halbuki kitap okumanın farklı seviyelerde bir ihtisas ve zevk meselesi olduğunu ifade etmiştim..
Evvelâ okuma yazma bilmek ile “okur” olmak başka başka şeylerdir.. Zarurî eğitime tabii tutulan zümrenin “okur” olmadığını fark etmek gerek.
Günümüzde okuma yazma oranının %96’lara ulaştığı halbuki bu nisbetin Osmanlılarda %4-5 civarında olduğunu söyleyenlere aldanmayın..
Evet bugün çok küçük bir yaşlı grubu hariçte tutarsak herkes okuma yazma biliyor.. Fakat asıl mesele şu ki bu kitle ne okuyor?
Bu kitlenin ekseri tabela, altyazı, mesaj, trafik levhası gibi modern hayata tutunabilmek için zarurî olan şeyleri okuyabiliyor ancak:)
Artık şunu kabul etmemiz gerekiyor: Zarurî eğitim neticesinde okuma yazma bilenlerin çok cüz’î bir kısmı “okur” hüviyeti kazanabiliyor..
Türkiye’deki gerçek okur kitlesi Osmanlı’daki okur yazama bilenlerin oranının da altında görünüyor.. Benim kanaatim %2-3 civarında..
Osmanlı ve Cumhuriyetin ilk yıllarındaki liselerin eğitim kalitesinin bugünkü üniversitelerden çok daha iyi seviye olduğu muhakkak..
Kontrolsüz bir şekilde başlatılan okullaşma hamlesi, “şişkin” bir okuryazar kitlesi oluşturdu fakat bunu “okur”a tahvil edemedi..
Bu sebeple Türkiye nüfusundan hareketle “kitap okuma” oranı tespit etmeye ve bundan iştikâya hakkımız yok diye düşünüyorum..
Meselenin bir diğer ciheti ise bizde şifahî geleneğin halâ çok müessir olduğudur. İnsanlar çoğu kez kitaba müracaata lüzum duymuyor.
Çok okuyan toplumların ekserinde insanların sosyal bağları oldukça zayıf ve kitap onlar için bir sığınak olabiliyor..
Toplumumuzun ekseri; pratik bilgiler ihtiva eden üç beş kitap ile hayatını idare ediyor. Bunların bir tık üstü ise S. Yağmur okuru olabiliyor..
Okuma fetişizmine” tâbi tutmamamız gereken büyük kitle işte bunlar.. Bu kitleyi popülaritenin kucağına itmekten kaçınmak gerekir.
Belli bir ilmî disiplin içinde yetişmeden gelip “okur” statüsünü kazanmış bir kitlemiz daha var ki en tehlikelileri işte bunlar..
Bugün hadis ve Kuran üzerine kaleme alınmış birkaç popüler kitap okuyan, eline elek alıp Kütüb-i Sitte’den hadis elemeye başlıyor.
Geçenlerde birisi Hayyam’ın diyerek saçma sapan bir şiir okudu. Bu şiir Hayyam’a ait değil dedim. Yanındakilere dönüp büyük bir özgüvenle:
Bu adam cahil, bir de edebiyatçı olacak.. Git bak kardeşim feysbukta bu adamın şiirlerini paylaşıyorlar diye çıkıştı..
Bu adama verilebilecek hiçbir cevap yok.. Çünkü toplumda geniş bir ordu hâline gelen cehl-i mürrekep zümrenin bir ferdi..
Adam gelmiş, Hâfız’ın şiirlerini okumak için Farsça öğreneceğim, diyor. Fuzulî, Nevî, Yahyâ, Nefʽî, Bâkî okudun mu? Cevap, hayır..
Kendi lisanında yazılmış şiiri okumaktan âciz iken farklı bir dilde aynı şiir geleneğindeki bir şairi okumak isteyecek kadar ahmak..
Aslında ne Farsça öğrenebilecek istidadı ne Hâfız okuyabilecek şiir zevki var.. Bütün derdi, ortamlarda Farsça bir iki beyit terennüm etmek.
Kanaatim şudur ki birkaç kitap okumayla elde edilecek bilgiden insanın haddini bilmesi evlâdır..
Osman Özdemiroğlu @diligamdide
Şub 23
Gönlüm
Benim gönlüm su içen bir yaralı ceylandır
Bozulmuş bahçelerin yaslı havuzlarından
Senin gönlün çalınmış bir dal kızıl mercandır
Uçarı geyiklerin sedef boynuzlarından.
Ömrümüz bir yolculuk gibi hazin ve yaman
Bilinmez hangi çölde kaybolacak bu kervan
Eşsiz güzelliğini kıskanıp çalan zaman
Bırak çağlayan gibi aksın omuzlarından!.
Şinasi Özdenoğlu
Şub 23
Sığınmacılar
Şub 23
İstanbul Şiirleri Bercestem

Yıllardır nasıl yangın Galata Kulesi
Kız Kulesi’ne
Ali Asker Barut

Görmek için denizi
Sağa sola oynatması gerekecek
Betonarme binaların arasında
Üzgün duran boynunu
Ali Asker Barut
İstanbul’da bir sevdiğim vardı
Keçi yavrusuna benzer,
Rüzgar eserdi hafiften gözlerinde
Halden anlardı.
Cahit Külebi


Oktay Rifat
Kayacık’ta mekik atarken Penelope
Düşünüyordu:
İstanbul
Uslu bir çocuğun sesiydi
Ülkü Tamer











































































biraz Mısır çarşısı, ipek çarşaflı bir gül
gibi koksun yatağım ölüm olmadan adım
son uykum aşk desenli olsun
biraz nihavent baksın biraz İstanbul
hiçliğin gözlerinde yokşehir
Ayten Mutlu

Resmini çizdiğin gibi duruyor kent
Olanca akışına karşı hayatın
Evler mevsimler ömürler boyunca
Kimseler düşlerinin dışına çıkamadı.
Şükrü Erbaş
Hadi git azıcık İstanbul iste
Kosunlar o denizi bir çanağa
Bir çıkına elesinler o günlerimi
O yazdan Üsküdar’dan ne kaldıysa Elif’ten
Doldur ceplerine
Onlarda yoksa komşularında vardır
Tanırlar sevinirler
Beni Bay Metin gönderdi, de
Metin Eloğlu
senin için şiir yazacaktım istanbul
ismini ağrı koyacaktım.
oysa bir şiir niyeydi sanki
yer içer sevişir miydi sanki bir şiir
hamsi ısmarlar mıydı mesela bir şiir insana?
fotoğraf çektirebilir miydi mesela hipodromda atlarla?
rakı içebilir miydi samatya’da
bir şiir uyur muydu kuş gibi
başını alıp da kanatlarının altına?
oysa bir şiir neydi sanki
ben seni ciğerimin köşesindeki arıza kadar sevdim
bir şiir seni bu kadar sever miydi sanıyorsun istanbul?
Didem Madak
Bu şehrin yağmurları mısra mısra ezberimde
Sisten bir kılıç kuşanmış şovalye yalnızlıkları
Aralıksız sonbahar, akşamın solgun dolunayında
Gecikmiş bir tren
Tek yolcusuyla giriyor İstanbul’a
Ali Asker Barut
Son günlerde bir acaip halim.
Kaçtır fotoğrafların önünde buluyorum
Kendimi;
Sarayburnu…
Tam da vapur geçerken çekmişim bunu.
Ali Asker Barut
İstanbuldur bu otuz yıl kana kana yaşadığım
Taşlarına adeta resmim işledi
Ben İstanbulda dağıldım zerre zerre
İstanbul damla damla içimde birikti
Mermer tozu gelip gelip içimde oluştu bir şehir
Bu yeryüzünden ve gökyüzünden ötedeki şehirdir
O bir kılıçtır Doğudan Batıya uzanıp
Çin ipeğinden örülmüş şeytan kozasını bölen
Darbeleriyle Batı çeliğini lime lime eden
O Tanrının kılıç halindeki hilali
İslam ruhunun kristalleşmiş heykeli
İçimin sesi rüyamın öfkesi merhametimin şehri
İstanbula gel oruç günleri gez gör ve dinle derinden
Taştaki oymalarını incele bir er gözüyle
Semerkanttan kalkıp gelmiş erlerin gözüyle gör her yeri
Camileri mezarlıkları çeşmeleri ve sebilleri
Git Sümbülefendiye servilerden sor olan biteni
Merkezefendide tüket maddeyi yırt maddeciliğin kefenini
Sezai Karakoç




















































sen virgüllerle uzatırdın
nasıl bir mucizeydi seni karşıma çıkaran
hangi akla hizmet gitmiştim istanbul’a
ve nerdeyse eziyordun beni,
taksim’in tam ortasında
fırlatılan kızgın bir bakıştı
özürlerin ağzında tıkandı
17 yaşım çıldırmıştı..
Pelin Onay






































Demirlemişti eli kolu bağlıydı ağlıyordu
Dört bıçak çekip vurdular dört kişi
Yemyeşil bir ay gökte dağılıyordu
Attila İlhan
Bir vapur geçer Varna önünden,
Uy Karadeniz’in gümüş telleri,
Bir vapur geçer Boğaz’a doğru.
Nazım usulcacık okşar vapuru,
yanar elleri…
Nazım Hikmet Ran
Bir vapur kalkar istanbuldan
Her yanı istanbul olan bir vapur
Döner çark
Döner çıkrık
Canavar düdükleri
Polis düdükleri
Ve vapur
Uzak
Buruk
Kanar yüreğinde yanık bir sevda türküsü
Aydın Hatipoğlu
Boğaziçi bir akımdır
Bir akan sudur
Nice dergahlar
Dinler gibi nabzını
Yeni doğan çocukların
Yamaçlarda mezarlıklar
Sever gibi bazıları
Açık havada gömülmeyi
Çocuklar Topkapıda
Sedef kabzalı kılıçlar ellerinde
Cahit Zarifoğlu
İstanbul bilmeli ki, sahillerine
mehtabı taşıyan senin bakışlarındır
İstanbul bilmeli ki, limanlardan gemiler
önce senin yüreğine açılır
Nurullah Genç
Üç, Boğaziçi bir İstanbul ırmağıdır
Nice akar huruc alessultanlarda bayraksız davulsuz?
Ece Ayhan
sen birisini giyinmişsin ve bu sevgilinin kokusudur
omuzlarından toprak ve sardunya kokusu
kendi uçarı renginin kokusu
ey deniz gözlü rengarenk dalgalı şehir
ardındaki pusta küfür dolu duvarlar var ve aşk mektupları
ne oldu sana İstanbul?
Şeyda Mohammedi
annem mi bir kadın
geciken bir kadın gece yatısına
ölüm kendini göstereli babamın saçlarından
günübirlik bir kadın
üsküdar’la istanbul arasında
Kemal Özer
çünkü, ben ilyas
hasköy’lü –
kör ilyas,
şu koca istanbul şehrinde
yenicami önünde
sanki dünyanın bütün
açlarını
doyuruyormuş gibi
gururlanan bir sevinçle
darı satarım
savrulması için güvercinlere.
Behçet Aysan
İstanbul ve yeryüzü hüznü avutacak gibi değil
Cahit Zarifoğlu

orta yaşlı bir kelebeğiyim istanbul’un
her ayrılık bir hüzün bırakır yüzümde
Sunay Akın
İstanbul’da olsam İstanbul’da olsam
Çocuklu bir dostum var kalkar onun evine giderdim
Daha olmazsa Metin’i bulurdum.
Can Yücel
istanbul’da bir balıkçı
haliç’te bir hayal gördü
gitti eve
yorganlara saldırdı
bizans sarayında
kristal bir kadeh kırıldı
Sezai Karakoç
İstanbul’u evlat edinsem
Benimsemezdi nasıl olsa otuz yaşında bir anneyi
Yüzyıllarca yaşamış bir çocuk olarak.
Didem Madak
Bir İstanbul göğü altında ağlamak
İlhan Berk
herkesten sakladığım
bakir kokulu ‘istanbul şiirim’ gibisin
bercestesi sen olan
yani; ‘bir şehir nasıl böyle baki bir canan olur
anlamayaz insan
ömründe bir kere İstanbul olup geçmemişse dünyadan’
Hasan Tan

bırak müridin olayım istanbul
Didem Madak

Süleymaniye’nin karşısında
Tarihin üstünde bağdaş kurup oturdum,
Tesbih çekiyorum;
Seni seviyorum seni seviyorum seni seviyorum ..
İbrahim Paşalı
Şub 23
Saçlar
Büyük bir giz var Simone,
Senin saçlarının ormanında.
Kuru ot kokulusun, taş kokulu
Hayvanlar gelip durmuş üstüne;
Deri kokulusun, buğday kokulu
Ve buğday savrulduktan sonra;
Odun kokulusun, ekmek kokulu,
Daha bu sabah fırından çıkma;
Çiçek kokulusun, süren çiçek
Bırakılmış bir duvar boyuna;
Böğürtlen kokulusun, sarmaşık kokulu,
Tertemiz yıkanmış yağmurlarda.
Hezaren kokulusun, eğrelti kokulu,
Biçilmiş eğrelti, gece eşiğinde.
Ölü ot kokulusun, kızıl ot,
Çitlerin gölgesinde yan yana, yan yana.
Isırgan kokulusun, katırtırnağı kokulu,
Yonca kokulusun, süt kokulu.
Rezene kokulusun, anason kokulu,
Fındık kokulusun, meyve kokulu.
Ölmüş meyve ve hazır toplanmaya.
Söğüt kokulusun, ıhlamur kokulu,
Çiçekleri nasıl yaprak içinde.
Bal kokulusun, hayat kokulu,
Dolaşan hayat çayırlarda.
Toprak kokulusun, ırmak kokulu,
Aşk kokulusun, ateş kokulu.
Büyük bir giz var Simone,
Senin saçlarının gecesinde.
Remy de Gourmond
Çeviri: Cemal Süreya









