Kalp Kalesinde Kilitli Bir Aşk

Eylül’ün Pornografiye Açılan Merdivenlerinde Bir Jüpon: Mehmet Rauf

Mehmet Rauf denince akla ilk gelen, hiç kuşkusuz Eylül romanıdır. İkincisi ise bu romanın unutulmaz fetiş nesnesi “eldiven”dir. Roman kahramanlarının adları ise zamanın oyunbaz ellerinde ters yüz edilmiştir sanki. Kadın kahramanın adı Suat, erkek kahramanın adı Süreyya’dır. İşte bu ad seçimi de yazarın hiç düşünmediği garip bir ayrıntıya dönüşerek kahramanların adlarının hafızalarda yer etmesini sağlamıştır.

Eylül, Servet-i Fünun’da 1900’de tefrika edilmeye başlanır. Kitap olarak yayımlandığı tarih ise 1901’dir. Suat ve Süreyya’nın evlilikleri odağında gelişen romanda Süreyya’nın amcaoğlu Necip’in kadraja girmesiyle birlikte ritim yükselmeye başlar. Necip, Suat’a âşık olur ve bir süre sonra Suat’ın kalbi de bu yasak aşk tarafından işgal edilir. Yazar her iki kahramanın da ruhunu didik didik eder, okurunu imkânsız aşkın insan ruhunda açtığı uğultulu, dipsiz kuyuya doğru çekip götürür.

Eylül’deki aşk tende değil ruhlarda yakıcı ürpertilerle gezinip durur ve okur bir sayfadan öbürüne bu ürpertilerin izlerini takip ederek geçerken tıpkı romanın kahramanları gibi hummalı bir hastalığın pençesine düşer.  Roman boyunca hareket halindeki aşk magması zaman zaman yeryüzüne sızar. Kurguya bakıldığında yazarın işte bu magmanın yeryüzüne sızdığı noktaları,  son derece ustaca kurgulanmış ayrıntılarla görünür kıldığı fark edilecektir.

Yazarın konu edindiği aşk, dokunmasız, ulaşılmaz, kutsanmış,  bu yönüyle de Doğulu bir aşktır. Ancak bu aşkın ruhta yarattığı karmaşanın, tedirginliğin, ıstırabın, beklentinin, maraziyetin anlatımında ise Batılıdır. Denilebilir ki Doğulu bir aşkı Batılı bir teknikle anlatır Mehmet Rauf. Eylül’ün, hem yazıldığı dönemde hem de sonraki dönemlerde çok beğenilmiş, çok okunmuş bir roman olmasındaki en önemli etken hiç kuşkusuz yazarın, aşkın insan ruhundaki yansımalarını anlatmaktaki ustalığıdır. Bu ustalık,  Eylül’ü Türk edebiyatının ilk psikolojik romanı unvanı ile taçlandırmıştır.

Tereddüt Kozasında Kıvranan Ruh

Eylül, naif bir aşk romanı olarak yer etmiştir hafızalarda oysa bu romanda aşk teması ekseninde toplumun ahlak anlayışı ve kadının toplumdaki yeri de sorgulanır. Dönemin şartları düşünüldüğünde yazarın bu sorgulamaları yapmakta epeyce cesur davrandığı söylenebilirse de asıl yapmak istediğini yapamadığına dair bir tedirginlik de hissedilir. Bu tedirginliğin en çok hissedildiği nokta ise romanın sonudur. Aşkın ağlarına takılıp roman boyunca kıvranan her iki kahraman bu aşkı yaşayamadan trajik bir sona sürüklenir. Sanki yazar, safiyetiyle kutsadığı bu aşkı toplumun değer yargılarının, ahlak kurallarının yırtıcı pençelerinden çekinerek alevler içine atıp yakmıştır.

Buradan bakıldığında iki âşığın ölümüne sebep olan yangın, bir anlamda toplumun katı ve ikiyüzlü ahlak anlayışının sembolü olarak okunabilir pekâlâ. Yazar, birbirine delicesine âşık iki kahramanını aşk ırmağının başına kadar getirdikten sonra ateş denizine atmaktan başka çare bulamamış gibidir. Eylül’de toplumsal baskıyı aşıp günlük yaşamın damarlarına sızamayan bu aşk, yazarın içinde ukde kalmış gibidir; çünkü yazar, sonraki romanlarında inanılmaz bir sıçrama yaparak insan var oluşunun kaçınılmaz gerçeklerini en başta da cinsel dürtüleri bütün açıklığıyla ele almaktan kaçınmamış; yazarlık itibarının sarsılmasına, sahip olduğu şöhretin yok olmasına aldırmamıştır. Denebilir ki bütün bu yıkma, karşı koyma, sorgulama ve sorgulatma çabasıyla Mehmet Rauf aslında hep hayalini kurduğu yazar imgesini yeniden inşa etmeye girişmiştir.

Yazarla Kahramanı Arasındaki Mesafe

Yazarla yarattığı kahramanları özdeşleştirmek eğilimdeki algı, geçmişten bugüne ve evrensel bir yanılsama olarak süregelmiştir. Bu yanılsamalı algıdan Mehmet Rauf da payına düşeni almıştır. Yakup Kadri, ilk gençlik yıllarında Mehmet Rauf’u bir efsane kahramanı gibi gördüğünü, onunla tanışmak için yanıp tutuştuğunu söyler. Ancak bu isteğini dile getirdiği kendisinden üç beş yaş büyük arkadaşı Şehabettin Süleyman bunun çok zor olduğunu zira Servet-i Fünûn’un bütün ünlü yazarlarının peşinde bir hafiye dolanıp durduğunu bu nedenle şehirde serbestçe gezinmekten çekindiklerini söyler. Yakup Kadri’nin beklediği fırsat hiç ummadığı bir anda çıkıverir karşısına. Bir konserde ön sıradaki ufak tefek adamı göstererek heyecanla “Bak işte bu Mehmet Rauf!” der Şehabettin Süleyman. Yakup Kadri büyük bir şaşkınlık yaşar ve dakikalarca önündeki adamı inceleyerek boşuna onda  “Eylül” romanındaki Necip’i bulmaya uğraşır. Aradığını bulamasa da vazgeçmez Yakup Kadri ve belki konuşmasında, hal ve tavrında, bakışlarında zekâdan kaynaklanan bir çekicilik, bir pırıltı vardır diye umutlanır. Konser çıkışı Tünel başında birkaç dakika konuşma fırsatı yakalarlar ancak bu konuşma Yakup Kadri’de yeni bir hayal kırıklığına sebep olur; çünkü Mehmet Rauf dudaklarının arasından anlaşılmaz sözler mırıldanarak, kalın gözlük camlarının ardından ifadesiz nazarlarla bakar ve kaçarcasına uzaklaşıp gider. Şehabettin Süleyman yazarın bu tavrını kendilerini hafiye zannetmesine yorsa da Yakup Kadri’nin hayal kırıklığına merhem olamaz.

Aslında son derece renkli ve girişimci bir karakteri vardır yazarın. İnsanlardan kaçan, içe dönük bir portre çizmez. Tam tersine sosyal becerisinin gelişmiş olduğu ve hem edebiyat dünyasında hem kendi hayatında pek çok noktada Batılı bir bakış açısıyla hatta devrimci bir çizgide hareket ettiği, pek çok ilki gerçekleştirdiği söylenebilir. Halid Ziya, Mehmet Rauf’un küçük bir memur ailesinin çocuğu olarak her zaman maddi sıkıntı içinde yaşadığını söyler anılarında. Para kazanmak için başvurduğu ilginç yolları anlatır.

Bir keresinde Mehmet Rauf, Servet-i Fünûn’da yazdığı bir makalede ilancılığın öneminden söz ederken zamanın ünlü “Sunlight Soap” sabununun ilanlarını örnek gösterir. Açıkgöz bir dostu bu yaptığının da bir tür ilancılık olduğunu, İngiliz sabun şirketinden bunun için para talebinde bulunabileceğini söyler. Mehmet Rauf derhal bu talebini “Sunlight Soap” şirketine yazar. Şirket bu isteği kabul eder ve Mehmet Rauf’a nasıl bir ödeme yapmalarını istediğini sorar. Paraya ihtiyacı olmasına rağmen müziğe merak sarmış olan Mehmet Rauf işe bakın ki İngiltere’den kendi kendine çalan “Aolien” adında yeni çıkmış bir müzik aleti ister.

Yazarımızın edebiyat dünyasına adım atışı “Düşmüş” adlı hikâyeyle olur. Bu ad Mehmet Rauf’un hayatına dair bir kehaneti gizler sanki içinde. Düşmüş Halit Ziya’nın çıkardığı Hizmet gazetesinde yayımlandığında yazar henüz on altısındadır. Bu öyküyle başta Halit Ziya olmak üzere Servet-i Fünûn yazarlarının dikkatini çekmeyi başaran Mehmet Rauf, Eylül romanından sonra Türk edebiyatının Olimpos’undakileri arasına katılır.   Ancak bu hızlı yükselişi ikinci Meşrutiyet’in ilanından sonra düşüş izler. Yazar hem sanat âleminden dışlanarak yalnız bırakılır hem de maddi sıkıntılarla boğuşmaya mahkûm olur.

Peki, nedir yazarın düşüşüne sebep? Bunun nedenlerini bulmak için yazarın hayatına biraz daha yakından, biraz daha içerden bir bakış gerekiyor.

Jüpon’un Ardındakiler

Mehmet Rauf, döneminin pek çok yazarından daha şanslıdır; çünkü Batı’ya açılan iki penceresi vardır: Fransızcanın yanı sıra İngilizce de bilir. İngilizcesinin kaynağı ise Bahriye Mektebi’dir. Beyaz bahriyeli üniformasıyla çekilmiş bir fotoğrafında uzak, sisli bir noktaya bakar gibidir. Hem bir subay ciddiyeti vardır yüzünde hem de ele geçirilmesi, keşfedilmesi zor bir kalenin vakarı. Bahriyeli oluşundan dolayı da yazılarını takma adla yazar. Rauf Vicdani, Besim Rauf, Cemil, Ali Necdet, Mehmet Nafiz gibi pek çok takma adın yanında kullandığı başka bir takma ad vardır ki insan gülümsemekten alıkoyamaz kendini. Bu ad “Jüpon”dur. Kimin aklına gelir bu adla yazmak?

Jüpon, Mehmet Rauf’un kişiliğine dair önemli bir ipucu gibi gelmiştir bana hep. Bilindiği üzere jüpon kadınların etek altına giydiği bir tür astardır. Sözcük Fransızca, kadına dair görülmemesi gerekeni saklıyor, yazar da onunla görülmemesi gereken kendi adını saklıyor. Yani nesnenin saklayan, örten işlevinden yola çıkarak bu adı seçiyor diyebiliriz. Bu tek başına esprili bir neden olmakla birlikte, kanımca tek neden değil. Kadına dair bir nesneyi seçmesinde kadınlara hayranlığının ve düşkünlüğünün payı olduğunu söylemek sanırım ileri gitmek olmayacaktır. Jüpon, tıpkı eldiven gibi bir fetiş nesnesi olmaya son derece uygun bir özellik de gösteriyor öte taraftan. Biraz düşünüldüğünde bu iki nesne arasında da bir ortaklık olduğu söylenebilir. Eldivenin de tıpkı jüpon gibi örten, saklayan bir işlevi var, yalnızca eldivenin erotik çağrışımlarının ya da göstergesel işlevinin jüpona göre daha masum olduğu kabul edilebilir. Jüponun ardında, toplumun şehvetli bakışlarından saklanmak isteyen bir kadın bedeni var; Jüpon takma adının altında ise nasıl yaşamamız gerektiğine karar verme yetkisini hep elinde tutan toplumdan saklanmaya çalışan bir yazar var. Bunu yapmasındaki tek neden de hiçbir sansüre maruz kalmadan özgürce yazabilmek isteği.

Mehmet Rauf üç evlilik yapar. Bunlardan ilki Tevfik Fikret’in yakın akrabası Ayşe Hanım’la yaptığı evliliktir. Fikret, bu evliliğin gerçekleşmesinde bizzat aracılık eder. Ancak neden bilinmez Mehmet Rauf, eşini terk edip gider. Eylül romanındaki Necip gibi kendini Beyoğlu’nun ışıltılı dünyasına atar, o kadından bu kadına koşarak derbeder bir hayata başlar. Bu hayat biçimi başta Tevfik Fikret olmak üzere Servet-i Fünûn camiasının onu aforoz etmesine neden olur, etrafında oluşan sevgi ve saygı halesi gün geçtikçe erimeye yüz tutar.

Eşini terk ettikten sonra İstanbul’un güzelliği, zarifliği, kibarlığıyla tanınmış hanımlarından birine adeta karasevda denilecek bir aşkla tutulup işi intihara kadar götürür. Aşkından ne yaptığını bilmeyecek hale gelen yazar, bütün varlığını ve sonunda evini de satıp bu hanım uğruna harcadıktan sonra kendini öldürmeye karar verir ve bir gün öncesinden de bütün dostlarıyla vedalaşır. Pervasız davranışları, berduş hayatı nedeniyle zaten çevresinde çok az insan kalmıştır. Bunlardan biri de Hüseyin Cahit Yalçın’dır. Yazarın bu garip vedasından şüphelenen Hüseyin Cahit, Servet-i Fünûn’un sahibi Ahmet İhsan’ı da yanına alıp Büyükada’ya koşar ve Mehmet Rauf’u kapısı, pencereleri sımsıkı kapatılmış odasında kömür kokuları içinde zehirlenmiş bulurlar. Hemen kapıyı, pencereyi açarak kömürle dolu mangalı dışarıya çıkaran iki dost, zavallı yazarı böylece son anda ölümden kurtarırlar. Tam bu noktada okurdaki algı ezberinin dışında bir durumun gerçekleştiğini ve yazarın hayatının kahramanın hayatına değil de kahramanın hayatının yazarın hayatına akmaya başladığını söyleyebiliriz. Mehmet Rauf, Eylül’ün kahramanı Necip gibi yaşamaya başlar, aşk yüzünden her şeyini feda eder, sersefil bir hale düşer.

Ahlaki duruşundaki katılığıyla tanınan Tevfik Fikret ve Mehmet Rauf’u himayesine almış olan Halit Ziya bu rezaletler üzerine büyük hayal kırıklıkları içinde ondan uzaklaşırlar. Öyle ki bu intihar vakası bile onları eski dostlarıyla yeniden yakınlaştırmaya yetecek bir neden olmaz. Bu intihar vakasının üzerinden çok geçmeden geriye kalan bir iki arkadaşı da yazarı terk eder.

Psikolojik Romandan Pornografiye: Bir Zambağın Hikâyesi

İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla basın, hürriyetine kavuşur. Mehmet Rauf’un eski dostları, arkadaşları birer birer refah ve ikbal merdivenlerini çıkmaya başlar. Vaktiyle Eylül ve Siyah İnciler yazarı olarak herkesi sanatının dehasına hayran bırakmış olan Mehmet Rauf ise basın dünyasına henüz ayağını basmış bir edebiyat heveslisi gibi yazılarını yayınlayabilmek için Babıâli caddesindeki gazete ve dergi idarehanelerinin önünde sıra bekler.

İşte Mehmet Rauf’un yazı macerasındaki evrilme ve bazılarına göre düşüş bu döneme rastlar. Çıktığı zirveden tepetaklak inen ve edebiyat çevrelerinden uzaklaşan Mehmet Rauf, bu çaresizlik döneminde “Bir Zambağın Hikâyesi” adıyla pornografik bir roman yazıp yayımlatır.  “Bir Zambağın Hikâyesi” nin yayımlandığı tarih 1910’dur. O yıllarda Osmanlı Bahriyesi’nde kıdemli yüzbaşı olan Mehmet Rauf, kitapta imzasını kullanmamıştır. Kitap, olağanüstü bir ilgi görür; çok sayıda baskısı yapılır, o zamanın koşulları içinde hiç görülmedik bir şey daha gerçekleşir, bugünün porno kasetleri gibi bir geceliğine kiraya bile verilir!

Romanın ele aldığı konu, çapkın bir Osmanlı beyzadesi ile yüksek sınıftan bir kadının aynı genç kıza duyduğu aşk ve yaşadıkları cinsel tecrübelerdir. Kitabın satışını arttıran asıl nokta ise söz konusu beyzade ve kadının genç kızla kurduğu cinsel ilişkinin ifade edilişindeki açıklık, pervasızlıktır. Cinsel ilişkilerin sokak ağzıyla anlatıldığı roman, başlarda erotik kalıplar içindeyken ilerleyen bölümlerde bu sınır giderek genişlemekte ve soluğu pornografinin alanında almaktadır.

“Bir Zambağın Hikâyesi”nin yayımlanmasıyla birlikte edebiyat dünyasında da büyük gümbürtüler kopar. İçlerinde Mehmet Akif’in de yer aldığı bir grup yazar, Mehmet Rauf’u edebiyat dışı eser vermekle suçlar, romanı edebiyat dışı diye nitelendirir. Bununla da kalmayarak romanın, edebiyatı alçalttığını, edebiyat ahlakını zedelediğini söyleyerek yazarını ihbar ederler.  Bu ihbar üzerine ortalık daha da karışır ve Bahriye’de yüzbaşı olarak görev yapan Mehmet Rauf, söz konusu romanı müstear bir adla yazmasına karşın askeri mahkemede yargılanır, altı ay hapis cezasına çarptırılır. Roman yasaklanıp toplatılır. Mahkemede, yazarın bu romanı kendisinin yazmadığını sadece adapte ettiğini söyleyerek savunmasını yapması bile, onu ordudan ihraç edilmekten kurtaramaz.

Bu roman, öylesine dışlanır, hor görülür ki 2001 yılına kadar romanın Latin harfleriyle baskısının yapılması bile mümkün olmaz, bunda yazarın Eylül romanıyla yarattığı kalıplaşmış algıdaki direncin de payı olduğunu söylemeliyiz. Oysa bu roman, yazarının mahkemedeki savunmasında dile getirdiği gibi gerçekten bir adaptasyondur. Romanın yayımlandığı dönem, Batı’da bile eşcinsel edebiyatın kabul görmediği, yargılanıp yasaklandığı bir dönemdir. Mehmet Rauf’un “Bir Zambağın Hikâyesi”, yazdıkları yüzünden yargılanıp hapsedilmekten kurtulamamış İrlandalı yazar Oscar Wilde’ ın  “Lady Violette’in Aşk Destanı” adlı kısa romanının bir adaptesidir. Ancak yazar, sadece basit bir adaptasyon yapmaz, birtakım eklemeler de yapar kitaba. Osmanlı erkeğinin cinsel fantezilerinin yazarın hayal dünyasında renklenip biçimlenmesiyle oluşan bu eklemeler, hiç kuşkusuz romanın ortalığı karıştırmasında da büyük rol oynar.

Edebiyat-ı Cedide’nin ve belki de Türk edebiyatının en güzel, en saf aşk romanının, Eylül’ün yazarının, Bir Zambağın Hikâyesi gibi pornografik bir roman yazması gerçekten çok ilginçtir. Bugün bile yazarın böylesine iki uç arasında gidip gelen edebi kimliği ilgi ve merak uyandırmakta iken yaşadığı dönemde böylesine sansasyon yaratmasına elbette şaşmamak gerek. Maddi sıkıntılar içinde olduğu ve eski şöhretini özlediği düşünülürse yazarın bu romanı yazmaktaki amacı belki açıklanabilir. Zira bu roman yazarına yüklü miktarda para da kazandırır.  Belki de bu nedenle yazar, başına gelenleri unutup bir adaptasyon daha yapar ve “Kaymak Tabağı” adlı yine “edebiyat dışı” diye aforoz edilen ikinci romanını yazar.

Kaymak Tabağı da Fransız edebiyatının en marjinal isimlerinden birinin, bugün bile kitapları sansürlenen Marki de Sade’ın bir romanından adaptedir. Mehmet Rauf, Edebiyat-ı Cedideciler içinde Batı kültürüne ve adetlerine en çok yaklaşmış olanlardan biridir. İngiliz ve Fransız edebiyatından okuduğu çok sayıda romanın etkisiyledir ki yazar, Batı’nın aydınlanma döneminin iki önemli ve yasaklı ismi Sade ve Wilde’ı da yakından tanıma olanağı bulur.

Üç Sözcük Odağında Yükseliş ve Düşüş: Eylül-Düşmüş-Jüpon

Bu noktada “Düşmüş”, “Eylül” ve “Jüpon” sözcüklerinin Mehmet Rauf’un karakterinde ilginç bir üçgen oluşturduğunu söyleyebiliriz.  Eylül yazarın ruhundaki naifliğin yansıması olduğu gibi Doğu’nun da, Doğulu aşkın da yansımasıdır. Kederle beslenen, kutsanan, kalp kalesinde kilitli bir aşktır bu.  Kitabın yazıldığı dönem, yazarın hayatının da Doğu ritimlerinde akıp gittiği ama Batı’dan haberdar olduğu bir dönemdir. Jüpon, bilinç düzeyinde algılanan Batı’nın bilinçaltında baskı oluşturmaya başlamasının göstergesidir diyebiliriz. Yazarın bu takma adla yalnızca gerçekteki adını gizlemediğini daha önce dile getirmiş ve bu adın kadınlara ilginin de ipuçlarını içerdiğini söylemiştim. Buraya şimdi bir ekleme daha yaparsak bu adın aynı zamanda yazarın çevirdiği romanlardan, tiyatro oyunlarından, Girit, Hamburg, İtalya gibi gezip gördüğü Avrupa şehirlerinden edindiği Batılı yaşama biçimini uygulama itkisini de gizlediğini söyleyebiliriz.

Yazar, gördüğü, okuduğu, bildiği Batı’yı yaşamak da ister, bu isteğin hayata geçmesi, o günün koşullarında imkânsız olsa da yazarın bunu başardığını görüyoruz.  Düşmüş sözcüğü işte bu yıkımın başlangıç işareti gibidir. Yazar; Eylül romanından sonraki süreçte toplumsal değerleri, edebiyat çevrelerini hiçe sayarak adaptasyon da olsa “Bir Zambağın Hikâyesi” ve “Kaymak Tabağı” gibi iki romanı yazmaktan çekinmediği gibi, Beyoğlu gecelerinde aşk acısını unutmaya çalışarak ve şairin “Ben melanet hırkasını kendim geydim eğnime/ Âr u namus şişesini taşa çaldım kime ne” dediği gibi “kim ne der”i umursamadan yaşamaktan da çekinmez. Dolayısıyla yazarın konularının, Platonik aşktan erotizme hatta pornografiye doğru evrilmesindeki temel nedenlerden birinin, Batılı yazarlara özellikle Sade ve Wilde’a duyduğu hayranlık, diğerinin de kendi hayatındaki kırılmalar ve değişimler olduğu söylenebilir.

 Türk Edebiyatının Marki De Sade’ı

Yazar,  büyük bir cesaretle yazdığı bu iki romanla, edebiyat dünyasında gerekli olan özgürleşmeye katkıda bulunmak amacını da gütmüştür.  Nitekim yazar,  Sade ve Oscar Wilde metinlerinden adapte ederek yazdığı romanlarında cinsel ihtiyacın beşeri bir açlık olduğunu, bunun hiçbir ahlak kuralı ile sınırlanamayacağını söyledikten sonra düşüncelerini şu sözlerle ifade eder: “Müsaadenizle bu ihtiyacı o kadar meşru, o kadar muhakkak buluyorum ki, bunun önünde başka hiçbir kuvvet tahakküm edemez; evet, ahlak ve adap denilen ve yalnız herkese karşı istismar edilip tahakküm edilmek için icad edilmiş olduğunda şüphe olmayan uydurma, düzme bütün şeyler, bu ihtiyac-ı kat’î-i beşeriye huzurunda yalnız ser-füruya mecburdurlar”.

Tanzimat’la birlikte roman türünü tanıyan Türk edebiyatının bu türe çok yabancı olması nedeniyle ilk örnekler çok ilkel, teknik açıdan pürüzlüdür. Servet-i Fünûn’a gelindiğinde nispeten daha iyi örnekler ortaya konulmaya başlanmıştır. Ama yine de bu türün henüz çok az örneği verilmiştir ve yazılan romanlar da genellikle yaşanan sosyal değişimleri, aşkları konu almakta, toplumun kültürel yapısına, etiğine aykırı düşmemeye çalışmaktadır.

İşte böyle bir ortamda Mehmet Rauf, yazdığı bu iki romanla tam bir şövalye gibi davranmış, duygu ve düşünce dünyasını kısıtlayan geleneksel bağları koparmaya yeltenmiştir. Bir nevi erotikanın edebiyatını yaparak özgürlüğün ve başkaldırının da edebiyatını yapmıştır. Dolayısıyla bu romanlar her ne kadar kınanmış, yazarı aforoz edilmişse de edebiyatın konusuna, yayın hayatında düşünce özgürlüğüne dair bir tartışma başlatmış olmaları adına son derece önemlidirler.

Yazarın kadına bakış açısı onu yalnızca bir aşk nesnesi olarak görmek ya da arzu nesnesine indirgemekten ibaret değildir. Tam tersine kadınlara yönelik “Mahasin”, “Süs”, “Gelincik” adlı üç magazin dergisi de çıkaran Mehmet Rauf, bu dergilerdeki makalelerinde kadının sosyal hayatta daha etkin rol alması, özgürleşmesi gereğine dikkat çeker. Yine bu dergilerdeki yazılarında Türk kadınının sahneye çıkması gerektiğini de daha o yıllarda ortaya atar. “Bir Zambağın Hikâyesi” ile başı sansürle derde giren, mahkemelere düşüp hapse atılan yazar sansürden ve yargılanmaktan bir türlü kurtulamaz ve 1925’te “Süs” dergisinde yayımlanan açık bir kadın resminden dolayı üç ay hapse mahkûm edilir. Ancak bu suç, matbuat emektarı olmasına binaen mahkemece affedilir.

İlk eşini terk ettikten sonra uzunca bir süre derbeder bir hayat süren yazar, 1910’da zengin bir ailenin kızı olan Besime Hanım’la evlenir ve içgüveysi olarak eşinin İzmir’deki evinde yaşamaya başlar. Ancak yazık ki bu eşinden de ayrılır. Bu sefer ayrılığı isteyen kendisi değil eşi olmuştur. Bu ayrılığın ardından yeniden derbeder hayatına dönen yazar son evliliğini ise kendinden yirmi sekiz yaş küçük Muazzez adlı bir öğretmen hanımla yapar. Bu evlilikten kısa bir süre sonra kısmi felç geçirir ve sağ kolu tutmaz olur. Son eşi yazara bu sıkıntılı zamanlarında destek olur. Ancak yazar, 1928’de ikinci bir felç daha geçirir ve yatağa düşer.

İsmet Paşa Affı

Basın ve yayın dünyasında da artık eskisi gibi ilgi görmeyen yazar, ömrünün son günlerinde de maddi sıkıntılar içine düşer. Bunun üzerine denize düşen yılan misali eski arkadaşlarından yardım diler, imdat mektupları yazar. Bu mektuplardan haberdar edilen İsmet Paşa, vaktiyle Eylül romanını okuyup çok beğendiğini söyledikten sonra “O, Zambak diye fena bir eser yazdı ama Eylül bu günahının kefaretidir.”diyerek yazara maaş bağlanmasını sağlar. Böylece Mehmet Rauf, yaşamının son basamaklarında dahi Eylül romanının faydasını görür.

Mehmet Rauf, ikinci felcinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra kaldırıldığı Cerrahpaşa Hastanesi’nde vefat eder.

Makbule Aras
Sıcak Nal, Eylül-Ekim 2010, sayı 4

Sükûnet

Kuşların güneye göç etmelerini görüyor musun?
Fani şeyler de böyledir: Gelir geçer
Sakin ol, düşme zamanın vehim tuzağına
Bir rüyayı bir başka rüyaya ekleyen zamanın

Özlemi başka uzak yerlere doğru yönelir;
Bilgenin kalbi ise yaldızlı burada kalır
Vazgeç ulaşılmaz diyarların rüya imgesinden –

Sen güneşi ve yıldızları bizzat kendinde taşıyorsun

Frithjof Schuon
Çeviri: Mahmut Kanık

Babanın Yokluğuna Gitmek

Ne vakit babamın yokluğuna gitsem
Babam bana bir şey diyor.

Diyorum ki, bir yerdeyim ben baba
Bir gökte. Gökte gece var, ay var,
Sen de varsın. Ama hercai bir şey sanıyor
İnsanlar beni böyle görünce.

Oysa benim karnımda bir zehir var.
İçimde çok uzakta biri kalmış da
Onu çok özlemişim gibi bir zehir var.

Babam burası yatmak için çok güzel, diyor.
Sen de kaldır kıçını biraz gez dünyayı,
Kastamonu’ya git mesela Devrekani’ye
Çok güzelmiş de, bak o zaman geçecek,
Dünya göreceksin, gülümsüyor.

Elim soğuk mermeri okşuyor.

Onun  yokluğuna giderken biz
Kardeşlerim annem hepimiz
serin ufkundan geçiyoruz Balkanların
ve bizim oraların havası
Sanki hepimizin zehrine iyi geliyor.

Bana “sen kalk, güllerin altını çapala,
dünyayı belle, ben artık gideyim,” diyor.

Bir elim öbür elimi okşuyor.

Birhan Keskin

Şemsi Ahmed Paşa Külliyesi

Şemsi Ahmed Paşa Külliyesi, Üsküdar Meydanı’na birkaç yüz mesafedeki Şemsi Paşa diye anılan semtte bulunur. Üsküdar sahilinden Harem’e yöneldiğinizde hemen karşınıza çıkacaktır. Denize sıfır konumunda olduğu için de vapurla önünden de geçebilirsiniz. Şemsi Ahmed Paşa Külliye’si, Kuşkonmaz Camii olarak da anılır. Hakikaten, deniz kenarında bulunan ve çevresinde bir sürü martı bulunan caminin hiçbir resminde üzerinde kuş gözükmemektedir. Bu konuda internet üzerinden aktarılan bazı hikayeler bulunmaktadır. Fakat bu hikayeleri kitaplarda göremediğim için ben burada yazmak istemiyorum.

Külliye Şemsi Ahmed Paşa tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmış olup; Hicri 988, Miladi 1580 yılında tamamlanmıştır. Mimar Sinan’ın yaptığı en küçük külliyedir. Cami, medrese, türbe ve hazireden oluşmaktadır.

Yapımı Mimar Sinan’ın son yıllarına denk gelmiştir. 1588 yılında 98 yaşındayken vefat eden Sinan tam 90 yaşında bu eseri yapması akıllara durgunluk verir. Evliya Çelebi Külliye için şu cümleyi sarfetmiştir.

“Sahilde küçük bir camidir ama o kadar şirin bir bina olmuştur ki denizden gören bir kasr-ı müzeyyen zanneder” Kasr-ı Müzeyyen, süslü saray demektir. Evliya Çelebi’nin “süslü saray” diye tabir ettiği külliyenin görüntüleri aşağıdaki videodadır.

Tam adı Şemsi Ahmed Paşa olduğu halde günümüzde Şemsi Paşa olarak tanındığı için yazımda ben de bu  alışkanlığa uyacağım. Şemsi Paşa, Candaroğulları’ndan (İsfendiyar ailesinden), Kastamonu Beyi Kızıl Ahmed Bey’in oğludur. Enderunda yetişmiş, 1554 yılında Anadolu ve sonrasında da Rumeli Beylerbeyliği yapmış, Kanuni Sultan Süleyman’ın son seferi olan Zigatvar seferine vezir olarak katıldığı bilinmektedir.

Aynı zamanda Vikaye adlı bir fıkıh kitabını manzum olarak Türkçeye çevirmiştir. Bu da Şemsi Paşa’nın ilmi ve edebi bilgi seviyesinin ileri bir düzeyde olduğunu gösterir. Tarihçi Peçevi, sahafta Şemsi Paşa’nın bu kitabından görür ve alır. Kitap içinde Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin notlarını görür. Demek ki Şemsi Paşa’nın yaptığı bu çeviriyi Ebussuud Efendi de okumuştur.

Şemsi Paşa örf ve adetlerden anlayan, usul ve adabı bilen bir kişi idi. Aynı zamanda sözleri yerinde ve anlamlı kullanımında da pek maharetlidir. Bir gün Şahkulu adlı İran elçisi Osmanlı Merasim bölüğünün alacalı bulacalı giysilerini görür ve bu kıyafetleri düğüne gelen misafirlerin kıyafetine benzetir. Şems Paşa, İran elçisine Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran’da İran Şahı Şah İsmail’in hanımı Taçlı Hatun’un esir alınıp İstanbul’a getirilmesini kastederek, “Çaldıran’dan gelin getiren bu askerdir” diyerek işin kıyafette değil, kıyafetin içindekinde olduğunu vurgular.

Şemsi Paşa’nın iki kardeşi Musa ve Mustafa Paşalar da kendisi gibi önemli devlet adamlarıydı. Bu üç kardeş soylarının Hz. Muhammed tarafından Seyfullah adı verilen ve hiç savaş kaybetmemiş olan Halid bin Velid’e dayandığını söylerlermiş. Bu bilgiyi doğrulayan tarihçiler gibi kabul etmeyenler de bulunmaktadır.

Cümle kapısı üzerinde şair Ulvi’nin sülüs hatlı kitabesi bulunmaktadır. Kitabe Ebced hesabı ile caminin inşa yılı olan 988 yılını vermektedir.

Şemsi Paşa eyledi bu camii bünyad çün
Umarız kim ola merhumun yeri
Darü’s-selam Ulvi’ya hatif görünce didi kim,
Tarihi Secde-gah olsun Habin’in ümmetine bu makam.

Şemsi Paşa sırasıyla, Kanuni Sultan Süleyman, Sultan II. Selim ve Sultan III. Murad zamanlarında devlet kadrolarında çeşitli görevlerde bulunmuştur. II Selim zamanında da vezir-i azam olmuş ve Sultan’ın muhasipliğini yapmış ve III. Murad döneminde de aynı görevde kalmıştır.

Deniz kenarındaki cami küçük ama oldukça sade ve temiz bir camidir. Tek şerefeli küçük bir minaresi vardır. Mihrabın iki yanında duvara bağlı birer küçük sütun bulunur. Bu sütunlar kendi çevrelerinde döndürebilirsiniz. Bu caminin denge sisteminin uyarıcısıdır. Eğer çevirdiğinizde bu sütun dönmediği takdirde caminin dengesi bozulmuş demektir. Aynı sistem Fatih Camii’nde ve Edirne’deki Selimiye Camii’nde de vardır.

Külliyeye denizden baktığınızda sol tarafta hazire bulunur. Sağa doğru ilerledikçe cami ve caminin önünde Şemsi Paşa’nın türbesi bulunur. En sağ tarafta ise medrese bulunmaktadır. Medrese Külliye içinde “L” konumunda yerleştirilmiş olup “L”nin açık tarafı denize bakmaktadır. Külliyenin iki girişi vardır. Bir tanesi deniz tarafında, diğeri ise Üsküdar iskelesi tarafındadır. Deniz tarafındaki avlu duvarının üzerinde 11 adet pencere vardır ve bu pencereler demir parmaklıkladır. Böylelikle deniz kenarından geçen insanların külliye ile ilişkisi kesilmemiştir. Bir başka bakış açısı ile, külliye duvarlarına pencere açılarak, o dönemlerde külliyede öğrenim gören öğrencilerin ve külliye çalışanlarının denizle olan irtibatları kesilmemiştir.

Caminin kitabesi bulunmamaktadır.

8*8 ölçülerinde kare planlı ve tek kubbeli ufak bir camidir. Minaresi kurşun kaplıdır. Caminin ana yapısı kare olduğu halde duvarların bitiminde kare norm sekizgene dönüp kubbe bu sekizgen yapı üzerine oturulmuştur. Camiye üsten baktığınızda “X”nın oturduğu uçlarda da ufak birer kubbe bulunmaktadır.

İbadet mekanı ile türbe birbirine bakmaktadır. Türbe ile cami birbirine bitişik nizamda yapılmış olup arasındaki açıklık tunç parmaklıkla örülmüştür. Bu uygulamanın bir benzeri ise Beşiktaş’taki Yahya Efendi Tekkesi’dir. Oradaki durum Şemsi Paşa Türbesinden biraz daha enteresandır. Zira, Cami ve türbe aynı çatı altında birleşmiştir. Gezip gördüğüm yerlerden bu duruma verilecek ikinci bir örnek ise Konya’daki Şems-i Tebrizi Camii ve Türbesidir.

Cami süslemelerinde çini yoktur. Sadece kalemişi bezemeler bulunmaktadır.

Caminin deniz tarafındaki duvarında çerçeve içinde muhafaza edilen “v” şeklindeki kumaşın ise Kabe örtüsü olduğu cami yetkilileri tarafından ifade edilmiştir. Fakat örtüden alınan bu parçanın neden “v” şeklinde alındığı bilinmemektedir.

ŞEMSİ PAŞA TÜRBESİ

Yukarıda ifade edildiği üzere türbe camiye bitişik nizam yapılmış ve arasında sadece tunçtan imal edilmiş parmaklıklar bulunmaktadır. Türbe ölçüler 4*4,5 m. şeklindedir. Türbe’de sadece Şemsi Paşa’nın naşı bulunmaktadır. Türbe kubbe ise değil “Aynalı Tonoz”la örtülüdür. Türbenin giriş kapısı, caminin cümle kapısı ile aynı yöndedir. Türbenin deniz tarafındaki duvarı, avlu duvarının dışına taşmıştır. Türbe de cami gibi küfeki taşından yapılmıştır.

Türbenin kapısı avlu duvarı yanında kenarda kalmış ufak bir kapısı bulunmaktadır.

Şemsi Paşa tarafından yazılan ve bugün mevcut olamayan türbenin kitabesinde şöyle yazmaktaydı.

Türbesini kenar-ı deryada,
Şemsi anın içün eyledi bünyad
Geçerken bu kenar-ı deryadan
Aşinalar dua ile ede yad
Ya ilahi hakk-ı nur-i Nebi
Nurdan eyle o kulun azad

ŞEMSİ PAŞA MEDRESESİ

On iki adet hücreden oluşan medrese medrese içinde L şeklinde yerleştirilmiştir. Medresenin dershanesi batı tarafında, kubbeli bir yapıdır. Hücreler içinde birer ocak ve iki adet dolap nişi bulunmaktadır. Niş, duvar içinde yapılmış oyuk demektir. Medrese hücrelerinin önünde 19 adet mermer sütunlu revak sistemi bulunmaktadır. Medrese, cami ve türbenin aksine kesme taş ve tuğladan inşa edilmiştir. Her üç sıra tuğla arasına bir sıra kesme taş konmuştur.

Zamanında dershane olarak kullanılan yapı günümüzde kütüphanenin okuma salonudur. Bundan yaklaşık 40 yıl önce ben de bu kütüphanenin masalarında ders çalışmış biri olarak kendimi çok şanslı hissediyorum. O zamanlar külliyenin bütününü gözönüne alırsan bu kadar düzgün ve bakımlı değildi. Son yıllarda yapılan restorasyon çalışmaları ile külliye ve özellikle haziresi bambaşka bir görünüm kazanmıştır.

Medrese 1953 yılından itibaren kütüphane olarak hizmet vermekte ve bünyesinde 26.000 adet kitap bulunmaktadır.

Medresenin kayıtlı tarihine bakıldığında ise savaş yıllarından olsa gerek, çok az sayıda öğrenci kayıtlıdır. 1792 yılında 11 ve 1869 yılında ise sadece 4 öğrenci medreseye kayıtlıydı.

ŞEMSİ PAŞA HAZİRESİ

Hemen yukarıda açıkladığım üzere 15-20 yıl önce oldukça bakımsız olan hazire kaynaklara göre Şemsi Paşa’nın çevresindeki insanlar yatmaktaymış. Temizlenen mezar taşları şimdi her şeyin kontrol altında muhafaza edildiğinin bir göstergesidir.

Külliye 1940 yılında ciddi bir restorasyondan geçmiştir. O zamanın anlayışı ve bilgisi ile aslına oldukça sağdık kalınmıştır.

Yapandan da, yaptırandan da, emeği geçenden de Allah razı olsun.

Sağlık ve esenlikler

Z. T. Aygün

16.Nisan.2014

Kaynak: osmanlicamileri.com

Mustafa Gezgör

nerde bir yangın varsa yüreği orda
inancından başka giysisi yok üzerinde
her kucaklaşma bir ayrılık
her ayrılık bir kucaklaşmaydı onda

Müslüm Yücel

Ay Kasidesi

5
Yıldızlar sofrasının o sonsuz bereketi
Adına şiir denen masal meyvesidir ay

21
Bil artık canevimde mayalanmış şiirin
Yalnız nesib’i deği methiyesidir ay

22
Sensin o sözün gözü / gözün düşsel gizemi
Gizemden şiir süzen söz divânesidir ay

31
Kış geldi yaz dediler / bahara güz dediler
Sözcüklerle seviştik / şiir-söz’e giz olduk

34
Hep’le hiç’e büründük / varlık diye göründük
Yokluğun sarnıcıydık / belli belirsiz olduk

35
Biz siz idik biz olduk / büyülü bir yüz olduk
Gizimiz çözdüler: Ayda kalan iz olduk

38
Ahmet Necdet övmedi kimseyi senin kadar
Besbelli o Nedîm’in nedîmesidir ay

40
Artık sözüm tükendi / elim boş kaldı deme
Şiirin bilinmedik mucizesidir ay

41
Dua et ki şairin yolu hep açık olsun
Unutma: Âşıkların kutsal hâlesidir ay

Ahmet Necdet

Müslümanların Karl Marks’ı çıksa da “Bu din afyon” dese!

Bir yaşam tarzı olan İslam’ı “kutlama” ve “tebrik” ritüeline (şekilciliğe) dönüştürünce ortaya, hayatla bağlantısı koparılmış, kişilere ve topluma hiç bir faydası olmayan, gökyüzünde dolaşan, işlerimize karışmayan acaip bir “din” çıktı. 

Peygamberin bizzat yaşayarak tebliğ ettiği dinle uzaktan yakından alakası olmayan bir “din”…

Fakirin evine uğramayan, zalime karşı ses çıkarmayan, adalet, hak, hukuk ve ahlakın devre dışığı kaldığı, güçlünün zayıfı ezdiği acaip bir “din”…

Kutla babam kutla!

Nasılsa bedava!

Nasılsa hiç bir riski yok!

Nasılsa bir bedel ödemiyorsun!

Kandillerin eşliğinde sür keyfini!

Şu duayı okursan üç güne kadar zengin olursun,

Şu duayı okursan bütün günahların affolur,

Şu duayı şu kadar okursan bütün bela ve musibetlerden beri kalırsın.

Oh ne güzel vallahi…

Gel keyfim gel!

Çalışmaya, dürüst olmaya ne gerek var!

Müslümanların Karl Marks’ı çıksa da “Bu din afyon” dese! 

Böyle bir yiğit ne zaman çıkacak acaba?

Alişan Hayırlı

Daha yaşayıp da ne yapacaksınız?

Ölüm

Madem ki ölümün ününe geçilemez, ne zaman gelirse gelsin. Sokrates’e: Otuz Zalimler seni ölüme mahkum ettiler, dedikleri zaman: Tabiat da onları! demiş.

Bütün dertlerin bittiği yere gideceğiz diye dertlenmek ne budalalık!
Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa, ölümümüz de her şeyin ölümü olacak. Öyle ise, yüz yıl daha yaşamayacağız diye ağlamak, yüz yıl önce yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir. Ölüm başka bir hayatın kaynağıdır. Bu hayata gelirken de ağladık, eziyet çektik; bu hayata da eski şeklimizden soyunarak girdik.

Başımıza bir kez gelen şey büyük bir dert sayılamaz. Bir anda olup biten bir şey için bu kadar zaman korku çekmek akıl karı mıdır? Ölüm uzun ömürle kısa ömür arasındaki ayrımı kaldırır çünkü yaşamayanlar için zamanın uzunu kısası yoktur. Aristo, Hypanis ırmağının suları üstünde bir tek gün yaşayan küçük hayvanlar bulunduğunu söyler. Bu hayvanlardan, sabahın saat sekizinde ölen genç, akşamın beşinde ölen yaşlı ölmüş sayılır. Bu kadarcık bir ömrün bahtlısını, bahtsızını hesaplamak hangimize gülünç gelmez? Ama, sonsuzluğun yanında, dağların, ırmakların, yıldızların, ağaçların, hatta bazı hayvanların ömrü yanında bizim hayatımızın uzunu, kısası da o kadar gülünçtür.

Doğa bunu böyle istiyor. Bize diyor ki: “Bu dünyaya nasıl geldiyseniz, öylece çıkıp gidin. Ölümden hayata geçerken duymadığımız kaygıyı, hayattan ölüme geçerken de duymayın. Ölümünüz varlık düzeninin, dünya hayatının koşullarından biridir.”

Inter se mortales mutua viviunt
Et quasi oursores vitae lampada tradunt (Lucretius)

İnsanlar yaşatarak yaşar birbirini
Ve hayat meşalesini, birbirine devreder koşucular gibi

Hayat bir işinize yaramadıysa, boşu boşuna geçtiyse, onu yitirmekten ne korkuyorsunuz? Daha yaşayıp da ne yapacaksınız?

Sizin hatırınız için evrenin bu güzel düzenini değiştirecek değilim ya? Ölmek, yaratılışınızın koşuludur ölüm sizin mayanızdadır: Ondan kaçmak, kendi kendinizden kaçmaktır. Sizin bu tadını çıkardığınız varlıkta hayat kadar ölümün de yeri vardır. Dünyaya geldiğiniz gün bir yandan yaşamaya, bir yandan ölmeye başlarsınız.

Prima, Quae vkam dedit, hora carpsit (Seneka)

Bize verdiği hayatı kemirmeye başlar ilk saatimiz

Nascentes morimur, finisque ab origine pendet (Manllius)

Doğumla ölüm başlar son günümüz ilkinin sonucudur:
Yaşadığımız her an, hayattan eksilmiş, harcanmış bir andır. Ömrünüzün her günkü işi, ölüm evini kurmaktır. Hayatın içinde iken ölümün de içindesiniz; çünkü hayattan çıkınca ölümden de çıkmış oluyorsunuz.Ya da şöyle diyelim, isterseniz: Hayattan sonra ölümdesiniz; ama hayatta iken ölmektesiniz.

Ölümün, ölmekte olana ettiği ise, ölmüş olana ettiğinden daha acı, daha derin, daha can yakıcıdır.

Hayattan edeceğiniz karı ettiyseniz, doya doya yaşadıysanız, güle güle gidin.

Cur non ut plenus vitae conviva recedis?
Cur amplius addere quaeris
Rursum quod pereat male, et ingratum occidat omne (Lucretius)

Niçin hayat sofrasında, karnı doymuş bir çağrılı gibi kalkıp gidemiyorsun?
Niçin günlerine, yine sefalet içinde yaşanacak; yine boşuna geçip gidecek başka günler katmak istiyorsun?

Hayat kendiliğinden ne iyi, ne kötüdür: Ona iyiliği, kötülüğü katan sizsiniz. Bir gün yaşadıysanız, her şeyi görmüş sayılırsınız. Bir gün bütün günlerin eşidir. Başka bir gündüz, başka bir gece yok ki.

Atalarınızın gördüğü, torunlarınızın göreceği hep bu güneş, bu ay, bu yıldızlar, bu düzendir.

Non alium videre patres:
Aliumve nepotes Aspicient (Lucretius)

Babalarınız başka türlüsünü görmedi
Torunlarınız başka türlüsünü görmeyecek

Benim komedyam, bütün perdeleri ve sahneleriyle, nihayet bir yılda oynanır, biter. Dört mevsiminin nasıl geçtiğine bir bakarsanız, dünyanın çocukluğunu, gençliğini, olgunluğunu ve yaşlılığını onlarda görürsünüz. Dünyanın oyunu bu kadardır. Mevsimler bitti mi, yeniden başlamaktan başka bir marifet gösteremez. Bu hep böyle gelmiş, böyle gidecek.

Versamur ibidem atque insumus usque (Lucretius)

İnsan kendini saran çemberin içinde döner durur

Atque in se sua per vestigia volvitur annus (Virgilius)

Yıl hep kendi izleri üstünde dolanır

Dünyayı size bırakıp gidenler gibi, siz de başkalarına bırakıp gidin. Hep eşit oluşunuz benim adaletimin esasıdır. Herkesin bağlı olduğu koşullara bağlı olmaktan kim yerinebilir? Hem sonra, ne kadar yaşarsanız yaşayın, ölümde geçireceğiniz zamanı değiştiremezsiniz: Ölümden ötesi hep birdir. Beşikte iken ölseydiniz, o korktuğunuz mezarın içinde yine o kadar zaman kalacaktınız.

Licet, quod vis vivendo vincere secla,
Mors aeterna tamen nihlominus illa manebit (Lucretius)

Kaç yüzyıl yaşarsanız yaşayın,
Ölüm yine sonsuz olacaktır

Zaten ben sizi öyle bir hale koyacağım ki, artık hiçbir acı duymayacaksınız

In vera nescis nullum fore morto alium te
Qui possit vivus tibi te i;agere peremptum, stansque jacentem (Lucretius)

Bilmiyor musunuz ki; öldükten sonra başka bir benliğiniz sağ kalıp sizin ölümünüze yanmayacak, ölünüzün başucunda durup ağlamayacak?

Bu doymadığınız hayatı artık aramaz olacaksınız:

Nec sibi enim quisquam tum se vitamque requirit
Nec desiderium nostri nos afficit ullum (Lucretius)

O zaman ne hayatı ararız; ne de kendimizi;
Varlığımızdan hiçbir şeye özlemimiz kalmaz

Hiçten daha az bir şey olsaydı, ölüm hiçten daha az korkulacak bir şeydir denebilirdi:

Mufto mortem minus ad nos esse putandum
Si minus esse potest quam quod nihil esse videmus (Lucretius)

Ölüm size ne sağken kötülük eder, ne ölüyken; sağken etmez, çünkü hayattasınız; ölüyken etmez, çünkü hayatta değilsiniz

Hiç kimse yaşamından önce ölmüş sayılmaz; çünkü sizden arta kalan zaman da, sizden önceki zaman gibi sizin değildir: Ondan da bir şey yitirmiş olmuyorsunuz.

Respice enim quam nil ad nos ante acta vetutas
Temporis aeterni fuerit (Lucretius)

Bizden önce geçmiş zamanları düşün
Bizim için onlar yokmuş gibidir

Hayatınız nerede biterse, orada tamam olmuştur. Hayatın değeri uzun yaşanmasında değil, iyi yaşanmasındadır: Öyle uzun yaşamışlar var ki, pek az yaşamışlardır. Şunu anlamakta geç kalmayın: Doya doya yaşamak yılların çokluğuna değil, sizin gücünüze bağlıdır. Her gün gittiğiniz yere hiçbir gün varmayacağınızı mı sanıyorsunuz? Avunabilmek için eş dost istiyorsanız, herkes de sizin gittiğiniz yere gitmiyor mu?

Omnia te vita perfuncta sequentur (Lucretius)

Ömrün bitince, her şey de seninle yok olacak

Herkes aynı akışın içinde sürüklenmiyor mu? Sizinle birlikte yaşlanmayan bir şey var mı? Sizin öldüğünüz anda binlerce insan, binlerce hayvan, binlerce başka varlık daha ölmüyor mu?

Madem geri dönemezsiniz, niçin kaçınıyorsunuz? Birçok insanların ölmekle, dertlerinden kurtulduğunu görmüşsünüzdür ama kimsenin ölmekle daha kötü olduğunu gördünüz mü? Kendi görmediğiniz, başkasından da duymadığınız bir şeye kötü demek ne büyük saflık! Niçin benden ve kaderken yakınıyorsunuz? Size kötülük mü ediyorum ben? Siz mi beni yöneteceksiniz, ben mi sizi? Öldüğünüz zaman yaşınızı doldurmamış da olsanız, hayatınızı doldurmuş oluyorsunuz. İnsanın küçüğü de büyüğü gibi bir insandır. İnsanların ne kendileri ne de hayatları arşınla ölçülemez. Khiron, babası Saturnus’tan, zaman ve süre tanrısından, ölümsüzlüğün koşullarını öğrenince ölümsüz olmak istememiş. Sonsuz bir hayatın ne çekilmez olacağını bir düşünün.

Ölüm olmasaydı sizi ondan yoksun ettim diye bana lanet edecektiniz. Hayatınıza, mahsus biraz acılık kattım; ne hayattan ne de ölümden kaçmaksızın benim istediğim bir ölçüyle yaşayabilmeniz için hayata ve ölüme tatlı ile acı arasında bir kıvam verdim.

İlk bilgeniz olan Thales’e, yaşamakla ölmenin bir olduğunu öğrettim. Birisi ona: Madem yaşamak boş niçin ölmüyorsun? diye sormuş, o da: İkisi bir de onun için, diye cevap vermiş.

Su, hava, toprak, ateş ve benim bu yapımın diğer bütün öğeleri hem yaşamanıza hem ölmenize yol açarlar. Son gününüzden niçin bu kadar korkuyorsunuz? O gün, sizi öldürmede öteki günlerinizden daha fazla bir iş görmüyor ki! Yorgunluğu yapan son adım değildir son adımda yorgunluk yalnızca ortaya çıkar. Bütün günler ölüme gider son gün varır»

İşte doğa anamızın bize verdiği güzel öğütler. Çok kez düşünmüşümdür: Acaba niçin savaşlarda kendi ölümümüz de, başkalarının ölümü de bize evlerimizdeki ölümden çok daha az korkunç gelir? Öyle olmasaydı ordu hekimlerle, ağlayıp sızlayanlarla dolardı. Acaba niçin ölüm her yerde aynı olduğu halde köylüler ve yoksul insanlar ona çok daha metin bir ruhla katlanırlar? Ben öyle sanıyorum ki bizi korkutan ölümden çok bizim, cenaze alaylarıyla, asık suratlarla ölüme verdiğimiz korkunç durumdur. Çocuklar sevdiklerini bile maske takmış görünce, korkarlar. Biz de öyle. İnsanların ve her şeyin yüzünden maskeyi çıkarıp atmalıyız. (Kitap 1, bölüm XX)

Michael De Montaigne

Dünyaya fatih olmaz zulüm ile rezalet

Dünyanın damarını kim tutsa İsa gibi,
İnsaf ve adalet ile olur dünya hakimi,

Dünyaya fatih olmaz zulüm ile rezalet,
Yer yüzünün fatihi adalettir, adalet!

Her şey kainatta cezbe bağlıdır,
Alimler bunu aşk adlandırır.

Ruhunun aynasından pak olsun koy varlığın,
Kırk günün acısından gülsün bahtiyarlığın,

İnsan oğlu kazanar zindanda da şan-şeref,
Getirmiştir Yusife karanlık zindan şeref.

Kölelik zincirini acısız atmak olmaz,
Izdırapsız, azapsız şerefe yetmek olmaz.

Hanende bestesiz şarkı söylese,
Söz ile kemança güler o sese.

Akıllı adamın söyledikleri
Yer altına düşse, yitmez değeri.

Sözün de su gibi letafeti var
Her sözü az demek daha hoş olar.

Sözün kanatları var kuş gibi ince-ince
Dünyada söz olmasa, neye gerek düşünce.

Dünya bir tarladır dikkatle baksak
Her kes birbirine çiftçidir ancak

Dost ona derler sır saklar perde tutar
Düşman rüzgar gibi her zaman perde yırtar.

Akrebin düşmanlığı beterdir ejderhadan
Ejderha açık vurur, akrep gizli her zaman.

Seni boğmak isteyen derin düşman
Cahil dosttan iyidir, bunu böyle bil sen.

Toprağa merhamet hayırdır inan
Lütfetsen gül verir, zülm etsen diken.

Sana ne eylese evladın, inan,
Onu görecektir öz evladından.

Benim için üstünde gül olan diken,
İyidir meyvesiz selvi ağacından.

İnsan bu dünyada daimi yaşar,
Yurdunda bir evlad kalsa yadigar

Bu küre şeklinde yalnız yer değil,
Her hat ki, dönüyor yuvarlaktır bil.

Nizâmî-i Gencevî

DER SITAYIŞ-I HACE EFENDI

1
Seher şehin-şeh-i çârum serîr-i nüh-kişver
Diyâr-ı Şâm’ı alup itdi nice feth ü zafer
2
Tekâver-i felege oldı devletiyle süvâr
Sevâd-ı magribe dek ide tâ ki `azm-i sefer
3
Adem diyârına gitdi gurâb-ı kulle-nişîn
Bedîd olınca felekde hümâ-yı zerrîn-per
4
Sipihr var ise bir nev-cevâna âşıkdur
Ki dag yakmak içün sînesine kor ahker
5
Şu`â-ı mihr degüldür felek sahîfesine
Debîr-i çarh çeker her sabâh cedvel-i zer
6
Pür idi dâne-i encümle gerçi hırmen-i şeb
Düketdi komadı bir dânesini mürg-i seher
7
Sabâh olınca yüzi karası çün itdi zuhûr
Gice aceb neye gögsün gerüp gezerdi kamer
8
Arûs-ı dehri bu gûne zîb ü zînet eylemege
Şafak olur tutuk-ı al mihr otâga-i zer
9
Alup eline yâhud tâs-ı mihri sâ`il-i çarh
Der-i atâ-yı hudâvende geldi cerre seher
10
Sipihr-i kevkebe Hâce Efendi kim virdi
Cihâna pertev-i hurşîd-i fazlı revnak u fer
11
Kanı anun gibi bir hâce-i huceste-misâl
Kanı anun gibi bir pâk-tâb u sâf güher
12
Mekârimini yakarken sahîfe-i felege
Kusûr idem diyü hurşîdün elleri ditrer
13
Bu denlü rütbe-i ulyâsı var iken mihrün
Yine işigine yüz sürmek ile fahr eyler
14
Dehânı gonce-i zîbâ-yı gülşen-i efdâl
Ruhı sipihr-i fazîletde bir meh-i enver
15
Bu beyt-i dil-keşi gûş eyleyince bülbül-i dil
Hezâr şevk ile itdi bu matla`ı ezber
16
Ne goncedür bu ki sayf u şitâda tâze vü ter
Ne mâhdur bu ki gitmez ziyâsı şâm u seher
17
Nihâl-i bîd kerem berlerin virürdi şehâ
Bulaydı neşv ü nemâ âb-ı lutfun ile eger
18
Semend-i tab`a süvâr olsan ey felek-rif`at
Rikâbveş fuzâlâ pâyun öpmege sarkar
19
Ne hoş dimiş bu safâ-bahş dil-küşâ nazmı
Yegâne muhteşem ol şâ`ir-i suhan-perver
20
Zamîr-i hâzin-i re`y-i tû râz-ı dar-ı kazâ
Zebân-ı hâme-i hükm-i tû hem-zebân-ı kader
21
Kapunda hâke ber-â-ber kul olmagile güneş
Başını göklere irgürdi buldı rif`atler
22
Ayaguna yüzüni sürmek ile sultânum
Gubâr-ı kûyun olur tûtiyâ-yı ehl-i basar
23
Arûs-ı nazmunı Yahyâ müzeyyen itmek içün
Getürdi rişte-i nazmıyla niçe lü`lü-i ter
24
Dahı latîf olurdı zülâl-i şi`r-i terüm
Eger ki çeşme-i hâtırda olmayaydı keder
25
Gül-i neşâtumı pejmürde itdi sarsar-ı gam
Sehâb-ı lutfun ile eyle anı tâze vü ter
26
Nite ki mahv ola her subhgâh zulmet-i şeb
Nite ki ide münevver sipihri tâbiş-i hûr
27
Şeb-i siyâh gibi tîre-baht olup a`dâ
Cihâna pertev-i devletle ol ziyâ-güster

Şeyhülislâm Yahyâ