Rüyası Merak Edilen Çocuk

Çocukluğunu hatırlayabilenler uçsuz bucaksız kıyılara daha kolay uzanabilirmiş.

İnsan en iyi bildiği şeyi yazarmış. Bu doğru. Çocukluğumu yazmak istediğimde birden akın ediyor çocukluk günleri. Belleğime kayıtlı çocukluk anıları sesleniyor bana çocukluğumun patikalarından.

Çocukluk dürbünümden görünenler karşısında yine şaşırıp kalıyorum işte! . .

Bizden önceki, bizim ve bugünkü kuşaklardan erken ve hızlı büyümeleri istendi hep. Çocukluktan kaçış sarmalından bugün de bir türlü kurtulamadık. Erken büyümüş çocuklardık. Büyük adam
olmamızı söyleyenleri dinlememiz öğütlense de büyük adam olmanın ne anlama geldiği öğretilmedi bize.

Benim çocukluğum uçsuz bucaksız bir çocuk ülkesi. Kelimenin tam anlamıyla bugün geçmişe doğru bakınca tam bir yitik cennet. Acıları, yoksulluk ve yoksunlukları, arada sevinçleriyle bütün ayrıntılarını hatırladığım uçsuz bucaksız bir dünyadır çocukluğum. Çocuk ödevini yaşama biçimi olarak tercih etmemin ilk nedeni de bu olmalı…

Çocukluktan tamamen kopuş, unutma ve bilerek uzaklaşma halidir. Unutma ve uzaklaşma çocukluktan bütünüyle kopuş anlamına gelir ki bundan sonra da başıma gelmesinden korkarım.
Hele insanın çocukluğu ile varolabildiğinin farkında olan biri için bundan daha büyük bir felaket olamaz. Evet, felaketlerin en büyüğü. Niçin mi? Yaşadığı çocukluğu unutmak çocukluğun ölümü demektir. Hep çocuk kalmak nasıl tehlikeyse, çocukluğun hepten ölümü de öylesine tehlikeli ve insanın köklerinden kopuşudur. İkisinin ortasında kalabilmek ve o ince dengeyi koruyabilmek arzu ve istekle mümkündür. Arzu ve istek, insandaki ebedi çocukluğa rengini verebilir ancak…

Hâlâ çocukluğumu nereden anlatmaya başlayacağıma karar veremedim. Neleri anlatmam gerektiğini de sıralayamadım henüz. Kısa sürse de altı yaşıma kadar babamla arkadaşlığım çocukluğumun altın yıllarıdır. Sorduğum soruların her birini tek tek cevaplandırırdı babam. Arada o da bana soru sorardı. Yaşlı insanların yanında oturma alışkanlığını kazandırması ise erken büyümemi arzu etmesinden başka bir şey değildi. İlk sosyalleşme ve kendimi tanıma serüvenim sayıyorum bu dönemi…

Kendime güven duymaya küçük yaşlarda başlamış olmayı babama borçluyum. Babamdan sonraki dönemde ise hüzünlü, kalabalıklardan kaçan ve hayaldeki arkadaşlarıyla yolculuklara çıkan
bir çocukluk yaşadım.

Hiç kumbaram olmadı. Biriktirmekten hoşlanmazdım. Çocukluğumun bütün yaz aylarında çalıştığımı hatırlıyorum. Çay ve fındık toplamayı pek severmişim. Kümesimde birkaç çeşit tavuk ve peşimde dolaşan dövüşken horozumu hiç unutamam.

Şiire küçük yaşta yakalandığımın şimdi daha iyi farkındayım.

Hemen her gece rüya gören ve sabahleyin rüyası merak edilen bir çocukmuşum. Rüyalarımı uzun uzun anlatırmışım. Çocukluğumun hiçbir rüyasını hatırlamıyorum şimdi. Aradan yıllar geçti. Ellisinden sonra rüyalarım geri döndü. Aradaki fark şu: Gördüğüm rüyaları anlatmıyor, yazıyorum. Çoğu, yeniden çocukluğumun görünür olduğu çocukluk filmleri gibi. Zaten şiir, çocukken görülen
ve yazılamayan rüyadan başka nedir ki…

Mustafa Ruhi Şirin

Kim Bu Çocuk?

Çocukluğum annemdir benim.

Uzun kış gecelerinde anlattığı masallardır.

Deniz diplerinde yürüyen devler, gökyüzünün kapısında bekleyen ejderhalardır.

Çocukluğum Sanamer’dir benim.

Leylek dedenin okul bacasında kurduğu yuvadır.

Kartalların bir dağdan bir dağa uçarken yüzüme düşürdüğü gölgedir.

Güz harmanında saman yeli, yaz bostanında üzerime yorgan niyetine serdiğim kavun karpuz kokusudur.

Çocukluğum Aras’tır benim.

Elleri bedenlerinde büyük adamların Çobandede köprüsünde tuttukları balıktır.

Düşlerimi eyerlerinin kuytusunda gizlediğim atlardır.

Çocukluğum sevinçtir benim, yüreğimdeki keder, dilimdeki hüzündür.

Nice rüzgârın dilden dile, gönülden gönüle aktardığı türküdür.

Şiirdir akarsuların ezbere bildiği.

Ezberimden çıkmayan sevgidir, sevgilidir.

Çocukluğum kuzukulağıdır benim, ebegümeci, madımaktır.

Gün sarısı arpadır, güneş karası buğday, aya bakan ayçiçeği, güne yakışan çavdardır.

Çocukluğum tek odada beş sınıfı okutan öğretmenimdir.

Annemden aldığım sözü ve sözcükleri yazıya akıtan, aktarandır.

Dedemdir, ninem, kardeşim, sevdasını, sevincini hüznünü bölüştüğüm arkadaşım, akranlarım, akrabalarımdır.

Çocukluğum yeryüzüdür benim; akan sular, kimsesiz dereler, kaşı kara ovalar, saçları ağırmış dağlardır.

Çocukluğum gökyüzüdür benim, gökkuşağından geçer gibi gezdiğim bulutlar, yağmurlar ve güneşle, kokusunu topraktan alan rüzgârdır.

Kurtlar, kuzular, korular, kuşlardır.

Akşamın çoban yıldızı, gecenin süsü aydır.

Çocukluğum çocuğumdur benim.

Ben, çocukluğumun çocuğuyum…

Refik Durbaş

Eski Çocuk

“Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk
hiçbir yere gitmiyor”(1) dizesi yarısıdır çocukluğun,
yarısı çocuk olan biri söyleyebilir bunu ancak
galiba az çok böyle bir şey şiir yazmak
yarısı sözcüklerin uçurtmasını uçurmak
yarısı uçurtmanın kuyruğuna yenilerini takmak
yeni…de ne, yeni sözcükler mi yalnızca
yeni sözcükler evet yeni misketler gibi pırıl
yeni bulutlar ki nereye giderlerse gitsinler
her yer onlarla gökyüzü olur hepyeni bir gök olur
ama çocukluk gibi işte hep şuramızda durur
şuramız deyip geçmeyin şuramızdır şunca’azdır
şiir zaten, ne olacak ki hem çocukluktan güzel
şiir mi var, yok, nerden mi biliyorum yine
şiirden yine çocukluktan yine kendimden de
bilseydim keşke, yarısı çocuk olmaya çalışıyorum
şiir yaz, aşık ol, çocuk yap, dünyayı gez hep hepsinde de
insan çocukluğuna yetişmeye çalışıyor işte
hem de o hiçbir yere gitmemiş olan çocukluğuna
o zaman yavaş diyor insan kendine dur biraz
sen eski bir şehirli eski çocuksun bu gökyüzü
bu çocukluk nerede var, duyuyorum, duruyorum,
çünkü insan ancak durursa yetişebilir çocukluğuna
biraz da siz büyüyün öyleyse ben bir yere gitmiyorum!

(1) Edip Cansever’in dizesi

Haydar Ergülen

Eski Nisan

Canımın yongası, sevdiğim,
Bir kaç gün çaldık ilkbahardan
Geçtik yıllardır özlediğim
Erguvan ışıklı kıyılardan

Aşkı sessizlik tanımlar
Gençken tersini düşünürdüm
Akşamla dönerken geriye dalgalar
Yalnızlığı çırılçıplak gördüm

Durduktu önünde Ege Denizi’nin
Gözleri mayıs bulanığı,
Kuytuluğunda eski evlerin
Dolaştıktı Ayvalığı

Eski nisan, her şey gibi,
Kalbim de, rüzgar da eski,
Çırpınıp duruyor havada
Yitik anıların kelebeği

Ataol Behramoğlu

Rüzgârla Yoldaş

adım atıyorum
sarı ve kızıl dalgaların üstünde
sonbahar günbatımında

gecenin ve günün
sonuna inandığım kadar
hiçbir şeye
inancım yok

şimdi nerede?
ne yapıyor?
unutmuş olduğum kişi.

rüzgâra yoldaş gelmişim
yazın ilk gününde
kendiyle beraber götürecek beni
sonbaharın son günü

geliyorum bir başıma
içiyorum bir başıma
gülüyorum bir başıma
ağlıyorum bir başıma
gidiyorum bir başıma

doğu değil
batı değil
kuzey değil
güney değil
durduğum yer, yalnız burası

bağırıyorum
derin vadinin tepesinden
yankıyı beklerken

gözyaşımı durduramıyorum
ağlamanın yeri olmadığı
zaman

her zaman biriyle
buluşmayı bekliyorum
ki gelmeyecek..
ismi hatırımda değil

yıllardır
saman çöpü gibi
mevsimlerin arasında
avare olmuşum..

Abbas Kiarostami

Lahinde Narkı

 ‘Memed’ için, Mehmet Düz’e.. 

1.
kimseyle hemhal olunmuyor dünyada
beni de öldürdüler mehmet
hatıra kapıyı çaldığında
lâl kılan hüzün
arzunun azledilmesinden olma

ölümle, rakipler de aslına döner
döner şenlikten kurban etiyle evine
firarla kendini sınayan, yazgısına döner
yer yok gidilecek aşkını yitirmiş olana
geriye kalana, yüzündeki esrara döner

gökyüzünde dinlenmiş yağmur
buharlaşmak isterken eksilmiş
isteme kime bırakılabilir ki emanet
aşk uğruna firar ederken erkekler
neden boynu koparılmış tavuğa benzer

2.
ben başka bir insan oldum dünyada Mehmet
hastalanmak mağaraya intikal etmek gibi bir şeymiş meğer
kimse ilgilenmeyecek biliyorum ölümümüzle
benliğimi evde bırakarak çıkıyordum oysa dışarı
her dost ayrı bir memleketmiş meğer

anlatılamıyor ya parasızlık, bizim gecemiz de idi öyle
karanlıktan alınmaydı sanki ruhumuz makasla kesilerek öyle
tahammül edilemiyordu ya kaybolur gibi oluşuma

arkadaşlarımın yanından başka yerim olmadı oysa
dostluğa özgüdür eşitlik ilkesiyle kendini çizebilmek

insan ne zaman yaralanmaz olacaktır
hevesin toprağa gömülmesiyken bir erkeğin ölümü
gökte yıldızımız yok, olmadı hiç güne açılan penceremiz
erkekler ölümü bekler dönmek için annesine
meğer kardeşler de nifak, durgunlaşırken arkadaşlığın arkı

hastalık neden yakın ediyor insanın ırağını

Yücel Kayıran

Güler’in Ardından

VIII

Mantosu sandalyenin arkalığında
Çantası üzerindeydi
Masada eldivenleri…
Akşam oldu
Güler giyindi gitti
Gözlerim bütün gece
Msada, sandalyede kaldı…

Necati Cumalı

Bu İşin Sonu

IX

Güler gitti
Pencere çekip başını gitti
Gök gitti, ağaçlar gitti, sokak gitti
Kimse kalmadı seninle

Yarın Güler’i gördüğün yerde
Gökleri, ağaçları bulursun
Bir başka sokak gözünde güzelleşir
Ama unutma ki gün gelir
Gün gelir de Güler
Buralardan giderse
Bu gezdiğin tozduğunm
Dört yanı haram eder de gider
Bu odayı bırakır
Bu şehirde duramaz olursun

Necati Cumalı

Yorumsuz

Çırpınma

Sen evden çıktın ya, eşik önünden aktı, pencere ardından koştu. Kalabalık içinde yabancı kalma diye aynadaki gülüşün, kâküllerindeki rüya, sandıktaki kokun, üstüne gökyüzü oldu. O uzak, soğuk, kocaman şehir birden ev içine döndü. Ben titreyerek baktım ardından. Kötü bir yalnızlık seni incitmesin diye avuçlarındaki hayat çizgisinden sessizce öptüm. Hatırlar mısın, sokağın başında bir kadın, ölüme bakar gibi bakıyordu çocuğuna. Sen korktun, ben korktum. Kar mıydı, akşam mıydı, büyümüş müydük, zamanın sahibi kimdi, gelecek nerelerden gelecekti, bilmiyorduk. Sen sakindin, ben kötü bir telaştım. Sen güzeldin, ben katıydım. Sen kalbine tutunmuştun, ben öfkemi seviyordum. Dünya bir kibir fotoğrafıydı. Kocaman bir yapının önünde durdun. Bütün pencereler sana baktı. Sen bütün güzelliğinle onların geldikleri yerleri gördün. Ben o gün orada öğrendim, çocukluğu olmayanın büyüklüğü de olmazmış.

Akrep de yelkovan da iki kaşının arasında durdu.

Şimdi dünya herkesten yapılmış bir gönül yorgunluğu. Şimdi dünya soğuk. İnsan büyüdükçe bir bir ayrılıyormuş sevdiklerinden. İnsan güzellikten önce korkuyu görüyormuş. Şimdi dünya eşiklerde bir salkım gözyaşı. Kimse odalara sığmıyor. Yollar bir yalnızlık ıslığı. Herkes topuklarında bir tomurcuk arzuyla uyuyor. Şimdi dünya başsız sonsuz bir alın çizgisi. İçinde bütün kadınlardan bir anne. İçinde bütün babalar sigara dumanı. Sen bir basma entarisin ki gittiğin her yer eteklerinde çiçekleniyor. Gülmüyorsun da gökyüzü yıldızlarını döküyor üstümüze. Kömür kokularını sevdiğim kadın, sen ne zaman büyüdün. Ne zaman bütün şarkıların kederi oldun. O yoksulluk içinde bizi ne zaman doğurdun. Nasıl sevdin bu kadar yalan insanı. Köpükler, gamzeler, menevişler… ölümü nerende sakladın.

Şimdi dünya evlerde bir ayrılık ayini.

Sen evden çıktın ya, önce duvarlar nemlendi. Çatı, odalara indi. Pencereler birer örümcek ağı. Eşik çoktan darağacı. Sokaklar zülüflerinden esmiyor artık. Zaman eşyada boğuldu. Ev değil, yaprak döken bir hatıra. Yalnızlık her yerden ses veriyor. Bunaldım diyorum, herkes biraz daha kabuğunun içinde. Bir elim ötekinde çırpınıyor. İnsanın yalnız ağlaması ne kadar acıymış.

Sen evden çıktın ya, kırk beş yıl çıkmıyor işte…

Mayıs, 2017

Şükrü Erbaş