Sonrası sükût olsun…

Bendeki mektuplarınızı, fotoğraflarınızı ve onların arasında bulunan birkaç hatırayı daha dün gece yakarak yok ettim. Yıllardır binbir müşkülatla sakladığım, her fırsatta baştan sona yeniden yeniden okuduğum mektuplarınızın yanarken çıkardığı alevlerde öfkelerimi, sevinçlerimi son bir defa daha seyrederek hepsiyle vedalaştım. Son ricamı tekrar ediyorum İhsan: Sizde bulunan mektuplarımı, fotoğraflarımı yakınız.

Sonrası sükût olsun…

Fatma Cevdet Hanım

Şiire ihtiyacım var

Ben paraya muhtaç değilim.
Hissiyata muhtacım.
Kelimelere,
Ustalıkla seçilmiş kelimelere,
Düşünceleri aktaran çiçeklere,
Buradayım diyen güllere,
Ağaçların yaşamasına imkân sağlayan rüyalara,
Heykelleri dans ettiren şarkılara,
Aşıkların kulaklarına mırıldanan
Yıldızlara ihtiyacım var.
Her kelimesi
Yeni bir duygu rengini uyandıran,
Sihri kelimelerin yükünü yakan
Şiire ihtiyacım var.

Alda Merini
Çeviri: Sercan Leylek

SİGMA, requiem

Sahne kararıyor ve ağır ağır batıyorum
mecnûnu olduğum suyun içinde, görüyorum
hızla yanımdan geçen yüzleri: Odisseus,
Iason, Sinbad, Kaptan Ahab Pirî Reis ve
diğerleri, kaç kişiye nasip olur böylesi bir
karşılama töreni-

Son gece bir düş gördüm: Boylu boyunca
Uzanmışım Dantes’in küpeştesine, kıyıdan
el sallıyor herkes ve yelkeni dolduruyor
uzaktaki dağlardan inen rüzgâr, dümen
sahipsiz, sular kabarmış, öfkeli köpüklerin
ortasında kararlı bir hayalet tekne gibi
açılıyor tozun dünyasına o titrek kabuk,
anlıyorum ki geridönüş yok artık, tam
o sırada sesin geliyor: Dostum,
Baudelaire’in sözünü ettiği
“Sonsuz yolculuk bu işte”-
birden rahatlıyor içim.

Son gece, son düş, sonsuz yolculuk, son hava
kabarcığı ağzımdan çıktığında varmış
olacağız, teknem ve ben, dipteki öteki
batıkların yanına. Şu işte Argo, hazır
bekliyor adamlarım. Her yıl geçeceğiz
boğazların dibinden, derin fırtınalar
ve yıldırıcı akıntılar kesecek yolumuzu,
Ağustos geldiğinde Kuruçeşme’ye inin
hep birlikte, sis doldurun kadehlere,
cam cama değsin, göz göze, tin tine,
aranızda yaşadığıma değsin.

Enis Batur

Muhacir Kuş

I

Büyük, yalnız, yaralı bir kuştu
Hamdi beyin gördüğü: Odasında
otelin iç organlarını dinliyordu
her gece: Kimbilir kaç kış çökmüştü
yazların arkasına, uyku onu çoktan
terketmişti. Hatırlamıyordu şimdi
güneşi ve sise doladığı kadınları,
istasyonlar bile kendi zamanını
kemiren aç bir tünel faresinin
dişlerinde öğütülmüştü.
Doğduğu evden bir pencere karosu,
M ontparnasse’den bir ara sokak,
Beylerbeyi’nde bir sakız çamının
avcuyla sıcaklığını yokladığı sert
kabuğu ve nerede ne zamandı
bilemediği sinsi bir yağmur:
Dilinin ucunda aksak müziğiyle
gezinen eksik bir mısraydı artık
hayatı.

II

Yorgundu göz kapakları ve belleği,
o bellek ki rüzgârda inatla aynı sayfalarını
karıştırıp bulan bir defter gibi
büyük kar sessizliğinden seçiyordu görüntüleri.
Varşova’da çekildiği gün sararmış fotoğraftaki
çoktan kaybolmuş maiyeti
sonsuz bir kışın hazırladığı odun çıtırtılarıyla
donatıyordu hâlâ Sefaret’teki koyu sıkıntıyı.
Hiçbir yerde durmamıştı yüksek duygu topağından
kopartıp buluşturduğu kelimelerin yenik tadı:
“Birden çöle düşmek ve susuzlar gibi yanmak” –
iki satır arasında mutlak bir boşluktu kalan
onları kendisine, neden bilmemişti hiç,
ayırdığı zaman.
Çıkıp yürümüştü ertesi sabah dönmemecesine.
Sırtında uzun ağır bir paltoydu mevsim,
yüzünde kaskatı korku
içinde sabırsız bir atmacaydı tüneğine kilitli,
kimsenin tanımadığı bir ezgiyi mırıldanan.
Açmıştı birden gözlerini: Aklında o an bu an
ilk karşılaştığında, Cuma’nın ayak iziydi
uğuldayan.

III

Başının altındaki yastığı düzeltiyor
hemşire. Sermet Sami gelebilir akşamüstü,
Ankara’dan bir telefon belki, Erenköy’den
bir tek kendisi için yaratılmış bir serinlik,
“Allahım, böyle bırakma beni: Göğsüm de
büyüyen kederden ne kadar bezginim”
Bir yanlış anlamalar zinciridir Zaman,
hiçbir şeyi sırayla yaşam az insan:
Şimdi bir topaçın tükenmez kavislerinden
geçiyor Münir ve Biarritz’deki yapışkan
yaz ve Çengelköy’de yudum ladığı adaçayı ve
Martinho da Arcada’da günlerce oturup
durm adan içki içtiği sessiz gölge.
Usulcana kapatıyor kapıyı hemşire.
Güneş bir daha hiç aynı noktadan
doğmayacak. Bir daha hiç aynı noktadan
batmayacak, yekpare sessiz gemi.

Enis Batur

Kan Lekesi

“Bütün bunlar çok iyi, çok zarif şeyler de”
demişti: “Artık tek bir mümini kalmamış
bir dinin peygamberi olmak neye yarar?”
Doğruydu bir bakıma, her zaman taktığı
soğuk mesafe maskesinin ağzından tane tane
çıkan bu sözler, başka doğrular da ekliyordu
nefes aldırmadan: “Hem kim tanır bugün
Juliette Drouot’yu ya da erguvanın rengini
nisanın ilk haftasında, Tanrı aşkına, bir
tek kul biliyor m usun çevrende – uyansın
sabah ve Monteverdi dinlesin, bir kadınla
beyaz örtülü bir m asada yemek yerken yeni
gelen kırmızı şarabı şişe boşalana kadar
kadehe yavaş yavaş doldursun -gömlekte
yayılan kan lekesini düşünme hemen-,
soyu tükendi güzelim sessiz karanlığın,
kelimeleri ve anlamın yanındaki ham büyüyü
ve gecenin sonuna bel bağlamayı iki gün
arasında nirengi sayabileceklerin soyu
tükendi”. Bir an susup yankı mı beklemişti,
bağlamıştı sözünü fazla açmadan arayı:
“Aramıza karışmak için çok geç şimdi
dostum: Neden küçük bir çıkın doldurup
yola çıkmıyorsun – haritasız, pusulasız,
bütün bütüne hedefsiz? Yeryüzünde senin
gibi kıblesi baştan kaybolmuş başkaları da
olduğu aşikâr: Bosch’un o yarı meczûp
yarı dâhi Harika Çocuğu’sunuz belki de siz-
kimseye ulaşmayacak bundan böyle, durmadan
mektup yazıp doldurduğunuz şişeler”

Enis Batur

FUGUE XVII

“Ne Zaman Bitiyor Peki Kitap?”

“Nerede ne zaman başlıyorsunuz bir kitaba
sözgelimi?” diye soruyor kadın. “Bilemiyorum”
diyor şair: “Başlangıcı sonra farkediyor galiba
insan: İlerlemiş bir hastalık gibidir şiir: Hemen
hep gecikir teşhis”. Birkaç aydır kitabı kuruyor.
Hayatlar geri duruyor artık: İmgeleminde yüzen
yüzler, kesitler, sanrılar bırakıyorlar yerlerini
harflerin ve boşlukların yarattığı pürüzlere.
“Vazgeçtiğim kelimeler”: Gülümsüyorlar, uzun
bir sessizlikte aynı anda karar kılmadan önce.

“Ortaya çıkan tartılır, uzun uzun didiklenir de
sonunda size kalır elinizden kayarak gidiveren
şiirin delici tortusu”. Fransız Hastanesi’nin dar
yan sokağında kaç gün dolaştığını kimse bilmeyecek
artık: Dışarıdan, pencerelerin arkasından dikkatli
retinasına çekilen enstantanelerin içeriği boğmuştu
kabaran içinde kabaran sözü: Hayat, Ölüm, Bellek,
Unutuluş arası ötekilerde birikenler çatlatmıştı
günden güne artarak kendisinde biriken kederi.
Kimse bilmeyecek neden tökezlediğini Browning
üzerine çattığı uzun şiirin, neden belirsiz bir
sonraya bıraktığını Olga’yla Anton arasında
tutup dağlandığı kor parçayı, “Fantastik Senfoni”
için kurulan ve çözülen akrostiş düzenin nasıl
camdaki buğu, silindiğini. “Bir başka Kül Dîvan’a
kalmış olabilir bazı aykırı mevsim tohumları:
Buruk şakrak bir Mucitler Tarihi’yle yanyana gelsin
istediğim nihavent Dîvan Edebiyatı Müzesi şiiri,
beste uçarı diye güftesini kökünden kazıdığım
Lady Sings The Blues – ve ürkerek sakladığım
Bir Ölü’nün Şiiri: Her kitabın koyu noktasıdır
ondan taşan, eksilen biricik taşların duvarı.
Kimse bilmeyecek, ben bile: Ne zaman çalacak,
başka bir elin kurduğu durma geciken kör saat.”

“Nerede ne zaman bitiyor peki kitap? Bir
karar mı, bir pes etme eşiği mi yoksa sizi
boğan?” İçinden geçiriyor bu soruları kadın,
biliyor ki bazı yanıtlara kavuşmak için yırtıcı
bir suskunluk dönemini tamamlamak gerekecektir.
“Ne zaman biter kitap, diye soracak olursanız,
bunu basıldıktan çok sonra belki anlayabilir
şair: Gün gelir bir tek şiirin ışığı anlık bir
tutku yaratır: Tıpkı gece gökyüzünü bir uçtan
ötekine kateden yıldırımın bize gecikerek ulaşan
sesi. Ona bakarsanız: Belki anlamayabilir de”
Kitabı çattıkça deliniyor uykusu. Bazı geceler,
biriki saat yatıp dikiliyor. Tek bir ışık yanıyor
uzak bir pencerede, rüzgârda sürükleniyor hızla
çöp tenekelerinden düşen bez parçaları, kimbilir
nereden nereye yol alıyor karanlık gökyüzünde
ışığı bir yanıp bir sönen uçak. M asaya oturup
kısa dalga istasyonlarını tarıyor bir seferinde,
bir başka sefer masaya oturmadan dönüp yatıyor.
Dopdolu uyandığı sabahlar. Tıkandığı akşam.
Çıkıp bir yürüyüşün içinden tutturamadığı
bir kıvamı arıyor: Dilin ucunda dolaşan oynak,
uçarı bir gamze sesi sanki: Yakaladığı an
kaçırdığı ayar: İşin burasına gelindi mi
biraz da çaput, büyü, muska tadı: Aranan.

Enis Batur

Fa Bemol

Sanmıştım ki: Gidersem dönebilirim.
Bilirsiniz, hem de nasıl basmakalıptır
zaman tüneli imgesi. Girdim oysa ben,
çıkamadım: Uzun, hızlı, girdaplı bir
tek yöndü – vardığımda ne kendimdim
artık, ne başkası: Ne canlı, ne cansız,
eskimiş nota kâğıtları üzerinde bir avuç
kanlı ses, mürekkep lekesi, iç çekiş;
ne olmuşum, ne olmamış.

Enis Batur

Vasiyet

Her yıl vasiyetimi yazardım bir kağıda,
insan birdenbire ölebilir ve bıraktığı izler
sayısız kararsızlık doğurabilir korkusuyla
kalanlar için – soru işaretleriyle tıkabasa
dolu kalanları gördüydüm: Rahmetli benden
sonra tufan diye mi düşünmüştü, yoksa
aklına mı getirmek istememişti öleceğini,
anlamadım hiçbir zaman nasıl yaşanabilir
ölüm düşüncesinden bunca firari: Birden
gidenlerle ağır ağır gidenler doldururken
günlerimizi, neydi ki vasiyet bellediğim:
Kâğıt üzre kâğıt üzerindeki vaziyetti.
Vasiyet gidenle ilgili benim durumumda,
kalan için tek kalan tasa verici bazı işlemler.
Bıraktığım bırakacağım borçsuz bir hayatla
içerikleri yalnızca benim gözümde açık seçik
olan yüzlerce dosya: Nereden kim baksa
benim gider hanemde kayıtlı bütün bunlar,
bir de mütevazı bir gelir olasılığı torunlarım
için: Ne öldürür, ne yaşatır. Asıl sorun
manevî bedelin altından kolay kalkılsın:
Varsa ruhum, olacaksa gövdem zerrelerine
ayrıldığında bile, kıvranmasın isterim
sessiz soluksuz gezeceği sessiz boşlukta,
rastlayıp bir kahvede genç bir insana:
Hâlâ kitap okunuyorsa ve basılıyorsa
hâlâ yazdıklarım: Elindeki kitaptan
göreceğim yanlış kurulmuş bütünlüğüm
doğru bırakılmış bir eksikten beni
o halimle o an acıtmasın.

Belki birkaç şiir, belki birkaç satır, kelime-
ben böyle kurmak istiyordum beğenmediğim
evreni yeniden, ne geçtiyse geçmiştir elime.

Enis Batur

Düşerken

Şu ihtiyar yaşımdan bırakıp kendimi
Dünya denen şu umarsız boşluğa
Hani bir tutan olur diye belki elimi
Geri gelmek istersem diye
Düşerken gözlerim değdi gözlerine
Bir saadet anı, ansızın sönüveren
Bir serap, yaklaştıkça uzağa giden
Bilmem kavuşur mu her bekleyen
Dönmek ister mi içindeki boşluğu gören
Sen dönsen dünya durmaz, o da döner yeniden
Baktığımda çok ama çok içeri baktım gözlerinden

O sen değilsin

Kemal Sayar
(İtibar Dergisi son sayısından)

Terden Bembeyaz

iki kere yoruldum, ateşe atılırken bir
ismailin gözünü bağlarken bir de,
ey kimsenin istemediği dedim,
seni bana versinler ödül olarak
bir kuş olup uzağında durayım
bakayım içine uykumu açıp
kuzular çiğdemler ıhlamurgiller
ve güzel havalar, bu değil elbet.

bir şey geldi bize, bereketi olmayan
ekmeksiz yenilen yemekler gibi

şu sıkıntı, ne kadar düşkün bana
titriyor üstüme bile annemden
en dar vakitleri esirgemiyor
bozulmuş planları görülmüş hesapları
ne olmak isterim, manzara olmak
bakanlar bakınca titresin diye
hepsi bu.

ne çabuk bozuldu ekmek almaya giden
paçamı sıvadım ısırmasın diye su.

dünlerin biriktiği bu yongalıkta
seni de severim yolumun üstündeysen
kar olur yağarım terden bembeyaz
nedensiz sevinçler alırım sana
görsem de bakmam, aşk gibi kurnaz
gün bitti ve şaşırdık, bir kez daha
kaldırıp baktık, birer birer evlerin
ve dağların denizlerin altına.

seni yoksulken gördüm, daha güzeldin
gel ey mahcubiyet, saklan arkama.

İbrahim Tenekeci