Son Bir Günün Şiiri

– oğluma-

Saat: karadağın üstünden karlı bir rüzgâr
Hovardaca serperken hüznüne sığınmış kalenin onurunu
Kelebek lambalarımızı karanlıktan saklayan
Suratına pencerelerimizin, sen çıplaktın oğlum
Belki bir gün dönümüydü, belki bir sevda türküsüydü uzunca
Yarıda kesilmiş, kulaklarımda hâlâ çınlayan tınısıyla
Belki bir kadındı ya da anandı ağlayan-
Ah! bütün öyküler yeşil aktı ellerinde, o saat zaptiyaların
-Neden kırmızı deme, yeşil damlar bir halıya sözcükler-
Sonra ayaklarımı götürdüler, ellerimi, adımı,
Oysa kör karanlıklarda da taşıdım
Ardımızda bıraktığım yıldızların tadını

Zaman: gece menekşeler takmıştı saçına
Cam kırıkları gibi parlıyordu yıldızlar,
Bir yanımda şehir, ekşi ve terli sokaklarıyla
diğer yanımda buzlu dağlar yalamış kura
Bir çığlığın arkasından koşarcasına
Ya da kanat izleri düşmüştü belki kıvrımlarına suyun
Ben bir şiirin son dizelerini ısırırken dişlerimin arasında
Bir çiçeğin sapını çevirircesine dilimle
Sen boynu bükük bir sözcük gibi saplanıp kalbine
Ah! unutma masallarda biz geldik bugünlereyi
Yosunlu su yeşili kalmış günlereyi
Bütün iklimlerin güzüne inat.

Metin Cengiz

Müslüman Halkların Geri Kalmışlığı

Müslüman halkların, aynı yerde devr-i daim yapmaktan, bağımlılıktan, fakirlikten ve geri kalmışlıktan kurtulmalarını istiyor muyuz?

Yeniden ve emin adımlarla şerefle ve aydınlık yolunda, kendi kaderlerinin sahibi olmalarını istiyor muyuz? Ahlaklılığın, dahiliğin ve cesaretin kaynaklarının bütün   gücüyle yeniden fışkırmasını istiyor muyuz?

 O zaman bu hedefe götüren yolu açık bir şekilde işaret edelim:

İslam’ın bireysel, ailevi  ve  toplumsal  hayatımızın tüm alanlarında İslam düşüncesinin yenilenmesi ve Endonezya’dan Fas’a kadar tek bir İslam birliğini gerçekleştirmek.

Bu hedef uzak ve ihtimal haricinde görülebilir, ancak imkan dairesinde bulunduğu için gerçekdir. Aksine her bir gayr-ı İslami program çok yakın ve hedefin yanında görülebilir; ancak o, İslam alemi için tam bir ütopyadır, çünkü imkansız dairesinde bulunmaktadır.

Tarih apaçık bir tespiti göstermektedir: Müslüman halkların hülyasını heyecanlandıracak ve onlar arasında gerekli olan disiplin, ilham ve enerjiyi  gerçekleştirecek tek düşünce İslam’dır. 1950’li yıllarda sadece birkaç bin hakiki Müslüman mücahidi İngiltere’yi Süveyş kanalından çekilmeye zorladı, arap ırkçı rejimlerinin müttefik orduları ise İsrail’e karşı üçüncü defa savaşı kaybetmektedirler. İslam ülkesi olarak Türkiye dünyaya hakim idi. İslamı kabul eden halk ve birey, kabulden sonra, başka herhangi bir ideali için yaşaması ve ölmesi mümkün değildir. Bir Müslümanın adı ne olursa olsun herhangi bir kral ve hükümdar, bir milliyeti, partiyi yüceltmek ve ona benzer bir şey uğruna kendini feda etmesi düşünülemez. Zira en güçlü İslami bilinçaltı düşüncesine göre o burada, bir çeşit putperestlik ve Allahsızlık fark eder. Müslüman ancak Allah adıyla ve İslam’ın yücelmesi adına ölebilir, yahut savaş alanından kaçabilir.

Onun için, gerileme ve pasif devreleri aslında İslami alternatifin yokluğu veya bu yokuşa tırmanmak için Müslüman aleminin hazır olmayışıdır. Onlar, İslam’ın Müslümanlar üzerindeki manevi tekelinin olumsuz tezahürüdür.

Bu durumu Allahın takdiri olarak kabul ederek biz, açıkça iddia ediyoruz ki, Müslüman dünya İslamsız ve İslam’a karşı olarak yenilenemez. İslam, İslam’ın insana dair, insanın dünyadaki yeri, insan hayatının hedefi ve insan -Allah ilişkileri ve insan- insan ilişkileri hakkındaki tavrı, Müslüman halkların durumunun iyileştirilmesi yolunda her hakiki eylemin ebedi ve değiştirilemez ahlaki, felsefi, fikri ve siyasi temeli olarak kalmaktadır.

Alternatif apaçıktır, ya İslami yenilenmeye doğru hareket veya pasiflik ve gerileme. Müslüman halklar için üçüncü ihtimal yoktur.

MUHAFAZAKARLAR VE MODERNİSTLER

İnsanı sadece terbiye etmekle kalmayan aynı zamanda dünyaya nizam verme yeteneği olan İslam’a, kendi kabülleri doğrultusunda, İslami yenilenme fikrine, her zaman iki tip insan tarafından karşı çıkılmaktadır: Muhafazakarlar eski reçeteleri, modernistler ise başkasına ait (yabancı) reçeteleri istemektedirler. Birinciler İslam’ı geçmişe çekmekte, ikinciler ise ona yabancı bir gelecek hazırlamaktadırlar.

Aralarında mevcut olan büyük farklılıklara rağmen bu iki grup insanın ortak tarafları vardır. Her ikisi de Avrupalıların anladığı manada İslam’ı sadece din (religion) olarak görmektedirler. Mantık ve dil inceliklerine yönelik belli eksiklikleri ve İslam’ın özü, onun tarihte ve dünyadaki rolü hakkındaki anlama kabiliyetsizliği, bir sebepten dolayı tamamen yanlış olarak, onların İslam dinini religion olarak tercüme etmelerini sağlamaktadır.

İnsanın varlığı ve görevi hakkındaki temel gerçeklerin tekrarlanması manasına geliyorsa da, İslamın bir şey hakkındaki yaklaşımı tamamen yenidir. Din ve ilmin, ahlak ve siyasetin, emel (ideal) ve çıkarların ittifakının sağlanmasındaki talebidir. Zahiri ve Batıni dünyanın varlığını tanıyarak İslam, bu iki dünya arasında bulunan uçurumun köprü vazifesini, insanın yaptığını göstermektedir. Bu ittifak ve birlik olmadan religion geriliğe (her türlü verimli hayatın reddedilmesi), ilim ise ateizme doğru çekmektedir.

İslam sadece religion’dur noktasından hareketle muhafazakarlar, İslam’ın dış dünyaya nizam vermemesi gerektiğini, ilericiler ise bunu yapamayacağını düşünmektedirler. Pratikte sonuç aynıdır.

Müslüman dünyasında muhafazakar düşüncesinin, tek olmasa da, en büyük temsilcileri şeyh ve hocaların kesimidir. Onlar, İslam’ın “İslam’da ruhbaniyet yoktur”, şeklindeki açık düsturuna rağmen, kendilerini ayrı bir sınıf gibi organize ettiler ve İslamın yorumlanmasını tekellerine alarak kendilerini Kur’an-ı Kerim ile insanlar arasında aracı olarak konumlandırdılar. Din adamı olarak onlar ilahiyatçıdırlar, ilahiyatçı olarak onlar dogmatikdirler ve din bir defa ve ebedi olarak verildiğine göre, onların düşüncesine göre aynı din bir kere ve ebedi olarak yorumlanmıştır. Bu sebeple de en iyisi her şeyi, bin küsür sene öncesinde tarif edildiği gibi bırakmaktır.

Statükocuların bu kaçınılmaz mantığına göre, ilahiyatçılar her yeni şeyin amansız düşmanıdırlar. Dünya gelişimi içinde ortaya çıkan yeni durumların düzenlenmesi ve Kur’an-ı Kerim’in hükümlerini hayata geçirmek amacıyla şeriatın yeniden ve tekrar yapılanması, dinin bütünlüğüne yönelik saldırı olarak tanımlanmaktadır. Belki burada İslam’a karşı bir sevgi duygusu vardır, ancak bu patolojik, gerici ve dar ufka sahip insanların sevgisidir ve henüz canlı olan İslam düşüncesini boğan bu gibi insanların sarılışından başka bir şey değildir.

Ancak İslamın, ilahiyatçıların elinde kapalı bir kitap olarak kaldığını düşünmek yanlıştır. Hala bilime karşı çok kapalı ve tasavvufa (mistisizm) karşı ise çok açık olan ilahiyat, bu kitabın (İslam) içine İslam ilmine aykırı çok sayıda irrasyonel ve hatta boş inançların girmesine izin vermiştir. İlahiyatın  (teoloji) doğasını iyi bilenler onun mistisizme neden direnemediğini, hatta bu şekilde burada neden dini düşüncesinin zenginleştiğinin sanıldığını iyi anlarlar. Tarih boyunca, dinler arasında en temiz ve en mükemmel olan Kur’an’ın monoteizmi, tedricen kompromite (sulandırılmış) edilmiş, pratikte ise dini ticaretin iğrenç şekilleri ortaya çıkmıştır. Kendilerini din koruyucusu ve yorumcusu sanan kimseler, her halükarda çok güzel ve karlı olarak, dinden meslek yaptılar ve hiçbir vicdani rahatsızlık duymadan dinin hayata geçirilmeyişini kabul ettiler.

Böylece ilahiyatçılar yanlış yerde yanlış insanlar oldular. Ve İslam dünyasının uyanış emareleri gösterdiği şu günlerde bu kesim, bu alemin her türlü sert ve karanlık göstergelerinin temsilcileri oldu. Bu kesim, İslam dünyasına baskı yapan sıkıntılarla başa çıkılması için herhangi bir yapıcı adım atma hususunda yetenek gösterememiştir.

Sözde ilericiler, batıcılar, modernistler ve kendilerini daha nasıl adlandıran kimseler, onlar bütün İslam dünyasında tam bir felaketi temsil etmektedirler, zira çok sayıdadırlar ve özellikle hükümet, eğitim ve kamu hayatının tümünde çok etkilidirler. İslam’ı hocalar ve muhafazakarlarda görerek -başkalarını da buna inandırarak- modernistler bu düşünceyi temsil eden her şeye cephe almaktadırlar. Bu kendi kendini reformist ilan eden kimseleri, genelde utanmaları gereken şeylerle gurur duyduklarından tanırsınız. Genelde onlar; “babasının oğlu”, Avrupa’da eğitim görmüş ve oradan zengin Batı’ya karşı büyük eziklik, ait oldukları geri kalmış ve fakir ortama karşı ise çarpıcı üstünlük (kibirli) duygularıyla dönmüşlerdir. İslami terbiye almadıkları, halkla manevi ve ahlaki bağ kuramadıkları için onlar çok hızlı bir şekilde temel ölçütleri kaybederler ve yerli kanaatlerinin, adet ve inançlarının tahrip edilmesi, yerlerine ise yabancılara ait olanların ikame edilmesiyle, topraklarında bir gecede, aşırı hayranlık duydukları Amerika’yı yaratacaklarını sanmaktadırlar. Standart yerine onlar standart kültünü getirirler, bu dünyanın imkanlarını geliştirmek yerine heva ve heveslerini geliştirirler ve böylece rüşvetin, ilkelliğin ve ahlaki kaosun (kargaşa) yolunu açarlar. Onlar, batının gücünün, nasıl yaşadığında değil, nasıl çalıştığında bulunduğunu anlayamamaktadırlar. Batının gücü modada, allahsızlıkta, gece kulüplerinde ve ahlaksız gençlikte değil, batılı insanların hayranlık bırakan çalışkanlık, ısrarlı gayretleri ve sorumluluklarında yatmaktadır.

Bizim en büyük felaketimiz batıcılarımızın kullandıkları yabancı reçeteleri kullanmalarında değil, bu reçeteleri nasıl kullanacaklarını bilmediklerinde daha doğrusu bu esnada iyiye yönelik yeterince güçlü duygu geliştiremediklerinde yatmaktadır. Onlar faydalı mamul yerine, aksine medeni sürecin zararlı ve boğucu yarı mamullerini aldılar.

Bizim batıcıların evlerine getirdikleri değer bakımından şüpheli aksesuarlar arasında, genelde çeşitli “revulusyonel” (devrim gibi) fikirler, programlar, reformlar ve ”bütün sorunları çözen” benzer “kurtarıcı doktrinler” bulunur. Bu “reformlar” arasında inanılmaz ufuksuzluk ve uydurma örnekler vardır.

Bir asırdan fazladır ki batı medeniyeti dışında bulunan bir çok halk için, söz konusu medeniyetle tespit edilecek ilişkilerin sorunu ortada durmaktadır. Bu karşılaşma esnasında tamamen red tavrını mı koymalı, dikkatli uyum sağlama veya bu medeniyetin bütün unsurlarını sorgulamaksızın ve seçmeksizin kabul etmeli mi? Birçok milletin zafer veya trajedisi, onların bu kader sorusuna nasıl cevap verdiklerinde yatmaktadır.

Öyle reformlar vardır ki içinden bir milletin bilgeliği ortaya çıkarken, diğer taraftan ihanetlerin en büyüğünü barındıranlar da vardır. Yakın tarihimizde Japonya ve Türkiye örnekleri bu hususta klasik durum arz ederler.

XIX. asrın sonu ve XX. asrın başında bu iki ülke benzer ve kıyaslanabilir durum arz ediyorlardı. İkisi de eski İmparatorluk kendine ait yapıları ve tarih içinde kendi yerleri belli olan ülkelerdi. İkisi de gelişmişlik bakımından birbirine yakın ve hem imtiyaz hem de yük olabilecek muhteşem tarihe sahip idiler. Tek kelimeyle bu ikili gelecek için hemen hemen aynı fırsatlara sahipti.

Ondan sonra iki ülkede de bilinen reformlar gerçekleşti. Başkasının değil, kendi hayatını yaşamak için Japonya ilerlemeyi ve geleneği birleştirmeye çalıştı. Türkiye ile alakalı olarak, onun modernistleri tam tersi bir yol seçmişlerdi. Bugün Türkiye üçüncü sınıf bir ülke, Japonya ise dünya milletlerinin zirvesine çıkmıştır.

Yazı meselesinde Japon ve Türk reformistlerin göster­dikleri tavırdaki anlayış farkı, başka konulara nazaran, belki en açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Basitliği ve sadece 28 harfli olan arap yazısı, (Osmanlıca) bu özellik­leri sebebiyle dünyanın en mükemmel ve yaygın yazısıdır, Japonya kendi Latinlerin (Romalılar) teklifini reddeder. O bütün reformlardan sonra ancak 46 işaret yanında 880 Çin ideagram (anlamı belirten işaret) olarak tespit edilen ve karmaşık (komplike) olan kendi yazısını korur.

Sadece bu değil. Çok kısa bir süre sonra, yalnızca basit tescil aracı olan yazının sorun olmadığı anlaşıldı. Gerçek sebepler, sonra da sonuçlar, hakikatte çok daha derin ve önemli idi. Bütün medeniyetlerin özü ve ilerlemesi, yok edilmesi ve inkar edilmesine değil, devam ettirilmesine bağlıdır. Yazı, milletin tarihteki devamını sağlar ve “akılda tutma” şeklidir. Arap harflerinin kaldırılmasıyla Türkiye için, yazıda  korunan geçmişin bütün nimeti kaybolmuş oldu. Bir çok diğer “paralel” reformlarla beraber, yeni Türk nesli kendini manevi dayanaktan yoksun ve adeta bir çeşit manevi boşluk (vakum) içinde buldu. Türkiye kendi “hafızasını”, geçmişini kaybetti. Bu durum kime gerekli idi?

Demek ki İslam dünyasının reform taraftarları, yeni, değişmiş şartlarda ve yeniden eski ideal ve değerleri gerçekleştirmeyi bilen, akıllı ve bilge halk temsilcileri olamadılar. Onlar değerlerin bizzat kendilerine  karşı ayaklandılar ve sık sık soğuk alayla ve şok edici basiretsizlikle halkın kutsallarını çiğneyip yerine sahtesini yerleştirebilmek için hakiki hayatı yok ettiler. Türkiye ve başka ülkelerde bu vahşiliğin sonucu olarak hasta millet yarattılar veya yaratmak üzeredirler. Kendine benzemeyen ve kendi yolunu hissedemeyen, manevi açıdan kafası karışmış ülkeler. Hakiki güç ve heyecandan yoksun, tıpkı onların Avrupalılaşmış şehirlerin sahte parlaklığı gibi onlarda var olan her şey sunidir ve otantik değildir. Ne olduğunu ve köklerinin nereden geldiğini bilmeyen bir ülke, nereye gideceğini ve yüzünü neye doğru çevirmesi gerektiğini bilebilir mi? Batılıların istediği sözü edilen reformlar, onların İslam dünyasına olan bakış açılarını ve o dünyayı nasıl “tamir” etmek istediklerini açıkça göstermektedir. Bu, her zaman yabancılaşma, gerçek sorunlardan ve halkın ahlaki ve bilimsel kalkınması için zorlu çalışmadan kaçınma ve dış, basit şeylere yönelmek olmuştur.

Kamu idaresini bu tip insanların elinde bulunduran Müslüman bir ülkenin bağımsızlığı ne manaya geliyordu? O özgürlüğü onlar nasıl kullandılar?

Yabancı örnekleri kabul etmek ve siyasi destek aramakla Batılı veya Doğulu olsun fark etmez, yöneticileri sayesinde bu ülkelerin hepsi yeni bir işgal hareketini uygun gördüler. İçinde başkasına ait felsefe, hayat tarzı, yardım, sermaye ve başkasına ait destek olan bir çeşit maddi ve manevi bağımlılık ortaya çıktı . Bu ülkeler hakiki değil, sahte bağımsızlık elde ettiler çünkü gerçek bağımsızlık her şeyden evvel manevi bağımsızlıktır. İlk evvela manevi bağımsızlığı için mücadele edip kazanmayan halkın bağımsızlığı kısa bir süre sonra sadece milli marş ve bayrağa indirgenir ki  bu iki şey hakiki bağımsızlık için çok yetersizdir.

Müslüman halkların gerçek bağımsızlığı için mücadele, her yerde ve yeniden başlamalıdır.

GÜÇSÜZLÜĞÜN SEBEPLERİ

Bu iki tip insan muhafazakar ve modernistler (ilericiler) bu günkü Müslüman halkların durumunu anlamak adına bir anahtar teşkil etmektedirler. Gerçekte onlar bu durumun hakiki ve son müsebbipleri değildir. Daha sonraki değerlendirmede her iki durum, daha derin bir sebebin ifade edilmesini göstermektedir: İslam düşüncesinin aşağılanması veya red edilmesi.

İslam tarihi çoğunlukla sadece İslam’ın geliştirici (ile­rici) özelliğinin gerçek hayatta gerçekleştirilmesi değildir. O aynı zamanda bu düşüncenin anlaşılmamasının, ihmalin, aldatılmasının ve kötüye kullanılmasının tarihidir de. Bu bakımdan her Müslüman halkın tarihi, parlak başarılarının dizini olduğu kadar aynı zamanda esef verici batıl düşünce ve yenilgilerin tarihidir. Bütün bizim siyasi ve ahlaki başarı ve başarısızlıklarımız gerçekte sadece bizim İslam’ı kabulümüz ve onu hayata geçirmemizin yansımasıdır. İslam’ın, halkların gündelik hayatına olan etkisinin zayıflaması her zaman sosyal ve siyasi kurumlar ve insanların aşağılanması ile sonuçlanmıştır.

İslam tarihinin tümü, başlangıcından bugüne dek, kaçınılmaz olarak bu etkileşimin dairesinde gelişme göstermiştir. Bu “paralellik” içinde Müslüman halkların değişmez kaderin parçası ve İslam tarihinin bir kanunu bulunmaktadır.

İslam tarihinin, bu kanunun işleyişini çok çarpıcı bir biçimde gösterebilecek -biri yükselme diğeri de gerileme devrinden-  iki karakteristik anı vardır.

Hazreti Muhammed’in vefat ettiği 632 senesinden 100 sene geçmeden İslam’ın manevi ve siyasi hakimiyeti bir taraftan Atlas okyanusu ile Hind nehri ve Çin, diğer taraftan Aral gölünden Nil nehrinin aşağı kısımlarına kadar muazzam bir bölgeye yayılmıştı. Suriye 634, Şam (Dimeşk) 635, Ktesifon (Bağdat’ın 35 km. güneydo­ ğu tarafında bulunur. Fars/Sasani İmparatorluğunun başkentidir.) 637, Hind ve Mısır 641, Kartaca (Bugünkü Tunus bölgesi) 647, Semerkand 676, İspanya 710 yılında fethedildi. Müslümanlar 717 senesinde İstanbul önlerinde, 720 senesinde güney Fransa’da idiler. 700 senesinden itibaren Şantung’da (Çin) camiler vardı. 830 senesinde ise  İslam  Java’ya  ulaştı.

Ne daha evvel ne de daha sonra kıyaslanamayacak derecede görülmemiş bu örnek genişleme (fetih) daha sonra İslam medeniyetinin üç kültürel dairede gelişmesi için zemin hazırladı: İspanya’da, Ortadoğu ve Hindistan’da.

Bugünkü dünyada Müslümanlar neyi ifade ediyor? Soru başka bir şekilde de sorulabilir: Ne ölçüde müslümanız?

Bu soruların cevapları birbiriyle ilişkilidir.

Biz esir durumdayız: 1919 yılında, bir müddet için bağımsız Müslüman devleti yoktu, ki bu durum ne daha evvel ne de daha sonra görülmüş bir şey değildir.

Biz eğitimsiziz: İki dünya savaşı arasında hiçbir Müs­lüman ülkesinde okuma-yazma oranı % 50’yi geçmemekteydi. Bağımsız olduğunda Pakistan’da okuma-yazma oranı % 25, Cezayir’de %20, Nijerya’da ise sadece %10 idi. ( Buna karşı Dreper’e göre X ve XI. asrın Müslüman İspanya’sında okuma-yazması olmayan bulunmamaktaydı)

Biz fakiriz: Milli gelir İran’da 220, Türkiye’de 240, Malezya’da 250, Pakistan’da 90, Afganistan’da 85, Endo­nezya’da 70 Amerikan dolarına karşı ABD’de 3000 dolar. (1966 yılındaki durum) . Müslüman ülkelerin çoğunda sanayi üretimin milli gelire olan katkısı %10 ila %20 arasında olmaktadır.

Gündelik beslenmesinde kalori sayısı 2000 iken, Batı Avrupa’da kalori sayısı 3000 dir.
Biz bölünmüş topluluğuz: Miskinlik, aşırı zenginlik ve tüketim çılgınlığı olmaması gerekirken, Müslüman toplum kendi zıddına evrim geçirdi.  Kuran-ı Kerim’in “. .. bu zenginlikler (nimetler) zenginleriniz arasında toplanmasın” emrine aykırı olarak, nimetler yavaş yavaş çok az sayıda kişinin elinde toplandı. 1958 yılında toprak reformu öncesinde Irak’taki 22 milyon dönüm işlenebilir arazinin yaklaşık 18 milyonu veya %82’si büyük toprak sahiplerinin elinde idi. Aynı zamanda 1,4 milyon köylünün hiç toprağı yoktu.

Bu öyle bir haldir ki bazıları haklı olarak bunu “İs­lam’ın gecesi” olarak adlandırdı. Aslında bu gece bizim kalplerimizde akşam karanlığı olarak başladı. Daha evvel bize ne olduysa ve bugün her ne oluyorsa sadece içimizde cereyan eden şeylerin tekrarı ve yansımasıdır. (Kuran, Er-Ra’d 12)
Çünkü biz Müslümanlar olarak esir, ümmi ve kavgalı olamayız. Biz ancak İslam’ın mürtedi olarak öyle olabiliriz. İlki Uhud’da sonuncusu Sina’da gerçekleşen bütün yenilgilerimiz bu tezimizi destekler mahiyettedir.

Çoğunlukta canlı ve faal hayat dairesinden günlükçü (günü kurtarma) ve pasif dairesine itilmesiyle İslam’ı terk etme fenomeni (hadisesi), tam da İslam ideolojisi ve pratiği bakımından merkezi konumda bulunan Kuran-ı Kerim’in örneği üzerinde en açık olarak takip edilebilir. Tespit edilmelidir ki Müslüman halkların her kalkınması, her şerefle dolu dönemi Kur’an-ı Kerim’in öncelenmesiyle başlamıştır.  Mucizevi akışını burada zikrettiğimiz ve iki nesil dönemi içinde İslam’ı batıda Atlas okyanusuna ve doğuda Çin’in girişine kadar getiren erken İslam’ın genişlemesi, sadece tek örnek değil en büyük örnektir. İslam tarihi esnasında bütün hareketlenmeler paralelizmin (ikiliğin) bu kanununu belgelemektedir.

Gerileme ve çekilme dönemi öncesi zamanda Kur’an­ı Kerim’in durumu neydi?


Bu kitaba olan teslimiyet bitmiyordu ancak aktif ka­rakterini kaybetmiş, irrasyonel ve mistik olana tutunmaktaydı. Kur’an-ı Kerim kanun otoritesini kaybedip, buna karşın eşyaların “kutsal”ı oldu. Kur’an-ı Kerim’in araştırılmasında ve yorumlanmasında bilgeliğin yerini kılı kırk yaran yorumlar, büyük fikirlerin yerini okuma becerileri aldı. Devamlı surette ilahiyat formalizmin tesiri altında Kur’an-ı Kerim hep daha az (anlayarak ve manası düşünülerek) ve daha çok (güzel sesle) okundu ve mücadele, doğruluk, şahsi ve maddi fedakarlıklar hakkındaki emirleri, tembelliğimize aykırı ve sevimsiz olarak, güzel sesle okunan Kur’an-ı Kerim metninin zevk veren (rahatlatan) sesi içinde eriyip gitti. Bu doğal olmayan durum yavaş yavaş normal olarak kabul edilmeye başlandı, çünkü bu vaziyet, sayıları her geçen gün artan ve Kur’an-ı Kerim’le yollarını ayıramayacak durumda olan, fakat aynı zamanda hayatlarını onun isteklerine göre düzenleyecek kudrette olmayanların işine gelmekteydi.

Kur’an-ı Kerim’in (sesli olarak) aşırı okunmasındaki (veya ezbere okumasındaki) psikolojik açıklamayı burada aramak gerekir. Kur’an-ı Kerim’i (sesli olarak) okuyor, yorumluyorlar sonra yine (sesli olarak) okuyorlar, inceliyorlar ve sonra yine (sesli olarak) okuyorlar. Bir defa olsun uygulamak zorunda kalmamak için bir cümlesini binlerce defa tekrarlıyorlar. Hayatta nasıl uygulanacak sorusundan kaçmak için Kuran-ı Kerim’in nasıl okunması gerektiği hususunda geniş ve itinalı bir ilim ürettiler. Nihayetinde, Kuran-ı Kerim’i, anlaşılan bir manası ve içeriği olmaksızın çıplak bir ses haline getirdiler.

İslam dünyasının söz ve amel arasında iki arada bir derede bulunmasının bütün hakikati; fuhşu ile pisliği, adaletsizliği ve pısırıklığı; ihtişamlı fakat içi boş camileriyle; ülküsüz ve cesaretsiz büyük beyaz sarıklarıyla; riyakarlıkla dolu İslami gösterişiyle ve dini duruşuyla; bu dinle fakat dinsiz. Kuran-ı Kerim’in içinde bulunduğu bu temel karşıtlığın sadece zahiri görünümüdür ve bu Kitaba karşı olan ateşli teslimiyet zamanla onun hayata geçirilmesi gereken ilkelerin mutlak manada yok sayılması hareketiyle birleştirildi.

İşte, burada Kuran-ı Kerim ile beraber Müslüman halkların gerilemeleri ve kudretsizliğinin ilk ve en önemli sebebi bulunmaktadır. Evrensel değeri olan diğer bir sebep ise en geniş manada eğitim daha doğrusu terbiye sistemidir.

Asırlardır halklarımız eğitimli insanlara sahip değildir. Onların yerine, aynı derecede istenmeyen iki ayrı sınıf insana sahiptir: Eğitimsiz ve yanlış eğitimli. Hiçbir Müslüman ülkesinde halkın ihtiyaçlarına cevap verecek ve İslam ahlakının anlayışına uygun olarak gelişmiş bir eğitim sistemine sahip değiliz. Bu en hassas kurumu bizim iktidar sahipleri ya ihmal ettiler ya da yabancılara bıraktılar. Yabancıların para, kadro ve tabii ki program ve ideoloji verdikleri okullar, Müslümanları hatta milliyetçileri eğitmedi. O okullarda bizim müstakbel aydınlarımıza itaat, teslimiyet ve yabancıların zenginliği ve gücüne karşı hayranlığın “hasletleri” enjekte edilmekte; orada yabancı terbiyeciler, daha sonra onların görevlerini mükemmel bir şekilde üstlenecek, tabilik anlayışına sahip aydınlar yetiştirilmekte. Böylece onların kendi memleketlerinde kendilerini tam yabancı gibi hissetmeleri ve öyle davranmaları istenmektedir. Yabancıların doğrudan veya dolaylı olarak açtıkları okul ve kolejlerin sayısını tespit etmek ve daha sonra da onların bu olağanüstü cömertlikleri üzerinde fikir yürütmek çok ibret verici olurdu . Bu kurumların programlarını, içerdikleri ve özellikle de içermedikleri ile birlikte derinden incelemeli. Bu durumda apaçık bir biçimde ortaya çıkar ki gerçek sorun bizim aydınlarımızın kendi halkına ve onun gerçek meyil ve çıkarlarına doğru bir yol bulmak isteyip istemediğinde değil, asıl mesele, şu andaki durumlarıyla aydınlarımızın böyle bir yolu bulabilecek imkana sahip olmadığındadır. Sözü edilen konu, dayatılan ve meydana getirilen psikolojik uçurumda bulunan ülküler ve değerlerin derecelendirilmesidir. Halklarımızın itaatkar olmaları için artık demir zincirlere ihtiyaç yoktur. Bir halkın eğitimli olan insanlarının vicdan ve iradesini paralize eden bu yabancı “aydınlatmanın” ipekli ipleri aynı güce sahiptir. Böyle eğitim varken yabancı güç sahipleri ve onların Müslüman ülkelerindeki yerli işbirlikçilerinin kendi mevkileri için korkmamaları gerekir. Onlara karşı bir isyan ve direniş olması gerekirken, böylesine bir eğitim onların en iyi destekçisidir.

Aydınlar ile halk arasında bulunan ve bizim genel durumumuzu tasvir eden en karanlık işaretlerden biri olan bu korkunç uçurum başka taraftan da derinleşmektedir. Onlara sunulan yabancı ve gayr-ı İslami özelliğini hisseden bu eğitimi halk içgüdüsel olarak reddetmekte ve böylece uzaklaşma iki taraflı olmaktadır. Müslüman toplumunun eğitim ve okula karşı soğuk olduğu yolunda anlamsız ve saçma bir suçlama ortaya atılmaktadır. Hakikatte ise, okula karşı bir ret tavrı olmadığı açıktır, tepki, İslam ve halkla her türlü manevi bağını kaybeden yabancı okula karşıdır.

MÜSLÜMAN KİTLELERİN KAYITSIZLIĞI

Modernistlerin birçok Müslüman ülkesinde gerçekleştirdikleri devrim, adeta kural olarak din karşıtı ve sosyal ile siyasal hayatın laiklikleştirilmesi adına yürütülmüştür. Bu manada o, Yeni Çağda Avrupa’da uyanmış olan ve ulus devlet ile Kilise arasındaki mücadeleyi hatırlatmaktaydı. Fakat Batı için ilerleme ve hukukun üstünlüğü olarak ifade edilen şeyler, İslam dünyasında doğal olmayan ve hiçbir yapıcı değişiklik üretemeyen bir süre temsil etmekteydi. Laiklik ve milliyetçilik burada hiç olumlu içeriğe sahip değillerdi ve hakikatte sadece bir şeylerin yalanlanması idiler. Kökü ve içeriği bakımından yabancı olan bu iki fikir aslında hüküm süren miskinliğin ifadesi idiler. Pratikte İslam dünyasındaki dramın son perdesinin başlatılması bu iki cereyan sayesinde oldu. Gerçekleştiği durum itibarıyla biz bu faaliyeti “ikili saçma” olarak adlandırabiliriz. Bu ne demektir?

Her rönesans (fikir devrimi) bir toplumun ileri unsurları ile geniş halk kitleleri arasında gerçekleşen yapıcı temaslar, sempati veya iç anlaşma sonucu meydana gelir. İleri unsurlar her derin hareketin irade ve düşüncesidir, halk ise onun kanı ve kalbidir. Normal insanların katılımı veya en azından rızası olmaksızın gerçekleşen her türlü eylem, hakiki vurucu gücü olmayan, sathi eylem olarak kalır. Kitlelerin yavaşlığını yenmek ancak onun sıkıntı, tehlike ve mücadeleye karşı doğal direncinin sonucu olursa mümkündür. Eğer bu hareketsizlik bizzat mücadele ülküsüne karşı ise o zaman onu yenmek mümkün olmaz. Çünkü söz konusu ülkü kitlelerin en derin iradesi ve özel duygularına karşıdır.

Bütün Müslüman ülkelerdeki modernistlerin hayata geçirmeye çalıştıkları programlarda, daha kapalı veya daha açık bir biçimde, bu ikinci durumu görmekteyiz. Onlar yalakalık yapar ve tehdit ederler, rica eder ve zorlarlar, organize eder ve yeniden yapılandırırlar, isimler ve kişileri değiştirirler. Ancak halkın çoğunluğunu oluşturan kesimlerin ısrarcı direnci ve kayıtsızlığıyla karşılaşmaktadırlar. Burada sadece yayılmış meylin temsilcisi ve örneği olarak zikredilen Habib Burgiba Avrupa elbisesi giyer, evinde Fransızca konuşur, Tunus’u sadece İslam dünyasından değil Arap dünyasından da izole etmekte, din eğitimini sınırlandırmakta, Ramazan orucunun terk edilmesi için çağrı yapmakta “güya oruç çalışmanın üretimini azaltmaktadır” ve kendisi kamu önünde bunu örneklendirrnek maksadıyla portakal suyu içmekte ve hemen sonrasında da Tunus halk kitlelerini bu gibi “bilimsel” reformlarına karşı olan eylemsizliği ve yeterli olmayan desteğine şaşırmaktadır. Modernistler bu gibi körlükler yapmasalardı oldukları gibi olmazlardı.

Müslüman halklar İslam’a aykırı olan bir şeyi hiçbir zaman kabul etmezler çünkü İslam burada sadece kanun ve ülkü değildir, o artık sevgi ve duygu olmuştur. İslam’a karşı kalkışan kimse, direniş ve nefretten başka bir şeyi biçmez.

Modernistler kendi uygulamalarıyla iç karışıklık ve karşıtlık ürettiler ve burada bütün programlar, İslami veya yabancı olsun, imkansız olmaktadır. Kitleler İslam eylemi isterler ancak kendi aydınları olmadan bunu başlatamazlar. Yabancılaşmış aydın kesimi kendi programını dayatır fakat bu kağıttan ibaret olan ülkü için kanını, terini ve heyecanını verecek yeterince insan bulamamaktadır. Karşılıklı olarak güçlerin etkisizleştirilmesi durumu, bir çeşit acz ve hareketsizlik ortaya çıkarır.

Bu topraklarda ve gökyüzü altında inşa edilebilecek bir düzen, bir dinamik, bir refah vardır ancak bu düzen, ilerleme ve refah Avrupa ve Amerika’nın değildir. Müslüman kitlelerin kayıtsızlığı umumi bir kayıtsızlık değildir. Bu halk İslamının yabancı saldırılardan kendini koruma biçimidir. Her nerede İslami mücadelenin en ufak emaresi göründüğünde, sıradan insanın mücadele, sabır ve zorluklara maruz kalmaya hazır olduğunu göstermiştir. I. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan yenilgiden sonra Türkiye’nin Yunanlılara karşı yürüttüğü bağımsızlık savaşı, Libya’nın İtalyan işgaline karşı olan kahramanca direnişi, yakın zamanda Süveyş civarında cereyan eden İngiltere karşıtı mücadele örnekleri, Cezayir’in kurtuluşu için savaş, Endonezya’nın korunması için ve Pakistan’daki İslami tesirin sağlanması için verilen mücadelelerde görülür. Halk kitlelerini harekete geçirmek gerektiğinde, geçici olarak ve samimi olmaksızın da olsa her zaman İslami parolalar kullanılmıştır. İslamın olduğu yerde kayıtsızlık yoktur.

Müslüman kitlelerin sahip oldukları açık duygularını harekete geçirecek ve yönlendirecek fikir lazımdır. Ancak bu herhangi bir fikir olamaz. Fikir bu derin duygulara uygun olmak zorundadır. Demektir ki bu ancak İslami fikir olabilir.

Müslüman kitlelerin ve şimdiki sahip oldukları siyasi ve entelektüel önderliğinin, kararsızlık ve bekleme durumunun ne kadar daha devam edebileceğinden bağımsız olarak,  onlardan birinin kendi ülküsünü  bırakmasını beklemek hiçbir şekilde gerçekçi değildir. Ufukta ancak bir çıkış görünmektedir: Bu da İslami düşünen ve öyle hisseden yeni entelejansıyanın meydana getirilmesi ve toplanmasındadır. O zaman bu aydınlar kesimi daha sonra İslami düzenin bayrağını öne çıkarıp Müslüman kitlelerle beraber onun gerçekleşmesi için harekete geçebilecektir.

Aliya İzzetbegoviç
İslam Deklarasyonu

Daha

daha diyerek açtım gözümü
göz ki; nuru çekilmiş
görmekten yorulmuşum, malum
geç girip güneşsiz kalktığım yataklarda
buruşuk çarşafmış içim, içim; merdiven dolu dünya
indikçe kuyuma; hırçın karanlık sonsuz benlere sürükledi beni
anladım.
riya, şimdilik vardığım son nokta

biri dedim beni alsın
biri dedim beni alsın
üç oldular sonra
düştüm dizlerimin üstüne
daha diyerek açtım gözümü
anladım
iran değilim.

son masal okunurken, kitle çocuğa, uykusuz kalan fin nokta idim.
değerli sanıyordum kendimi; elmas işleyen toprak,
kulun şarjörüne sürülü tanrı gibi
ne ise verilen onunla gönendim.
döndüm baktım kendime hava kapalı.

iyiyim, yağmura çıkmış köpekten daha iyiyim
sevgilim sorun yok bu ormanda.
bu dağ çıban, bu nehir kan ve bu kadar kadın olmasa!

İnan Ulaş Arslanboğan

Çağla

..çağla.

“kelimeler susun artık
saatleri kurmasın kimseler” (bayram balcı)

bekle’
kuşkonmaz dallarında
beklediğin o sırça köşk çözecek atkısını boynunda
düğümlenen
dallandım mı dedi o ağaç / hangi göklerinde çoğalarak
bekle gelir dedim işte o kuşlar kanatlarında o sesin

(sevmezmişim hiç, özlemezmişim, beklemezmişim hem de)

bekle gelir o dallanan ağaç / kes-in-ce / ipi-ni / düş-ün-ce
yoruldun mu
otur dinle avuçlarımdan akan ırmağın gürüldeyişlerinde
adımlarına yol olacak
o masalları /
yoruldun mu / biliyorsun işte bendim o/ dolup boşalan bir kovaydım/
kuyunun diplerindeki kendisiyle göğünü yerle bir eden

/adarken deliliğimi anladım “bu çağda derviş olunabilir” imiş
/ hey gidi
sığ kuyu

yoruldun mu diye sorarsa onlar de ki yorulmak değil benimki sadece
uzayıp
giden saçlarında esen o rüzgarın kokusunu arayıp bulamamak de ve
bulduğumda
o kokuyu asılıp zamansızlığın çektiği halatları pamuk
ipliğine dönen
kopmalarda kendini atacak de o kadın atacak kendini başını
döndürmeyen
kuyusundan dünyanın ve ağlayacak / de…sus de sonra içinde
kanayıp duran o
yaraya hey gidi sığ kuyu


“…aldırma ‘çok sesli’ ve kirlidir dünya, tıpkı ağustos
gibi.
yara dediğin kalbinden akıp giden..bir kelebek.” ( sufi)

damla damla değil çağlayarak eksilen
ille de çağla ağacını tanımayan
elleri tenimde yaralar açan
kapıları kapatmadan bırakıp giden
ve eksildikçe çoğalan ve çoğaldıkça yakınımdan uzağıma
köprüler yıkan…
/ yoruldun mu / yorulma / kurur dinlenirsin kendinde

silsile
(.sıfatlarını yaktım bütün cümlelerin
sakın arama
sana uzayan kuyularda
düne dönerek içlenecek o kova nerede
bu darmadağınıklığa dönen dış ses
yankılanacak avuç avuç
özneleri de siliyorum
bütün pencerelerde el izlerini de…
ıssızlığa dönecek -çölün sıcağında- kucaklaşan harfler
ve -sığ sularda- kelimeler)

gidecek bir gün o kova / kes-in-ce / ipi-ni / düş-ün-ce(-nin)

Ela Dincer

Yukuta

Ve
Var olmayan şeylerin Tanrısı
Beni yarattı bu zamansal paradokslar
Ortamında
İyi mi etti bilmiyorum
Bazen insanlara bir şeyler söyleyecek gibi oluyorum
Ama korkuyorum çünkü
Ağzımı açsam her yerde 9.9 şiddetinde
Depremler olacak sanıyorum
“Bu kendime inanın gıcık oluyorum”

Suyun üzerinde yürüyebilenler beni bilirler
Bir onlar bilirler bir de sokak kedileri
Nerede görseler tanırlar beni, Yukuta’yımdır
Görünüşüm su içen güvercinlere benzer
Yürüyüşüm yolunu kaybetmiş geyiklere

-Tahminiz doğru, “Geyikli Gece”nin tüylerinden yaratıldım.”

Yeryüzünün tüm dükkanları kapanır bir bir
Ben Tanrıma dua ederim
“artık gelsin gerçek güneşler, gece kuşları, denizler”diye
Kapıda bir kız çocuğu duruyor ya, işte orada
İçeri girerse duanı kabul edeceğim der
Beklerim.
Beklerim olmayacak şeylerin Tanrısı
Kim bilir belki o da olur bir gün
Yukuta, yani ben de olurum
Kırmızı güneşler
Mor mevsimler de olur

Ziya Alpay

Üçüncü Şahsın Şiiri

gözlerin gözlerime değince
felâketim olurdu ağlardım
beni sevmiyordun bilirdim
bir sevdiğin vardı duyardım
çöp gibi bir oğlan ipince
hayırsızın biriydi fikrimce
ne vakit karşımda görsem
öldüreceğimden korkardım
felâketim olurdu ağlardım

ne vakit maçka’dan geçsem
limanda hep gemiler olurdu
ağaçlar kuş gibi gülerdi
bir rüzgâr aklımı alırdı
sessizce bir cıgara yakardın
parmaklarımın ucunu yakardın
kirpiklerini eğerdin bakardın
üşürdüm içim ürperirdi
felâketim olurdu ağlardım

akşamlar bir roman gibi biterdi
jezabel kan içinde yatardı
limandan bir gemi giderdi
sen kalkıp ona giderdin
benzin mum gibi giderdin
sabaha kadar kalırdın
hayırsızın biriydi fikrimce
güldü mü cenazeye benzerdi
hele seni kollarına aldı mı
felâketim olurdu ağlardım

Attila İlhan

Allah Bes, Bâkî Beves

Ey zâir-i sâhib-nefes,
Hubb-ı sivâdan meyli kes
Dünyâda kalmaz hiç kes,
Allah bes, bâkî heves

Her ten biter bir derd ile,
Geh germ ile geh serd ile
Uğraşmağa bir ferd ile,
Değmez bu dünyâ-yı ehas

Ben de ferîd-i asr idim,
Fass-ı nigîn-i sadr idim
Nakş-ı hümâyûn-ı satr idim,
Gösterdi çarh rûy-ı abes

Dil-haste oldum bir zemân,
Tedrîc ile bitdi tüvân
Uçdu nihâyet murg-ı cân,
Çünki harâb oldu kafes

Söndü çerâğ-ı âfiyet,
Zulmetde kaldı şeş cihet
Açıldı subh-ı âhiret,
Envâr-ı Hakdan muktebes

Buldum o dem Sübhânımı,
Arz eyledim isyânımı
Matlûb idüp gufrânımı,
Rahmetle oldu dâd-res

Yâ Rab! Bu abd-i rû-siyâh,
Etdimse de yüz bin günâh
Dergâhını kıldım penâh,
Afvındır ancak mültemes

Târîhdir ism-i Gafûr,
Lâbüdd ider sırrı zuhûr
Afv olunur her bir kusûr,
Allah bes bâkî heves.

Abdurrahman Sami Paşa

Gökdelenler ve Melekler

Eskidik çok eskidik bilir misiniz, ben
“Amerika’da gökdelenler varmış” denildiğinde
“Gök delmek kimin haddine” diyen
Günah olmasın diye çekinen
Ninelerin torunuyum.
Neredesin anneanne neredesin?
Kör zurnacı âlem yapıyor mu dersin
Kubbeli Hamamda hâlâ
Sanmam onlar da hayâl zerreleri olup dağıldılar uzaya.

Baba dağa gidemedik bir türlü
Bir ayı bulup eve getirecektik..
Hayatımın ilk beş yılı
“Bir gün dağa gideriz”
Avuntusuyla geçti
Büyüdük dağ sözü etmedik hiç
Yıllar geçti, ben de baba olmuştum ki
Sen göçtün başka bir çağa.

Bir tarafta toptak ve su başkalaştı
Gökyüzü çok artmış ışığıyla
Rahatını kaçırdı yıldızların
Periler masalları bile terk ettiler
Şeytanların keyfi yerinde neden gitsinler?
Şükür ki melekler de var
Âmentü’de inandığımız
Günlük hayatta anmadığımız
Fakat yine de onlar
İnananların yardımına koşarlar
Allah’ın müsadesiyle.

Hüsrev Hatemi

Via Dolorosa

her kutsal şehrin bir göğü vardır ya
dünyanın en güzel göğünün annesidir Via Dolorosa
göğünden erguvanlar serpilir kucağıma

kutsallık yürür çarıklarıyla her sabah
çocukların ahdine bürünmüş
kılıçların değdiği sokaklarda
rüzgar esiyor İsa’nın gerildiği çarmıha..
âh kimse böyle güzel sevmedi Dolorosa’yı
en iyi arkadaşım İsa’dan başka…

hadi ellerini ver ey ipi kanadıma takılan balon,
sana çan seslerinin hikayesini anlatacak bu müezzin.
tenime kazıyacağım Beyt’ül-Makdis’ten sonra
esmerliğinden söktüğüm şarkıyı
ve Via Dolorosa’nın çilekar taşlarını..
bunca kutsallığın içinde
göğsümde bir kadın, (adı Maryam )
ve İsa’nın başındaki, dikenli zeytin dalı. 

 
bir unutulmuşluk buğusu sarıyor,
heybemdeki pervaneyi,
düşününce bu çile yoluna verilen eziyetleri..
dingin ikindi vakitlerinde unutsalar da bu şehri
her haliyle şifa dağıtıyor
eski çağın sancılarına, Dolorosa..
ey ipini boynuma doladığım balon,
sende duyuyor musun, yüzlerce yılın
suskunluğunu konuşuyor martılar
şafak alacası vuruyor şehrin yüzüne
çocukları namaza kaldıracaklar. 
insanlar topluyorum bu sevdanın ortasına
bütün dinlerden insanlar topluyorum
ve buluşturuyorum Via Dolorosa’da.
seninle biz, bulandığımızda bu şehrin kutsallığına
biliyorum, bi’tabak aşurede ikram ederiz Rum komşularımıza. 
ipinle, en çok bu şehirde yara dikeceğim
bu şehir; üstün olmadığı Arab’ın Acem’e, Siyah’ın Beyaz’a..
gidersem bi’gün zira
döneceğim elbet bu kutsal uzaklardan
döneceğim gerildiğim çarmıhlardan.
eğer geç kalırsam
sokaklarında beraber saklambaç oynadığım
benim küçük hafızlarım
muhakkak gelecekler sana

gelecekler hafızlar, ve şöyle söyleyecekler; 

her sabah bizi namaza kaldıran esmer abla
bize yeni oyunlar bulan,
Yafa’nın merdivenlerinde mızıka çalıp
duvarlara İbranice barış şiyirleri yazan
saçlarının örgüsünü hiç bozmayan
acıktığımızda bize ekmek yapan ve
Ortadoğu’nun masallarına gebe kalan abla
hâlâ meczuplar gibi gezinir Dolorosa’da..

                    kirpikler Via Dolorosa’da…
                                kirpikler Via Dolorosa’da…

Elif Akyol

Hergele Şiirler

I

Sen ki övünürsün kadınlara egemenliğinle
Söyle
Nedir eldeğmemişlik ve ne zaman biter
Ve neden daha kolay bir fahişeyi şaşırtmak
Yaşlı bir bakireyi hoşnut etmekten
Söyle
Nasıl altedilir eldeğmemişlik
O ulaşılmaz noktada
Yeniden yeniden ürerken

Sen ki övünürsün
Gövden ve sertliğinle
Bir bulutu elegeçirdin mi
Ve gökkuşağını doladın mı beline…
Söyle
Bir kızı nasıl ayırırsın bir anadan
Göğüslerine dokunmadan

Gövdenden kurtulmaktır sevişmek
Düşlerinden sıyrılmak
Yeni bir etle kuşanmak yaşamayı
Ellerini kamaştırır etin
Eğilirsin
Ve bezgin boşalırsın yatağına
Kendine kapalı ırmak

Sen ki övünürsün kadınlara egemenliğinle
Usanmadın mi sarılmaktan gölgene
Söyle.

II

Yanılıyorsunuz sayın şair yanılıyorsunuz
Söz konusu kadınlar olduğunda
Diyelim çok seviyorsunuz, seviliyorsunuz
Sevdalısınız hatta
Yine de tanımıyorsunuz sevdalınızı
– Sizin bildiğiniz bir içbaygınlığı
Sevda değil diyebilirim de
Neyse… –
Bilmiyorsunuz çünkü
Nedir ormanla benzeştiren
Ve ayıran bir kadını

Haklısınız
Adımlayıp yıllar yılı bir sokağı
Taşlarını bilmemek olası
Ama bir kadın
Nasıl çağrıştırır sokakları

Yaklaştıkça uzaklaşan
O koku, renk
Ve gökyüzünü yitirmiş gibi
Başdönmesi
Girdikçe içine, daldıkça, derinleştikçe
Ya da kendine çektikçe
Aldığını kendi kılan
Orman nasıl ayrılır bir kadından

Severken öldürmek kuşkusu
Ve anasını kıskanmak tüm dünyadan
Yüreğinize çarpan
Ah bir kadından doğmasaydınız keşke…

Söyleyin nasıl ayırırsınız bir taşı öteki çakıldan

Sennur Sezer