Erguvanlar da yanar

Tabiatla insan ilişkisinin, sadece şehir kültürünü değil insan muhayyilesini belirleyen bir yanı var. Bunu en iyi, insanların mevsimlerin dönüşümü karşısında yaşanan sıradışı olaylara verdikleri tepkilerde anlarız. Anadolu’nun kıta özelliği sergileyen iklim ve coğrafi zenginliği dilimize de yansır. Bahar ‘kırkikindi yağmurları’yla yaşanır Anadolu’da. İstanbul, ‘ahmak ıslatan’ları ile bilinir. Kaç zamandır ahmak ıslatanların artık yağmadığını fark ettim geçenlerde. Tropikal iklimlere özgü yağışlar alıyor artık. Sanki yağmurdan farklı bir şey boşanıyor üstümüze. Gök açılıp birden boşanan yağmurlar. Binlerce yıllık tabiat ve coğrafyayla kurlu aşinalığı sele veriyor. İstanbul’un iklimine, tabiatına, coğrafyasına hele hele insanına yabancı gelen yağmurlar… Yazı, baharı, kışıyla oluşan tabiat iç içe, tabiatla beraber ama şehirli bir yaşama kültürü yağmurların aniden bastırması gibi apansız geliveren baskınlarla da tarumar oluyor sanki. İnsan eliyle bozulan kozmik denge yine insanı bozuyor. Çoktan yok edilen mimarisi, şehir dokusu, evlerin konumu, labirenti andırdığı söylenen sokakların iç düzeni mevsimlerin ritmine ayarlıydı oysa.

Bu yıl ‘erguvanlar yanmış’… Baharda zamansız çiçeğe duran ağaçları Anadolu’da soğuk alır. Son anda bastıran kar, çiçekte yakaladığı ağaçları dondurur, çiçekler soğuk alır ve meyve vermez. İstanbul’un narin ağacı erguvanın yanması ise başka bir mevsim olayı. Neden soğuk almıyor da yanıyor erguvan? Her şeyin altüst oluşuna işaret. Aniden değişen hava şartlarına uyum sağlayamıyor erguvan. Tıpkı birden boşalan gök karşısında şehrin çaresiz kalması gibi.

İstanbul’a kendisiyle barışık rengini veren erguvan kadar bu şehrin dokusunu biçimlendiren, tanımlayan, sembolize eden az bitki bulunur. Bizans’tan beri devralınan bu naif ağacın çiçekleri, rengi Osmanlı İstanbul’unun her anlamda nezahetini ifade eder.

Erguvanın renginin hatırlattığı bir tür naifliği gibi fanilik duygusu bu şehrin yüzlerce yıllık tarihinin en iyi yansımalarından biri. Tabiat ve coğrafi şartların yeşerttiği erguvanın şehir ve şehir kültürü ile özdeşleşmesi her nebata nasip olmaz.

Erguvan gibi geleneksel İstanbul evi de hafif, zarif ve de naifti. Ahşap mimarinin oluşturduğu konut mimarisinin estetik formuyla İstanbul evinin bahçesine en çok yakışan da erguvan olabilirdi.. Her ne kadar Hudayinabit her yerde yetse de renginin albenisi onu ayrıcalıklı kılar.

Erguvanın çiçeği baharı, yenilenmeyi, yeni bir başlangıcı hatırlatsa da ağacının naifliği de geçiciliği, faniliği imler. Tıpı İstanbul evlerinin zarif ama en çok da yangın karşısında dayanıksız olması gibi. Bir şehrin dokusuyla, ruhuyla bir çiçek ancak bu kadar bütünleşebilir, aynileşebilirdi…

Ahşap mimari Osmanlıdan bugüne modern şehirleşme saplantımızın en büyük bedeli oldu. Görkemli Avrupai binaların yanında pek gösterişsiz, pek mütevazı, dayanıksız kalıyordu. Güzel olmaya güzel ama güç ve ihtişam gösterisine elverişli değil. Tıpkı erguvan gibi baharın gelişini şiirsel bir dille hatırlatırken hep gözümüzün önünden kaybolup gidecekmiş fikrini telkin etmesi gibi teker teker kayboldular; hayattan çekilerek bir kaç eski fotoğraf karesinde kaldılar…

Ahşap konakların, evlerin yanı başında biraz da mahzun erguvan… Hayat veren rengiyle dünyaya taparlıktan çok faniliğin estetiğini sergiler.

Tıpkı Müslüman evleri, şehirleri gibi.

Hiç ölmeyecek gibi dünyaya meydan okuyan gücün servetin dışavurumu abidelerden çok geçiciliği, estetiği, kanaati hatırlatır. Yoksulla zengin arasındaki mesafe hiç de aşılamayan devasa duvarlar gibi değildir.

Ahşap evler işlevsel olduğu kadar eklemlenebilir, yenilenebilir bir hayat tasavvurunun mekân planında temsili gibidir. Dev beton yığınları gibi gelecek nesillerin tercihlerine ipotek koymaz. Bu anlamda hayatta daha çok karşılık bulur. Dinamik bir fanilik hissi. Tıpkı ölüm dikkatinin hayatı mümkün kılması, yaşamaya değer hayata imkân hazırlaması gibi. Bugünün hafif zarif evi, yarının ihtiyacını da düşünürcesine her an yeniden kurulmaya hazırdır. Yarının dünyası farklı tercihlere, zevklere, ihtiyaçlara doğru uyanır çünkü.

Yüzlerce yıllık İstanbul deneyiminin geliştirdiği estetik ve mekânsal çözümleme ancak bu iki unsurla birlikte ifadesini bulabilir. Geçiciliği hatırlatan güzellik ve onun unutulduğu bir dünya. Tevazu ve basitlikle yükselen bir medeniyetin biçimlendirdiği hayat…

Sadece ahşap evler değil, erguvanlar da yanar. Erguvanları yanan bir Boğaziçi gökdelenlerin gölgesinde durgun sudan başka nedir ki?

Yarınların dünyasına kapı açan bugünün tevazuudur.

Akif Emre

Çürüme de umut da hep olacak

Elimizi uzattığımız her şey çürüyor. Belki de dokunduğumuz için biz çürütmekteyiz. Gördüklerimiz kirleniyor. Baktıklarımız bizi kirletiyor, içimizi…

İşittiklerimizden dolayı, bildiklerimizden dolayı acı çekmeye başlıyoruz. Birebir şahit olamasak bile… Acı çekmeye icbar ediliyoruz sanki ya anlatılanlar gerçek olduğu için yahut gerçek yerine sahte gerçekler ikame edildiği için.

Bu denli yozlaşma, çürümeye mahkûm olmak duygusu bizatihi insanın içini kemiren bir şey. Sadece insan teki olarak her birimiz değil toplum da içten içe çürüyor. Korozyona uğrayan metal aksam gibi temas ettiğimiz hava çürütüyor. Soluklanırken damarlarımızdaki akışın pelteleştiğini hisseder gibiyiz..

Bunca karamsarlık kuşatmasına maruz kalmamızın asıl nedeni de birilerinin bunları hiç düşünmüyor olması, tam anlamıyla şenlikli bir zafer havasını yaşıyor olmaları. Çürürken bile zafer takı kurduğunu düşündüren bir muhayyile hakim.

Her şeyin bir kuşku sebebi olduğu ortamda sağlıklı düşünmek, davranmak mümkün mü? Ya da her şeyin olağanlaştığı, her tür çürümenin normal karşılandığı bir ortamda normal davranmak ne kadar normal bir şeydir?

Oysa hayat bulmak, yaşanmaya değer hayatı sunmak iddiasındaydık gençliğimizin o delişmen günlerinde. Bedenimiz fiziğimiz yaşlansa da içimizdeki o delişmen halimizle diri kalmayı başarmıştık.

‘Seni öldürmeye gelen sende dirilsin diyen bir özgüvenin diriltici soluğuyla birbirimizin gönüllerini ferahlatıyor, yeşertiyorduk oysa. Ciğerlerimize çektiğimiz hava içten çökertiyor, dışarıya üflediğimiz soluk öldürücü bir zehir gibi solduruyor.

Hayatın, benliğin, varoluş idrakinin bu denli pörsümeye yüz tuttuğu, değerlerin tersine çevrildiği bu hal sadece dışımızda bize dayatılanlardan mı kaynaklanıyor? Yoksa bizatihi kendi özümüzle, onun beslediği çevreyle, siyasayla, toplumla kurduğumuz ilişkilerin sonucu muydu? Böyle bir hal üzere olmanın kaçınılmaz oluşu diye bir açıklama tarzı mümkün müydü? Yoksa içinde bulunduğumuz haleti ruhiye bize böyle bir dünya mı takdim ediyordu? Yoksa her şey bir yanılsamadan mı ibaretti?

Her iki durumda da insanın hakikat algısı, hakikate olan inancı elinden gitmeye mahkûm. Ortada ciddi bir anlam kayması daha doğrusu her şeyi anlamsızlaştıran bir absürtlük yaşanıyor demektir.

Bir çıkış olmalı, yoksa bir sanrı uğruna ruhları bir sam yeli kasıp kavuracak. Polyanna mutluluğu oynamak ne kadar aptalca geliyorsa nihilist bir içe çöküşün karanlık sularında boğulmaya kendimizi, toplumu mahkûm etmek de o derece anlamsız, hatta saçma olacaktı..

Dokunduklarımızı çürüten, işittiklerimizden gördüklerimizden dolayı içimizi, dışımızı karartan her ne varsa ya da neyin var olduğunu düşünüyorsak, bize öyle gelen her ne varsa her şeyi tepetaklak edecek bir silkinişle ölü toprağını üstümüzden atmakla işe başlamalı mesela. Sahte bir hakikat sunan kurguyu sorgulamakla işe başlayabiliriz mesela. Her şeyi yeniden konuşma cesaretini takınarak.

Evet, hiç bu kadar sahtelikler, ikiyüzlülüklerle kuşatılmamıştık. Muhtemelen yanı başımızdakiler, hatta bizler bu sahtelikten birer parça nasibimizi almış olabiliriz. Öte yandan, aklımız, vicdanımız, ölçülerimizle tartıya vurduğumuzda olup bitenlerin bir yanılsamadan ibaret; bir sahtelik oyunundan birer sahne olamayacağını söylüyor. Bizzat sahtelik izafe ettiği gerçek üzerine kurulu. Sonuçta sahtelik de hakikati perdeleyen, asli olanın yerini gasp eden bir vakıa. Sahtelik örgüsünü parçalamadan hakikat ışığına yol vermek imkansız.

İnsan olmaklığımızdan siyasete, gönül iklimimizden enformatik cehalete uzanan kendi oluş şartlarımızdan uzaklaşma ile yüzleşme cesaretine ihtiyaç var. Belki de anlık bir pırıltının içimizde çakmasına, aşka, samimiyete, adanmışlığa ihtiyaç var. Bunların yerine kabuk bağlayan şey her ne ise işte odur içten içe bizi, hepimizi çürüten kimya.

Ne ki sahte hakikatlerin kararttığı çevremizde, dört bir yanımızı kuşatan yalancı mutlulukların perdeleyemediği, hayata anlam katan, kendi özümüzü hatırlatan bir ses, bir tebessüm, dokunduğu yerde bereketi yeşerten bir el mutlaka olacaktır.

Yazının da bir kaderi var.

Karamsar bir yazının sonuna doğru her şeyin bu kadar çürütücü olamayacağına dair önce kendimi ikna etmek için yeni bir cümle kurmaya başlarken gelen telefon yazıyı tamamladı.

Yüz yüze hiç görmedim, ama uzaktan, hocalarından, arkadaşlarından hep selamını alıyordum. Kanser hastasıydı ve tedavi görüyordu. Açık öğretimde sosyoloji okumasına rağmen üniversitede Sosyoloji’ye devam ederek mezun olmayı başardı. Hastalığı ile barışık, mütevekkil ve azimli. Yaşama sevincini, imtihanıyla beraber, içinde hep diri tutması çevresindeki hemen herkeste biraz takdir uyandırdığını, biraz da utandırdığını hissetmişimdir. En son okuma grupları kurduğundan bahsetmiş, bir toplantılarına davet bile etmişti, ama uzun süre sessizliğe gömüldü. Aylar sonra tam da bu yazının orta yerinde gelen telefondaki onun sesiydi.

Sanki tatilden dönmüş gibi dingin pürüzsüz sesle, ‘yeni girişiminiz hayırlı olsun’ diyordu. Bu arada iki ameliyat daha geçirmişti. Biraz ödemden şikâyetçiydi.

Çürümeyen, umudu, yaşamayı, yaşamanın anlamını yitirmeyen, dokunduklarından, seslendiklerinden ötürü bereketi beraberinde getiren inanmış yürekler var olduğunu bilmek umudun kendisidir..

Akif Emre

Fotoğraflardaki yaşlıların elleri niçin dizlerinde

Yaşlı fotoğrafları… Bir süredir karşı koyulmaz biçimde dede-nine fotoğraflarına kaptırmış durumdayım. Nerede karşıma çıksalar, hipnotize olmuş halde, bakakalıyorum.

Dede fotoğrafları güzel, nine fotoğrafları daha da güzel. İkisi bir aradaysa bambaşka güzel.

Birinde, bir cami önünde, yan yana oturup ezan vaktini bekleyen yaşlılar var mesela. Aksi görünüyorlar ama değiller. Kalın gözlük camları, ifadesiz bakan gözlerini daha da derine gömmüş gibi.

Bir diğerinde, eğreti bir sobanın yanına diz çökmüş bir yaşlı çift. Önlerinde, mevsimine göre bir tabak nar, belki bir çaydanlık ya da yumuk bir emektar tekir. Aralarında manidar bir mesafe hep kalıyor. Birbirlerine sevecen gözlerle bakma çabası yok, “altmış senelik ölümsüz aşk” konsepti yaratma gayreti de. Öylece, masum, el değmemiş, fotojenik olamadan duruyorlar.

Bu resimlerde, dikkatimi iki şey çekiyor: Gözler ve eller. Gözler, nedense çok acemiler. Bakışlarında, fotoğraf makinesiyle yeni tanışmışlar gibi bir tutukluk, bir merak ama daha ilginci bir çocuksuluk.  Karşılarındaki o tek gözlü tekinsiz makinenin, kendilerini nasıl dondurup sergileyeceğine dair bir endişe göz bebeklerini biraz büyütmüş oluyor. İnsan gözüne karşı derin bir ilgiyi, içten bir ihtiramı zinhar esirgemeyecek bu gözler, karşılarında bir insan sıcaklığıyla bakmaktan mahrum objektife karşı birden tedirginleşiyorlar. Kendilerini resimlerde, ekranlarda izlememiş insanların gözleri bunlar.

Annemin rahmetli dayısı Mehmet Dayımızın bendeki resimleri böyledir mesela. Evinde, bir tanesi mabeynin sırrı dökülmüş aynasının çerçevesine ilişik, biri buzdolabının kapağına yapışık, işte biri de ev telefonunun altına sokulmuş olmak üzere, birkaç fotoğrafı olan bu adam, kendisini bir iki kareden daha çoğunda görmüş değildi. Bu sebeple, bizim teklifsizce onu çekiverdiğimiz sayılı anlarda tedirgin oluyor, bir makinenin bilinmeyen bir karanlık hafızasına suretini teslim ederken içindeki bir ıstıraba temas ediyordu.

Yaşlıların resimlerindeki gözler, poz vermeyi bilmeyen insan gözleridir. Gözlerine bir ışıltı eklemek, yüzlerine bir tebessüm iliştirmek konusunda bir yetenek geliştirmedikleri için, objektife dimdik, bir tehdide bakar gibi, bir yabancıyı dinler gibi, hatta bir kedi, bir köpek gözüyle bakıyor gibidirler.

Bizler poz verirken, kendimizi yüzlerce kez görmüş, gözetlemiş, tetkik etmiş, puanlamış olmanın tecrübesiyle davranırız. Yüzümüzdeki ifade, makineye girmeden önce zihnimizde çoktan oluşur. Poz vermenin ustası olmuşuzdur. Fotoğraflarımız bu yüzden bizi pek az şaşırtır. Kendimizi gördüğümüz bir fotoğrafı hızla eskitir, bir başkasına derhal geçebiliriz. Daha da ilginci, herkesin kendisine özgü kıldığı, kendisine yakıştırdığı bir pozu zaman içinde oluşur ve her fotoğrafta o aşina bizi arar gözlerimiz. Bunun bir ileri aşaması, verilen pozun fotoğraf tecrübesiyle sınırlı kalmaması, gündelik hayatın içine taşması ve bizi gündelik ilişkilerimiz içinde zaman zaman yakalamasıdır. Bir de bakmışız, mesela bir iş görüşmesinde, o sevdiğimiz pozu takınma, o tercih ettiğimiz çene hareketi eşliğinde fotojenik görünme isteğiyle doluvermişiz.

Bir de eller demiştim. Onlar da, çoğu kez dizlerin üzerinde bir çift güvercin gibi uzanırlar. Medrese mektep görmüş hoca efendilerin resimlerinden tüten edep, bu el jestiyle taçlanır. Namaz oturuşuyla otururlar onlar. Görülme onlarda bir tedirginlik yaratıyor gibidir. Bu sıradan görülme, sanki apansız Allah tarafından, Yazıcı Melekler tarafından görülüyor olmayı hatırlatmıştır da, kendilerini huzurda var saymak zorunda kalmışlar gibi davranırlar. Görülme onlarda, gaybın kapılarını çalan bir durum gibidir: Görülüyorsan, bir gören var demektir. Buysa onlarda derli toplu olma zorunluluğu doğurur.

Geçtiğimiz günlerde, bundan altmış sene önce Anadolu’nun bir ücrasında, bir Fransız’ın çektiği zikir kayıtlarına denk geldim. Derme çatma bir dergahta, bir Rifai meclisinin orta yerinde, şişlerle, cezbelerle, raksla yürüyen heyheyli bir cümbüş. Orada olup bitenler son derece düzensiz, ölçüsüzce kaotik ve tedirgin edici geliyordu. Ama birden, o insanların kendilerini değil zikir yaparken, hemen hiçbir durumda izlemediklerini, sadece kendilerini değil kaydedilmiş bir zikir videosunu da izlemediklerini hatırladım. Bu insanlar, zikir esnasında nasıl göründüklerini zihinlerinde canlandıramayacak durumdaydılar. Bu da onları, kendilerini denetleme ihtiyacı duymadan zikre katılmaya, orada bir üçüncü göz tarafından izlenmeden kendileri olmaya sevk ediyordu. Onlar o anda orada olabiliyorlardı.

Bu yüzden, verdiğimiz pozlar bizi görünür kılmaya değil, bazı ödünç poz kalıplarına mahkum ederek görünmez kılmaya yarıyor, diye düşünmeden edemiyorum. Veya şöyle: Poz verirken sen, sen değilsin.

Ahmet Murat / Gerçek Hayat

Şeyhe duyulan ihtiyaç

Önce şu cümleyi bir kuruvereyim: Şeyh, Arapça’da yaşlı demek.

Başlıktaki şeyhin bir yönüyle bu anlamla ilgisi var, bir yönüyle de tasavvufi anlamıyla. Aslında ikisini birbirinden ayırmaktaki zorlukla daha çok ilgili.

Şeyh, tasavvuf söz konusu olduğunda, kalbin der-topunu bilen, düşünce kaldıran, uyuyunca uyaran, sürçünce kayıran bir yol gösterici demek, malum. Ne demek düşünce kaldıran? Dünyaya düşünce, ukbaya kaldıran demek. Sürçünce kayıran? Hatasız kul olmaz, seni hatanla seven, demek.

Bu işlemlerse bazen sözle olur, bazen gözle olur.

Tasavvufi anlamda böyle bir maceraya katılmak, kritik bir tercih meselesi. Oraya girmeyelim. Ama şuraya girelim: Hayatımızda, görünce bize dünyanın faniliğini talim edecek, konuşunca hayat gailemizi gözümüzden düşürecek, o çok önemli dertlerimizi kıymetsiz kılacak birilerine ihtiyacımız var.

Modern toplum düzeni, delileri, sakatları olduğu kadar yaşlıları da görünmez kıldı. Ayak altında dolanmamaları, hayatın akışında bir sekteye yol açmamaları icap eden, bu sebeple de mümkünse buharlaşan, silikleşen unsurlara dönüştüler: Bir yük, bir ayak bağı, yavaşlatan bir kaygı unsuru.

Oysa mesela deliler, bize ortalama bir aklın sağladığı imkanları hatırlatarak ya da yaşlılar, geldik-gidiyoruz ana fikrini canlı tutarak, şu dünyada yitip gitmemize, batıp kalmamıza mani olan yardımcılardı.

Onlarla kurduğumuz her temas bize ya sabır, ya şükür, ya fikir, ama her halükarda bir kalp canlılığı olarak geri dönmekteydi.

Peygamber reçetelerindendir: Yetim başı okşamak, hasta ziyaret etmek, kabristana uğramak, iyi gelir. Kalbe, demek istiyorum.

İşte, bir yetimin, bir hastanın, hatta giderek bir ölünün şeyhe dönüştüğü bir eşikten bahsediyoruz.

Büyük Mehmet Dayımız, önce eşini rahmet-i rahmana gönderdi, kendisi de ardından uçtu. Yoksul ve basit evleri, evlerinden de basit olan eşya ve hayat alışkanlıkları her ziyaretimizde ders niteliğindeydi. Yo, sık görüşüyor değildik. Ayrı şehirlerde yaşayan, bayramdan bayrama buluşan, akraba kalmaya çalışan kimselerdik. Ama onların kaybıyla birlikte hayatımızda, andığımız türden bir şeyhlik müessesenin zevalini yaşadık.

Karı koca, bir de sarıkız, gün doldurmak üzere soluk alıp veriyor gibiydiler. Sadece son demlerinde değil, ben bildim bileli böyleydiler. Yoksul evlerinde, yoksulluğa dair bir ima yoktu. “Yüce Rabbim, gökten yağdırıyor, biz aşağıda süpüremiyoruz”, rahmetli büyük yengenin sözüdür. Yani, yamalı fistanının, kötürüm bacaklarının, buldukça yediği öğünlerin onda bir kırgınlığa, bir gücenikliğe yol açması bir yana; Allah’ın kendisine öylesine bir nimet yağdırdığını, ki bu nimetleri tek tek toplamak bir yana, süpürerek toparlamaya bile yetişemediklerini söylemiş oluyordu. Vay canına, değil mi?

Bu, aşikar ki, tevekkül dersidir, kanaat dersidir, şükür dersidir, ibret dersidir. Hep birlikte kitaplardan değil, insandan talim edilen dersler cümlesindendir.

Kitaplar bize bu menkıbeleri bulanıklaştırarak anlatır. Zihnimiz, dinlediği menkıbeyi dönüştürür, bazen tanınmaz hale getirecek ölçüde çarpıtarak kullanılmaz kılar. Bir kitaptan aldığımız bir kalp dersi, bizde olsa olsa çizikler, yırtıklar açar. Oysa bir insanın, hakiki hayatının içinden taşıp gelen bir ders, vicdanımızda ve ruhumuzda yivler açarak oraya yerleşir. Ağaca yapılan aşı gibi, o dert, o acı, o derin duyuş, bize eklenir, bizde yeni bir idrak meyvesi verecek bir fışkına dönüşür.

Hepimizin bir şeyhe ihtiyacı var. İnsan dersine, insan kitabına ihtiyacımız var çünkü.

Ahmet Murat

Non Dolet 2

Günlerin gözeneklerinden süzüldü,
Bir masal, öte yana geçti
Masalın bile inanılmazıydı,
Masal da değil belki ’Hiç’ti…
Demek bu kadar sürecekmiş ‘Büyü’
Ey ‘Acı’ çekil köşene ve uyu
Geçmişler olsun ’Yürek Kadırgası’
Fırtına dindi ve göründü Kıyı.

Hüsrev Hatemi

Korolar

Bir Yaz İkindisi Üzerine Notlar

Erkekler:

Şükürler olsun golf toplarına,
Şükürler olsun tenis fanilama!
Başımı öz-gücümle ayıkladım
Ezdim bitlerini, koydum yanına;
Şimdi yalnız sanadır dualarım
Ey, ölü deniz
Ve sırtında gezdirdiğin
Itırlı, hafif akşama.

Veteranlar:

Çöl ziyafetinden kalkınca imparator
Baktı karanlığa
Göğün yıldızlı tarafında bulunca bizi
Güldü, neşelendi önce
Sonra bir görmeliydin
Görülecek şeydi ama
Nasıl da bir avuç kum gibi çözüldü yüzü
Dokununca eğri ve habis
Kamçı yarasına.

“Bana gelince
Ben sıkıldım, sokakları dolaştım
Terledim, temiz mendiller çıkardım
Ayaküstü iş bitirdim
Onun bunun sigarasını yaktım
Serin, yosunlu köşelerde
Bazı adları ağzıma aldım
Dallandı köküm
Uğraşmadım sökmeye
Katlandı yolum
Bir koltukaltına sıkıştırıldım
Domuz-başlı babam
Manşet olunca gazetelere.”

Yağmur Bekleyen Kadınlar:

Güneş titrer kurban kanı üstünde
At sinekleriyle, at sinekleriyle
Kızlar ne pişiriyor o kazanda?
Karanlık bir deniz köpürüyor o kazanda
Diri bacaklarıma dolanıyor hindibağ
Yılanlarla, karnında yılanlarla
Yeni bir söz getiriyor kadınlar
Yatırmak için yağmura.

İşçiler:

Gres yağı iyi, yükseldi randıman
Ah, bir de patron jartiyer giyse!
Doğrusu hızıma katlanamam
Doğa aklına erişirse;
Bir kartal tufanı bu
Ne kadar kaçsam sırtımda kanadı
Çıplak ayaklarımla ezdim günlerce
Mayalanmış yüzünü karımın
Birleşik kılmak için
Yırtık bir haritayı.

Mandolin çalan kızlar:

Ne iyiliğin çağrısı ne uğultusu göklerin
Titreştirebilir telimi
Ama öyle taze bir görkemi var etimin
Havarisi kirli ayağını sokar ya
Takunyasını yakıp bir kaba
Ve kral içine süzülür
Islak boşluğuma
Hokkabaz hüneriyle
Kırar kilidimi
Ve izleyenler
İtişip, gülüşenler
Bir alkış tutar
Bu çelikten tınıya
Öylesine çoğalmış uyanıyorum
Kısılmış sesimle
Yeni bir şarkı daha için.

“Bana gelince
Ben kötülüğü seçmiştim
Çünkü biliyorum
Yalnızca kötülük
Eterlenmiş bir yürekte
Sürükler hüznünü
Yaşamın ve ölümün
Ve okumuştum bir yerde
Doğduğumu
Hızar talaşında
Sağ kolunu bırakıp da ustam
Aynaya bakmak için
Delirdiği gün.”

Gölgelere Uzanan Şövalyeler:

Savaşmayacağım
Çünkü korkuyorum
Mızrak boyundan
Göğsümü delen
Ve bu bahçeden
Açıyor çiçekleri uzun geçmişi
Oh, büyüsün gölgeleri
Bu yaz oyununda
Kapanırken ölüm
Beyaz alnımda.

Devlet adamları:

Ve biz
Bu savaş artığı halka
Gıda ekmedik mi?
Ve bir kadın
Ve yünlü köpekleriyle
Soğuk kış gecelerinde
Bir sobadan diğerine yüzlerce arşın
Emek, anlam ve hayal
Isıtsın diye ayaklarını
İri kafaların
Ve toprak ve kefaret, hâsılı metal
İşlesin diye
Ayıp taraflarını…
Eyvahlar olsun, ağlayacağım
Hem de çok uzun vadede
Sonra bir duruş kuracağım
Darağacından.

Şimdi soruyorum dünyaya:
Biz nasıl ulaştık bu sonuca?
Altı üstü uzun, ölü bir gün daha
Ama ben üşenmedim yaşadım

(Evde 
Sinyallerle yürüyorum koridorda
Kör ve kadim ama hayvansı bir kâhin
Ayak basmadığım bir zamandan
Bol güneşli zar masasına
Fal mı açmışmış
“Hoş geldiniz, bayım!”
Yani nedir ki, en fazla bir solgun bebeğin
Terkedilmiş yatağına
Mektup bırakacağım.

Çarşıda

Aklım ermez sanırdım önceleri
Küçük gizlerine çarşının
Kesik bağırışlara köşebaşlarında
İçlenmelere lokantalarda
Kahvelerde sıkıntıya
Çıldırmaya bir telefonun suskunluğuna karşı…
Saçımı günlerce tarayıp çıktım
Hazırladım kendimi dostumun rüyasına:
“Geriye bir cümle kaldı,
Kurtaracak bütün yaşadığımızı!”
Sonra ceketlerimizi çekip başımıza
Kaçtıktı sağanaktan
Bir saçak altına
Ölü balıklarının yanına balıkçının.)

-Ne sakar bir adam olmalıydım-
Açılmadı çenem sordular
Ele vermedikçe yumruğumu kanattım
Bir güdümlü şarkı ile
Hırçın bir denizin
Yavan adıydı aslında
Saklayıp dayandığım…

Müttefikler:

Şimdi biz bu balonun salıncağında
Geçerken altımızdan koca bir kıta
İşleniyoruz parlak bir ipeğe,
Omzunuzda kanat uçları
Bazen bir pelikanın
Karımı süzüyorsunuz onurunuzla.
Sazlıklarda ay batarken dolaşıyor
Mavi bir kimono
Ve girdikçe buluta
Korlaşan ucu sigaranızın…
Öyle mahcup
Öyle çekingen ve muzip
Gözleriniz var.. ve onların kapanışı…
Bakın bu ipin ucunda ben varım
Siz olun diğer ucunda
Birlikte açtığımız
Bu boşluğa atlayalım.

Arka sayfa haberleri

“Herr Freeman ‘Küçük kızınız çok zeki,’ dedi
Henüz iki yaşında ama değil mi
Değil mi ama konuşması ne kadar bilgece
Yani neredeyse dahice
Üstün yetenekli olmasının yanında
Sorumluluk sahibi ve şirin

Ne diyordum, ha madem okuyorum Oxford’da
Ve madem üçüncü dünya diye bir şey de var
Soyunmalıyım, diyordum
Bir takvime yapıştırılıp çıplak
Bak hem de ne bileyim ben
Kantinde kütüphanede filan
Yani tamamen spontan
Satılmalıyım yaprak yaprak
İnsaniyet namına.”

Bana gelince
Ben deniz kıyısına inmiştim
Bazı hayvanlar uzatmıştı etlerini
Bazı insanların ağzına
Herkes kendine göre çalışkan
Dürüst ve muntazam
Birinin elinde siliniyordu öbürünün eli
Yaşamaya başlamadan…
Sonra ekmek davası
Sonra kan kokusu
Yırtık paralar gibi ekşi…
Herkes kendi gecesini bekliyor
Yüz çizgileri derinleşiyor çocukların
Kızdırıp ağlatıyorlar bir deliyi
Yer açmak için yaklaşan karanlığa…
Ansızın şemsiyesini kapadı
Altgeçitte bir kadın
Sonu gelmeyen bir şiirin adıyla
Kuruladı terini
Çekip giderken bir kez daha
Dönüp baktım dünyaya:
Biz nasıl ulaştık bu sonuca?

Altı üstü uzun, ölü bir yaz ikindisiydi galiba
Ama ben üşenmedim yaşadım.

Hasan Güçlü Kaya

Belirsiz bir yerde, bir pastanede oturmuş Fellini röportajı çeviriyorum yeni sayı için. Sabaha kadar açıkmış burası. Fellini yaramaz bir çocuk gibi uçuk kaçık cevaplar veriyor sorulara, gülüyorum sık sık, pastanede oturanlar neden güldüğümü merak ediyorlar.
Dünya eskisi gibi, boğucu ve yalnızlık dolu… Bir şey bulmalıyım diye oturdum buraya, “dünyadan çıkış yolları”… Aslında girmeye çalıştığım bir kapı eşiğini ayağımla yokluyor gibiyim daha çok. Kafam karışık, dergi de karışacak. Olsun, zaten yeni sayının konusu: Kaos.

Yorgunluk

Usluluk, usluluk, usluluk, ah, ne güzeldir!
Bırak biraz dinlensin bu alevli arzular.
En doyumsuz anında bile sevdanın, ey yar
Kadın bizi ablaca terkedebilmelidir.

Öpsün yorgun tenimi uykulu okşayışlar,
Sıcak soluğun, salınan bakışın bence bir
Git, uzun bir öpücüğün tadında değildir
Inatçı titreyişler, çılgın kucaklayışlar!

Ama sen haylaz çocuğum, diyorsun ki bana:
“Yüreğinde tutkunun boruları çalmada!”
Aldırma sen borular bildiği gibi çalsın!

Alnını alnıma koy, ellerini elime
Yarın bozsan bile gel andiçelim seninle,
Ve ağlayalım sabaha dek, ey küçük çapkın!

Paul Verlaine

Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için

Benim bunda kararım yok, ben bunda gitmeğe geldim
Bezirganem metaım çok, alana satmağa geldim

Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için
Dost’un evi gönüllerdir, gönüller yapmağa geldim

Dost esrüğü deliliğim, aşıklar bilim neliğim
Denşürüben ikiliğim, birliğe bitmeğe geldim

Ol hocamdır ben kuluyum, Dost bağçesi bülbülüyüm
Ol hocamın bağçesine, şad olup ötmeğe geldim

Bunda biliş olan canlar, anda bilişirlermiş
Bilişüben Hocamla, halim arzetmeğe geldim

Yunus Emre aşık olmuş, Maşuka derdinden ölmüş
Gerçek erin kapısında, canım arz etmeğe geldim

Yunus Emre

Çalar Saat

Çalar saat! uğursuz Allah, korkunç, bir karar,
Parmağı bizi tehdit eder, bize der: “Hatırla!”
Bir hedefteymiş gibi dikilecek yakında
Dehşet dolu kalbinde ürpermiş ıstıraplar;

Kaçacak ufka doğru o buharı andıran
Zevk, kulisin nihayetinde bir rakkas gibi;
Her insanın bütün ömrü boyunca nasibi
Nimeti bir parça yiyor senden de her an.

Ve saniye, üçbin altıyüz kere saatte
Fısıldıyor: Hatırla! Hatırla! – Koşan böcek
Sesiyle, şimdi der: Ben ‘Geçmiş Zamanım’ gerçek,
Ve emdim kirli hortumumla ömrünü işte!

‘Remember!’ Hatırla ey sefih! ‘Esto memor!’
(Aşinasıdır hançerem bütün lisanların.)
Dakikalar o külçelerdir ki fani çılgın,
Altınını almadan atmaması doğrudur!

‘Hatırla’ ki zaman muhteris bir kumarbazdır
Hilesiz kazanır, bu bir kanun, her koyuşta.
Gün sona eriyor; gece büyüyor; hatırla
Susuzdur her girdap; su saati boşalır.

Yakında çalacak saat ve ilâhî kader,
Ve şan dolu Fazilet, henüz bâkire zevce,
Ne nedamet o dahi (ah! son misafirhane!)
Ve hepsi diyecek: “Vakit, koca ödlek! geber!”

Charles  Baudelaire
Çeviri : Ahmet Muhip Dıranas

Mühürlü Alyans

Güzel bir akşamında hayatın
Yanıma geliyorsun
Karanlık olsa da gecelerin
Yıldızlar gibi parlıyorsun.

Öyle olsan da, alyansım
İşte, yüzünü açar aydınlık ay
Al onu, kabul et benim için
Mühür gibi sağlam, parmağında kalsın.

Sence ay bir söz olursa
Asılı kalsın gökte parmağım
Soğuk gümüş arama
Sana sıcak güneşi veriyorum.

Düşüncemiz, gönlümüz bir
Sözümüz beraber, hayatı seviyorum
Öyle düşünsem de, akar su hızlıdır
Bir köprü yok üstünde, çekiniyorum.

İshak Meşbeşe (Adıge)
Çeviren: Meretiko Metin

Yıllar evvel, Türk Edebiyatı dergisinin şimdi hatırlayamadığım bir nüshasında 20. yüzyılın en önemli Fransız şairlerinden Louis Aragon’un imzasını taşıyan bir yazı okumuştum. Yazı, “Dünyanın En Güzel Aşk Hikâyesi” başlığını taşıyordu. Aragon, gençliğinde, kızgınlıkla andığı Nobelist yazar Rudyart Kipling’in “Dünyanın en güzel hikâyesi” adında bir öyküsünü başlığın vaat ettiği ihtişama eşdeğer bir beklenti içerisine okuyuşundan ve yaşadığı hayal kırıklığından bahsediyordu uzun uzun. Yıllar yılları kovalıyor, Aragon, dünyanın en güzel aşk şiirlerinden birini yazsa da (“Sana Büyük Bir Sır Söyleyeceğim”), “dünyanın en güzel aşk hikâyesini” okuyamamanın eksikliğini hep içinde taşıyor. Bir vesileyle o yıllarda Fransızcaya ilk kez çevrilmiş ve gelecek vaat eden genç bir Kırgız yazarın bir kitabını okuyor. Kitabın adı Cemile, yazarı Cengiz Aytmatov. İşte diyor Aragon, işte, dünyanın en güzel aşk hikâyesi bu. Ve başlıyor anlatmaya, uzun uzun!

Bu ‘beklenti’ benim de içimde yer etmiş olacak, ilgi duyduğum tüm sanat dallarında (resim, sinema, fotoğraf, edebiyatın tüm kolları…) hep bir “dünyanın en güzel …” yaratısını aradım. (Bayezid-i Bistamî’nin o güzel sözünü hatırlamanın vaktidir: “Aramakla bulunmaz; ancak bulanlar daima arayanlardır.”) Bu, bir yerde, sanatı hayatımın biricikliğine sunmak, özgünlüğüne katmak, onunla daha anlamlı ve anlaşılır, daha kendiliğinden ve sahtelikten uzak bir ilişki kurma girişimiydi benim için. Bunu yıllarca -ve en başta- edebiyatta aradım. Yüceler yücesi bir dağın zirvesinde yapayalnız ve tek ayağı üzerinde durmaya mahkûmken bile hayatta kalmaya çalışan bir insanın hikâyesi bile bana “işte dünyanın en güzel …”sı dedirtmedi! Hayır, o ben değildim. Gözyaşları içinde kendini boşluğa bırakırken kaderine sitem eden kusurlu adam olsaydı belki, ama o ben değildim… Edebiyatın o güne değin beni mahrum ettiği şeyi sinemada buldum ya da şöyle mi demeliyim: bunu bana sinema verdi. (Naili’nin dediği gibi: “Lutf u keremi Hazret-i Mevlâ ile geçtik.”) Karhozat. Macar yönetmen Bela Tarr’ın -aynı zamanda doğduğum yıl olan- 1988’de gösterime girmiş olan ilk filmi. Türkçe adıyla, Lanet. Artık tabiîleşmiş bir alaka ve merak duygusuyla izlemeye başladığım film, dehşete kapılmış bir bedenin korkuyla inip kalkan göğüs kafesi yüzünden beni gece boyu uyutmadı ve bana hakikatimi suratımda patlayan bir baba tokadıyla eşdeğer bir öfke ve merhametle beyan etti. Razıydım. Çok üzülmüş, ağlamış ama geç ve beklenmedik bir zamanda bile olsa gelen bu mesaj için rabbime minnettardım. Bu yazıyı Mevlit Kandili’ni idrak ettiğimiz bir gecede, 2 Ocak 2015’te yazıyorum. Diyebilirim ki Lanet’i izlediğim gece, ilk defa o gece, ilk vahyin ağırlığı ile üzerine örttüğü kat kat yorgan altında titreyen peygamberimi anladım. Ona olan sevgim kâinatın sınırlarını aşmış, hakikate yaslanıyordu artık. O sevgi, beni büyük bir boşluktan çıkarıp rabbimin rızasını kazanmak için çabalayacağım bir hayat tasavvuruna götürecekti.

İnsanın karşısına ne zaman, neyin çıkacağı çok mu muğlak? Hani insan kendi kaderini kendi yazandı. Yazılırken yaşanılan bir tarih çok da öngörülemez olmasa gerek. (Uyarı: bu söylenene Hz. Hızır’la karşılaşmalar dâhil değildir.) Benim için hayat, sanat kadar sürprizlerle dolu değil. Öte türlü İshak Meşbeşe ya da nâm-ı diğer Adıge ile ve onun “Mühürlü Alyans” şiiriyle karşılaşamazdım. Hayat bize nesneyi sunuyor sadece, ona anlam katmak yılların süzgecinden geçerek kazanılmış bir şahsiyetin işi. Benim “Mühürlü Alyans” isimli şiire yüklediğim anlam, Argon’un Cemile’ye yüklediği anlamdan farklı değil. “Mühürlü Alyans” benim için “dünyanın en güzel aşk şiiri”dir.

İshak Meşbeşe Çerkes halkı için çok önemli bir şair. Hatta Çerkeslerin Mehmet Akif’i denilmesinde hiçbir sakınca yok gibi. Anavatanlarından sürülmüş olan Çerkeslerin hâli hazırda kullandıkları millî marşlarının da şairi Adıge. (“Adıge”, Çerkes halkı arasında yaygın bir biçimde kullanılan genel bir lakap, bir hitap şekliymiş. Adını bilsin bilmesin, Çerkesler arasında birbirlerine “Adıge” diye seslenmek, hitap etmek bir saygı ve yakınlık belirtisi aynı zamanda. Her Çerkes bir Adıge!) Sovyet okullarında eğitim görüyor Meşbeşe. Parti komiserleri ile yakın bir ilişkisi oluyor hep. Sovyetler içinde gelişen kültürel atmosferin her zaman bir şekilde içerisinde oluyor. Ama mensubu olduğu halkla ve onun acılarla dolu mâkus talihiyle ilişkisini hiçbir zaman kesmiyor; kaleminden Çerkeslerin şarkıları, ağıtları eksik olmuyor hiç. Mehmet Akif’le bu yüzden bir bağ kurdum zaten aralarında. Bir ulusun varlığını kendi varlığı gibi sahiplenen, kendi bedenini ulusunun değerleri uğruna siper eden, bunun için yalnızca kalem savaşları değil, bir ruh cihadı yapan, yapabilen şairler vatan şairi olarak kabul görüyor zaten.

Yine de sevmem dâva şiirlerini. İster Mehmet Akif yazsın, ister Nâzım Hikmet… Birinin Berlin Hatıraları ve o hatıraları yazarken, düşünürken gurbet elde oturduğu kafeteryada etrafına hayret ve hüzünle bakan güzel insan daha çok ilgimi çekerken, bir diğerinin hapishanede bile olsa çalışarak, üreterek karısına bakmaya çalışan ve her gün aynı saat diliminde ona duyduğu büyük özlem için Saat 21-22 Şiirleri. “Ben gelmedim dava için” diyen bir Yunus’tadır hep kulağım. Her ulusun zor zamanları olmuştur ve her zorluk, darlık kendisini bulacağı bir sese gereksinme duymuş, ona yaslanmıştır, onun ruhaniyetinden güç almaya çalışmıştır. Bu Macarlarda Sandor Petöfi iken, Türklerde Mehmet Akif’tir. Senegallilerde Léopold Sédar Senghor iken, Çerkeslerde İshak Meşbeşe’dir… Antropologların inanma ihtiyacı duyan bir insan topluluğu için kullandıkları argümanlar bu noktada da devreye girer sanki.

Yazının sonunda tamamını okuyacağınız Mühürlü Alyans şiirini daha ilk okuyuşumda onun dünyanın en güzel aşk şiiri olduğunu büyük bir sevinç ve şükran duygusuyla fark ettim. Defalarca okudum; yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya, karışık!.. Şiirin bana söyledikleri kadar sakladığı vardı. Hâlen öyle… Her okuyuşumda bir kapı açıldı. Açılan her kapı kilitli başka bir kapıya çıktı. Şüphesiz bu şiir, benim şiirimdi, benim hakikat evrenimdendi. Her dimağın bu şiirden benimle aynı tadı alamayacağını biliyorum, bu benim hikâyem! İşbu yazının yazılış gayesi de bu noktada kendini ele veriyor işte: şiirini, öyküsünü, filmini arayan okur! Aramak, evet. Benim arayışım “Soğuk gümüş arama/ Sana sıcak güneşi veriyorum.” diyen bir şiirle, bitti.

Kaynak: http://merkezgar.blogspot.com.tr/2015/06/dunyann-en-guzel-ask-siiri.html