İlk bakışın tatlı anını
Ölümsüzce sonsuza değin yaşamak
Gün geçtikçe kördüğüm
Alfabemin tek prensesi “Prenses R”
Senin kollarında tabutumu hazırlayıp
Ellerimi göğsümde kavuşturmanın vaktidir
…
Hakkı Aytaç
Şub 23
Şub 23
Yetmiyor bulanık sular benizlerini tarif etmeye
Sokakların intizarını çürüten sessizliğe gömme bizi
Hasretler, yıllar boyu senin gülüşüne rengârenk kesilmiş
Tuz yangınında geriye kalan gözyaşlarınla ıslat hayatımızı
Benim kaldırımlarımda ağır ritminde akıyor hayat
Kimseler uğramıyor artık yorgun çıkmazımıza
Evlerimizden de çıkamıyoruz kapılarımız narkozlu
Halepçe’ye çöken elma kokusu yayılıyor şiirlere
İçimize çektikçe redifler düşüyor kapı önlerine
Hugin ve Munin bile senden haber getirmiyor artık
Taşların arkasına saklanıyor şahit tuttuğumuz toprak
Bizi evde taş duvarlara, sokakta kaldırım taşlarına
Şiirin siyah köşe taşına, gökyüzünde meteorlara…
İbrahim’i bir dua gibi bizi bırakıp nereye gidiyorsun
Adalet mi bu! Sefa kadar cefanı istiyoruz senden
Mahalleli sensizliğin sıtmasıyla sarsılıyorken
Sivrisinekler bataklığını göğsüme kurup oturmuşken
Pul pul dökülen benim şiirim, senin bedenin
Paramparça olmuş cesedinden bir reçete yaz
Kürlerle doldururuz ayrılığın kemoterapi çilesini
Bu şehre aynı kâbusla uyanıyor minareler
Ve ölmek için erken diyor salâ okuyan şairler
Hakkı Aytaç
Şub 23
Beni çok önceden vurmuşlar gibi davran
İdam mangasının karşısında aklımdan geçen son isim
Bir faciadan geriye kalan gözle görülür tek iz
Sorgu odasında itiraf edilen tek kelime
Uçurumun kenarında hatırlanan tek şey
La-ti-ka üç hece müteşabih ayetler gibi anlaşılmaz
Latika benzeyişlerle yıkanmış bir ömür
Latika bir kaybedişin öyküsü
Trenden uzatılan bir elin asla yakalanmaması gibi
Operanın işkence kokan anlarını hatırlatır Latika
Latika olmayan bir hayatın teatral sezgisi
Latika olmayacak bir ölümü defalarca yaşatır
Ağlayışlarla sarılıp yeniden hayatı kucaklamaktır işte Latika
Kayıp Hint sokaklarında aşkın tek tek yüzlerde aranmasıdır Latika
Bir ihtimalin ardından ömür üstüne ömür tüketmenin adıdır belki
Gölgelerin dansında unutulan hareketler Latika’nın umutsuzluğudur
Soruların doğru cevaplarının altında bilinmese de hep Latika vardır
Gözlerden bir göz istersin o da sadece Latika’nın milyoner gözlerini
Rupilerin değer biçemediği tek şey Latika’nın ürkek sesidir
Latika! Giderken geriye tek bir söz bile bırakmıyorsun
En saf mercan inciliğiyle getirilen sözler
Sadece ömür boyu yolculuğun tesellisi
Her gün geleceğini bilmeden aynı saatte
Aynı İstasyonda günleri yitirmenin adıdır
Bir bekleyişin en tatlı gülümsemesidir Latika
Öldükten sonra kavuşmak kaderidir Latika’nın
Herkes gider istasyondan Latika bile
Bekleyişin müdavimleri hala ordadır…
Özgeçmiş: “… o harita mühendisliğini yanlış anlayıp kelimelerle yol yapmaya başladı. Yazarak kendi göçünün karanlık yollarına, dönemeçlerine, kavislerine ve çukurlarına reflektör tutarak yolunu harflerle aydınlatmaya çalıştı.
Sonra memuriyet hırkasını sırtına geçirerek kendi cennetini yitirdi. Şairler şehri İstanbul’a göçü yarıda kaldı. Maalesef kelimelerle inşa edilecek olan cennetin enkaz temelinde kaldı. Karınca misali yoluna devam edip; hayat akıp giderken kalbini avucuna koyup İstanbul sokakların gezmek, mehtabında yari düşleyip elleri paslı kalemler tutsa da yazmaya devam etmek istiyor.”
Şub 23
Senin artık gülmekten vazgeçtiğin gün
topladım bu hurûfât tozlarını.
Gözlerindeki ışığa yeniden dokundum,rutubetli
sabrını yarıladım,badem çiçekleriyle
tazelenen gönül bağını yağmurlu
vedalara bağışladım…
Ki orada, o cefa yurdunda, tüyleri su
duasına çıkmış figan
içinde kavrulan bir
titreyiş
tin sen…
Habersizce varılan bu ıssız
yolculukta, yüzüme üflenen siyah
dakikaları sen
say!
Sensay, helak
oluş provasında çırpınan acziyet
liflerini.. O panik
halinin şiddetinde gezinen kasvet
ve muhabbeti…
Ve artık bütün aynaları ihmal
sine tahammül gösterebilir senin göz
bebeklerinle hükmettiğin bu vahşi dansa? Ruhumda
doğuştan gelen bunca metalik kusuru böyle
çabuk ve muntazam kim
setredebilir? Bundan böyle dudakların hangi
harfe kilitlenecek, son defa kalbine
sensor!
Ben ki, bu ummanı çoktan
kuruttum! Kuru bir gül
deseni gibi saçlarının huzurunda sedef
seccadelere saçıldım…
Dilinin oyuklarında çocukları
uyandıracak başka ne kaldı
diye sormayı hiç düşünmedim o tuhaf limon
ağacında sudan bir sebeple sendelerken.
Avucunun tiklerini her saat başı rüzgarın
kumuyla ovmanın anlamı ne
demeden önce, ayak bileklerine varoluş
kımıltısı zerkeden sarışın heyecanına dönüp
bakmayı aklımdan geçirmedim.
Kederli silüetini iyiliklerle dondurdum..
Sesindeki zayiata alıştım..
Kalbimi mecalsiz
bırakan kaybediş
sözleriydi iki yakana bütün
teferruatıyla iliştirdiğim fısıltılı
dilekler. Ruhumun ihyası
adına kınına sokulduğum o kadim kelimeler
bile alnımın çatısına biraz
olsun pey vermedi..
İyi ki bu yaşta beni kabahatli
kılacak çocuksu huylarım var
diyerek sürdürdüğüm sersemlik
halim, giderek seni
daha çok soldurmanın naçiz sıfatı
olmakta gecikmedi…
Çok uyumaktan sararan dişlerim
için biriktirdiğim bu mayhoş lezzet,
senin dumanlı susuşuna çarpan beyaz
mecazi bir kokuya dönüştü.
Ağlamaktan kırıldığın gibi sükûn
buldu herşey..
Sonunda hayata yaptığın yas
dolu teklif, irili
ufaklı bir çok ham hevesi söktü
aldı benden..
Günün birinde lalelerle serinlemek
hayali, meçhul bir zamanın koyu
karanlık girdabına sıkıştı
kaldı..
Ve göğsümde yeis
içinde didişen kimse için değilim ben! sayhası, senin
sesinle ıslandığım her gün sanki
biraz daha kabardı..
…
Nihayet bitti!
Ve başladı o keten rüyanın ömrümü
sızlatan hışırtısı diyebilecek
kadar uzun ömürlü
olmam gerekmeyecek..
Belki de o mel’un
tuzağı bir daha hiç
demeneyecek, mazinin ıslak
teniyle nabzımı uyuşturmayacak, babaların
hareli sırrını büyük
bir iştahla kazıyacağım hayatın
canını sıkan toplu fotoğraf
albümünden..
Belki de neden
sonra yanılacak hafızam..
İkiz bir harf
gibi sayıklanacağım dünyanın sonunu
sayıklayan o mûtena sarnıçta.
Hiç kalbim kalmayacak! ..
İhsan Deniz
Şub 23
kimseye kıyım yok benim, kıyısızım
benim uçurumlara yakışan sûret
kendime ayırdım yalnız yalnızlığımı
yazdan güze güzden kışa biteviye akan
bir içdeniz gibi en içime dolan
nice nehirler akmakta bahçeme
nice köprüler kurulmakta sözsüz
kim indi kuyuma,kim(in) di bilir misin
kûy-i yâre bırakıp giden kalbini
çürümüş yazlardan geçerek
son yaprakları son aşkları son hüzünleri
bırakarak ıssız yolculuğuna çıkan,kim
başkasına sığ kendisine derin bu mevsimde
serkeş akşamlara küskün yollara yoldaş
ne olur sarartma beni ey güz
“huysuz konuk”uyum ben bu şehrin
ince parmaklarınla kapa gözlerimi
yaslı sözlerle teskin et ben yolcuyu
sanma ki “safâdan sema-ı râh ederim”
bu ateşten mevsimin kıyısında
Mehmet Solak
Şub 23
1.
parça pörçük
bir şiir bu
hem bütün benim gibi
ha var ha yok
2.
rutûbet kokuyor genzim
balçık her yanım kara balçık
çözüldü çözülecek dilim
koptu kopacak tufan
el aman
3.
ne
zaman boşalacak
bu gergin bu meyus yay
alın çatına dünyanın kötücül aklıma
kaçak sayılsak da kehânet gecelerinde
yarım kalsa da suçumuz
alıştık kalbimize yenilmeye
alıştık nietszche’nin ölümüne
dar vakitlerde ölmeye
ya hallâc-ı mansûr’a
takvimler göstermese son günü
ne çıkar uzun gelse
çentiklenmese hayat birikmese
yok olsa denizde masmavi köpük köpük
gecikse attar’ın anka’sı zümrüt siyahı
kopsa tufan kim erer salâha
nuh değilse adı kim
körelen bir bilmece bu
eksikte yok olan parçada bunalan
kelâmı olmayan mihrap mı ne
ne karıncasız yaz ne vahasız çöl
yetebilir mecbur kalbime
sultanı olsa da bir güzeller güzeli
gökten üç elma düşse de tek evime
çıkamam kerevetine
neden
4.
kim sussa
kim yalnız kalır
kim tek başına, nerede
duvar altında kalmasa hâlâ
çıkabilse çan seslerinden
hac yolunda kervanların önünde
uçsuz bucaksız bir anda
ipek yolunda, kuşkulu
allah bilir, kim
5.
söyleyip kurtulacağım
sözlerim (mi) var baht-ı siyah
adımı geri verdirtmeyecek
mezarda bile kanayacak kımıl kımıl
kararlı ve katı
şeytanın
kulakları çınlasın
oysa her söz fazladır biraz
biraz daha yakın ölüme
köpekler düşmüşse peşine
sır üflenmişse apansız
açılmışsa aklımızı yaran yarık
suç ve ceza ve diriliş
sessizce geçmişse önümüzden melekler
yağmuru beklerken biz
güneşi ve yari
bir deri bir kemik
6.
bir ateş tesellisi
bir tatlı söz
her akrebin içinde
kalamadığında şeksiz şüphesiz
örtün beni örtün, diyeceği bir vakitte
büzüştüğünde yine kendine
içini soğutacak kor serinlik
mühürlenmiş evlerden
serperek duasını yüzlere bir bir
esirgenmek için
kucakla-mak için
(-ya bilmek için) ol kelimeyi
çok günahım var, biliyorum
bağışlanacak
çok ad, anmayı unuttuğum
yıllardır levh-i mahfuz’da
aliyyül âlâ
7.
sehven yaşanmış bir hayat
için nedir elzem olan
sağa selam secde-i sehiv
var mı kitapta yeri
hangi kitap
sonra yeniden yazılmışsa
tahrip makamında
yenilendikçe yenilmişse
kim
bir de öteki çıktı şimdi
gökten zembille inmedi, malum
bir başkası mı ben
hani demişti ya rimbaud
yoksa benden içeru
benden gayb
bir ben mi var bende
aklım mı karıştı ne! hayır
ahvalime sığındım mı çırçıplak
şeytan girse de aramıza mütemadiyen
gecikse kimileyin çok gecikse mehdî
su gibi aktım su gibi su
kûze eylenmek için kûzâha inat
cerh tadil
c e r h ta dil
tadilcerh
8.
hiç beden aramadım belâ’dan
ne sözüme ne kendime
kimse sormadı ister misin
diye hiç kimse, neden
bürünmek için ete kemiğe
nefes almak körükçe
sehven ısırmak elmadan sehven
ısırdıkça ısırmak sonra şehveti
bir olamadan bir, bir
olmak ne zaman
ne
ne sözler söyledim
ne hazlar yaşadım ne
ne söyledimse kimin için
yaşadımsa kimin kim
kaç söz kaç haz eder
kaç haz neye tekâbül
– haz sayılır mı hiç ey ahmak-
haz! .. haz… hazırım
hazırım bir volkan gibi solumaya
kül kül zonk zonk
işte akıyor magma
m
a
g
m
a
akma!
a
l
e
v
a l e v
huuu!
ya hu
hu
9.
diriler kimi çağırır ölüler kimi
sökülmüşse teğelleri sırmalı kaftanın
kime ne kamıştaki zâr’dan
korarmış milden, mil mil
gözleri kör eden aklı karartan
o sağır kuyudan
gölden kime ne melâlî
haşim’in acem seccadesi
nerde o mükedder belde
hangi yolun sonunda
kertik yolculardan âzâde
unutma kendini diyen yani kalbini
unutma boynundaki bıçak izini
unut ama dört işlemi önce bölmeyi çıkarmayı
imlâyı –bînizâm imleri-
ayraç aç ve kapa
(sus)
sus
konuşma diyemem, sus
kovulursun yoksa cezbeli ayinlerden
dizleri dibinden mürşitlerin
ağaların hanların hamamların
duldasından bir bir, bir ömür
seğiren anılardan bile
bir boşluk bırak ardında
zaten boşluk önümüz ardımız
sağımız solumuz
sobe!
sobelendinse bir kez
duyulur mu çarmıhta
uçurum mübadelesi sesin
kurşun dokunuşu şakaklarında
ölüm:
s.o.s
ölüm olmasa
demedim hiç
desem de ne fayda
el hak
“ölüm bize ne uzak
bize ne yakın ölüm”
tatmadık ölümsüzlüğü
kim tatmış ne zaman nerde
azalan bir tesellî
çoğalan bir ağrıysa
yaşamak
10.
biraz fazla, belki
çok fazla gülmek için hayat
buzla ovmak donmuş parmakları
her rivayete kulak vermek hemen
ravisi kim
bilmeden adres defterlerinden
medet umarak hükmü kalmamış
sadra şifa bir söz bulmak
marifet susmaktır demiş
bir derviş, bilmiyorum kim
unutmak olmalı belki
unutmak diyorum kötülük çiçeklerini
bir türlü unutamasam da
üstüne abanan birden
deniz gibi toprak gibi
ölüm gibi erken gelen
dağlar kızı’na nicesine
nicesine oy oy
erken ölüm yokmuş oysa
her ölüm vakitliymiş meğer
vakti saati varmış er ya da geç
vakti saati
ne zaman
kim bilir kim
11.
çok konuştun ey gafil
sol yanından mı kalktın yine besmelesiz
şehadet getir allah muhafaza
bilmez misin ne oldu deli dumrul’a
pervasız abdal’a cellâl ömer’e
hâşâ! hâşâ!
kastım devadır, derdnâkım
el çek talip, yaramdan
helâkım
helâkım
12.
el çektim yaramdan
desem çekemem
gömleği gözlerimde kınalı yusuf’un
pıtır pıtır dökülen kurtçuklarım
çorap kaçığı teninde eyyub’un
işte kanla kirlenmiş evrak
daha ne sayayım ağlıyorsa tarih
kanıyorsa ogünbugün
elimize yapışmış kalem
eksik çok şey var çok
benden sana senden bana akmayan
ey hayat
çatladı aynan taştı ardında boşluk
kim bilir kim yitik
kim bulundu arandığı yerde
müşahhas ve müsellem
kim muhkem
kim
13.
bırak soru sormayı
sorma da gör, bırak
boşalsın zembereğin bir anda
– bak takılmış en başta-
eksile eksile uzasın zaman
dile gelsin dil söze gelsin
silinsin geçmiş gelecek olmuş olacak
ha hikaye ha masal ha şiir
dönsün çağrılan yalvaç, memnun mu ki yerinden
sorma
kuşlar kanatlansın pır pır
kuşbazlar pusuda kalsın gaddar mı gaddar
cellatlar sehpada yatakta kimileri
sofular en ön safta
hemen ardında imamın, sırtında
gani gani olsun diye sevabı
tüccar kârda
bu dünyada
bu dünyada sanki
yasak soru sormak
kim mühürledi dilimizi
kim
sorsam ne çıkar hem
sormasam ne
nedir ölümü rehin alan
sormak fiyaka mı
ne
14.
buradayım işte
gizlesen de çalı çırpıyla
sayılarla pürtelâş sarargın yüzümü
sana inat buradayım
işte ben neredeysem
öznesi kendi nesnesi kendi
bağışlanmak dilenen yine de
muhtemel her fail-i meçhulden
biraz küstah belki
had bilmez değil
tükendikçe sabır
söndükçe ışıklar bir bir
adımı siler kendimi beklerim
bilirim zaman alır
kendimi beklemek
bir ırmak şırıltısı duymak hafiften
15.
bir yarayım ben bir yara
kanadıkça yarılan
nafile bunca kelime bunca şiir
hangi söze sığar bu çığlık
bu hüzzam bu keman bu mülteci
sanma ki kapanır eski defterler
sararsa da yaprakları samansı
canlanıverir bir süzük bakışta
bir dokunuşta, ne varsa
sakladığı, saçar ortalığa
boşuna çarpmak toplamak beni
boşuna ahvalim sormak
soyulup kanamaktan
yoruldum artık daraldım
uyuyup uyanmaktan
neden
16.
uyumak hayat verir oysa insana
“bir sanrı değilse yaşamak”
17.
elbet sana döllendi
bütün huylarıyla gövdem
tamamlansın diye eksik yanlarım
eksik kalmak niye
niye söz uçar yazı silinir
geviş getirir develer dinlenirken güneş altında
ritmik yürürken müs tef i lâ tün
tef’ileler tüm
dökülmez kirpikleri, kime güzel görünsün diye
sevindirik olur yeni yetme kızlar
domuran yerlerine bakıp aynada
bir o yana bir bu yana dönüp durup
kıs kıs güler şempanzeler elleri meşgûl
eller mi!
ah o eller
geren ve gevşeten
akla ziyan eller
kimin
18.
bir delilik sınavı mı bu
cinnet hangi soruda hangi seçenekte
hani göremedim yok mu ne
cennet’in ce’si son soru hem de
tesadüf mü yoksa tevafuk mu
böyle gelmiş böyle giderse bu heyula
bir bulut yumağı olmazsa dünya
hep böyle kalacağım
hep böyle
böyle çivilenmiş
böyle biçilmiş
böyle karnında balığın
iki büklüm tor topak
bin bir desise
desise içinde desise handiyse
neden
19.
ey pîr-i dessas
git kapımdan dokunma tokmağına
yaldızları bulaşır yoksa eline
kursağında kalır hevesin
git yanlış değilim ben
yandaşın değil hiç
kimin yanlışıysa alkış
o yandaşın
ona git
20.
el versin pîr-i mugan
aksın mey dolsun kâse-i nun
berzahta, kalmasın korkuların
21.
korkutulmuş bir çocuk mu var içimde
haydi inelim en derine hekim kim
yok çocukluğumla alâkası biliyorum
yetişkin yaşadıklarımdan işaret
çevrimdışı oluşum
bundandır belki sandığımdaki maskeler
yakmak isteyişim ormanları birer birer
bir esrar mı yoksa cezbeden
bir muamma mı var bildiğin
yahut bir ebcet
kim olmadığımı ele verecek
çekilip kabuğuna kıvrım kıvrım
orda mesut müreffeh
günler anlatacak
karantina günleri meselâ
şubat çalgını kocakarı ayazına denk
kendi tapınağında herkes
iki ayazma arasında muhlis
yaşarken bilmece-bulmaca
soldan sağa devlet
yukardan aşağıya din
çıkarken bütün kareler
kim ihbar eder kimi
iki namlu arasında kalmışsa
22.
kontesi kim vurdu
bilmedim duymadım hiç
hangi kontes hangi kontun
geçmişte kalmadı mı onlar paşalar gibi
demeden daha hatırladım hemen
kortej hazırmış meğer
hangi birini sayayım bir bir
nisyan ile malul
değil mi insan
23.
nisyan mı dedim, isyan
desem ne değişir acaba
çıkar mıyım dinden imandan
bir talakım düşer mi cüftümden
– damdan düşer gibi-
tazelesem imanımı kurtarır mıyım nesebimi
boyun bükmeliyim değil mi
sakalını sıvazlar takkesini yerleştirirken tam tepesine
hâce-i muazzama
mülâyim mi koydunuz adımı
bir adım var zaten doğduğumda konmuş
atalara uyulmamış beklenmemiş hiç
ismimi bulayım ismimle müsemma olayım
islenmiş bedenim belki ondan
kime yoldaş kim bilir
nehrine dar gelen bu havza
kime
24.
şairim ben hatemü’ş-şuara
olamasam da -kaddesallahu sırrahu-
söz saklamam karnımda
karnaval şamanı değilim çünkü
avunsun diye evlâd-ı iyâlim
suçsuzum, suç gizlemez şiirim ne de aşk
harfler eşkâlim ekber şeyhim
kâh elifim kâh nun kâh mim
kalamam burada böyle muazzep
bir memeden öbürüne körleme
öteki koyundan beriki barka
şekerli sakız çiğner gibi böyle
telâşlı çingene
olamam mülemma
25.
bir yenilgi mi bu, yakın
bir istilâ sessizliği
kendini sızdıran ağır tahrik
kuzeyden güneye kızıl
batıdan doğuya yeşil
kandan dumandan ve yastan
kim güne benzemişse geceden
arsız ve ısırgan
hiç acele etmez mi büyümek için çocuklar
sonra ölmemek için emdikçe dünyayı
kurşun dökmeli belki
tütsü tütmeli biraz köşe bucak
üç beş üzerlik defetmek için
çarçabuk buğulu
başlayan devrimi
kim rahat bırakır renkleri
ayları ve günleri
kim
26.
bir rengi var mı her insanın
kokusu gibi kendine has
kafka’nın rengi neydi meselâ
günahın rengi mi
hangi sarı van gogh’un
kim üşür hangi renkte her mevsim
çıplak ayaklı picasso mu
en yaslısı siyah en acısı kahve mi
eli kırbaçlısı kırmızı en körü
hangisi göçmen hangisi yerli
bir şey akıyor içime çivit mavisi
ayaklarımda kurşunî bir ağırlık
sonu yok (mu) renklerin
kim kimin rengine boyanır kim alaca
palyaço kimi aldatır, güneşleyin
renk vermiyorsa çiçekler sesimize
hiçlenmişse söz
kimi
27.
nedir tebelleş olan bu yaz gününe
yazıyı ısıtırmış yaz ne zaman
düşerse karpuz kabuğu denize
ha yaz ha kış zor ısınır yazım
oysa yazılmak içindir kaynayan kan
depreşen yalnızlık
soruları saklıbahçenin
öpülmek için her kadın güzel kalsın diye
yağmur yağmıyorsa her yazıdan önce
sonra ebemkuşağı akmıyorsa renkahenk
kurtadam olmuyorsa şair her dolunay
kim yazar şişi kebabı tandırı
yakma pahasına kazı onca yıldır kaynayan
kim çağırır sırâta hakk’ı
kim
28.
nedir
kılıçtan keskin kıldan kalın
kesen başı bitiren savaşı
yal ü bal olan erenler dilinde
koklasam kalbimi
bahar değer mi gözlerime
göğerir mi yine ellerim
29.
yoruldum tanrım
yoruldum aramaktan
aramakla bulunmaz olanı
biliyorum saplandı bir kere çivi
kanırtsam ne fayda
paslı ve ezik başını
iliğime işlemiş ne kemik
ne et kalmış hayata karışacak
30.
yas tutsam faydasız
sökülmüşse ağzım sarkmışsa dudaklarım
iğne iplik tutmuyorsa hiç
perde yetmiyorsa sımsıkı örtmeye içimi
kim çeker tırnaklarımı kökünden
uyuşturmadan beynimi
son bir kez deri atamadan
mankurt bir yılan gibi
şu taşın dibine törenle
her aybaşı
31.
ya bitiremezsem bu şiiri
kırkını çıkaramazsam ne yaparım
şirpençe çıkar mı dilimde
yavuz gibi kalır mıyım sefer ellerde
ölsem ne çıkar ölmesem ne
diyebilsem de heyhat
müstafî sayılırım hemen
teşahür erbabınca
32.
kuşku tutmuyor, neden
herkese yetecek kuşkum var oysa
bir başı bir sonu her esatirin
kime mağlûm kime meçhûl
her masala uygun tekerlemem
kaf dağı, padişah kızı, tellâl
hayal içre hayal
olsa da
33.
ne desem lâf ü güzâf
esenlik yok otlara bile
ateş yaktıkça su soğuttukça
saklandıkça yasaklar böyle tutsak
kalacağım cem gibi
34.
her yer mor menekşe
her yanım hüzün sağanağı şimdi
adını ne koymalı bu hayatın
bilmem ki soğuk sular dökünüp
çıksam sokaklara üryan
serinlik değer mi alnıma
güneşli günler için sakladığım
kurumuş yapraklara
bir çalkantıysa zihnim boz bulanık
uzayan bir ayrılıksa ömrüm
ne koymalı adını
her yalnızlıkta bu hayatın
35.
kimden miras bana
bu dikişsiz keten
kim ilikler kim çözer düğmelerimi
kim diker söküklerimi
yalanlamadan tanıklığını
mehtap dalgını meleklerin
hani nerede
gelincik ödüncü yanaklarım
düşlerimi ıslatan uğultulu sularla
beni uzaklara aparan yelbir
terli taylar
kopuk gelen dört nala
soyunsak mı sulara
yangın yakamozlara
soyunsak
nasıl da eskir birden
gövdemizi epriten zaman
rehavet çöker sabah erken
akşamda kalan denize ve kumsala
bu akortsuz gitara
36.
nerde beklenen ulak
ipim kalmamışsa kime ulanacak
kimi yakacak bu nar
kim masum kim cürümkâr
bilmem cüretkâr gecelerden mi tevarüs
bu sırıtkan hatırlayış bu haykırış
çıkar mı saplandığı yerden bu hançer
köpürse nehirler deli devlek
açılsa kapılar
batın
ve
zahir
37.
kelimeler olmasa
ne yapardık tanrım
şeyler olmasa gizli ve aşikâr
tekvin olmasa bu alçak dünya ins ü cin
gayba mahreç olmasa kün
zuhûr etmese ma’dum
cinlenir miydi mecnûn dillere destan
yol bulur muydu ateş denizinde
mumdan gemiler
ayaklarımın altında ırmaklar
38.
yolumuz nereye kadar
ne kadar uzar böyle ıssız
kırarmış saçlarımıza inat
güneşle inilen puslu kanyonlarda
öfke bileyen derbentlerden
geçer mi barbar köylerinden
daha şafak sökmeden derin uykularda
kaygı basmadan aman dinlemez dağları
ne kadar uzar ne kadar
bu yerli yerinde sürgün
var’dan yok’a hayret
olupduran
dur
ve
an
dur ki soluklansın an
eşkâlin olsun sûret
karanlıkta kalmasın vicdan
vecdi an
hayRan
hayyy r aaan
39.
neden akşamdan sabaha
adını sayıklar
senin olsun isterim
gördüğüm bütün harfler
hep senin muhbir gölgeler
neye baksam sen
mahbûb
kim/sen
40.
adına hazırım
adım adım
adın
adım
Mehmet Solak
Şub 23
kaldı mı kimi kimsen
iki adres arasında kahırdan
boyuna eksilen senden
temkinsiz bir rivayetin
vadesiz mektuplarından başka
kaldı mı…
en hazin şarkımın
rengi ol, sıfatı öyleyse
heveskâr esmerliğime sırdaş
içimde eskiyen siyah- beyaz bir filmde
mültecisin işte, kendinden
çıkacak yolun yoksa kime uzak
kime çıkar bilmediğin
ne sırtında hırkan sükûtu neftî
ne mührün lekesi cebinde
haydi in kendine bir kelime seç
kimsesiz harflerin sığınağı olsun
aramızda gezen meleklerin sesi
sırlardan bile sessiz nâzenin
bir kelime: adın olsun
Mehmet Solak
Şub 23
ben ölümdüm
her akşam hüznüyle ölürdüm
oysa ne çok şarkı söyler yürürdüm
bilirdim her şarkı dokunur gönlüme
her adım tüketir adımı
ne de çok adım vardı
nereye dönsem deniz oradaydı
bir beyaz martı çığlık çığlığa
ağzında inci mercan nar
nârına ölürdüm
ben ölümdüm
kaçtıkça kanardı düşlerim
uykuya sarılır gözlerim kavgaya uyanırdım
kurşun asker değildim postallarım temizdi
omzum boştu lâkin bir başım vardı
kavlamış kulağım bereme gizlenmiş saçlarım
sonra kelimelerim olanca yorgunluğuma eş
yeminim her vakit alkışım
ısınmadan soğuyan soğudukça ısınan yatağım
ki akardım aktıkça genişlerdi suskun
her yağmur ürkütür yolda bırakırdı her kar
ben her seher ölürdüm
ben ölümdüm
denizin rahmini yırtınca o çirkin ses
yüzünce gövdesini köpürten hançer
açardım penceremi hayata inat
uzanırdım körfeze yaslanarak
her nöbet ısınırdı avuçlarım
katırtırnakları batardı sırrıma
kasılır tutardım büyürdü karanlığın ortasında
nicedir serpilen serap binnaz
nazına ölürdüm
ben ölümdüm
pusulam pusluydu rehberim kaçak
yani ben vuruldukça yarasını öpen
teleği tükenmiş kefeni biçilmiş güvercin
gerdanı gayya gözleri köz
öylece dalardım arastaya hüner beğenmeye
dostumu ünler küserdi kalemim
poyrazı savurur kıbleyi saklardım
yanardı ayaklarım bağrında sımsıcak kan
sûzan sana ölürdüm
ben ölümdüm
doyamaz ölürdüm
Mehmet Solak
Şub 23
Çingene ruhum, dizginle artık atını
Bundan öte yol yok.
Akşam, rüzgâr kanatlı bir kuş
Çökmede ağır ağır, şimdi
Yolculukların suya düştüğü andır.
Eğilip bir bak yüzüme
Gözlerimde çizili eski atlaslara bak
Yıldızların döküldüğü o eski yollara,
Şimdi orada
Ne ağır ve uzun kervanların
Konakladığı ırmaklar
Ne göçebe sarhoşluğu var
Sıcak yaz gecelerinin.
Gecenin çatısıdır, açılınca
Evrenin dişi güzelliği,
Binbir gökyüzü altında uyuduğumuz
Sevişip çoğaldığımız o özgür
Gururlu ve dost
Günlerin sonuna geldik.
Hangi hasrettir bu, bitirir bizi
Kapısı aralık odalarda eridi mumlar,
Saat kaç, neredeyiz, kimin bu telle çevrili duvar
Kimin eseri bu karanlık sokak
Bu bembeyaz kefen, bu ansızın
Ölüp yitiveren zaman.
Bir ok atıp düşürsem geceyi
Önümde diz çökecek aydınlık günler
Çıplak göğüslerimizde yeni yıkanmış yaralarla
Ve ağacın en yüksek dalında
Gürültüyle açarken kalbim.
Çingene ruhum, dizginle artık atını
Yolun sonuna geldik
Tuğrul Tanyol