Anlatılır ki senin bacakların
Çıplakken..iki yasemin tarlası
(…)
Anlatılır ki: altından iki şelale
Nemli bir sabah gibi çorabın içinde
Nizar Kabbani
Çeviri: Aysel Ergül Keskin
Şub 23
Şub 23
Şub 23
Feryâd ki feryadıma imdâd edecek yok
Efsus ki gamdan beni azad edecek yok
Tesir-i mahabbetle yıkılmış güzel amma
Virane dili bir daha âbâd edecek yok.
Kes, varsa alkan bana ey tali-i dûnum
Sen var iken âlemde beni yâd edecek yok
Hakkıyla bilir zâr gönül halet-i aşkı
Mâhirdir o fende anı üstâd edecek yok
Ya Rab ne içün zar Nigâr şu cihanda
Nâşâd edecek çoksa da bir şâd edecek yok
Nigar Hanım
Şub 23
Derdim çoktur hangisine yanayım
Yine tazelendi yürek yaresi
Ben bu derde kande derman bulayım
Meğer dost elinden ola çaresi
Türlü donlar giyer gülden naziktir
Bülbül cevreyleme güle yazıktır
Çok hasretlik çektim bağrım eziktir
Güle güle gelir canlar paresi
Benim uzun boylu serv ü çınarım
Yüreğime bir od düştü yanarım
Kıblem sensin yüzüm sana dönerim
Mihrâbımdır kaşlarının arası
Dîdar ile muhabbete doyulmaz
Muhabbetten kaçan insan sayılmaz
Münkir üflemekle çerağ söyünmez
Tutuşunca yanar aşkın çırası
Pir Sultan’ım katı yüksek uçarsın
Selâmsız sabahsız gelir geçersin
Aşık muhabbetten niçin kaçarsın
Böyle midir ilimizin töresi
Pir Sultan Abdal
Şub 23
Küfr-i zülfün salalı rahneler îmânımıza
Kâfir ağlar bizim ahvâl-i perîşânımıza
Seni görmek müteazzir görünür böyle ki eşk
Sana baktıkça dolar dîde-i giryânımıza
Cevri çok eyleme kim olmaya nâgeh tükene
Az edip cevr ü cefâlar kılasın cânımıza
Eksik olmaz gamımız bunca ki bizden gam alıp
Her gelen gamlı gider şâd gelip yanımıza
Gam-ı eyyâm Fuzûlî bize bîdâd etti
Gelmişiz acz ile dâd etmeğe sultânımıza
Fuzûlî
Şub 23
Bağrım doludur gamzen oku yârelerinden
Feryâd anın gamze-i hârelerinden
Nâçâr ederim sabr firâkına rakıybin
Bir çâre bulam deyü anın cârelerinden
Şimden gerü benden yana ne fâide kılsın
Çün oldum anın âşık-ı âvârelerinden
Dikem kefenim yakasına ele girerse
Bir pâre anın eteğinin pârelerinden
Ne vâklalar geçti ki defterlere sığmaz
Şîrâzi ile sevdiginin ârelerinden
Elvan-ı Şirazi
Şub 23
Bu Kokuşmuş Kafayla Devlet Yürümez
Dolmabahçe Sarayı’ndaki 1931’in Ağustos’undaki yemekte Ruşen Eşref Ünaydın, Dr. Reşit Galip, Recep Zühtü, Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü Aras, Celal Sahir, Hasan Cemil Çambel ve daha birkaç kişi ve kimilerinin eşleri var. Dr. Reşit Galip, huzursuz, kabına sığmıyor, içkiyi de fazlaca kaçırmış durumdaydı.
O gece Millî Eğitim Bakanı Esat Mehmet Bey, kız öğrencilerin kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu gömlek giymelerini uygun bulmadığını, bu nedenle daha kapalı giyinmelerini bir genelge ile okullara duyuracağını söyler. Bunun üzerine, Dr. Reşit Galip:
-“Yanlış düşünüyorsunuz beyefendi! Bu bir gericiliktir. Kadınlar eski durumda yaşayamazlar. Devrimlerden en önemlisi, kadınlara verilen haklardır. Başka türlü batılılaşmakta olduğumuzu iddia edemeyiz. Bu kokuşmuş kafayla devlet yürümez!” Demesi üzerine, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın kaşları çatılır:
-“Sözlerinizde hoşgörülü ve ölçülü olunuz” uyarısına karşın, Dr. Reşit Galip:
-“Devrimci devrimcidir. Devrimci olmayan da devrimci değildir. İnsanlar bir yaştan sonra ister istemez tutucu olurlar. Meclis’te bunca genç, idealist, bakanlık yapacak yetenekte insan varken, böyle yaşlı kimseleri Milli Eğitim Bakanı yapmak hatadır” diye devam edince, Gazi’nin kaşları iyice çatılır. Yaşlı ve deneyimli Millî Eğitim Bakanı Esat Mehmet Bey, geçmişte Gazi’nin öğretmenidir. Gazi’nin:
-“Esat Bey yeteneklidir. Davamıza inanmıştır ve benim hocamdır. Beni okutmuş olması, sence bir değer taşımıyor mu?” Sorusuna, Dr. Reşit Galip:
-“Kusura bakma Paşam, taşımıyor! Okuttukları içinde sizin gibi bir devrimci çıkmış ama kim bilir nice tutucu da çıkmıştır” cevabını verir. Gazi:
-“Bu masada hocama ve bir Millî Eğitim Bakanı’na hakaret etmenize izin veremem” diye çıkışır.
-“Bunun üzerine, herhalde Dr. Reşit Galip özür dileyerek susmuştur” diye düşünüyorsunuz, öyle mi? Ama yanıldınız! Aksine:
-“Devrimleri korumak için sizden izin istemiyorum. Hatayı yapan siz de olsanız, sizi de eleştiririm. Roz Nuvar’a verdiğiniz 15.000 liralık kredi mektubu da siz yaptınız diye hata olmaktan çıkmaz!” Diye devam eder. Hayda! Paşa değil, bakan değil, meclis başkanı değil. Sade bir milletvekili, herkesin içinde Cumhurbaşkanı’nın yüzüne karşı söylüyor bunları. Olacak şey mi? Gazi:
-“Yoruldunuz, biraz dinlenseniz iyi olacak. Buyurun, biraz dinlenin!” Diyerek, Dr. Reşit Galip’in nazikçe sofrayı terk etmesini ister. Herkes bu saygısız milletvekilinin hemen kalkıp gideceğini beklerken, O:
-“Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Milletin işlerini görüşüyoruz. Burada oturmak, sizin kadar benim de hakkımdır” demesin mi? Böyle bir durumda, siz Gazi’nin yerinde olsaydınız, ne yapardınız, bilemeyeceğim, ama o büyük insan:
-“Öyleyse, biz kalkalım!” Diyerek gerçekten sofrayı arkadaşlarıyla birlikte terk eder. Gerçek ‘büyük insan’ odur ki, güçlüyken, güçsüzler karşısında sinirlerine hâkim olmayı bilir. 30’lu yılların ünlü liderlerinden ne Hitler yapabilmiştir bunu, ne Stalin, ne de Mussolini…
-“Boş ver onları sen muhterem de, bu öykünün sonu nasıl bitmiş, onu söyle sen bize” diyorsunuz, öyle mi?
Doğal olarak, Gazi gibi bir lider, Dr. Reşit Galip gibi bir milletvekilinin kendisini küçük düşürmesini kabul edemez. Kim bilir, bunun acısını ondan nasıl çıkarmıştır? Diye düşünüyorsunuz, değil mi? Bakalım…
Gazi, sabah uyandığında, Genel Sekreteri Tevfik Bıyıklıoğlu’ndan Dr. Reşit Galip’i sorar. Bıyıkoğlu, Ankara’ya gidecek kadar borç para istediğini, bunun üzerine 25 lira verdiğini söyler. Gazi:
-“Bu durumda olan bir arkadaşa 25 lira mı verilir? Bari benim hesabımdan birkaç yüz lira verseydin… Adamın parası yokmuş, baksana! Cebinde beş parası yok ama karakterinden hiç taviz vermiyor. Parası yok ama cesareti var…” der.
Hikmet Bil
(Atatürk’ün Sofrasında, Uncu yayınları, İstanbul 1981. s. 54)
Şub 23
Yürü bire yalan dünya!
Sana konan göçer bir gün.
İnsan bir ekin misali,
Seni eken biçer bir gün.
Ağalar içmesi hoştur,
O da züğürtlere güçtür.
Can kafeste duran kuştur,
Elbet uçar gider bir gün.
Âşıklar der: Ne olacak?
Bu dünya mamur olacak.
Osmanlı Halep alacak,
Dağı taşa katar bir gün.
Yerimi serin bucağa,
Suyumu koyun ocağa,
Kafamı alın kucağa,
Garip anam ağlar bir gün.
Yer üstünde yeşil yaprak,
Yer altında kefen yırtmak.
Yastığımız kara toprak,
O da bizi atar bir gün.
Bindirirler cansız ata,
İndirirler tuta tuta,
Dünyadan yol var ahrete,
Yelgin gider salın bir gün.
Karac’oğlan, naaşıma,
Çok işler geldi başıma.
Mezarımın baş taşına,
Baykuş konar, öter bir gün.
Karacaoğlan
Şub 23
Ne peygamber-, ne de can çiçekleri
Ne de buhûrumeryem;
Hep korku çiçekleri
Oldu saksılarımızı süsleyen.
Ürkek bezgin baktığımız göklerden
Yarınlara güvendi umduğumuz.
Çocuklar, evler ve ekmek…
Ama mutlu muyuz?
Zehirli, yeşerirse toprakta
Bir tohum, içtiği baldıranlardan
Açar korku çiçekleri, yozlasmış tür.
Yeni aşı ister, budamak ister
Bizden geçmiştir.
Vardığımız her çizgi bir duvar kesildi
Kaygan küfler aşamayınca.
Ve ne olur bilirsin
Ve güzeldir dünya…
Yaşamayınca..
Behçet Necatigil
Şub 23
BAK gökyüzüne. Hiçbir takımyıldızı var mı adı “süvari” olan?
Çünkü bu tuhaf bir biçimde mal olmuş bize
bu gurur dünyadaki. Ve bir ikinci kişi
onu yürüten ve tutan ve onu taşıyan.
Değil mi öyle, ele geçirilmiş ve ehlileştirimiş,
varlığın bu güçlü doğa parçası?
Yola çıkış ve dönüş. Yine de anlatır bir dokunuş.
Yeni uzakları. Ve bir oluverir her ikisi.
Ama gerçekten öyle mi? Veya her ikisi de
kastetmezler mi aynı yolu, beraber gittikleri?
Masa ve çayır ayırır onları adlandırılamaz biçimde.
Bir aldatmacadır yıldızların bağı.
Bir süreliğine sevindirsin bizi yine de
inanmak bu görünüme. Bu yeterli yine de.
Rainer Maria Rilke
Çeviren:Yüksel Özoğuz