Birakujî nedir?

Bin dokuz yüz doksan dört. Haziran. Şairim, ağabeyim Abdulla Peşêw, göğsünden hiç çıkarmadığı kalbiyle uzun bir geceye başlar. Yazacağı şiire bir ad bulmasına gerek yoktur. Şiirin adı, Güney jargonunda “partî” ve “yekîtî” olarak anılan iki Kürt partisinin adını çoktan koydukları bir vahşet olarak her sokakta, her dağda uğulduyordur: “Birakujî” (kardeş katli).

Şairin sözünü şiir yapacağı uzun bir gecedir bu. Her bir dizeyi sadece bir kere yazar. Pimpirikli şairler gibi dönüp tek bir dizeye bakmaz. “Ev ne helbest e, helwest e” (Şiir değil, bir tavır bu) der. Kürtler, “kurt soylu çobanlar” gibi “açlıktan kırılan çocukları siper ederek” birbirlerinin kanını iştahla döküyorlardır Hewlêr’de de.

Bütün Hewlêr şairin o gece o şiiri yazdığını biliyordur. Sabah herkes erkenden uyanır, şiiri dinleyen ilk kişilerden olmayı umar. Şair uyumamıştır. Evin basık kapısından çıkar. Sokağında biriken yüzlere bakmaz, onları görmez, onlara selam vermez. Elindeki şiir ilk kez rüzgâra değerken yüzündeki taze çiyin sesini fark eder. Ama mutlu olacak bir şey değildir bu. Hatta serçelerin kardeş çağrısı, hatta erken sabahın toprak kokusu bile. Şair yürür.

“Bugün şiirlik bir gün değil
Kendi kendime terennüm ediyorum işte 
Son derece sade bir dille söylüyorum size: 
Kürt olup bir Kürdü öldüren kişi 
Piçtir, alçaktır, pezevenktir!” 

Şair yürür, “dağdaki taşlardan da çıplak” bir ulusun sakatlanmış ruhuna doğru.

Şehir yürür. Dört bir yan bir meydana akar. Kardeşin göğsüne uzanan namlular merakla susar. Bebeklerin ağlaması kesilir. Anneler tülbentlerinin ucunu ağızlarına tutar. Bir ayak ve bir kol değneğiyle yürüyen bir adam durup terini siler. Genç bir kadın ellerine ellerini ilk kez görüyormuş gibi uzun uzun bakar. Güneş birbirini iştahla acıtan adamların yüzünde şavkır. Şehir sessizliğe keser.

Moskova’da yaşadığı öğrenci yurdunun gri yankısını saçlarına döken şair, iç cebindeki kırmızı zarftaki mektubu ikinci kalbi bilen şair, bir bahçenin kederli mevsimini süren şair nereden sapsa, arkasındaki mahcup nehir o yöne doğru değiştirir yatağını. Enfal’in yetim çocukları, çöllerden türeyen kâbusu görmüş kadınları, kekeme bir ağaç gibi büyümüş adamlarıyla sessiz bir kervan, artık özgür ama delik deşik evlerin içinden akıp geniş, tozlu bir meydana birikir. Şair de meydanın ortasına uzun boyu ve kıvırcık sakallarıyla varır.

Adı ortalıkta çınlayan şiiri bütün şehir etrafında toplanmamış gibi, çıldırmış bir şerh gibi okumaya başlar. Kimsenin yüzüne bakmadan, kimin ikna olduğunu merak etmeden, binlerce başın üstündeki yerlerde tüten yorgun dumanlara baka baka, okur. Sesinin karanlık rengi, çıt çıkarmadan dinleyen çocuk ulusun ruhuna çarpar.

Tek bir dizesi tekrar yazılmamış şiir uzar. Kurumuş pınarları uyandırır uykudan, gölgeleri kabartır, buzulları ağlatır, mezar taşlarını toza bular, yaprakları karartır. Büyük şair, başka bir büyük şairi, doksan yedi yıl önce bin sekiz yüz doksan yedide ölmüş ölümsüz Koyî’yi çağırır imdada:

Diz çöktüm önünde
Ona secde ettim
Koyî dedim, darmadağınım ben
Eğdi başını
Elini kalbine götürdü
Dedi: Yiğitsen dirilt beni
Dedim: Efendim, İsa değilim ki ben
Nasıl dirilteyim seni, söyle
Dedi: Beni çıkar bu mezardan
Düşmanlığı koy benim yerime!

“Siz” der meydan-ı mahşere, “renkleri de böldünüz siz, sözcükleri, su ve ateşi, hatta orospuları, hırsızları, soyguncuları bölüştünüz, el alemin bir tarihi var, bizim iki!” BAAS’ın başlattığı Enfal tertelesini (soykırım) kırılmadığı sürece devam ettirecek işlek bir saattir birakujî. Ama şair bölecektir herkesin uykusunu, saati tuzla buz edecek, dalgaları ayaklandıracak, mayalanmış havayı kızıştıracak, “iki kör atın çektiği bir faytona” doluşmuş halkı utandıracak ve o iki kör ata leziz bir menü sunacaktır:

Üç yıllık birakujînin
Şehitlerinin kaburgalarından
Çetin ve gür bir orman
Yığın önlerine
Yiyecekleri gözyaşı olsun
Üç öğünleri azar azar kan!

Şairin zehirli öfkesi, birbirinin kanını akıtan öfke kardeşliğini önüne katar. Ceset kokusu tüten dizeler, yeni bir kesik gibi sıcak bir merakla açılır. Hatta müjdeler:

Müjdeler olsun, ölmüyoruz artık
Önderlik edemeyen önderler sayesinde
Her bir Kürt bir sayıdır artık
Yabancı bankaların bilgisayarlarının belleğinde!

Dizeler sürer hükmünü girgin sözcüklerin. Bakın, der, bakın, Batı’da güçlü pazuları olan bulaşıkçılara ihtiyaç var. Çöpçülük için sizden iyisi bulunmaz, Einstein çırak olur size. Mesela Adam Smith ve Kissenger ezilenlerin yurduna geldiklerinde önce bir çaycı alırlar konsolosluğa, bir de kapıya tüfekli bir er. Pek başarılıdır düşmanın stratejisi, ama taktik için boşalır şarjörler:

Bulup birini getirirler soyumuzu kurutmak için
O gelemezse eğer
Bizi birbirimizi öldürmeye alıştırırlar
Kimse ayıplamasın onları
Çoban çobandır hep
Koyunsa koyun
Ölene kadar
Kimse onları eleştirmesin!

Şiir biter, söz kalmaz. Şair geniş adımlarla dün birbirine ateş etmiş ve yarın birbirine ateş edecek günahkâr denizi Hz. Musa gibi ikiye yararak Helsinki sokaklarına varır. Bir daha dönmez. Bir daha dönmeyecektir. Birakujîyi bizzat o başlatmış, o sürdürmüş, o alevlendirmiş gibi utanca gömülür.

Aradan sekiz yıl geçer. Birakujî biter. Devlet olunur. Beşikteki bebekler serpilir. Bir kadın ellerine alışır. Sonunda ısrarlı çağrılardan birini kabul ederek döner. Hewlêr’de hınca hınç bir salonda şairi beklerler. Şair, kırçıl saçları ve dağdan yeni inmiş bir pêşmerge gibi yankılı adımlarıyla sahneye yürür. Bu kez, “burayı Abu Dabi gibi yaptınız bakıyorum, ama kültür nerede?” diye sorar. O salonda okuduğu her şiiri bir ağızdan yankılayan iki bin kişi dahil kimse onu anlamamıştır. Çürüdü, bir daha yeşermez denen birakujî tohumu, on beş yıl sonra bu kez Şengal’de filiz verir!

Birakujî ne midir? Birakujî, hiçbir Kürdün duymaya tahammülü olmayan bir sözcüktür. Bütün Kürtlerin bir olup beraber işledikleri bir cinayettir. Bütün Kürtlerin bir olup işledikleri cinayete beraber tanık olmalarıdır.

Ama ruhumuzun dibindeki bu vahşi dürtüyü unutmuştuk nicedir. Hayatımızdan çıkmıştı. Bir cinayet işlemiş, bu cinayete tanıklık etmiş ve herkesin unuttuğunu sanmıştık…

Birakujî, her birimizin şiir yazmadan, sabahlamadan, bir meydana yürümeden, yüzünde taze çiyin sesini fark etmeden, kirli bir kalabalığı ikiye bölmeden de her şeyi terk edip dünyanın en uzak köşesine gideceği, tarihteki bütün kabahatleri işlemiş gibi başını ellerinin arasına alarak ölünceye kadar dışarıya bakamayacağı bir şeydir!

Selim Temo

Sedan Sal e

Sedan sal e
Di mala xwe yî wêran de
Ez pisîka kor î kuncikê midbexa siltan im
Sedan sal e
Hewş û ber hewşa min vala ye
Li ber deriyê dizên xwe pasewan im.
Sedan sal e
Weke çengek dan
Aşê dîrokê ez avêtime
Her çar dorê’m qulên gêrika ne û
Mûrî dev dane nava min
Sedan sal e
Tasa serê’m minare ye
Kî tê û dengê xwe tê de hildide
Sedan sal e
Niştimana min nêrgele ye
Kî tê li devê xwe digire
Sedan sal e
Li ber derê tekiya dinê
Cotek solên bipîne me
Kî min li xwe dike
Ji bo wî me
Sedan sal e
Piştî terîşekê
Têm avêtin
Sedan sal e
Piştî pînekê
Min li xwe dikin
Ez pişteke birîndar im
Li ber qamçiyê xwe rabûme
Ez lehiyek bêxuy im
Li ber keviyan rabûme
Ku dor li min teng kirine
Ez danaynim!
Careke din ranazim ez
Bê aram im
Arama min çirayek bû
Bareşê dora min
Xwîna wê rijand
Bê rehm im
Rehma min deryayek bû
Bi yek bêhnê vexwarin ew
Ez danaynim
Careke din ranazim ez
Ku ez dan bim
Kanî îmkan?
An ez an mûrî!
Ku ez xwîn bim
Kanî îmkan?
An ez an zîlo!
Xayîn in ewên dibêjin
“Dan û mûrî birayên hev in“
Xayîn in ewên dibêjin
“Xwîn û zîlo birayên hev in“
 Xayîn in ewên dibêjin
“Masî û çengel
Dest û derzî
Werîs û gerden
Dûzan û mû birayên hev in“
Werin xelkno!
Ji nêçîr û birînê bipirsin
Bêjin Xwedêkî
Xencer heye birîn derman bike?
Nêçîrvan heye, nêçîr nexwe?
De xelkno!
Ji kayê bipirsin
Tu car agirê sar dîtiye?
Ji hêlîna teyr bipirsin
Bi niyeta maçê tu car mar devê xwe kiriye wê?
De ji dara berrû bipirsin
Bivir dîtiye darbirr nebe?
De ji kerekê jî bipirsin
Gur dîtiye kerxwur nebe?
Xayîn in ewên dibêjin
“Marê şîrînjahr jî heye”
Xayîn in ewên dibêjin
“Bivrê birê dar jî heye”

Ez pişteke birîndar im
Li ber qamçiyê xwe rabûme
Ez lehiyek bêxuy im
Li ber keviyan rabûme
Ku dor li min teng kirine
Ez danaynim!
Careke din ranazim ez

Ebdulla Peşew

Tapu Sicil Muhafızı

“Benim şiirim tüfeğidir kavgamın”
Diye kükreyerek,
Zehir zemberek
Bir şiire başlamanın özlemiyle öleceğim;
Ama neyleyim ki ellerim,
Yedek subay eğitimi dışında
Görmedi tüfek.
Benim şiirim ne tüfektir…
Ne kelebek.
Ne de hâyal ülkesinin nârin bir kızıdır;
O, gözlüklü ve siyah kolluklu
Bir tapu sicil muhafızıdır ki,
Eski günler ve anıların
Tapularını saklar.
Şimdi gel ey Muhafız Bey, lütfen
Cenuptan karanlık çocukluk,
Şimalden ilkokul başlangıcı,
Şarkından Feriköy mezarlığı,
Garbından İkinci Dünya Savaşı
İle muhat arsanın,
Tapusunu ver.
O arsa ki 1943 yıllarının
Anılarıyla dopdoludur,
Bir anı müteahhidi alıp
1979 anılarından
Kat karşılığı bina dikecek.

Hüsrev Hatemi

Sone V

Beraberken kıymetini bilemedimdi;
Elim ayağımdın sanki, zora koştuğum.
Bir yetim şiir kaldı yanımda şimdi,
Kaybetmekten deli gibi korktuğum,
Bir kum saatıyım sensiz geceden gündüze,
Altı durmadan üstüne getirilen.
Bu nasıl zaman ki çakılıp kalmış güze,
Doğmamış çocukları evlâtlık verilen.
İşte böyledir gülüm bazı şeylerin
Hiç hissedilmez varlıkları ama,
Yoklukları bir uçurum kadar derin
Baş döndürür kıyısında nasıl da.

Ey bir hüznü büyüten solgun anne
Sen de düşün benden sana kalan ne.

Metin Altıok

Eriyik

1.
dışarısı soğuktu
içime açıldım
bir ten, bir daha
böyle böyle dönüştüm
bıraktığın boşluğa

geçecek dediler
ölüdür gömülecek
yastır bitecek
bir kez ölen
bir daha acı veremeyecek

ben seni ölürkenki
ben seni giderkenki
acıyı besledim
bildim, doğurduğunu insan
asla gömemeyecek

2.
dünya
ağır ve ağrılı
bir hatıra
batıyor etime
derine daha derine…
sevmekse, dünya yaraya dönüşünceye

3.
dünya soğuktu
yeryüzü oyuğunda
başıboş buz kütlesi
içinde ölüsünü gezdirenin
olmuyor dışında kimsesi

bende açtığın yara
sende kanasın istedim
istedim bıçağın ucu
sana da değsin, senin de tenin
kalmalarda çürüsün
öfkeyse öfke, seni
körkuyulara atacak denli
sevdim

4.
ayağımdaki taşla
düştüm buraya
dedim sabırdır taştan murat
vurdukça kıyıya dalga
ben kırıldım
su kırıldı
kuyum dolmadı
kuyum dolmadı

dağ olsa susmaya
kum olsa ayrışmaya
denizdi;
ne gitmeye
ne kalmaya
üzüm de mi böyle acır
kan olup testiden sızmaya

5.
eski bir zaman taşı
çınlıyor ceplerinde
sen gidiyorsun ve şehir
ejderha kaftanıyla
yürüyor sur diplerinde

ben o taşı
göğsümdeki çivi izi
ve bin yılın elleriyle
okşamıştım
ben o taşı sevgilim
canımdan koparmıştım

olur da bir boşluk
bir boşluğa denk düşer
yeryüzü bedeninde zonklarsa
taşımı ellerinde bul istedim

kinse kin,
senin de ırmağında kanlı bir gelin
duvağını bırakıp gitsin diledim

6.
Boş bir kubbede çınlıyorum
bir kez dışıma çıkan
bir daha sığmıyor bana
denizini yitirmiş kara lanetiyle
çarpıp duruyorum yeryüzü duvarlarına

bu gezegende hayat var mı bilmiyorum
kimse kimsenin şifresini çözemiyor
kimse kimsenin oyuğuna giremiyor
gökyüzü aşağıda kalmış, görünmüyor
bu gezegende hayat var mı?
kimse bilmiyor

bense hâla seni seviyorum

7.
bense hâlâ seni seviyorum
bu gezegende hayat var
diyebilmenin biricik yolu buymuş
gibi geliyor
başka dil bilmiyorum
bu yüzden bir yara gibi seni
kendimde gezdiriyorum

yara taşa dönüşüyor
taşımı elliyorum
taşımı elliyorum
çıkıp içimden
taşımı seyrediyorum

8.
uzağından geçen tren
geceyi titrettiğinde
ayışığı bir dağın
içine eridiğinde, dünya
kızgın bir eriyik gibi
damlarken oyuğuna

sen bende ölmeye devam edeceksin sevgilim

benden söktüğün taş
bir daha geri gelmeyecek

yeryüzü bunu bilecek
sen bilmeyeceksin
sen bilmeyeceksin

Çiğdem Sezer

İstanbul Sabahı

Bu aydınlık, bakışlarının güneşe vurmasıdır.
Bunlar saç değil, sarı güllerin savrulmasıdır.

Ne bahar, ne sonsuz mavilik, zamanı güzel kılan,
Kalbimin ansızın gözlerine vurulmasıdır.

Garip telaş.. uçarı gönül.. hülyalı saatler.. hepsi boş!
Özlenen, bir sualin bir bakışta sorulmasıdır.

Bu, fırtınadan arta kalmış beyaz köpükler,
İçimdeki çılgın denizlerin durulmasıdır.

Asıl çekilmez olan hayatın yükü değil,
İnsanın bir amansız koşuda yorulmasıdır.

Nurettin Özdemir

Yetim İstanbul

‘Çocukluğa, küçük şehirlere, ilk aşka, senin gidişine 
ve İstanbul şehrinin yetimliğine dair…’ 

Bir zümrüt masaldı çocukluğumuz;
Bembeyaz çiçekler söylerdi onu.
Nedir, bilir misin unuttuğumuz?
Ömrün başlangıcı, masalın sonu.

Acısı duyulur bir yerimizde,
Küçük şehirleri hatırlamanın.
Bir sır gibi yaşar gözlerimizde,
Buğulu rüyası geçmiş zamanın.

Duaların narin yapraklarında,
Tanrı’nın yüzüne bakmadığı kul.
Bir ayet gibidir dudaklarımda,
Sen gidersen yetim kalır İstanbul.

Seninle güzeldi kubbeler şehri.
Senin yüzün kadar büyülü seher;
Boğaz, sahil boyu, firuze nehri
Ve garip rüyalar içinde sefer.

Uzakta Küçüksu, Kandilli, Hisar.
Kimsesiz yollarda ayak seslerin.
Bana gülümsüyor, asırlık çınar
Dalları içinden mavi gözlerin.

Aşkın sahilinde böldük nasibi.
Yollar ölesiye bekler gölgeni.
Suyun ve toprağın sarışı gibi,
Şimdi bir başkalık sarıyor beni.

Ay, sarmaşıklardan gülmüyor artık;
Işıklar düşmüyor sulara pul pul.
Şimdi yollarımın hepsi karanlık.
Şimdi her şeyiyle yetim İstanbul!

Nurettin Özdemir

Ellerin İçin Noktürn

Sen, gecelerin ortasında bir ada gibi
En son gücümle kıyılarına yaklaştığım
Denizlerin ezgisini uzak bir sevda gibi
Bir çoban kulübesinde paylaştığım…

Yağmur altında dinlediğimiz şarkılar oynak
Güneşli havadakiler gamlıydı
Öptüğüm zaman gözlerin parlak
Okşadığım zamanlar dumanlıydı…

Nasıl hatırlamam, yapayalnız kalırım da
Ellerini.. Köpükler kadar beyaz
Gece söylediğim şarkıdır kaldırımda
Öylesine bir şarkı ki, anlatılmaz…

Saçlarımdan tutup kör gecelerden
Beni sabaha çıkaran ellerin
Gömleğime aşk mısraları işleyen
Mutlu soframızı kuran ellerin…

Ellerin… Ilık çeşmeler misali
Anıların havuzunda güller açtıran
Avuçlarıma konduğu zaman perişan
Doğduğum topraklar kadar sevgili…

Dizlerinde o eşsiz günleri geçirdiğim
Yaşanmamış zevklerin sofrasındaymış gibi
Ey kimsesiz zamanıma dökülen musiki
Ey step gecelerinde kalan gençliğim!

Sen, karanlıklar ortasında bir ada gibi
En son gücümle kıyılarına yaklaştığım
Ölümsüzlüğün çağrısını uzak bir sevda gibi
Ömrümün her noktasında paylaştığım…

Şinasi Özdenoğlu

Bir Yağmur Sonrası

        -Fethi Gemuhluoğlu’na
‘Kalbim uçurumlarda açan çiçek. 
    O kadın bu kalbi nerden bilecek? ‘ 
                            Şinasi Özdenoğlu 

Kalbim! .. O şarkıyı unutmadın mı?
Dinmedi mi hala o eski ağrı?
Bir küçük şehirde başlayan şarkı…
Özlediğin yalnız o şen kadın mı?
Kalbim! .. O şarkıyı unutmadın mı?

Hafızamda gece bitmek üzeredir.
Hatıralar bile şimdi çok uzak.
Kalbim, sonsuzluğun aynasına bak! ..
Bu garip ve çılgın heyecan nedir?
Hafızamda gece bitmek üzeredir.

Çocukluğun o şen dünyasındayız.
Ölümü tahayyül acayip ve zor.
Bir garip rüyada gibi yaşıyor,
Vişne dallarında arzularımız.
Çocukluğun o şen dünyasındayız.

Baharı, yaprağı, çiçeği düşün!
Düşün ki hayatta her aşk güzeldir.
Ölüm yalnızlığı getiren eldir.
Sırrını bilirsin bu son öpüşün.
Baharı, yaprağı, çiçeği düşün.

Artık beklediğim bir şey kalmadı,
Gözlerinin mavi güzelliğinden.
Kalbim, bu kıyıda bir parça dinlen
Ve unut ömründe en güzel adı!
Artık beklediğim bir şey kalmadı.

Kalbim, o şarkıyı hatırlama hiç!
O kadın girmesin rüyalarına.
Çimen tazeliği hülyalarına,
Karışmasın artık o eski sevinç.
Kalbim, o şarkıyı hatırlama hiç.

Bir yağmur sonrası hali var bende.
Gün vurmuş içimde yatan dağlara.
Öyle mahzun bakma mor dalgalara.
Aydınlanır garip dünyam neşende.
Bir yağmur sonrası hali var bende.

İçimde bereket, içimde huzur,
İçimde şafağın aydınlıkları…
Kalbim, n’olur terket karanlıkları!
Götürür Tanrı’ya bizi bu yağmur.
içimde bereket, içimde huzur.

Geçmiş geceleri düşünme sakın!
Boy ver aşkın sıcak iklimlerinde.
Kalbim, işte her şey yerli yerinde!
Yeni bir şafakla gelecek yarın.
Geçmiş geceleri düşünme sakın!

Yeni bir ışıkla bitiyor gece.
Yeni bir şarkıyı söylüyor toprak.
Ne düştün yollara böyle yalın ayak?
Nedir seni deli eden düşünce?
Yeni bir ışıkla bitiyor gece.

Kurtul dünyasından hatıraların!
Hasat mevsimini yaşıyor ömrüm.
Çocuk dudağında sıcak tebessüm
Ve senin Tanrı’ya yalvarmaların…
Kurtul dünyasından hatıraların!

Belki şarkıların en güzeli bu.
Bahar güneşinde yıkanmış, ılık,
Bir temmuz sabahı gibi aydınlık,
Gözbebeklerinde aşkın buğusu…
Belki şarkıların en güzeli bu.

İçimde bereket, içimde huzur,
İçimde şafağın aydınlıkları…
Kalbim terk ediyor karanlıkları.
Geliyor dünyama saadet ve nur.
içimde bereket, içimde huzur.

Nurettin Özdemir

Temâşâ-yı Leyâl

Hâlid Ziyâ Bey’e

Gel bu akşam da ser-be-ser güzelim
Levha-i kâinâtı seyr edelim :

Gölge, hep gölge, her taraf gölge,
Gölgelerle bütün zemin mestûr;
Âsumân yalınızca nîm manzûr,

Görülen başlıyor görülmemeğe;
Bir dumandan kefenle cism-i cihân,
Kalıyor ka’r-ı leyl içinde nihân…

Şimdi her gûşe ebkem ü câmid:
Ne ağaçlarda zemzemât-ı riyâh,
Ne hadâyikte ihtizâz-ı cenâh…

Her taraf hufte, her taraf râkid;
Sanki engüşt-ber-dehân, melekût
Bütün eşyâya der: Sükût, sükût!

Bu hiyâbân-ı târ ü nâimde,
Camlar üstünde resm eder ancak

Dest-i şeb şu’leden birer zambak..

Gelir ancak bu bâğ-ı muzlimde,
Gelir enfâs-ı zâr uzaklardan,
Tâ uzaklardaki dudaklardan…

Bu temâşâya karşı göz yorulur:
Hiss eder, seyr edenlerin nazarı
En kavi dalda bir elem tavrı!

Her şey artık bu dem tanınmaz olur:
Rû-yı eşyâya gölgeler, sisler
Bir tecâhül nikâbı ferş eyler.

Gecenin tûde-yi buhârından
Süzülen bir sükût-ı tenhâyî
Doldurur hep hayât-ı eşyâyı…

Seyr eder bir bulut kenârından
Bir hilâlin nigâh-ı tannâzı
Kalb-i zulmette titreyen râzı.

Âh, bak sevgilim bu zulmette
Ne kadar cüssesiz kalır insân,
Bizi gûyâ ezer bu leyl-i girân.

Bu karanlık leyâl-i kasvette
Öyle hiss eyleriz ki gûyâ biz
Ebediyyetle rû-be-rû geliriz.

Bu zalâm-i hamûş içinde hayâl
– Mütekallis, melûl ü zucret-ver, –
Varlığından da iştibâh eyler.

Bu rükûdet, bu samt ü cevf-i leyâl
Rûhu bir sekte-yi tereddüdle
Habs eder bir azâb-ı seyyâle…

Sevgilim… gölge, her taraf gölge;
Sana da düştü reng-i ye’si şebin,
Gölgelendi senin de reng-i lebin;

Sen bile başladın görülmemeğe…

Cenap Şahabettin