Edebiyatta kış kokusu

Büyük bir uykunun mevsimidir kış. Yalnızca doğa değil, insanoğlu da onunla birlikte bu uykuya hazırlar -bedenini değilse de- ruhunu. İlkbaharın sağaltıcı neşesi, yazın baştan çıkarıcı enerjisi ve sonbaharın hüznünün ardından, kış bir teselli gibi geliverir. Şimdi ruhu uykuya yatırma zamanıdır. Uyumanın ve unutmanın zamanı… Tıpkı Ahmet Muhip Dıranas’ın da dediği gibi “Beyaz dokusunda bu saf rüyanın/ Göğe uzanır – tek, tenha – bir kamış/ Sırf unutmak için, unutmak ey kış!/ Büyük yalnızlığını dünyanın.”

“Kar yağıyor ve ben hatırlıyorum” der Nâzım Hikmet ise. Çünkü unutabilmek için önce hatırlamamız gerekir. Ve biz o uzun kış ayları boyunca işte en iyi bunu yaparız. Çünkü, Tomris Uyar’ın da “Rüzgârı Düşün” adlı öyküsünde söylediği gibi “Yağan kar, gerilere sürüklüyor düşünceyi.”

Önce her şey onun kokusunu duymamızla başlar. Tıpkı Füruzan’ın “Sabah Eskimişliğin” adlı öyküsünde olduğu gibi; “Havalar birden soğuyacak, sokaklar kış kokmaya başladı.” Ve sonra onun alametlerini görürüz, “Geçen gün yıkılan eski bir yapının ardında kış bulutlarının hazırlığını gördüm.”

Bir şairse bambaşka inceliklerle duyumsar onun gelişini. Pablo Neruda, Kış Bahçesi adlı şiirinde, ruh ülkesinin mevsimlerinde, kış aylarını beklemeye ayırır: “Kış gelmekte. Sessizliğe ve sarıya bürünmüş yavaş yapraklarla devredildi bana o muhteşem yazdırım./ Kardan bir kitabım, geniş bir el, bir kır, bekleyen bir çemberim ben, dünyaya ve onun kışına aidim./ Canlandı dünyanın söylentileri ormanlarda, sonra yanık yaraları misali kırmızı çiçeklerle çılgına dönüp tutuştu buğday, şarabın yazısını takdim etmek için güz geldi sonra: hepsi geçti gitti, yazın son kadehiydi o firari gök, ve o gezgin bulut sönüp gitti./ Balkonda bekledim, büsbütün mutsuzdum, sanki dünyaya ve yalnız kalmış sevgilimin üstüne kanatlarını yaymak için çocukluğun bütün sarmaşıklarıyla gelmişti dün.(…)”

Sait Faik Abasıyanık ise kışı yine tabii ki sevgili adasında karşılayacaktır. “Stelyanos Hrisopulos Gemisi” adlı öyküsünde anlattığı gibi; “Kış, Ada’nın sahillerine lodoslarla beraber gelirdi. Kocayemiş ağaçlarının çamlarla birleştiği adanın lodos tarafında, hiçbir ev yoktur. Orada kocaman vahşi kayalar, tuhaf kuşlar ve derin uçurumlar vardır. Kalpazanlar Kayası’nın üstünden lodos aştığı zaman, adanın poyraz tarafındaki evlerinde sessiz bir hayat başlardı. Göçler gitmiş olurdu. Banyolar sökülmüş; köşkler küskün ve hayatsız dururdu. Küçük sandallar yer yer karaya çekilmiş bulunurdu. İşte balık zamanı bu zamandı. Kocaman gırgır kayıkları sahile başvururlar, torik ve palamut adanın etrafında bütün gün döner dolaşırdı. Kocaman kayıklar, kocaman bir şehre durmadan balık götürür, adaya para pul, bir iki çuval un, birkaç kilo et getirirlerdi. O sene kış ne kadar fazla olmuşsa balık da o nispette az çıkmıştı. Balığın az, kışın çok olması günah çıkartan papazı bile düşündürürdü.

Kışın soğuğu, doğanın giderek çıplaklığa bürünmesi doruk noktasına ulaştıkça, farkında olmadan biz de o ıssızlığı giyinmeye başlarız; koyu renk bir kadife ceket gibi ruhumuza… Füruzan için ‘yarı donmak’tır bu: “Soğuktan hiç hoşlanmam, sıcak bir ev mutluluğun yarısı sayılır. Hele kötü yapılmış yoksul evlerin yapışan kederli soğuğu… Kar oyunlarından ürken kısalmış, eski giysili çocukları o kadar iyi biliyorum ki… En çok üşüyen yerim ıslak ayaklarımdı; uyuştuğu zaman mangala yaklaşma, derlerdi. Yavaş yavaş kanım çözülürdü sıcakta; sonraları bunun yarı donmak olduğunu öğrendim.” Tezer Özlü için ise ruhuna gitme isteği uyandıran bir bunaltı… Çocukluğun Soğuk Geceleri’nden: “Pazar günleri… Şimdilerde… Sokak aralarından geçerken… gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim… evlerin pencere camları buharlaşmışsa… odaların içine asılmış çamaşır görürsem… bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek… isterim hep.”

Tomris Uyar’sa “Evin Sonu” adlı öyküsünde bizi İstanbul’un en soğuk günlerinden birine götürür ve küçük şeylerde aranan sıcaklık duygusunun altını çizer. “İstanbul sokaklarının ölü bir beyazlık yansıttığı o sessiz kışın en soğuk gününde Nermin, iki çocuğunu yünlere sarmış, Fatih’teki evinden kalkıp ta Çamlıca’ya annesine gelmişti. O gün bütün ayrıntılarıyla aklındaydı: bir sürü küçük küçük, üstelik hiçbir olayla açıklanamayan, bir olaya hazırlık bile olamayacak yüzlerce ayrıntısıyla. Karın hızlandırdığı rüzgârda dağılıp paralanan bağlantısız incelikler: yolların ıssızlığı, topuklar altında çatırdayan toprak yol, insan soluklarıyla buğulanmış bir vapur camından dışardaki karanlığı (deniz ya da akşam) gözleyiş, içerinin güven veren kargaşası (çayfincanları, kaşıklar, ocağa koşuşturan garsonlar), sonra Çamlıca’ya çıkarken şoförün kulağındaki fiyakalı cıgara.”

Öte yandan kışın o karanlık soğuğu belki de en çok okul çocuklarının ruhuna sızar. Tezer Özlü, Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde tek bir cümleyle anımsatır bunu bize. Çok tanıdık bir his yılları aşıp da gelir, yüreğimize çörekleniverir. “Kış aylarında yağmur en çok bizim okulun beton avlusuna yağıyor.” Ama aynı yazar aynı kışın, bambaşka diyarlarda bambaşka bir yüzünü sunabileceğini de gösterir bize. Mevsimlerin değil, özgür olup olmama halinin yağdırdığını görürüz o hüznü bir yağmur gibi yüreğimize. Çünkü kalp hafifse, kış bile bir başka güzellik ve neşe vadederTaşrada karlı günlerde okula kızakla gitmek bir başka coşku. Güneş, ağaçlar üzerine birikmiş kar kümelerini aydınlatıyor. Çocuklar kızağımı itiyor. Sınıflarda yanan küçük sac sobaların ısıtıp ısıtmadığını anımsamıyorum.”

Kışla birlikte karın hükümranlığı başlar. “Beyaz ipek gibi yağdı kar/ bir kız kardan hafif yüreğiyle/ geçip gitti güvercinleri anımsatarak,” der Ataol Behramoğlu. Kimine göre bir kuş kanadı gibi hafiftir kar, kimine göreyse yüreğe oturmuş bir demir yük kadar kalın ve sıkıntılı… Maharet ise onu dinlemekten geçer. Sessizliğiyle konuşur kar. Ona baktıkça, dinledikçe bize ayna olur. Suskunluğuyla asıl bizi konuşmaya, içimizi dökmeye kışkırtır ve çoğu zaman da bir arınma sunar. Tıpkı Orhan Pamuk’un Kar adlı romanında da gördüğümüz gibi… “Karın sessizliği, diye düşünüyordu otobüste şoförün hemen arkasında oturan adam. Bu bir şiirin başlangıcı olsaydı içinde hissettiği şeye karın sessizliği derdi. (…) Kar rüyalarda yağdığı gibi uzun uzun, sessizce yağarken cam kenarında oturan yolcu yıllardır tutkuyla aradığı masumiyet ve saflık duygularıyla arındı ve kendini bu dünyada evinde hissedebileceğine, iyimserlikle inandı.”

Karla yükselen aşk

Japon Edebiyatı’nın güçlü isimlerinden Yasunari Kavabata’nın Karlar Ülkesi’nde ise bir kentli erkeğin, ülkenin karlarla kaplı bir bölgesine çıktığı yolculukta tanıştığı geyşayla yaşadığı aşkın aracılığıyla aslında kendi kalbindeki ‘karlı ülkeyle’ tanışmasına tanık oluruz. “Tren uzun bir tünelden çıkıp karlar ülkesine girdi,” diye başlar bu güzel roman. Ve biz de yalnızca nefis kar manzaralarını değil, asıl olarak bir yürekteki buza kesmiş peyzajı izleriz bir anlamda… “Gece göğünün altında her yer bembeyaz uzanıyordu. Tren bir işaret noktasında durdu. Vagonun karşı tarafında oturan kız geldi; Şimamura’nın yanındaki pencereyi açtı. Kar kokulu soğuk içeri doldu. Kız pencereden iyice sarkarak, ta uzaktaymış gibi, istasyon şefine seslendi. İstasyon şefi, elinde bir fener, karların üzerinden yavaş yavaş ilerledi. Yüzü ta burnuna kadar atkısına gömülü, kasketinin kulakları inikti. Bu kadar soğuk ha… diye düşündü Şimamura. Demir yolu lojmanları olan basık, kışlamsı yapılar, dağın buzlu yamacına yer yer serpiştirilmişti. Karın beyazlığı daha bunlara ulaşamadan karanlıklara karışıyordu.”

Evet, bu kadar soğuktur ilk başta her şey Şimamura için. Ancak aşkı keşfettikçe, arınmaya başlar. Tıpkı karın arındırarak beyazlattığı, geleneksel yöre kumaşı gibi…

“İplik karda bükülür, bez karda dokunur, karda yıkanır, karda ağartılırdı. İlk çıkrık dönüşünden son makasa kadar her şey karda yapılırdı. Çok eskiden beri böyleydi. ‘Şijimi bezinin varlığı kardandır’ diye yazılmış. ‘Şijimi bezinin anası kardır.’ Bu karlar ülkesinde otlardan dokunan şijimi bezi, karların geçit vermediği uzun kışlar boyunca köy kızlarının elinin emeğidir.

Şimamura bu, kimin sırtına değdiği belirsiz olan elden düşme kimonolarını ‘karda ağartılmaya’ gönderirdi. Kimonoları ta buralara, ilk dokundukları yerlere kadar göndermek güç işti. Gelgelelim Şimamura köy kızlarının döktüğü göz nurunu düşündükçe, ağartılma işinin, o kızların ülkesinde, yollu yolunca yapılmasını isterdi. Beyaz dokumanın kalın kar tabakasının üzerine serildiğini; hem karların, hem de dokumanın doğan güneşle kızıllaştığını düşündükçe, bezdeki bütün kirlerin yok olduğuna inanır, kendisi bile yıkanıp arınmış gibi gelirdi.”

Bazen de düpedüz sihirdir kar. Mucizeler oluşturmaya muktedirdir. Dünyanın en güzel aşk romanı Anna Karenina’da adeta âşıkları kavuşturmak için çabalayan bir aşk perisi gibi davranır. Ve sonra da tüm sihriyle onlara nefis bir arka plan hazırlar. “Korkunç bir fırtına istasyonun köşesinden hücum ediyor ve tekerleklerin arasında tozu dumana katarak ıslık çalıyordu. Vagonların, direklerin, insanların, görünen her şeyin bir tarafı karla örtülüydü ve bu örtü giderek büyüyordu. Bir an fırtına durdu, fakat daha sonra karşı konulamaz gibi görünen dalgalar halinde tekrar esmeye başladı.

(…) Anna ciğerlerini havayla doldurmak için bir kez daha derin bir soluk aldı ve tam kapı dikmesine tutunup vagona binmek için elini manşonundan çıkartmıştı ki, yanı başında asker kaputlu bir başka adam fenerin titrek ışığının önünden geçti. Anna çevresine bakındı ve Vronskiy’in yüzünü hemen tanıdı.

(…) Bu sırada rüzgâr önündeki engeli aşmaya çalışırcasına vagonların üstlerinden karları sağa sola saçmış, kopmuş bir demir levhayı sarsmaya başlamıştı. Kar fırtınasının korkunçluğu şimdi Anna’ya daha güzel görünüyordu.”

Bir aşk hikayesinin doğmasına yol açacak kadar romantik olan kar, ne tuhaftır ki aynı şiddette acımasız, öldürücü ve hatta düpedüz şeytani olabilir. Tıpkı hayat gibi… Sabahattin Ali’nin en bilinen öykülerinden biri olan “Ayran”, karın tüm acımasızlığını serer önümüze. Ailesine ekmek götürebilmek için köyün yakınlarından geçen tren yolcularına kar yağarken ayran satmaya çalışan çocuğun dramı, gece basıp eve dönüş yolunda karın öldürücü yüzüyle başbaşa kalınca bir trajediye dönüşür. “Köyden istasyona giden yol, eriyen karlarla diz boyu çamurdu. İki mızrak boyu yükselen güneş, tarlaları hâlâ örten karların üzerinde pırıltılarla ve göz kamaştırarak yanıyor, fakat yoldaki pis su birikintilerine vurunca donuk sarı bir renk alıp boğuluyordu,” diye başlayan öykü, adeta öykünün sonuna dair de bir önsezi taşır.

Kış ölümü hatırlatır

Çağdaş dünya edebiyatından İranlı yazar Goli Taraghi de benzer bir şekilde Kış Uykusu adlı romanında kışın soğuğuyla ölümü hatırlatır: “Pencere aralıklarından, kapı altlarından, görünmez çatlaklardan rüzgâr doluyor içeriye. Kış geldi. (…) Ne kadar soğuk ve ne kadar yakıcı. Dünya buz tutmakta, dünya benimle birlikte yavaş yavaş ölmekte. Işıkları yakayım. Sandalyemi bahara döndüreyim ve battaniyeye sarılayım.”

Karın saçtığı ışıkla bambaşka bir romanda daha karşılaşırız. Kısa bir süreliğine geldiği dağdaki sanatoryumda, yıllarını geçirmek zorunda kalan Thomas Mann’ın Büyülü Dağ romanının kahramanı Hans Castorp için kar yağmayı sürdürdükçe kıstırılmış halinin, cezaevini andıran duvarlarını daha da kalınlaştıran bir güce dönüşür. Yine de ne Hans ne de biz, karın o soğuk güzelliğinden etkilenmeyi de, her şeye rağmen aydınlığından kaynaklanan bir ümit duygusunu da elden bırakamayız. Kuşkusuz Mann, romanı aracılığıyla karın edebiyatta yarattığı en güzel sahneleri de armağan etmiş olur bize…

“Hep ve her kötü havada, uzakta da olsa, kar insanın gözünün önündeydi hep, çünkü yarlarda ve kayalık vadi girişinde izleri olurdu ve her zaman güneyin en uzak dağ majestelerini karda selamlayan Ratikon zincirinin uçurumlarında, kalıntılar ve izler parıldardı: Ama her ikisi de sürdü, hem kar yağışı hem de ısı düşüşü. Gökyüzü vadinin üzerinde soluk gri ve alçak duruyordu, sessiz ve sürekli inen kar taneleri abartılı ve insanı sakinleştiren bir bollukla düşüyordu ve hava her saat daha da soğuyordu. Hans Castorp’un odasında ısının yalnızca yedi derece olduğu sabah oldu ve sonraki gün yalnızca beş dereceydi. Bu, don idi ve haddini bildi, ama devam etti. Gece buz kesmişti, şimdi gündüz de üşünüyordu, hem de sabahtan akşama kadar, bu arada kar yağmaya devam ediyordu, kısa aralıklarla dördüncü, beşinci ve yedinci gün. Kar artık müthiş birikmişti, nerdeyse sıkıntı olmaya başlamıştı. Şelale yanındaki banka giden iş yolunu, keza vadiye inen yolda yürüyüş yolunu küremişlerdi; ama bunlar dardı, kenara çekilmek zordu karşılaşmalarda yana kar yığınına basmak gerekiyordu ki insan dizine kadar kara batıyordu. Yuları bir adamın elinde bir atın çektiği taştan bir kar ezici bütün gün bu kaplıca caddelerinde dolaştı durdu ve sarı renkte, eski frank usulü posta arabası stilinde bir kayak, önde beyaz yığınları kürerek yana atan bir kar sabanı, kaplıca semti ile ‘Köy’ denen kuzey mahallesi arasında işliyordu. Bu yukardakilerin o dar, yüksek ve ırak dünyası şimdi kalın kürk giymiş ve sarınıp sarmalanmış gibi görünüyordu, beyaz bir başlık giymemiş hiçbir direk hiçbir dal kalmamıştı, Berghof girişine çıkan merdivenler kaybolmuş, eğimli bir düzeye dönüşmüştü, çamların bütün dallarında ağır, komik biçimli yastıklar vardı, orda burda kar yığını  kayıyordu, toz duman olup bulut ve beyaz sis olarak ağaç gövdelerinin arasına iniyordu. Çepeçevre dağlar kar altındaydı, aşağı bölgeler buğuluydu, ağaç sınırını aşan çeşitli biçimlerdeki zirveler yumuşak bir örtünün altındaydı. Hava karanlıktı, güneş solgun bir ışık olarak sis perdesinin arkasında kalmıştı. Ama kar, dolaylı ve yumuşak bir ışık saçıyordu, dünyaya ve insanlara, beyaz ya da renkli yün boşlukların altında burunları kızarmış da olsa onlara yakışan sütlü bir aydınlık.”

Öte yandan kar görkemlidir, güzeldir ve tüm soğukluğuyla, erişilmez bir ışıkla soluksuz bırakır bizi. Boris Pasternak’ın Doktor Jivago’sunda Lara ve Doktor Jivago ile birlikte karlar altındaki buz tutmuş, bir zamanların yazlık köşkünü birlikte dolaşmayı kaç kez hayal etmişizdir kim bilir. Bir zamanların o zarif yazlık köşkü artık bakımsızlıktan harabe hale gelmiş olsa da, karın yarattığı sihirle masalsı bir buzlar sarayına dönüşmüştür. Lara ve Jivago’nun aşkı mıdır bu yanılsamaya neden olan, yoksa karın sihirli beyaz gücü mü bilinmez. Ama çok da önemi yoktur zaten bilmenin, edebiyatın o kendi büyülü dünyasında…

Karla arınan İstanbul

Her ne kadar, Tomris Uyar, “Şubat, kötü bir rüzgâr olarak geldi bu yıl,” dese de, kar İstanbul’a bambaşka bir hava verir. Şehrin hüznüyle birleşince, ortaya 1001 Gece Masalları’nı andıran bir manzara çıkar. Karın İstanbul’a olan armağanı kuşkusuz, bu kadim şehri yorgunluklarından arındırıp ona zamansız, yaşsız bir çehre sunmasıdır. Ve bu halleri de en güzel Orhan Pamuk anlatır, İstanbul Hatıralar ve Şehir’de…

“Kar çocukluğumun İstanbul’unun ayrılmaz bir parçasıydı. Kimi çocukların yaz tatilini bir yolculuğa çıkmayı iple çekmeleri gibi, ben de çocukluğumda karın yağmasını beklerdim. Dışarıya, sokaklara çıkıp karda oynayacağım için değil, kar altında şehir bana daha ‘güzel’ gözüktüğü için. Bu güzellikten şehrin çamurunun, pisliğinin, çatlaklarının ve bakımsız yerlerinin örtülmesindeki yenilik ya da şaşırtıcılık duygusundan daha çok, karın şehre getirdiği telaş ve hatta felaket havasını kastediyorum. Her sene üç beş gün yağmasına, şehrin bir hafta on gün kar altında kalmasına rağmen, kar her seferinde İstanbulluları ilk defa yağıyormuş gibi hazırlıksız yakalar, yollar kesilir, savaş ve felaket zamanlarında olduğu gibi ekmek fırınlarının önünde hemen kuyruklar oluşur ve en önemlisi bütün şehir aynı konunun, karın etrafında bir cemaat duygusuyla birleşirdi. Şehir ve insanları dünyanın geri kalanından iyice koparak kendi dertleriyle içlerine kapandıkları için karlı kış günlerinde İstanbul hem daha tenhalaşmış, hem de masallardan çıkma eski günlerine biraz daha yaklaşmış gibi gelirdi bana.”

İstanbul’un Boğaziçi’ni en güzel anlatan yazar ise edebiyatımızın dev isimlerinden Ahmet Hamdi Tanpınar’dır kuşkusuz. “Bir gece evvelinden başlayan yağmur, şimdi kara çevirmişti. Nuran, karlı havada Boğaz’ı çok severdi,” der Huzur’da ve ardından da karlar altındaki İstanbul’u ve Boğaziçi’ni anlatarak bizi başka alemlere taşır.

“Pencereden, karşı sırtları örten karın üstüne akşam, çok hafif ve daüssılalı bir pastel kızıllığı artmıştı. Her şey bu tül kadar ince rengin altında bir rüya hafifliğinde yüzüyordu. Fakat hava pusluydu. Yine yağacaktı. Ara sıra vapur düdükleri onları gömüldükleri köşede arayıp buluyor, içlerini, ıssız dalgalara teslim olmuş kıyıların, boş yalıların, rüzgârla kamçılanan iskele meydanlarının, bir koridor gibi muzlim ve hayattan uzak yolların hüznüyle dolduruyordu.

Bu, İstanbul’un nadir görünen karlı havalarındandı. Sanki bütün mevsimi –lodosların yalancı yazına aldanarak- tembel tembel geçiren kış, birdenbire bu şubat sonunda, tam Şark usulü bir hızla harekete geçmiş ve bütün ihmallerini birkaç gün içinde tamamlamaya azmetmiş gibi, fırtına, sis, kar, tipi, eline ne geçerse hepsini kullanarak şehri altüst etmişti. Bir gün evvel, tulumbanın borusundaki suya varıncaya kadar her şey donmuştu. Bahçedeki ağaçlar üzerlerinden sarkan büyük buz parçalarıyla akşamın boşluğunda çok başka bir alemden gelmiş ağır, yaşlı hayallere benziyorlardı.”

Kış gelir ve adımlarımızı yavaşlatır. Dünya biraz daha yavaş dönmeye başlar. Hatırlamaya çalıştıkça unutur, unutmaya çalıştıkça da daha beter hatırlarız! Bizi neşeli bir baş dönmesine sürükleyecek ılık bir rüzgârdan da, sabahları yüzümüzü gülümsetecek sarışın güneşten de yoksundur kış. Ama çok önemli bir şeye sahiptir. Dinlemesini bileni huzuruyla sarıp sarmalar. Bilgedir kış. Bize yeniden doğabilmek için önce durup dinlenmemiz gerektiğini öğretir. Bir kış ikindisinde, üstümüzde battaniye, elimizde sıcak bir bardak çay ile kitaplarımıza gömülmüşken bir şiir çarpar gözümüze ve işte o zaman kışın kendine has güzelliklerini bir mucize gibi yaşar, o tatlı uyku haline kayarız.

“Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam!/ Uyandırmayın beni, uyanamam./ Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına,/ Allah aşkına, gök, deniz aşkına/ Yağsın kar üstümüze buram buram…” -Ahmet Muhip Dıranas

Elif Tanrıyar

Ayran

Köyden istasyona giden yol, eriyen karlarla diz boyu çamurdu.
İki mızrak boyu yükselen güneş, tarlaları hala örten
karların üzerinde pırıltılarla ve göz kamaştırarak yanıyor, fakat
yoldaki pis su birikintilerine vurunca donuk sarı bir renk alıp
boğuluyordu.

Kocaman ve altı çivili kunduralarını çıplak ayaklarına geçirmiş
olan küçük Hasan, sağ koluna aldığı güğümü, ara sıra
dinlenerek sürüklemeye çalışmaktaydı. Bazan sol elindeki çinko
maşrapayı yere bırakarak ağır yükünü vücuduna daha az
ağrı verecek bir şekilde kavramak istiyordu. Ağzına kadar ayranla
dolu olan güğümün alt kenarı her adım atışında dizlerine
vurmakta ve dirseğine kadar geçirdiği sapı, kolundan kurtulup
önüne yuvarlanmak ister gibi, ileri hamleler yapmakta idi.
Kunduralarının arka tarafı o kadar dışarı doğru eğilmişti ki, çocuğun
topukları ayakkabının ökçesine değil, doğrudan doğruya
çamura basıyordu.

Yaz kış, her gün gitmeye mecbur olduğu bu iki saatlik yol
bu sefer daha uzamış gibiydi. Tam yarı yolda bulunan küçük
ve kuru söğüt ağacı henüz ufukta ve sisler içindeydi.

Küçük Hasan senelerden beri gördüğü şeylere alakasız
gözlerle bakıyordu. Kuru sazların arasında çorak ovayı oyarak
geçen ve ta yanına gelmeden farkına varılmayan dört adım genişliğindeki
küçük derenin, yan yana uzatılmış üç kalastan ibaret
köprüsü artık çökecek kadar sallanmaya başlamıştı.

Biraz daha yukarda, küçük bir sırta dayanarak ovaya bakan
değirmenin uğultusu duyulmuyordu. Bu kış günlerinde üç
gün işlerse beş gün işlemiyor, kapısının önündeki, yaprakları
dökülmüş, üç söğütle tamamen terk edilmiş bir viraneyi andırıyordu.

Küçük Hasan hiçbir şey düşünmeden ilerliyordu. Ne evde
kendisinin dönmesini bekleyen iki küçük kardeşi, ne de dört
saat uzaktaki nahiye merkezinde hizmetçilik yapan anası bu
anda aklında değildi. Ayranını satıp satamayacağını da düşünmüyordu.
Kafasında yalnız bir şey vardı: Bu yolu tekrar yürümek,
geri dönmek mecburiyeti…

Uzun bir ağlamanın sonundaymış gibi içini çekti. Maşrapayı
tuttuğu sol elinin çatlaklarla örtülü üst tarafı ile burnunu sildi.
Gözlerini ileri çevirince istasyona yaklaştığıni gördü.

İki tarafı çıplak dağlarla çevrilen bu upuzun ovanın tam
orta yerinde yapayalnız duran ve etrafındaki yapraksız akasyalarla
daha zavallı görünen bu soğuk bina, oraya rastgele atılmış
bir taş parçasını andırıyordu. Günde iki defa geçen posta treni
bile, ne diye bu manasız yerde duruyorum diye hayret eder gibiydi
ve birkaç dakika durduktan sonra kalkarken, çaldığı düdükte
keyifli bir ıslık edası vardı.

Küçük Hasan, istasyonun tahta parmaklıkla ayrılan hududuna
gelince biraz dinlendi, sonra yine tahta parmaklıklı kapıyı
aralayarak içeri süzüldü.

İstasyon binasıyla raylar arasında kalan dört beş adım genişliğindeki
yerde, heybelerinin üstünde oturan iki köylü ile,
kaputunun içinde büzülmüş gibi duvara dayanan bir jandarmadan
başka kimse yoktu. Burası öyle tren zamanı çeşit çeşit
kebapçılar, gazozcular, yemişçilerle dolan büyük istasyonlardan
değildi. Ancak yazın civar köylerden kara üzüm, kavun,
karpuz getiren beş on köylü burasını canlandırırdı. Kışın ise
küçük Hasan’la üç dört günde bir küçük bir küfe kış armudu
getiren topal ve ihtiyar bir köylüden başka kimse ortalıkta görünmezdi.
Tren geldikçe rahatsız edilmiş bir suratla ortaya çıkan
istasyon memuru, işi biter bitmez derhal odasına çekilir,
bütün gününü, on senelik akümülatörlü radyosundan bir ses
çıkarabilmek için asla yeis getirmeden uğraşmakla geçirirdi.

Bugün, kış armudunu satan köylü de ortada yoktu. Küçük
Hasan güğümü yerin ıslak kumları üzerine bırakarak rayları
seyre daldı. Her gün yüzlerce adamı bilmediği bir yerden alıp
bilmediği bir yere götüren bu upuzun ve sonu olmayan demirlerin
arasında, gelip geçen lokomotiflerin bıraktığı siyah yağ lekeleri
görülüyordu.

Keskin bir düdük sesi ile irkildi. İstasyona gelen tren, kendini
haber veriyordu. Lokomotif tam yağ lekelerinin üstüne
geldi ve durdu.

Küçük Hasan, kurulu bir makine gibi, güğümü ve maşrapayı
yakalayarak trenin boyunca koşmaya ve başını pencerelere
kaldırarak:

-Ayran, ayran, temiz ayran!- diye bağırmaya başladı.

Yazın -buz gibi!- diye bağırırdı; şimdi, bu soğuk havada,
sanki her ayran kelimesinin başında hala o -buz gibi- sıfatı
vardı. Kimse başını çevirip bakmıyordu bile. Trenin hemen hemen
bütün camları kapalıydı, açık olan bir iki tanesinde de boyalı
saçlı, yün bluzlu kadınlar duruyordu.

Küçük Hasan’ın gözleri, delecekmiş gibi, kapalı camlara
dikiliyor ve bunların arkasında teneke maşrapadan ayran içebilecek
insanlar; hali vakti yerinde köylüler, boyunbağsız esnaflar,
izinli giden askerler, hasılı susamış kimseler arıyordu.

Bir baştan bir başa üç kere koştu. Güğümün keskin kenarlı
dibi ince bacaklarına çarpıp acıtıyor, fakat o, azıcık yüzünü
buruşturarak:

-Ayran, temiz ayran!..- demeye devam ediyordu.

Dört bardak, hiç olmazsa dört bardak satabilseydi. Buna
mukabil alacağı on kuruşla eve bir kara ekmek götürebilirdi.
Onun gelmesini, aç bir uyuşukluk içinde dört gözle bekleyen
iki küçük kardeşinin hayali gözünden şimşek gibi gelip geçiyor
ve o hep bağırıyordu:

-Temiz ayran… Temiz…-

Annesi hizmetçi bulunduğu yerden haftada bir kere, birkaç
saat için geliyor, yanında biraz yufka, birkaç soğan, bazan da
yarım desti pekmez getiriyordu. Fakat bunlar, üç tane aç mideye
iki gün bile yetmiyordu… Ondan sonra iki kardeşi beslemek
vazifesi küçük Hasan’a düşüyordu. Biri iki, öteki beş yaşında
olan bu sıska çocukların bütün işleri, basık tavanlı bir damdan
ibaret olan evde ellerine ne geçerse yemekten ibaret gibiydi.
Küçük Hasan hergün yoğurt çalmak için kendisine lazım olan
mayayı onların yetişemeyeceği ve bulamayacağı bir yere –tavan
direklerinin duvarla birleştiği köşeye– saklamaya mecbur
oluyor ve her gün, istasyonda bulunduğu sırada, bu iki aç midenin,
kendileriyle aynı çatı altında aynı açlığı çeken ihtiyar keçiyi
bile yiyeceklerinden korkuyordu.

Çok akşamlar, koltuğunun altında getirdiği ekmeği ortaya
koyarak ayran boşaltmak için bir toprak çanak getirmek üzere
ocağın yanındaki köşeye gider, sofra başına döndüğü zaman o
balçık gibi ekmekten ortada bir şey kalmadığını dehşetle görürdü.
O zaman kendisi bir çanak ayran içer, açlığa alışmış olan
midesinin hafif ezilmelerine kulak asmadan, eski bir pösteki
üzerinde yatan kardeşlerinin yanına, delik deşik ve yağlı bir
yorganın altına sokulurdu.

Onu asıl dehşete düşüren, kardeşlerinin bu kuyu gibi daima
yutan ve hiç doymayan mideleri değildi; eli boş olarak eve
döndüğü zaman, bu iki sıska mahlukun kendisine nasıl parlak
ve büyümüş gözlerle ve nasıl sonsuz bir kinle baktığını hatırlayınca
tüyleri ürperiyordu. Şimdi de bu korkuyla avazı çıktığı
kadar bağırdı:

-Ayran… Ayran!..-

Trenin üçüncü mevki vagonlarından birinin penceresi indirildi.
Uzun boyunlu, kasketli, kır bıyıklı bir baş uzanarak:

-Ver bakalım bir tane!- diye seslendi.

Küçük Hasan maşrapayı titreyerek uzattı. Adam minimini
gözlerini maşrapanın içine dikerek sindire sindire içiyor ve sulu
ayranı bıyıklarının ucundan yakalıksız gömleğine damlatıyordu.
Maşrapayı uzatarak:

-Doldur bir daha!..- dedi.

Onu da içtikten sonra yeleğinin cebinden bir onluk alıp
aşağı attı:

-Ver beş kuruş!..-

Küçük Hasan:

-Yok ki!- dedi ve etrafına bakındı. Ortalıkta istasyon memurundan
başka kimse kalmamıştı. O da, hafiften kar çiselemeye
başladığı için, boynunu içeri çekmiş, trenin kalkmasını
bekliyordu. Çocuk güğümünü olduğu yerde bırakarak ona koştu,
parayı uzattı:

-Şunu iki çeyrek yapsana!..- dedi.

Memur cevap vermeden arkasını döndü ve hareket kampanasını çaldı.

Trenin penceresindeki uzun boyunlu adam eliyle işaret ediyor:

-Gelsene ulan!- diye bağırıyordu. Küçük Hasan o tarafa
koştu. Penceredeki:

-Ver on kuruşu!..- dedi.

Çocuk derhal parayı uzattı. Tren yavaşça harekete geçmişti.
Adam parayı yine yeleğinin cebine koyduktan sonra, çaresiz
bir eda ile:

-Yok çeyreğim, ne yapalım!- dedi.

Vagon küçük Hasan’dan beş altı adım uzaklaşmıştı. Uzun
boyunlu adam, pencereden sarkarak:

-Hey, çocuk, hakkını helal et!- diye bağırdı. Küçük Hasan
hiçbir şey anlamıyormuş gibi bakakalmıştı. Tren hızlanıp uzaklaşıyordu.
Tekerleklerin gürültüsü arasında adamın sesi tekrar duyuldu:

-Helal et bakayım, helal et!.. Hadi!-

Küçük Hasan bir şeyler mırıldandı. Sonra güğümünü alarak
istasyon duvarının kar tutmayan bir kenarına çömeldi.

Kar adamakıllı serpiştirmeye başlamıştı. Küçük Hasan eve
eli boş dönmektense akşam trenine kadar beklemeye karar verdi.

Soğuktan donan ellerini ovuşturuyor ve annesinin keçi
kırptıkları makasla kestiği kertikli saçlarını kaşıyordu. Rüzgardan
gözleri yaşarıyor ve mavi gözlerini saran kirpikleri çapaklanıyordu.

Akşama kadar bu köşede bekledi. Ara sıra ayağa kalkıp
dizlerini ovuşturuyor, sonra tekrar çömelerek kafasının içindeki
sisli boşluğa gözlerini çeviriyordu. Düşünmesi ve tahayyül
etmesi kendisine hoş gelecek hiçbir şey mevcut olmadığı için,
bu boşluk ona bir dinlenme gibi geliyordu. Birkaç kere anası
aklına geldi. Onun ağlamaklı yüzünü görür gibi oldu. Üç küçük
çocuğunu toprak bir damda bırakarak başka köylerde ve el
yanında birkaç lokma için didinen bu kadına karşı garip bir
merhamet duyuyordu. Bunda, biraz da, kardeşlerine karşı anasıyla
aynı vaziyette bulunmasının tesiri vardı. Evdeki iki aç
mahluk haftada bir gelen zavallı kadını da hep o kin dolu bakışlarla
karşılarlardı. Kadıncağız, getirdiği bulgurdan yağsız
bir çorba yaparken, kuru kuru hıçkırıklarla iktifa eder, (yetinir) evi
bir parça düzeltmeye çalışır, akşama kadar kaldıktan sonra, bazen
bir kelime bile konuşmadan çıkar giderdi. Küçük Hasan onun
ağzından babasına veya herhangi bir akrabaya dair bir kelime
bile duymamıştı. Zaten kendini bildiğinden beri bir an bile
bunları merak etmiş değildi. Hayatı istasyonda ayran satmaktan
ve küçük kardeşlerini beslemekten ibaret sanıyordu. Bunun
için de bir tek korkusu vardı: Ya anam yine günün birinde eve
gelip birkaç gün yatar, iniltiler içinde ve kendi kendine bir çocuk
daha doğurur, beş on gün sonra onu da başıma bırakarak
giderse, diyordu… Bu yeni misafiri de doyurmak kendisine
düşecekti. Köylü de onların evinden nedense uzak kalmayı tercih
ediyordu. Kapılarını bir gün bir insanın açtığı görülmemişti.
Hayat eskisinden daha feci olarak devam edecek ve Hasan,
günden güne sütü azalan ihtiyar keçinin yardımıyla bu müthiş
mücadeleyi başarmaya çalışacaktı. Gününün boş zamanlarını
keçiyi otlatmak, karlı havalarda ise dere boyunda, bir karıştan
kısa, kuru otlar bulup hayvana getirmekle geçirecekti.

Yazın işleri o kadar fena değildi. Sabahleyin serinde yola
çıkarsa istasyona yorulmadan varıyor, hemen hemen bütün güğümü
satıyordu. Cebine doldurduğu ufak paralar kadar, belki
de daha fazla onu sevindiren bir şey de, köye dönerken yükünün
hafif olacağı düşüncesiydi.

Sabah treninde bütün ayranı satamasa bile, akşam trenine
kalıyor, fakat istasyona ekin getiren köylüler öğleyin ekmek
yerken çok kere bütün güğümü haklıyordu.

Akşam treni saat dört buçukta geldiği için yazın ortalık kararmadan
köye dönebiliyordu. Fakat bugün daha trene yarım
saat kala istasyon korkutucu bir alacakanlığa gömülmüştü.

Ayazda ve karanlıkta kalkıp geri döneceğini düşünerek titredi
ve hemen gitmek istedi. Fakat bu sırada odasından dışarı çıkan
istasyon memuru trenin yakın olduğunu anlattı.

Trenin istasyonda durmasıyla kalkması bir oldu. Küçük
Hasan kapalı ve puslu pencerelerin arkasında hayal meyal belli
olan insan şekillerine bakarak trenin bir başından öbür başına
koştu ve -Ayran, temiz ayran!- diye bağırdı, kocaman kunduraları
ıslak kumlarda gıcırtılar yapıyor, karlar bağırmak için açtığı
ağzına doluyordu.

Vagonların pencerelerinden dökülüp yerdeki su birikintilerine
yayılan soluk muştatil (dikdörtgen biçimindeki) ışıklar sıçraya sıçraya
uzaklaşırken küçük Hasan güğümünü kavradı ve tahta parmaklıklı kapıyı
iterek köyün yolunu tuttu.

Henüz karanlığa alışmayan gözlerine kar parçaları vuruyordu.
Güğümün içindeki ayran her adımda çalkalanıyor ve
garip sesler çıkarıyordu. Yavaş yavaş sırtından içeri işleyen rutubet
onu titretmeye başlamıştı.

Hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şey hissetmeden ve bir hayvan
gibi yolunu alışkanlıkla bularak yürüyordu. Ovanın içerisine
doğru daldıkça pabuçlarının ve güğümdeki ayranın sesine
başka sesler de karıştı. Uzaklarda birtakım hayvanlar bağrışıyordu.
Müthiş bir korku ile zangır zangır titremeye başladı. Adımlarını
daha hızlı atmaya çalışıyor, fakat ayakları birbirine dolaşıyordu.
Soğuktan uyuşan bacaklarında, güğümün her çarptığı
yer dakikalarca sızlıyordu.

Karanlıktan, yüzünü kamçılayan kar ve rüzgardan, dizlerine
sıçrayan çamurdan ve duyduğu seslerden korkuyordu. Açlığı,
sıska kardeşlerinin korkunç gözlerini, yorgunluğunu unutmuştu.
Bir an evvel köye varmak, ocakta küllenen bir odun
parçasıyla aydınlanan toprak dama girmek ve bir köşede saklanmak
istiyordu. Ne yatmak, ne dinlenmek, sadece bir dört
duvar arasında bulunmak… Bu geniş karanlıktan, bu seslerden
kaçmak…

Ayakkabıları çamurda saplanıp kalmıştı. Yalınayak koşuyordu.
Savrulan güğümden üstüne başına ve yerlere ayranlar
saçılıyordu. Birbirine vuran dişlerinin arasından manasız korku
sesleri fırlıyordu.

Uzaklardaki hayvan sesleri gitgide yaklaşıyor gibiydi. Halbuki
yarı yoldaki kuru söğüt ağacını daha yeni geçmişti. Çapaklı
gözlerini karanlığı delmek ister gibi açarak ilerilere baktı.
Hiçbir şeyler göremedi. Havanın güzel olduğu gecelerde bile
ışıkları ta kenarına gelmedikçe görünmeyen köy ona, varılması
imkanı olmayan bir yer gibi geldi. Bir yere sıkıştırıldığını ve kaçacak
yer olmadığını anlayan bir hayvan gibi vahşi ve nihayetsiz
bir korku duydu. Elinden ayran güğümünü ve maşrapayı
fırlatarak koşmaya ve gırtlağından anlaşılmaz sesler fırlatmaya
başladı. Bunlar bazan -Ana… Ana!- der gibi oluyor, bazan da
-A…A…Aaah- -A…A…Aaah- halinde karanlığa yayılıyordu.

Hayvan sesleri daha yakınlaşmış, yolun ilerisinde, karların
arasında, birtakım karaltılar belirip tekrar kaybolmaya başlamıştı.
Küçük Hasan dizlerinin artık kendisini taşıyamayacağını
hissetti. Korku her tarafını bağlamıştı. Çıplak ayaklarının cıvık
çamura her basışında çıkardığı ezik ses, sırtına bir kamçı gibi
iniyor ve korkusunu birkaç misli artırıyordu. Boğazına bir şeyler
tıkanmıştı. Çatlak elleriyle gözlerini silerek ileri bakmak isterken
dizlerinin üstüne yuvarlandı. Kalktı, fakat beş altı adım
sonra tekrar düştü. Boğazından fırlayan sesler daha vahşi bir
şekil almıştı.

-Ana…Ana!- derken sesi, gitgide yaklaşan ve kar üzerinde
kayıyormuş gibi süratli adımlarla etrafında daireler çizen hayvanların
bağırışından farksız oluyordu.

Büzülmüş bir halde yolun çamurları üzerine uzanan vücudunu
kar örtmeye çalışırken o hala birbirine vuran dişlerinin
arasından:

-Ana… Anacığım… Ana!- diye mırıldanmaya çalışıyordu.
Bu sırada, birkaç yüz metre ötede, evlerinin tahta kapısı arkasında
rüzgarın sesini dinleyerek küçük Hasan’ı bekleyen iki
kardeş, onunkine pek benzeyen bir korku ile titriyorlar ve köyün
etrafında dolaşan kurtların sesini duydukça, birbirlerine
sokularak ağlaşıyorlardı.

Sabahattin Ali

Müslüman Müslümanları ‘Allah Rızası’ için katlediyor

Şii’yi Sünni ve Sünni’yi Şii aleyhine o kadar kışkırttılar ki, bugün İslam aleminde savaşın ve Müslüman kanının Müslüman’a mübah olmadığı bir yer kalmadı. Yapılan aleyhte propagandalarla, bugün Müslümanların başına bela olmuş durumda.

Müslüman Alimler İslam’ın ilk döneminde -hak meselesi ayrı bir konu- ama vaka Ali’nin ilk üç halifeye karşı tavrı öyle bir şekildeydi ki, Ali, Osman’ı savunmak için çocuklarını gönderdi.  Hatta peygamber evlatlarından Hasan ya da Hüseyin Osman’ı savunduğu esnada yaralandı. Siz onların çatıştığını, savaşa tutuştuklarını nerede görmüşsünüz? Onlar İslami vahdeti korudular.

Mezhep adındaki fıkhi mektepleri tesis eden imamlar ve fakihler birbirleri ile düşman değillerdi. Bugün işi öyle bir noktaya getirmişiz ki, Müslüman’ın Müslüman’dan daha fazla düşman olduğu kimse yok.

Bazı İslam ülkeleri bazı İslam ülkelerine karşı İsrail ile ittihat sloganları atıyorlar. İşimiz nereye varmış. Müslüman Müslüman’ı katliama tabi tutuyor, Müslüman’ın çocuğuna, namusuna, izzetine acımıyor. İslam ülkelerine acımıyor. İslam ülkeleri baştan başa savaş ve tefrika izindedir ki bunlarda ne Hristiyan ne de Yahudi var. Suriye, Irak, Mısır, Libya’dan Cezayir’e kadar ve burada Afganistan, Pakistan’da Müslümanların elbisesinin yakınlarının kanlarına bulanmadığı gün yok. Biz bu aleyhte propaganda ile bu atmosferi oluşturduk.

Ehli sünnet aleyhinde propaganda yapan Şii Âlimin çenesi kırılsın. Şia’nın aleyhinde propaganda yapan Sünni Âlimin çenesi kırılsın. Bugün karşılaştığımız durumun neticesi olarak, Ne devlet halledebiliyor ne de halk. Dün savaşçılar öldürülüp yağmalanırken, bugün İslam aleminde aileler ve tarafsız halk bir yana çocuklar, kadınlar ve insanların namusları bile güvende değil.

Bunlar hep peygamberin yolunu bırakıp insanların arasında şeytanın yolunu tebliğ ettiğimiz içindir. Şeytanların adetlerine uyduk. Her birimiz İblis’in ordusunun bir bölümünü teşkil ederek kendi Camiamızı, Ümmetimizi paramparça ettik. ‘Allah falana lanet etsin’, ‘Allah filana lanet etsin başımıza bu belaları getirdi’ diye şikayet ediyoruz.

Uluslararası casusluk şebekeleri, süper güçler, İslam düşmanları aramızda fitne çıkarmaya çalışıyorlar. Ama biz bu fitne için gerekli zemini onlara sunmazsak ellerinden bir şey gelmez.

Evladına yanlış ve kötü muamelede bulunan bir babanın evladını, onun düşmanı kullanarak o ailenin yok olmasına yol açar. Tedbir ehli kendi ailesine doğru ve şefkat dolu şekilde muamelede bulunur. Bu şekilde kimse onun ailesine nüfuz edemez. Düşmanın eline bahane ve fırsat veren biziz.

Müslüman Cuma günü beyaz elbise giyiyor, silahını alıyor ve Müslümanları ‘Allah Rızası’ için katlediyor. ‘Allah için’ Müslüman’ın namusunu çiğniyor ‘Allah için’ Müslümanların güvenliğini ortadan kaldırıp yok ediyor.

Bir anda da oluşmadı bu durum. Hz. Peygamber’in vefatından sonra 1300 senedir, imamlardan sonra yaklaşık 1000 senedir sürekli Şia Ehli sünnetin, Ehli sünnet Şia’nın aleyhine propaganda yaptı. Neticesi de bugünkü tekfirciler işte.

Münacat (Koro)

Sonumuzu unutmağa değil miydi?
Sonlu çizgilere o kadar bağlandığımız,
Bir güzel söz, gülünce çukurlaşan yanak
Ve bir ses şimdi süzülen anılardan
Sonumuzu unutmağa değil miydi?
Hep seni anmağa değil miydi?
Pişmanlık kanatlarını kuşandığımız?
Suçlar gururumuzu kırar, eksiltirdi
Sonra pişmanlık gelir, sana yükseltirdi…
Nedâmet zevkine alıştıksa,
Hep seni anmağa değil miydi?
Ama günahla kuşanılan, bu kanatlar,
Senden uzaklaştırırmış, düşünmedik.
Bilemedik fakat ne değişirdi bilsek?
Sonumuz yine iterdi, bu çıkmaza bizi
Ve Tanrım şimdi sana yakın değilsek,
Neyi değiştiriyor üzüntümüz?
Neyi değiştirir ki üzüntümüz?
Nedâmetsiz erişilmez mi mutluluğa?
Ömür boyu aramaktan yorulmuş,
Kapını çalacağız soluk soluğa;
Senden bir ses gelecekse eğer,
Ne soracaksa sorsun melekler.
Bu gürültülü sessizlikten
Diğer yanda çektiğimiz yeter.

Hüsrev Hatemi

Ezilmiş Sinek Misali Ölü Aşk

Birçok şekilde
Hala bulvarın ara sokaklarından birinde
Sefil bir apartman dairesinde yaşamama rağmen
İyi zamanlar da kapımı çalmıştı.

Korkunç
Engellere rağmen
Merdivenin üst basamağına tırmanmıştım

Çılgınca kaçık düşlere sahip
Eğitimsiz biriydim ve
O düşlerin çoğunu
Gerçekleştirmiştim. (Yani savaşacaksan ekmeğinin tamamı için savaş.)

Ama neredeyse
Birden
(ki bu işler öyle olur )
Canımdan çok sevdiğim hatun
Beni terk edip
Saat başı
Yabancı ve geri zekalı
Erkekler ve kadınlar
Ve (doğruyu söylemek adına )
Muhtemelen birkaç
Hayli düzgün insanla
Düzüşmeye başladı.

Ama (ki bu işler öyle olur)
Önceden
Uyarılmamıştım.
Ve bu beni
Şaşkınlıktan kaynaklanan
Acınası bir isteksizlik
Ve yüreğimi pençeleyen
Acılı bir salaklık haline soktu.

Bir de
Şansım değişirken
Sırtımda
Devasa bir çıban çıktı.
Kayısı büyüklüğünde neredeyse,
Küçük bir kayısı
Ama yine de
Bir canavarlık ve dehşet
İşareti.

Telefonu fişten
Çektim.
Kapıyı kilitledim.
Jaluzileri indirdim ve
İçmeye başladım
Geceyi devirmek için ve,
Çıldırdım muhtemelen
Ama yeni bir tuhaflık
Ve lezzet hissiyle

Careless Love’ın eski bir plağını buldum.
Ve tekrar tekrar
Çalmaya başladım.
O blues parçasının
Umutsuzluğu
Kafesime
Yerime
Kendi
Mutsuzluğuma
Eldiven gibi uyuyordu;
Ezilmiş sinek misali ölü
Aşk

Geriye dönüp yakın geçmişime
Uzandım ve insan olarak
Çok daha iyi, müşfik, uysal
Olabilirdim diye hissettim
Ona karşı değil sadece,
Bakkala
Köşedeki gazeteciye,
Davetsiz misafire,
Pejmürde dilenciye,
Sokak kedisine,
Uykulu barmene,
Ve/ veya
Filan.

Tekrar tekrar
Başarısızlığa uğrarız
Ama sonra, sonunda, belki
Aslında o kadar da korkunç olmadığımızı
Düşünür ve kendimizi
Saat başı düşünen kız arkadaşlar
Ve neredeyse kayısı büyüklüğünde
Çıbanlarla
Buluruz.

Ah pişmanlık!
Ah elem!
Ve o Careless Love plağı
Sesi sonuna kadar açık
Durmaksızın
Çalıyordu.

Ne zamandı ama
Odanın her yerine saçılmış
Bira ve viski şişelerine
Pişmanlıklara ve
Anılara
Takılıp tökezlerken.

Sonunda
Bir hafta kadar sonra,
Kendime geldim
Ve bir Pazar sabahı
Saat dokuzda
Kapımda buldum onu

Saçı derli
Toplu
Makyajı özenle
Yapılmış
Üzerinde yeni bir elbise,
Ağzında bir
Gülümseme_
Yeni bir sayfa açılmış gibi

Orada öylece durup
Aptalı oynadı
Oyunbaz
Kancık

Diğerlerini deneyip
Onları (bir şekilde )
Yetersiz bulduktan sonra
Dönmüştü (öyle umuyordu en azından )
Ona bir bira koyup
Viski şişesini neredeyse boşalmış
Bardağıma doğru
Eğerken

Ve bütün bu süre zarfında
O unutulmaz
Careless Love
Şarkısı çalıyordu beynimde

Ama ona duyduğum aşk
Bittiyse şayet
Başka bir şey başlamak
Üzereydi
Uzun bacaklarını
Bacak bacak üstüne atıp
Gülümsedikten sonra
Neşeli bir biçimde, “ ee, anlat bakalım,
Ne yaptın benim yokluğumda.”
Dediğinde

Charles Bukowski
Çeviri: Avi Pardo

Mutlu Olma Şansı

Hayat bize mutlu olma şansı
vermedi
Biz kendimizden başka
Herkesin üzüntüsünü
Üzüntümüz,
Acısını acımız yaptık.
Çünkü Dünya’nın öbür ucunda,
Hiç tanımadığımız bir insanın
Gözyaşı bile içimizi parçaladı…
Kedilere ağladık
Kuşların yasını tuttuk.
Yüreğimizin yufkalığı
Kimi zaman hayat karşısında
Bizi zayıf yaptı.
Aslında ne güzel şeydir
İnsanın insana yanması
Sevgili…
Ne güzeldir bilmediğin birinin
derdine üzülmek ve çare aramak.
Ben bütün hayatımda hep
Üzüldüm, hep yandım..
Yaşamak ne güzeldir be sevgili
Sevinerek, severek, sevilerek,
Düşünerek…
ve o vazgeçilmez sancılarını
Duyarak hayatın

Yılmaz Güney

bir tanım

gece sisini delen
bir ışıktır aşk

banyoya giderken
üstüne bastığınız bira şişesi
kapağıdır aşk

sarhoş olduğunuzda bulamadığınız
anahtardır aşk

on yılda bir gerçekleşen
şeydir aşk

ezilmiş bir kedidir aşk

köşedeki pes etmiş gazete
satıcısıdır aşk

diğer insanın mahvettiğini
sandığın şeydir aşk

zırhlı savaş gemileriyle birlikte
kaybolmuş olan şeydir aşk

çalan telefondur aşk
aynı ses ya da başka
bir ses ama asla doğru ses
değil

ihanettir aşk
evsizlerin ara sokaklarda alev alev
yanmasıdır aşk

çeliktir aşk
karafatmadır aşk
posta kutusudur aşk

eski bir Los Angeles
otelinin çatısına yağan
yağmurdur aşk

tabuttaki babandır aşk
(senden nefret eden baban)

45.000 kişi seyrederken
ayağa kalkmaya çalışan
bacağı kırık attır aşk

ıstakoz gibi haşlanma
biçimimizdir aşk

söylediğimiz bütün
yalanlardır aşk

bulamadığın
piredir aşk

ve bir sivrisinektir aşk

50 el bombacısıdır aşk

boş yatak sürgüsüdür
aşk

San Quentin’de bir ayaklanmadır aşk
bir tımarhanedir aşk
sinekli bir sokakta duran
eşektir aşk

boş bar taburesidir aşk

parçalara kıvrılmakta olan
bir Hindenburg filmidir aşk

çığlığı hala yankılanan andır aşk

rulet masasında
Dostoyeski’dir aşk

yerde sürünen
şeydir aşk

bir yabancıya dayanmış dans eden
karındır aşk

bir somun ekmek çalan
yaşlı kadındır aşk

ve çok fazla ve
fazlasıyla erken kullanılan
bir sözcüktür aşk.

Charles Bukowski

Çeviri: Avi Pardo

Karımın İstanbul’dan Yazdığı Mektup

Canım,
Uzandığım yerde yazıyorum.
Yorgunum pek.
Aynada yüzümü gördüm, adeta yeşil.
Havalar soğuk, yaz gelmeyecek.
Haftada otuz liralık odun lazım,
başa çıkılır gibi değil.
Sofada demin iş görürken,
battaniyemi aldım sırtıma.
Camlar çerçeveler kırık, kapılar
kapanmıyor,
burda barınmamız imkansız artık,
taşınmalı!
Ev yıkılacak üstümüze.
Kiralarsa pahalımı pahalı.
Sana bunları ne diye anlatırım?
Üzüleceksin.
Derdimi kime dökeyim?
Kusura bakma.
Isınsa, iyice ısınsa ortalık ama,
Hele geceler.
Bıktım usandım üşümekten.
Rüyalarımda Afrika’ya gidiyorum.
Cezayir’deydim bir sefer.
Sıcaktı.
Alnımı bir kurşun deldi,
bütün kanım aktı,
ama ölmedim.
Bana bir hal geldi.
Çok ihtiyarladığımı hissediyorum.
Halbuki biliyorsun,
henüz kırkıma basmadım.
Çok ihtiyarladığımı hissediyorum,
söylüyorumda,
söyleyince kızıyorlar,
konferans dinliyorum herkesden.
Her neyse bu bahsi kapat.
Paraguay halk türkülerini çaldı radyo.
Bunlar dikenli bir yaprağın üzerine
aşkla, güneşle, insan teriyle yazılmış.
Acıda, umutluda…
Bayıldım Paraguay türkülerine.
Adviye’den mektup aldım.
Beni çok göresi gelmiş,
Hiç unutamıyormuş….
Şaştımda kaldım.
Yıllardır,
Sen memleketten gittin gideli,
ne kapımı çaldı,
ne bir haber yolladı hatta.
Hatta sokakta karşılaştık.
Bir bayram sabahı,
başını çevirip geçti.
En yakın arkadaştık!
Ama arkadaşlık ağaca benzer,
kurudumu,
yeşermez artık.
Ben cevap yazmadım.
Neye yarar?
Evime bile gelse şimdi,
söyleyecek lakırdım yok.
Düşmanlığımda yok elbet.
Otursun güle güle,
zengin bir koca bulmuş
hastalıklı bir şeymiş adam
manyağın biri.
Halbuki Adviye ne canlı kadındır.
Gidip baktım oğlumuza,
Pembe, kumral, uyuyor mışıl mışıl.
Yorganı açılmış, örttüm.
Bir kara haberde verdi bu akşam radyo;
İren Jolio Küri ölmüş.
Yıllar var
bir kitap okudumdu
ölenin anısı üstüne yazılmış.
Bir yerinde iki kız çocuğundan bahseder.
-Satırlar gözümün önüne geldi-
Sarışın iki Yunan heykeli gibi der.
İşte bu çocuklardan biri öldü.
Bilmem ki nasıl anlatsam,
büyük bilgin, büyük adam,
ama şimdi lösemiden ölen
O sarışın kız çocuğuda.
Bu ölüm bana çok dokundu.
İren Jolio Küri için
ağladım bu akşam.
Ne tuhaf,
İren deselerdi, İren
öldüğün zaman
deselerdi,
İstanbul’lu bir kadın
hemde hiç tanımadığın,
ağlayacak arkandan, deselerdi
şaşardı.
Kocası geldi aklıma,
bir mektup yazsam,
başsağlığı dilesem
diye düşündüm.
Adresini bilmiyorum ama
Paris, Frederik Jolio Küri desem
gidermiydi?
Birde Fransız yazarı öldü.
Gazetede okudum.
Adını bile duymamışsındır.
Çok ihtiyardı zaten,
üstelikte egoist,
sinik,
cenabet herifin biri.
Herşeyle alay etmiş ömrü boyunca.
Hiçbir şeyi, hiç kimseyi sevmemiş,
bir köpeklerle kedileri,
ama yalnız kendininkileri.
Mülakat vermiş ölmeden bir kaç gün önce.
Ölümü alaya alıyor aklınca.
Ama belli dehşetlide korkuyor.
Resmide var.
büyükannemizi erkek yap,
tepesine bir takke koy,
işte herif.
Korkunç bir yalnızlık içinde
sıska bir ihtiyar.
O’nada acıdım
Belki büyükannemize benzediğinden,
belkide yalnızlığına.
Acıdım.
Aynı acıma değil elbet.
Acıyorsun İren Küri’ye,
çocuklarını düşünüyorsun, kocasını,
ama daha çok dünyaya acıyorsun,
büyük bir insan öldü diye.
Sana bir müjdem var;
Okumayı öğreniyor tembel oğlun.
Epeyi söktü kerata;
Tut, koş, kitap, kalem, çanta….
Mükemmel değil mi?
Her harfi birşeye benzetiyor;
A bir evmiş,
B göbekli bir adam,
T bir keser.
Ödüm kopuyor tembel olacak diye.
Hep O’na iş yaptırmak istiyorum.
Kız olsaydı kolaydı.
Kadınların her yaşta
her iş gelir elinden.
Ama beş yaşında bir oğlan,
ne becerebilir?
Ah bir ısınsa havalar…
Isınacak.
Uzadıkça uzadı mektubum.
Kendine iyi bak,
bana hemen cevap ver.
Beni unutma.
Bana hemen cevap ver,
akıllıdır Münevver,
nasıl olsa ne yapıp eder,
falan filan diye kendini avutma.
Sensiz perişanım,
beni unutma.
Kendine iyi bak.
Gözlerinden öperim canım.
Güzel geceler.
Kendine iyi bak.
Bana hemen cevap ver,
dertlerimi aklında tutma,
unut.
Beni unutma… 

Nazım Hikmet Ran

Deyrulzafaran Manastırı’nda

Sekiz yaşındayken getirip manastıra
papazlara teslim etmiş babası onu.
Şam’a gidip geleceğini söylemiş.
Hatırlayan kalmamış artık nedenini,
ne zaman olduğunu. Tek bildikleri,
savaş yıllarıymış, zorlu yıllarmış,
kol geziyormuş ölüm buralarda.

“Sen biraz dur,” demiş babası ona,
“bir yere gitme, bekle beni, geleceğim.
Bu sakallı iyi amcalar bakacak sana.”
Sessiz sakin bir çocukmuş, usluymuş,
“Tamam,” demiş, “gitmem, beklerim.”

Ve beklemiş.
Aylar ve yıllar ve onyıllar boyunca
hiç kuşku duymadan beklemiş.
“Babam beni almaya gelecek.
Onu bekliyorum” demiş soranlara.

Her sabah bir mazgala tırmanıp
ovanın ötesinden ufku gözlemiş.
Çıkmamış hiç duvarların dışına.
Hiçbir şey yapmamış,
İncil okumaktan başka.
Hiçbir şey öğrenmemiş,
dua etmek dışında.

Durdurmuş zamanı.
Ara vermiş yaşamaya.
Geldiğinde babası,
bıraktığı yerden
devam etmek için hayatına.

Zaman dikkate almamış ama,
her şeyi durdurma kararını,
sevgiye güvenme inadını.
Yaşı doksanı çoktan geçmiş.
Bir daha göremeyecek babasını.

Roni Margulies

Anne, Neden Beni Bıraktın?

Mardin’in Süryani cemaatinden Bedia Hanım (bazı kayıtlara göre Vehia), dört çocuğuyla dul kaldığında henüz 33 yaşındaydı. Elde yoktu, avuçta yoktu. Çaresizlikten, fakirlikten, Suriye’ye göçmeye karar verdi. Kızları Münüre ile Behice’yi ve büyük oğlu İlyas’ı yanına aldı, o vakitler altı yaşında olan Bahe’yi, Mardin varolduğundan beri oradaymış gibi duran Deyrulzafaran Manastırı’na, ruhanilerden Dilobale’ye emanet etti.

Bahe, kardeşlerin içinde en zayıfıydı, hastaydı, zekası yaşıtları gibi değildi. Belki bakamayacağını, belki göç yoluna dayanamayacağını düşündü. Oğlunu manastırın korunaklı duvarları arasına bırakırken “Burada kal, döneceğim” dedi. Bir rivayete göre yıl 1919’du, başkasına göre ise 1928. Bahe, bir nüfus cüzdanına ancak 40 yaşında sahip olduğundan bunu net olarak hiç bilemeyeceğiz.

Bahe’nin hayatını, geçen yıl ‘Misafir’ ismiyle belgeselleştiren Haydar Demirtaş, ablalarından birini Suriye’de buldu. Yıllar sonra gördüğü kardeşinin fotoğrafını öpüp koklarken ayrılıklarını şöyle anlatacaktı: “Anneme, Bahe’yi manastıra bırakmanın onun için daha iyi olacağını söylediler. O hem çocuk hem de saf biriydi. Manastır onun hem anası, hem babası oldu…”

Bahe, yıllar boyu manastıra hizmet etti. Temizledi, bekçiliğini yaptı, bahçıvanlığını üstlendi, her geleni koştu kapıda karşıladı. O, manastırın bir parçasıydı, manastır da onun. Süryaniceyi hiç öğrenemedi, hep Arapça konuştu. Ömrünün son yıllarında yürümekte, duymakta, görmekte zorlanıyordu ama yine de ziyaretçileri karşılamaktan, onlarla fotoğraf çektirmekten vazgeçmedi. Bir de annesinin dönmesini beklemekten… 

Geçen salı günü (2 Nisan 2014) gözlerini yumduğunda belki 76, belki 85 yaşında olan Bahe Amca, ömrünün sonuna kadar rüyalarında annesini gördü. Yıllar boyu herkese annesini, kendisini nasıl bırakıp gittiğini anlattı. Bazen başka hiçbir şey anlatmazdı. Hep aynı üç soruyu sorardı: Niye beni terk etti? Niye beni buraya bıraktı? Niye bana geri gelmedi?


Deyrulzafaran’dan bir taş eksildi

Sadece annesine küfreder

Yıllar geçti, manastırdan onlarca din adamı, yüzlerce öğrenci geçti. Tek değişmeyen Bahe ve ömürlük bekleyişiydi. Kilise günlerinde manastıra gelen herkese annesini anlatır ancak rahatladıktan sonra eğlenmeye başlardı. Gençliğinde şarkı söylemeyi, halay çekmeyi severdi. Bir de kırmızı çorapları… Sadece kırmızı çorap giyerdi. Fakir dolabında onlarca çift kırmızı çorap vardı. “Ne istersin?” diye sorulduğunda hep aynı cevabı verirdi: Kırmızı çorap. 

Her gün mutlaka Metropolit Saliba Özmen’le kısa da olsa sohbet ederlerdi. “Bu manastırın gülü kim” diye sorardı Özmen. Yüzü aydınlanır, “Benim” derdi Bahe Amca. Son günlerinde bile manastırda görev yapmış rahipler sorulduğunda başlardı bir çırpıda 70 yılı saymaya: Rahip Circis, Rahip Bitris, Rahip Davut, Rahip Cıbran, Rahip Sait, Bıdrıs, Hani, İbrahim, İlyas… Hepsine tek tek Allah’tan rahmet diledikten sonra, “Hepsi gitti, bir gün ben de gideceğim. Hepimiz misafiriz” derdi.

Son yıllarında tüm ihtiyaçlarını gören, sabah kahvesini getiren, giydiren, tıraş eden Metin Üstüner, “Gerçek bir ruhani” diyor onun için: “Burada görev yapmış ruhanilerin kokusu geliyor ondan”.
Tıpkı Bahe gibi Mardin’in kıymetlilerinden, kendini bildi bileli basmacılık yapan, basmalara dini motifler işleyen 90 yaşındaki Nasra Şimmes de şahit onun masumiyetine: “Nebi gibidir, günahı yok. Ne hırsızlık bilir, ne küfretmeyi. Sadece annesine küfreder, neden beni bıraktı diye”.

Manastır çalışanlarından Gülcan Bayruğ, yıllarca yoldaşlık etti Bahe’ye. Bayramlarda evine giderdi kalmaya bazen. Bayruğ’a duyduğu sevgiyi şöyle tarif ederdi: “Anneciğim seni Babısor, Mardin Kapı, Amerika, Viranşehir, Eski Kale, Mardin, Bilali Köyü, Ankara, Şam ve Dünya kadar seviyorum”.
Bahe Amca, manastırın dışında hiçbir yeri bilmedi, tek göz odasının yalınlığında, ermişler gibi yaşadı.

Banu Tuna / Hürriyet Gazetesi

Dışarı çıkıp son gelen misafirleri de uğurladıktan sonra, kapıyı kapatmadan, son bir kez daha kulağında, ruhunda çınlanan  o sese tekrar baktı…

Gözleriyle aradı gelmesini istediklerini.  Uzakları süzen gözleri  gelecek olanlarını tekrar umut etti. İnanmak istemedi, uzaklaşmayı çocukluğundan  beri kabul etmeyen Bahe, umudunu sonrasına erteledi. Bir hüznü tekrar bedeninde yaşamaya başladı.

Umudu bir kez daha yok olmuş şekilde,  ellerini arkasına bağlayarak,  başında kasketiyle, içeri girmeden, dönüp son bir kez daha  baktı ve içeri girip kapıyı kapadı. Yıllar önce kapanan o kapının sesini tekrar bütün ruhunda hissetti. Kapıya sırtını dönüp saf yüreğiyle Deyrulzafaran manastırının avlusuna yöneldi

Uzaklara,  derinlere, hep birileri gelecekmiş gibi bakışı ondandır Bahe’nin.  Yılların yükü, yüzüne vurduğu kaderinin  çizgileri, bir ömrü özetler gibi yüzünde simgedir. Şapkasının gölgesinde umut dolu bekleyişinin gerçekleşmediği an, kapının ardında misafirlere sevecen ama bir o kadar da “Geldiler mi acaba?”  diyen  umut dolu bakışı, yaşamındaki, dört kişiden birisinin geleceği umudunun, giderek artan sabırsızlığının kırıldığı anlardı.

Belki …
Her geçen gün giden umudu
Yaşamını geçirdiği manastırda
Gelecekmiş gibi beklemesinin sebebiydi.
Vedia 1928 yılının aydınlık  bir gününde,  umutlarına mutluluk katan, yaşamının yeni bir parçasını, dünyaya getirmenin mutluluğundaydı. Çığlıkların kesildiği anda, “nurtopu gibi bir oğlun oldu” dediler. Aldı kucağına.  Hafiften yatağın yukarısına, kendini çekerek, sevecen dolu bakışlarıyla yeni bebeğini öptü.

Yaşamı onun ellerinde, ümitleri Bahe’nin bedenindeydi.

Doğan çocuk mutluluk getirmişti eve. Ama kaderi ne olacaktı bir  bilinmezlikti. Ne öykü bekliyordu yaşanmışlıkta, bilinmeyenin sırrıyla, yaşamın yeni nefesine başlamıştı Bahe.

Münire ile Behice heyecanla, doğum sonrasında geldiler. Yeni kardeşlerine merakla,  bir yürek dolusu sevgiyle baktılar. Sessiz, sedasız, anlamsız  bakışları olan Bahe, annesinin sıcaklığında, onun kollarındaydı. Yaşama merhaba demişti. Kardeşlerin en büyüğü İlyas, daha bir keyifle geldi. O da kardeşini gördü. Mutlu, sağlıklı olması için ve bir ömür boyu beraber olabilmeleri dileğiyle dua ettiler. Evde mutluluk, yeni yaşamın belirtisi bir bebeğin sesi ile büyüyor, evi dolduruyordu.

Dokuma işleri ile uğraşıp, evin geçimini sağlamaya yardımcı olan Vedia dört çocuğun yükünü sırtlanmıştı. Hanna, tren istasyonunda yük taşıyıp hamallık yaparak geçimini sağlıyordu. Evin yükü giderek ağırlaşıyor, her geçen gün daha çok çalışmak zorunda kalıyordu.Yeni bebeğini de merakla bekliyordu.

Gelen İlyas’ı uzaktan gördü Hanna, İlyas  heyecanlı ve mutluydu.  “Baba, baba kardeş geldi!” diyerek, babasına mutlu haberi verdi. Hanna  İlyas’ı kollarının arasına alarak öptü… Keyfine diyecek yoktu. Bir de oğlan olduğunu öğrenince sevinci bir anda ikiye katlandı. Terli ve  bir o kadar da yorgun Hanna malzemelerini yandaki duvarın kenarındaki arkadaşına bırakarak İlyas’ la beraber eve doğru koşar adımlarla,  gitti.

Hayata yeni gözlerini açan bebeğe İbrahim adını verdiler. Sonrasında Bahe lakabını  alacak olan yeni bebek İbrahim ve ailesi o günün kararmasıyla, yaşamlarının ilk anlarına başladılar. Evin yükü biraz daha artmıştı. Ama herkesin kısmeti vardı bu dünyada. Hanna düşündü, “Nasıl olsa kısmeti var” dedi içinden. Oğlan olması da  ayrı bir mutluluktu. Ayrı bir sevinç biraz da gururla, o gece uyudular…

Günler günleri kovaladı, anılar anıları getirdi. Yaşanmışlıklar arttı. Yıllar geçmeye başladı, Sevecen yüzüyle Bahe hep ailenin ilgi odağı oldu.

Vedia evin işlerini yaparken avlunun sıcaklığından kaçıp kenara geldi. İki yaşına gelen Bahe’sini uyutmuştu. Yanağını öperek işlerini halladebilmek,  biraz daha çalışabilmek için kuyunun kenarına Bahe’yi usulca bıraktı. Üzerini ince bir şekilde örttü.

İçeri girdikten dakikalar sonra, şiddetli bir bebek sesi ve ağlaması duydu. Avludan çığlık sesleri yükseliyordu. Duyulmadık bir korku ve inanılmaz iç geçiren bir ses etrafı sarmıştı. Koşarak Bahe’nin yanına yaklaştığında avludaki horozun uyuyan Bahe’ye yaklaşıp hışımla onu gagaladığını ve burnunu, yüzünü kan revan içinde bıraktığını gördü. 

Bahe çok korkmuş küçücük bedeni irkilmiş, ruhu geri dönüşümü olmayan yaralar almıştı. İrkildi. Ağlamaktan soluksuz kalan evladını aldı. İç geçire geçire ağlayan Bahe‘yi sakinleştirmeye çalıştı. Yarasını sildi. …

Derin yara sadece yüzünde değil ruhunda, bilincinde de  kapanmaz izler bırakır Bahe’nin. Bahe, o günden sonra daha bir çekingen, daha bir ürkek olmaya başlar ve öyle de  yaşar. 

Yaşamında iz bırakarak giden kaderinin, ilk yaraları artık başlamıştır. Hayat Bahe ile beraber ailesinin evinde, yaşamın varlıklarından biraz yoksun devam eder, gider. Bahe büyür…
Akranlarına göre yaşamdan ve gelişimden biraz daha geridir. Daha korkak daha zor öğrenen ve öğretilenleri daha zor yapan ,algılaması daha yavaş bir yapısı oluşur. Ama işlerinde kimseye zarar vermeyen, en seveceni de odur. Bahe dört yaşlarına gelince, anormal davranışları zihninde oluşan hasarı belli eder. O şu an, kimseye zarar verecek davranışlarda bulunmuyordu ama akranlarına kıyasla zihinsel gelişimi geç ilerliyor, geç gelişiyordu. Öyle ki, bir ömür boyu manastırda yaşamış olmasına ve ana dil olarak Süryaniceyi konuşmalarına rağmen onun Süryaniceyi ömrü boyunca öğrenememesi, sadece ailesinden öğrendiği Arapçayı konuşması hep dikkat çeker. Oyunların vazgeçilmez çocuğudur. Ama nedendir bilinmez, Bahe o talihsiz olaydan sonra hep yaşamdan geridir. Vücudu gelişir ama aklı, ruhu çocukluktan öteye geçemez.

Hanna’nin yanına gelen adam  taşınacak yük olduğunu söyler. Bir iki gündür rahatsız olduğunu söyleyen Hanna eve para götürme derdine, yorgunluğuna rağmen işi kabul eder. Biraz soluklanır.  Hava sıcaktır. Kalkar trenin yanına gider. Trenden ilk yükünü sırtına alır ve büyük duvarın dibine bırakır. Hafif göğsü ağrımaya başlar, nefesi tıkanır gibi olur. Mertliğe yenilip yükü de bırakamaz. İkinci yükü de sırtına alır duvara doğru yönelir. Ağrı şiddetlenir, ayaklarını atamaz hale gelir, yol büyür, uzar, yük ağırlaşır. Zorlukla yürümeye devam eder. Duvara yaklaştığında eğilip yükü sırtından atar ve oracığa yığılıp kalır.

Arkadaşları yetişir. Ama Hanna bu dünyadan göçmüştür. Eve kara haber gelir. Kader tekrar işlemeye, yaralara yara katmaya başlamıştır. Matem, üzüntü, gelecek kaygısı, baba yokluğu evi sarar. Hüzün varken, hiçbir şeyin farkında  olamayan, bilmeyen tek Bahe’dir. Kader Bahe’ye bir çizgi daha eklemiştir. Beş yaşlarındaki Bahe babasının anlamsız gidişinin zamanla ne olduğunu öğrenecektir. Vedia kocasının bu dünyadan göçmesinin yükünü tek başına çekemez hale gelir. Düşünür çözüm yolu arar. Çocuklar çalışacak, eve katkı olacak durumda değildir. Bir de dul kalmanın, dul yaşamanın zorlukları onu çok rahatsız etmeye başlar.

Zaman içinde Bahe’de sorunlar daha da belirmeye başlar. Zor öğrenen, zor anlayan yapısı, özel bakım ve ilgi gerektirir. Akranlarına göre her konuda geridedir. Bu son zamanda da hep fazla emek Bahe’yedir. Vedia geceyi zor geçirir. Kafasına, “ailesinin yanına, Suriye’ye gitme düşüncesi” iyice yerleşmiştir. Çocuklarını da alarak baba ocağına dönmek istemektedir.

Kararını verir baba ocağı Suriye’ye gidecektir. Asıl zor olan Bahe’dir. Ne şartlar elverişlidir, ne de gücü vardı olacaklara. Ne yapacaktı Bahe’yi? Aklını kemiren tek düşünce budur. Oralara götüremez, bakamaz ve büyütemezdi. Karanlık gece,  kendi düşünceleriyle daha da karanlık ve karamsar hale gelir. Kararını  verir.  Bahe’yi Deyrül Zafaran Manastırı’na bırakacak orada yaşamını sürmesini sağlayacaktır. Bu, bir ananın diğer çocukların geleceği için; kendisi, yaşam mücadelesi, yüreği, mantığı için alınacak en zor ve en son karardır…

Baba ocağına taşınma vakti gelmişti. Her şey hazırlanmış, yolculuk için an bekleniyordu. Ama hayatın en zor anı, aile için Manastıra yönelmekti. Manastıra gelirler. Artık Bahe’yi bırakıp ondan ayrı, bilinmez bir kadere onsuz gideceklerdi. … Manastırın koca kapısı açıldı. Aileyi karşıladılar. Vedia, Bahe’nin elinden sıkıca tutmuş, avlunun ortasına geldiler .

Behice, Münire ve İlyas annelerinin yanında gözleri dolu, hayatlarının en zor anlarını yaşıyorlardı. Vedia çocuğunun sıkıca elini tuttuğu, gözyaşlarını içine akıttığı, dudaklarının titremesini engellemek için dişlerini  ısırdığı, haykırışlarını, kadere serzenişini, sessiz çığlıklarını, yüreğine bastırdığı, hiç yaşamak istemediği, bir ana yüreğinin koptuğu anları tüm bedeniyle yaşamaktaydı.

Münire, Behice ve İlyas Bahe’nın orada kalacağını bilmenin zorluğunda, yürek parçalanmışlığı içinde oradaydılar. Sevecen gülüşüyle ve her şeyden habersiz olan Bahe’ye, Vedia hiç o  güne kadar sarılmadığı  kadar öpüp sarıldı. Onlarca defa  Bahe’nin yanağını  öptü. İki elini Bahe’nin yanaklarına getirdi. Süzdü. Tekrar tekrar baktı. Bir ayrılığı, Bahe’ye hissettirmemek için gözlerindeki yaşlara zor hakim oldu. 

Münire, Behice ile beraber kardeşlerine sarıldılar. Ona baktılar. Onlarca defa öptüler. Elleri hep Bahe’nin ellerinde, onu bırakmanın, kaybetmenin üzüntüsündeydi. Hayatlarında tatmadıkları, kabul edemeyecekleri, ama yaşamın onları zorladığı, kötü bir oyunun hamlelerini yapıyor, asla kabul edemeyecekleri bir kararı uyguluyorlardı. Anılar hepsinde canlandı, yaşam özet gibi geçiverdi gözlerinin önlerinden. Hiç kötülüğü olmayan Bahe’nin suçu neydi? Bahe’nin sıcak kalbi, acımasız hayatın seyrinde ayrılmayı hiç kabullenemediler. İlyas daha olgun ve dirayetliydi. İzlerken arkasını döndü. Tutamadığı göz yaşlarını hıçkırığını sessizce yaşadı. Gözlerindeki yaşı, gömleğinin koluna sildi.

Vedia tekrar çömeldi. Bahe’ye sarıldı. Çocuklarını yanına topladı. Beraber sarıldılar. Münire bir adım daha öne atıp Bahe’ye, omzuna elini koyarak, “Biz geleceğiz Bahe” dedi, gözyaşlarına hakim olamayarak… Tekrar, tekrar “Biz geleceğiz Bahe” diyerek sarılıp ağladı. Bahe bir ayrılığı anlamanın üzüntüsünde, kaderine mahkumiyetin bilinçsizliğinde sarıldı. “Çabuk gelin ama”, dedi. “Yalnız bırakmayın!”. “Gelin bekleyeceğim!”, diyerek sarıldı.

Vedia çocuklarını aldı. Manastırın avlusundan, tekrar tekrar arkasına bakarak kapıya doğru gitti. Kapıya geldiklerinde Bahe koşarak onların yanına geldi. Yarı aralık kapıda, son defa bakıştılar. Gidişlerini, uzaklaşmalarını ağlayarak izledi. Münire döndü bağırarak; “Bahe biz geleceğiz!”, diye tekrar  söyledi. “Geleceğiz, yemin olsun Bahe!” diyerek söz verdi. Dönüp dönüp el salladılar. Manastırdakiler Bahenin yanında, elleri Bahe’nin omzunda, kapıya ellerini dayayıp yarı aralıktan, tutunduğu ve ömür boyu dokunup, teninin, yaşamının bir parçası olacak, umutlarını koyacağı o büyük kapıdan gidenlerin ardından, yüreği parçalanıp bir anda kaldığı yalnızlığı ile baka kaldı. “Geleceğiz Bahe” sözü kulağında o andan itibaren çınlar oldu. Manastırın kapısı kapandı.

Kapanan kapı adeta, yaşamın ikiye böldüğü aileye, iki ayrı kaderi başlattı. Vedia hıçkırarak, çocuklar durmaksızın ağlayarak, uzaklaştılar… Her an uzaklaşmaları arttı. Yürek beraber, mesafeler ve aile ayrı haldeydi artık.. Kapanan kapının sesi ardında, yaşamını geçireceği  Deyrul Zafaran Manastırı`nın avlusuna geldi. Manastır ve çalışanlar onu yüreklerine bastılar. Sahiplendiler. Günler günleri, yıllar yılları kovaladı. Verilen her işi yaptı. Ne karşı çıktı, ne de insanları üzdü. Yalnızlığı, anasından uzaklaşması, kardeşsizliği, babasının yıllar önce dünyadan göçmesinin üzüntülerini hep kalbinde yaşadı. Beklediği sevgiyi yaşamı boyunca hep tebessümüyle sevecenliğiyle verdi. Kapıya gelene hep, ilk, o koştu. Yüreğinde, kulağında hep “Biz geleceğiz!” sesinin kalbine bıraktığı bitmeyen umuduyla bekledi. Kapıyı hep “Gelecekler” heyecanıyla açtı. “Belki bu sefer”  umuduyla bakındı… Hep “Sonrasında” diye kapattı. Gelen misafirlere hep ailesi yerine koyup onlara vereceği sevecenliği ile gülümsedi. Karşıladı onları.

Zaman geçti. Bedeni büyüdü ama ruhu hep aynı kaldı. Çocukluk, ruhundan hiç ayrılmadı. Çocuk ruhu büyüyen bedeninde kaldı. Hep saf ruhu, temiz  kişiliği, bu dünyada olması gereken örnek insan yapısını sergiler gibiydi. Belki de Bahe, Tanrı’nın manastırda gerçek temiz ruhun nasıl olaması gerektiğini  sergilemek ister gibi, insanların görmesini istediği bir yaşam şeklini, bir benliği sunuş şekliydi. Yıllarını verdiği manastırda, Mardin’de çocuk kişiliği, ama büyüyen bedeni, saf  kişiliğiyle simge haline geldi. Bayram kutlamaları onsuz olmazdı. Ruhu, dünyası ayrı bir hayat kattı ona. Bayramlarda Mardin’i ziyaret etmek, evlere gitmek, insanlardan  hediyeler almak ona çocuk ruhunun en güzelliklerini yaşattı. Bir çocuğa verilen en ufak hediye sevincini tüm yaşamı boyunca hep hisseti. Mutlu oldu hediyeler aldıkca. Aldığı hediyeleri hep güvendiklerine emanet etti. Dönüp dönüp bir de sordu. “Kaybolmaz değil mi?” diye. 1928 yılında başlayan yaşam, manastıra bırakıldığı andan itibaren, kapıdan  Münire, İlyas ve Behiye gelecek diye umutla geçti. İlk zamanlardaki umudu artık alışmaya ve kabullenmeye dönüştü. Kapıdan geleni ilk o karşıladı, en sevecen haliyle  hep buyur etti.

Bir gün kapıya misafirler geldi. Hemen koştu. Açtı kapıyı İnanamadı. Donup kaldı…Vedia çocuklarıyla, can parçalarının yanına geldi. Zaman çok geçmiş büyümüşlerdi. Sarıldılar. Güldüler. Öptüler birbirlerini. Manastırda misafir olup Bahe’lerine, Bahe’de ailesine doydu. İnanılmaz bir mutluluk, yılların umudu karşısındaydı. Zaman içinde uzun aralıklarla ziyaretler tekrarlandı. Birgün kapı çaldığında Bahe kapıyı tekrar açtı. Duaları ona ailesini tekrar getirmişti. Vedia yoktu. Annesini sordu “Nerede?” diye… Ses çıkmadı kardeşlerinden. İlyas anlattı. Babalarının yanına gittiğini.  Ağlaştılar, sarıldılar. Ertesi gün tekrar ayrıldılar. Yüreğine annesizlik ile başka bir yalnızlık daha çöktü Bahe’nin. Zor da olsa alışmaya çalıştı, gözyaşları içinde. Çok zaman sonra kapıda sadece iki ablası vardı. Abisi de yaşamın zorluğunda göçüp gitmişti. Çocuk ruhu hayatın acımasızlığına alışırken, kaderine hiç sitem etmedi. Manastırda Tanrı’nın saf insan örneğini hep sergiledi. Gelenlere kapıyı hep açtı.

Bir gün Münire yapayalnız çıkıp geldi. Yaşlanmış çökmüştü. Artık dünyada ikimiz kaldık Bahe dedi. O yaşlı haline rağmen, verdiği sözü hep tuttu Münire. Fırsat buldukca yarı parçasına hep geldi. Ömrü Deyrul Zafaran Kilisesi’nde geçen Bahe, kimseyi kırmadı. Kimseyi üzmedi. Herkesin saf ve temiz yürekliliği konusunda gereken kişiliği sergiledi. Manastıra Tanrı’nın bir lütfuydu. Örnek kişiydi. Ruh saflığının insanlara sunulan örnek bir kişiliğiydi. Başında kendisi için dua okunmasını isteyen hiç kimseyi kırmadı. Tanrı’nın, bu saf yürekli insanının, kendileri için dua etmelerini istediler. Her isteyene dua etti. Kimseyi reddetmedi. Bu onun vazgeçilmez yapısı haine geldi. Dizleri üzerine çöken olduğunda, hiç çıkarmadığı başındaki şapkasını o an  çıkartır, elini başına koyup sonrasında mırıldanmaya başlar. Hızlı hızlı okur. Ne okuduğunu kimseler anlamaz. Saf yüreğinde beklide bir aracının söylemlerini iletir gibidir. Öyle düşünür dua edilen. Ama herkes o temiz yüreğe sahip kişinin, dilinden çıkanların yüreğinin sesinin olduğunu bilir, bunu Bahe’den başka kimsenin yapamayacağına inanırlar.

Bahe Deyrul Zaferan Manastırı ve Mardin’le özdeşleşmesinden öte, bilgeliğin dışında ama gerçekliğin içindeki saf imanın, beklentisiz ve karşılıksız yaşamın, temiz yürekliliğin ve olunması gereken kişiliğin timsali olup aynı zamanda geleceğin, anılması gereken insanlık değeri bir örnek oldu. Manastır onu sahiplendi. O manastırı. Yaşanmışlıkları, kaderine yazılmışlıkları onun gözlerini asla kapıdan ayırmadı. “Bekle geleceğiz Bahe” sesi hep kulaklarında çınladı. Korkusu artık beklediklerinden kimsenin gelmeyecek olmasıydı.

Her gece sabaha umutla baktı. Saf yüreği, örnek ruhu, acı dolu yaşamı gidenleri hep bekler oldu… Bahe halen Mardin’de, Dayrül Zefaran Manastırı’nda yaşamına ve kaderine devam etmekte. Tek varlığı manastırı ve artık ziyaretine gelemeyecek derecede yaşlı olan kardeşi Münire. Manastırn yaşama emaneti Bahe, Tanrı’nın insanda görmek istediği saf kalbi, temiz kişiliği insanlara sunan yaşamın bir değeri gibi Mardin’ de. Dayrul Zafaran Manastırı’nda misafirlere kapıyı açmaya giden ve size ruhun aydınlık ışıklarını ilk sunan bir yaşam öyküsü … Selam olsun Bahe’ye…

Kaynak: suryaniler