Başka Şeyler

geldin ki ıssızdım ne iyi ettin
şiirim bitmişti
sonradan anladım yalnızmışım hem

bana biçtiğin anlam
soluksuz bir nefeste öyle bir doz
ah ki
söylediğin güzel
ama kendinsin o yaşadığın şey

içindeki bir sesim ben
bağırmak istediğin zoraki bir sessizlik
hangi rengi koysam yakışır ya
denk düşmedi mavi
denk düşer başka bir renk belki

çok seviyorum
anlam zavallı anlamıyor bunu

başka şeyler mesela
diyor ki
-beni ayrılığa verme

vermem verir miyim diyorum
hiç

ne iyi ettin geldin ki ıssızdım hem

Emin Akdamar

Sonsöz

                                       Şevki Akşit’e

Dünya gözlerimi kendi ellerimle örttüm
Değdi yorgunluğuma
Bi ölüm kaldıydı onu da gördüm
Beni pişman etmedi doğduğuma

Can Yücel

Demem O ki

“harâbât ehlini hor göme şâkir
defineye mâlik viraneler var”
sarı bir torbada son buldu her şey
reçel yiyip çay içmiştik sabahında, çocuklardan konuşmuştuk, uykularından
sonra bir reme bakmıştık uzun uzadıya
sanki uzun uzadıya bakılınca resimdeki göğe dokunabilirmişiz
gibi düşler, bambaşka bir vaktin şiiri gibi düşler
bahçede, diyelim bir nar ağacı var ve nar kırıyoruz kız kardeşimle
vakti gelince buğday da serpeceğim gelin arabasının önünde
vakti geliyor, her şeyin vakti geliyor bir bir
kış meyvelerinin, bir bastonun, yepyeni bir şarkının bile
belki de şunu demek istiyorum: dünyanın bir namaz ferahlığına ihtiyacı var
İsmail Kılıçarslan

Korse

bir ikindi oturması yarıda kalıyor gibi:
çünkü birazdan yemek taşacak, birazdan okuldan dönecek çocuklar
birden sis bastıracak ve diyeceksiniz: her şey buraya kadar, kapatıyoruz abiler

ford minibüste orhan dinleyerek gittiğim o ıssızlıkta düşündüm bunları
ve düşündüm: düşünebiliyorum, demek ki ölmeme daha var

herkes ölüme bir kez yaklaşmalı henüz hayattayken, en azından bir kez
ölüme: o eşsiz güzellikteki yalın şarkıya
bir belgesel çekiyor gibi değil hayır
kitaplardan okuyor, komşularından, analarından öğreniyor gibi değil
ucuna kadar kendi adımlarını kullanarak ve kurulayarak üstüne bulaşan yaşam lekelerini
yaşam lekeleri dediysem, hani süslü bir laf bulmak istediğim için sanmayın
ne o malum çevreleri severim ne o süslü lafları, eminim cahit koytak da sevmez
ve oksijenli su, tendürdiyot, kara merhem türünden şeylerle temizlenemediğinden
belki bolca dua, belki bolca yakarış, kimileyin bunlar da yetmez
yetmez çünkü arada pek çok şey vardır artık, pek çok modern nesne
sayıp dökmekle bitmeyecek kadar çok: televizyon dergileri, koltuk parlatıcıları
corn flakes, enis batur, ya da ne bileyim, daha pek çoğu

“hayat bu” diyordu şampiyonların kahvaltısını yazan adam, neydi adı, tebrikler bildiniz
durmadan birilerinin ölüm haberini veriyor ve “hayat bu” diyordu, inanın bana
işte umutsuzca anlatmaya çalışıyorum size bunu, bir an yaşamla tüm bağınız
başlamadıklarınız, yapamadıklarınız, bitiremedikleriniz,
yarım kalan kavgalarınız, okunuşuna bir türlü akıl erdiremediğiniz fransızca kelimeler,
almadığınız tüm kürt börekleri bile geride kalacak: hayatta
şimdi ben size “ben aslında bir kere öldüm, çok güzeldi” desem bunu denemezsiniz değil mi?

İsmail Kılıçarslan

gümüşali

adı, Gümüşali
tanımazsınız onu
saklanmayı bilir,
yanınızdan geçip gitmeyi
saygılıdır, sessizdir
öfkesine saklar kendini
bana arkası kuşlu bir cep aynası vermişti
bazı baktıklarımda ansızın çıkagelir

kaç dağ bildim onun için, kaç memleket ezberimdir
el yazılarına girdim çıktım görürüm diye
kaç hikayenin içinden selamsız geçtim
kayalar, kuşlar, kafiyeler şahidimdir

uçurumlarda yitirdim sesimi
han rüyaları uykularımı aldı benden
gazabı tenha tüfekleri yağladı yıldız yoksulu gecelerim
tenimin tülüydü yüzümde saklanan peri, suya düştü
ummadığım köprüleri geçerken

bir tas suyu Fırat bildim
iki yıldız yetti bir gece yapmaya
bir tutam ottan çattım
içinde kaybolduğum ormanları
kuş gömleğimdi uçmak için
tutulmak için ateşe attım
kendimi
dedim, Gümüşali
bildin mi beni?

uçarı hançerdi belimin kunt kuşağında
kor zamanların sularında yıkadım ellerimi
günahlarını ödediklerimin kanını
dokundurmadım masumluğuma
koç ile bıçak arasında durdu adanmış boynum
eğdikçe kıldan ince bir besmeleyi
ölüme hamayıl tuttum
bayramlarda azala azala
büyüdü cesaretim
ölmekten geçtim hem yettim yaşamaya
yeminliydi hançerimin kabzası
kimsenin gölgesini düşürmezdi suya
düşmanımdan önce kendi tenimde biledim
dedim Gümüşali, gözlerime bak vurmadan
vurmadı, mutluluk fazla geliyor bazı ölümlere
ölsen olmuyor, yaşanmıyor ölmesen de
bunu bir ben, bir gümüşali bildi
kimsenin geçemediği şiirlerimde
hem benden firardı, hem başkalarından gizlendi

onu görmeyeyazdım kaç şiirimi
içinde rastlarım diye, yazdıkça
hatırasını bırakıp koynuma
yemin tutan gözleriyle
kör etmişti gecemi
o gün bugün onu arıyorum
körler kadar karanlıktan emin
eller, duvarlar boyu
ilerliyorum ikimizden yapılma karanlığın içinde
nerdesin Gümüşali,
nerdesin?
aramakla zehirlendi sol elim,
uzaklaşıyorsun benden kındaki bıçak gibi ilerledikçe içimde
kaçmak dediğin ne ki, adın duruyor yüzüne baktığım dualarda
aşk da bir çeşit intikam, insan bunu da öğreniyor
öldürüldükçe… ette dönen bıçak, şiirde akan kan
kalpte büyük zaman durmadıkça

tarihe tarih düşen boynundaki sahtiyan
gençliğimdi, muskanın kilidi
mahsus selam eden mahpus resimlerin
bir güle, bir buğdaya ettiğin iki yemin
aile atından indiğin ağacın soyu
ikimizin
iç içe uyuyan ikiz yılanlar gibi kollarımızın kaderi
dolaşmış birbirimizin boynuna
ben buradayım, ikimizin hatırası burada,
ya sen nerdesin Gümüşali?
yokluğun yetmiyor yaratmaya
ya beni hiçliğine al
ya eller içimi öldürmeden çık ortaya!

adı, Gümüşali, bana öyle demişti
tanımazsınız onu, belki de bana öyle demişti
saklanmayı bilir, görünürken de
yanınızdan ecel gibi geçip gitmeyi
saygılıdır, sessizdir, ölçüsü gecelerdir
öfkesine saklar kendini, pençeleri her dil bilir,
bana arkası kuşlu bir cep aynası vermişti, kuş duruyor ayna uçtu
bazı baktıklarımda ansızın çıkagelir, dağılıp
kapladığı havaya
çıkagelir başka adlarla
gökyüzü gibi gözlerimde uğulduyor sureti
arayıp durduğuma bakmayın
belki görsem tanımam bir daha

bana, Adım, Gümüşali demişti, bu kadarı yeter bana
vaktim azaldı, hiçbir şey istemiyorum ondan
belli olmaz, her an çekip gidebilirim
nice kalp düşürmüşüm yollarda, nice dayanıksız hatıra
seyreldi suyu nehirlerin, çöl bitti yazılmaktan, dağların ölüsü tükendi
kurtlar gibi şehre indim aşktan
şehrin kanunları yabanım
Mardin kalesinden bu yana izini sürdüm
Gümüşali, artık seni bulmalıyım
eskiden olsa aşk derdim
şimdi vedalaşmak diyorum buna

Ocak-Mart 1999

Murathan Mungan

Oğulla Buluşma

Yaşlı Cordan, çok perişan, allakbullak bir durumda döndü evine. Canını mı sıkmışlardı, korkutmuşlar mıydı onu ya da dövmüş, sövmüşler miydi? Karısı hemen anladı önemli bir şey olduğunu. Ve meselenin aslını öğrenince de o kadar şaşırdı ki ne yapacağını bilemedi. Kocası pek tuhaf bir hayal kurmuştu. Herhangi duyarlı bir kişiye göre onun bu davranışı kocamışlık, bunaklık, aptallık sayılır, asla aklı başında bir adamın düşüncesi olarak kabul edilmezdi.

İhtiyarın bir oğlu vardı ve yirmi yıl kadar önce savaşta ölmüştü. Pek gençti öldüğü zaman ve şimdi onu Çordon’dan başka kimse hatırlamıyordu. Zaten Çordon’un kendisi de evde, karı-koca arasında ondan hiç söz etmezdi. Ve işte şimdi, birdenbire oraya, onun savaştan önce öğretmenlik yaptığı yere gitmeye karar vermişti.

– Onun hayatta olduğuna, ölmediğine her zaman inandım, her zaman hissettim bunu. Oraya gitmek için sabırsızlanıyorum, gidip görmek istiyorum onu… diyordu.

Karısı, şaşkın şaşkın baktı adamın yüzüne. İşi önce “Sen başının üzerine mi düştün yoksa?” diye alaya almak istedi ama kendini tuttu. Çünkü kocası bu sözleri sakin, kararlı, inançlı bir sesle ve pek içten söylemişti. Kadın, kocasının oraya gitmekte kararlı olduğunu, bunu iyice kafasına koyduğunu anlamıştı.

Oğlunu bulmak için oraya gitme kararı pek saçma olsa da, bu tatlı bakışlı, yanık ve buruşuk yüzlü, ak
sakallı koca adama, çocuk gibi davranmasının hiç de doğru olmayacağını düşündü. Kocaman ve
yorgun elleri, dizlerinin üzerinde birer büyük balık gibi duruyordu adamın. Niyetinin pek saçma ve budalaca bir şey olduğunu bilse de, bunu ona söylemekten çekindi. Sakin bir sesle şöyle dedi:

– Madem ki yaşadığını hissediyordun, bugüne kadar niçin gidip aramadın?

– Bilmiyorum, diye iç çekti Çordon. Şimdi gitmek istiyorum. Henüz gözlerim kapanmadan mutlaka gitmeliyim oraya. Kalbim böyle söylüyor, içimden böyle geliyor. Yarın erkenden çıkacağım yola…

– Pek âlâ, bu senin bileceğin bir şey.

Sabah olunca kocasının gitmekten vazgeçeceğini sanıyordu. Hem niçin gidecek, ne bulacaktı o uzak ve yabancı köyde? Ama kadının bu umutları boşunaydı. Hiç de kararını değiştirmek niyetinde değildi Çordon.

Dağın eteğindeki köy, onların köyü, çoktan uykuya dalmıştı. Bütün pencerelerde ışıklar sönmüştü. Yalnız Çordon’ların evindeki ışıklar ara sıra sönüyor, yanıyordu. Yaşlı adam yatıp uyuyamıyordu bir türlü. Geceleyin birkaç defa kalktı, giyinip dışarı çıktı ve her çıkışında atın otluğuna bir kucak yonca attı. Hem öyle rastgele değil, ilkbaharda biçilen, bol yapraklı yoncaları seçip alıyordu. Yazdan beri
hangarın çatısında biriktirdiği yemlerin eksilmesine hiç aldırmıyordu. Başka zaman olsa böyle bir şeyi asla yapmaz, başkalarının yapmasına da engel olurdu. Kış gelinceye kadar o otlara kimsenin el
sürmesine izin vermezdi. Atını ve ineğini otlamaları için ürünü alınmış ıssız bahçelere, biçilmiş ama yeniden yeşermeye başlamış çayırlara, salsola denilen sert ve kuru ağaççıkların arasına salardı. Ama şimdi atından hiçbir şeyi esirgemiyordu ve yem torbasını da ağzına kadar yulafla doldurmuştu.

Bütün gece kalktı oturdu, gitti geldi ve yatıp uyuyamadı. Karısı da uyumuyordu ama uyur gibi yapıyor, kocası odadan her çıkışında derin bir iç çekiyordu. Onu kararından caydırmaya çalışmanın yararı yoktu. Ona “İyi düşün? Nereye gideceksin? Ne yapacaksın? Çocuklaştın mı yoksa! İnsanlar yüzüne bakıp bakıp gülecekler!” demek istiyordu ama söyleyemiyor, susuyordu. Çünkü o zaman ihtiyar kocası ona “Öz anası olsaydın beni caydırmaya çalışmazdın!” diyebilirdi. O da böyle bir söz duymak istemiyordu. Kadın Çordon’ un oğlunu tanımıyordu, onu hiç görmemişti. Birinci karısı on yıl önce ölmüştü ve onun ikinci karısıydı. Aslında kadının da hiç huzuru yoktu ve bundan sürekli olarak ama haksız yere kocasını sorumlu tutuyordu. Kocasının evli iki kızı vardı, şehire yerleşmişlerdi ve her nedense, hiç gelip görmezlerdi onları. Yalnız, o da pek seyrek olarak, Çordon şehre indiği zaman onları da görmeye giderdi. Dönüşünde onlarla ilgili pek az şey anlatır, kadın da hiç üstelemezdi. Böyle hallerde üvey ana hiç bir şeye karışmamalıydı. Herhalde herkes için en iyisi buydu, işte biraz da bu yüzden ihtiyarın o tuhaf kararını kabul etmek zorunda kalmıştı. Sonra düşündü ve şu sonuca vardı: “Belki hasret hastasıdır, bir özlem acısıdır bu. Varsın gitsin, yüreğini biraz rahatlatır, üzüntüsünün hafiflediğini hisseder…”

Çordon şafak vakti kalktı. Çıkıp atını eyerledikten sonra tekrar odaya döndü. Paltosunu giydi, duvarda asılı duran kamçısını aldı. Sonra karanlıkta karısının yatağına eğilerek kulağına fısıldadı:
– Ben gidiyorum Nazifkan. Merak etme, yarın akşam dönerim. Duyuyor musun? Niye bir şey söylemiyorsun bana? Anlamaya çalış. O benim oğlum. Elbette her şeyi biliyorum ben, ama yine de gitmem gerekiyor oraya. Kalbim sıkışıyor, anlıyor musun beni…

Karısı yatağından kalktı. Karanlıkta kocasının başında ne olduğunu görüyormuş gibi homurdandı:
– Şu başındaki eski kalpağı çıkarsan çok iyi edersin, odun toplamaya gitmiyorsun, ziyarete, görüşmeye gidiyorsun.
Kadın, yatağın başı ucunda duran sandığı açtı, orada itina ile sakladığı astarakan kalpağı alıp kocasına uzattı:
– Al bunu, o eski kalpakla gidilmez oraya.

Çordon kalpağını değiştirdi ve kapıya doğru yürüdü. Ama karısı yine durdurdu onu:
– Dur hele, pencere kenarında duran şu yiyecek çıkınını da al ve heybeye koy, akşama kadar yol yürüyeceksin, karnın acıkır.

Çordon ona teşekkür etmek istedi ama bir şey söyleyemedi. Karısına “sağ ol “ demeye alışmamıştı hiç.

Çordon kısrağına bindi ve köpekleri uyandırmamak için evlerin arkasından dolanarak geçti. Köy uykudaydı. Çitleri de geçtikten sonra dağ yolunu tuttu.

Daha dün aynı yoldan dönmüştü. Şimdi sırtına bindiği bu doru kısrağı yaysız arabaya koşmuş, Küçük Boğaz’ın girişinde kurumuş ağaççıkların dallarını kesmiş, arabaya doldurmuş ve kışlık odun olarak getirmişti eve. O zaman arabanın önünde, ayaklarını araba okuna dayamış hiç acele etmeden ve ara sıra uyuklayarak, hayvanı kendi haline bırakmıştı. Her zamanki gibi dingilleri gıcırdayarak gidiyordu araba.

Gündüz hava açık, sıcaktı. Sonbaharın o günlerinde havalar ansızın soğuyabilirdi. Ama artık veda işareti sayılan açık havalar çok güzel, pırıl pırıl, tertemiz olurdu. Böyle günlerde tepeden bakınca, çevresinde çok değişik manzaralar görürdü insan: Vadideki küçük köyler, bunların birbirine bitişen
ve birbirinin ardından uzayıp giden gölgeli-loş bahçeleri, evlerin beyaz duvarları, yaprakları kızaran bitkiler, tütünler, tarla süren traktörler, havada gümüş gibi parlayan bir uçağın geçişi ve ufukta, şehrin üzerinden ayrılmayan mavi dumanlar. Bütün bu küçük şeylerin üzerinden de dalga dalga kuşlar geçiyordu: Hızlı, sessiz, kara kara görünen kuşlar…

Çordon kırlangıçların nasıl kuşlar olduklarını çok iyi bilirdi. Daha sabahın erken saatlerinde o odun toplamaya giderken, kırlangıçlar telgraf tellerinde küme küme toplanmaya başlamışlardı. Sık ve uzun sıralar halinde dizilmişlerdi tellere. Hepsi birbirine benziyor ve hareketsiz duruyorlardı: Hepsinin karnı beyaz, başları aynı biçimde küçük ve ince, kuyrukları parlak iki çatallı kuşlar.. Ara sıra cıvıl cıvıl bir şeyler söylüyorlardı birbirlerine. Sanki, hep birden havalanmak ve yola koyulmak için önceden tespit edilen bir saati bekliyorlardı. Göç için yapılan bu toplantıda, insanı hayran bırakan bir düzen, bir ciddilik ve büyüleyici bir güzellik vardı. “İşte bunlara kuş derim ben!” diye düşünüyordu Çordon övgüyle.

Ve işte şimdi kırlangıçlar tam onun önünde uçuşuyorlardı. Bütün yazı geçirdikleri yerin üzerinde bir veda turu yapıyor, havada sessiz ama coşkuyla dönüyor, güneş ışığında parlayan kara, büyük bir bulut gibi görünüyorlardı. Çordon başını kaldırarak uzun uzun izledi onları. Kırlangıçlar sonbahar renklerine bürünmüş ıssız bahçelerin üzerinde son bir daire çizdikten sonra, toplanıp karıştılar, sonra yeniden bir düzene girdiler, uçsuz-bucaksız bozkırlara doğru hızla gittiler. Kuş bulutu gittikçe küçüldü, silikleşti, sonsuz uzayın ötelerinden gelen bir şarkının yansıları gibi, mavi gökyüzünde hafif bir gölge haline geldiler ve sonra da küçük bir nokta oldular.

Kırlangıçlar bilinmeyen diyarlara doğru uçuyorlardı. Onları bu sabah bile görebiliyor, hayran hayran seyrediyor, cıvıltılarını dinleyebiliyordu. İhtiyarın yüreğini hafif sarhoşluk veren bir nostalji, bir özlem doldurdu. Gözleri yaşlandı. Artık uzakta hiçbir şey göremiyordu ama yine de bakıyor ve nedenini kendisi de anlamadan ve durmadan iç çekiyordu: Belki de artık dönüş umudu olmayan pek değerli, pek sevgili bir yakınını düşünüyor, ona yanıyordu. Eğer genç olsaydı, kırlangıçlara eşlik etmek için bir şarkı söylerdi.

Çordon, yakınında nal sesleri duyunca birden kendini topladı. Bir atlı hızlı hızlı tepeyi tırmanıyordu. Onu hemen değil ancak yaklaşınca tanıyabildi. Bu, komşu köyden ihtiyar Saparali (Sefer Ali) idi. Ancak cenaze törenlerinde ya da toylarda karşılaştıkları için birbirlerini az tanırlardı. Oralarda karşılaştıkları zaman selâmlaşmaktan ibaretti bu tanışıklık. Sefer Ali’nin bir ziyarete, misafirliğe gittiği besbelliydi. Üzerinde kadifeli yeni bir çapan, ayağında uçları sivri kauçuklu yeni içigler ve başında tilki kürkünden bir tebetey vardı. Elindeki kamçının sapı kızıl üvez ağacından idi.

Sefer Ali atın gemini çekerek yüksek sesle ve dostça sordu:
– Merhaba demirci! Düşüncelerine mi dalmıştın yine?
Çordon eskiden demircilik yapardı.
Bu soru karşısında şaşırıp:
– Kırlangıçlar gidiyorlar! diye cevap verdi.
– Ne? Kırlangıçlar mı? Hani, nerdeler?
– Gittiler bile.
– Gidiyorlarsa uğurlar ola. Odun mu yükledin arabaya?
– Evet, kışlık odun. Sen nereye gidiyorsun?

Sefer Ali’nin kırmızı yanaklı ve henüz pek yaşlı olmadığı için kara sakallı yüzü, mutlu bir gülümseme ile ışıldadı, çiçek gibi açtı:
– Oğluma gidiyorum. Ak-Say sovhozunun müdürüdür oğlum. Şu “Ulu Dağlar”ın eteğinde..
Sefer Ali böyle derken kamçısını Ulu-Dağlar’a doğru uzatarak gösterdi.
– Ak-Say’ın adını duydum, dedi Çordon.
– İşte oraya gidiyorum ben. “Bir iki günlüğüne babam gelsin” demiş oğlum. Emir vermesini bilirler ama biz yaşlılar olmasak hiçbir şey gelmez ellerinden. Torunumu evlendiriyoruz. Geleneklerimize uygun bir toy yapmalıyım. Pek çok kişi davet edildi. Bir de at yarışı düzenlemeyi düşünüyorum.

Sefer Ali oğlunun kolhozunda günlerin nasıl geçtiğini anlatmaya başladı. Bu yıl çok hayvan kırkmış ve çok kaliteli yün elde etmişler. Çobanlara iyi primler verilmiş, herkes müdürden memnunmuş. Oğluna büyük bir ödül verileceği de söyleniyormuş…

Bütün bunlar çok iyiydi ama, Çordon çok başka bir şey düşünüyordu: Ruhunun ta derinliklerine gömülen, ama orada bile küllerin altındaki köz gibi hep canlı duran o özlem acısı, o yürek sızlatan hasret duygusu, kırlangıçlar uçup giderken uyanıvermişti birdenbire. Ve o anda, göğsünün üzerinde yeni bir güçle alev alev yanmaya başlamıştı. Uzun yıllar önce bu dünyayı terkedip giden oğlu için duyduğu üzüntüden başka bir şey değildi bu. Eskiden oğlu da çalışmıştı Ak-Say tarafında bir yerde ve o da bir süre için babasını davet etmişti.

Çordon Sefer Ali’nin ne diyeceğini beklemeden ve hiç düşünmeden onun sözünü kesti:
– Benim oğlum da beni davet etti.
– Yaa, senin oğlun da mı orada?
– Evet, diye mırıldandı Çordon birden soğuk bir ürperti geçirerek.
– Hiç bilmiyordum, dedi Sefer Ali de saf saf omuz silkerek: İyi öyleyse, nerede olurlarsa olsunlar, yeter ki Allah sağlık versin, hadi bana eyvallah!

Sefer Ali böyle dedi ve yola koyuldu. O henüz uzaklaşıyordu ki Çordon’un aklı başına geldi, içinde bir sessizlik ve yalnızlık fırtınası koptu, kulakları uğul uğul uğuldadı ve boraya tutulmuş gibi sarsıldı. “Neler anlatıyorum ben! Yalan bu söylediğim, yalan! Niçin yaptım bunu?” Arabadan atlayıp indi ve Sefer Ali’nin arkasından koşarak bağırdı:

– Dur Sefer Ali, bekle beni!
Niyeti, yanına varınca doğruyu söylemek, ondan özür dilemekti.
Sefer Ali, gemi çekip atın başını geri çevirdi:
– Ne oldu? Neyin var senin? diye sordu endişeye kapılarak.

Çordon nefes nefese geldi. Her şeyi anlatacaktı, onun için geliyordu ama, tam yanına geldiği zaman, dayanılmaz bir güç, oğlunu hayattaymış gibi düşünme isteği, onu bu kararından vazgeçirdi. Oğlu kendi sözlerinde can bulmuştu ve şimdi bir başkasının bilincinde de yaşıyordu. Onu bir kere daha gömemez, yok edemezdi. Bu yüzden, oğlunun uzun zamandan beri hayatta olmadığını, savaşta öldüğünü söyleyemedi. Biraz daha; birkaç dakika daha yaşatmak istiyordu onu gönlünde. Sonra her şeyi anlatırdı, acelesi yoktu bu işin…

– Şey… biraz tütünün var mı acaba? Şu anda içmesem deli olacağım sanki. Varsa biraz ver.
– Hay Allah canını almasın! Beni öyle korkuttun ki!

Sefer Ali rahat bir nefes aldı ve cebinden tütün tabakasını çıkardı:
– Aç avucunu, al bakalım. Bu zıkkımın nasıl bir şey olduğunu bilirim ben. Ellerin niye titriyor demirci? İhtiyarladın galiba…
– Ee, ne yaparsın, savaş sırasında az mı çekiç salladım, üstelik ihtiyarlık da var… Seni yoldan alıkoyduğum için bağışla beni.
– Hiç önemi yok. Hadi bana eyvallah!
– Uğurlar olsun.

Artık onu daha fazla tutmak hiç iyi olmazdı ve Sefer Ali’nin çabuk gitmesine ve ona oğlunun öldüğünü anlatmak zorunda kalmayışına seviniyordu.
Yalnız kalınca bir süre yola baktı, sonra avcunu açıp tütünü yere savurdu ve arabasına doğru yürüdü.
Başını öne eğmiş, yavaş yavaş sürüyordu arabayı: “Ne yapıyorum ben? Aklımı oynattım galiba!” diye söyendi.
Yolun ortasında yine durdu, dört tarafa düşünceli düşünceli baktı. Bozkırın üzerinde, kırlangıçların uçup gittiği gökyüzünü uzun uzun seyretti ve mırıldandı:
– Yoo, yoo, oğlum var benim! Bir oğlum var ve yaşıyor!
Sonra birdenbire acılı, boğuk bir sesle bağırdı:
– Evet, benim bir OĞLUM VAR! Bir OĞLUM VAR! Ben de oğlumun yanına gideceğim, onu göreceğim, evet göreceğim!

Sonra yine sustu.

Çordon, köye varıncaya kadar yolda, bu durumlara düşmemek gerektiğine, geçmişin geri gelmeyeceğine inandırmak istedi kendini. Buna rağmen oğlunu görmek için o köye gitmek arzusu önüne geçilmez bir yangın gibi büyüdü içinde. O böyleydi işte. Aslında bu yangın yıllardan beri, çok uzun zamandan beri yakıyordu içini. Oğlunu, onun çalıştığı köye gitmeyi, askere gitmeden önce son günlerini geçirdiği yerleri tavaf etmeyi.. gezmeyi, ayağını bastığı yerlere eğilip bakmayı hayal ediyordu. Sefer Ali ile karşılaşması, o yangından küçük bir kıvılcımın sıçramasından başka bir şey değildi. Şimdi oğlu hayalinde yeniden canlanmış, yaşıyordu. Asla denetim altına alamadığı bu hayaller ve arzular yılların birbirine eklenmesi ve karışmasıyla gerçeğe dönüşüyordu sanki. Köye varışını canlandırıyordu gözünde, oğluyla buluşmasını ve konuşmasını hayal ediyordu. Kuşkusuz
oğlu çok sevinecekti: “Ah, sonunda gelebildin babacığım!” diyecekti. O da ona sokulacak, “İşte geldim oğlum, merhaba!” diyecekti, “Hiç değişmemişsin, ben ise gördüğün gibi ihtiyarladım işte.” “Hayır baba, hayır, o kadar ihtiyar değilsin, sadece aradan çok zaman geçti. Gelmekte niçin bu kadar
geciktin? Kaç yıl geçti? Yirmi yıl mı? Belki daha fazla… Belki beni özlemedin?” “Ne demek özlemedin! Hayatım boyunca hep seni özledim, seni düşündüm ben. Bu kadar çok beklettiğim için özür dilerim. Bir türlü karar veremiyordum. Biliyorsun annen de öldü. Onu gömdük. Senin ölümünden sonra o da yatağa düştü ve bir daha kalkmadı. Ve işte şimdi ben seninle, hatıranla övünmek, aralarında yaşadığın insanlara saygılar sunmak için geldim. Bu toprakları, bu dağları, senin teneffüs ettiğin bu havayı, senin içtiğin suları selâmlamak istiyorum. İşte yine buluştuk, görüştük oğlum! Niçin öyle durup bakıyorsun bana? Hadi beni okuluna götür, okulunu göster, çok çok sözünü ettiğin köyü göster…”

Çordon anılarını tam olarak canlandırmakta güçlük çekiyordu. Oğlu Sultan o köyde bir avcının evinde oturuyordu ama şimdi o avcının adını hatırlamıyordu. Yalnız onun iyi bir insan olduğunu, oğlunun onu sevdiğini biliyordu. Şimdi yetmiş yaşlarında olmalıydı. Hâlâ sağ mıydı acaba? Bu
avcı, Çordon’un birkaç gün kalmak üzere oraya gelmesini, birlikte o şahane şahini ile ava çıkmalarını kaç defa istemişti! Şahin hâlâ orda mıydı acaba? Bu kuşlar uzun ömürlü olurlar.

Avcının bir oğlu vardı, Sultan’ın öğretmenlik yaptığı okulda, birinci sınıfta okuyordu o zaman. İkinci sınıfa geçtiğinde savaş başlamıştı. Herhalde çocuk şimdi bir aile babasıydı. Avcının karısı da çok iyi bir kadındı. Ama, kolhozda olduğu gibi evde de işi zordu kadının. Bu kadın, evlerindeki iki av köpeğini, Sultan’dan, kendi köylerine götürüp babasına hediye etmesini istemişti. Bir sürü köpeği besleyecek hali yoktu çünkü. Bir gün Sultan o köpeklerden birini kendi köylerine getirmişti. Sırtında kara lekeler bulunan alaca bir köpekti bu. Böğrünün rengi ise sarıydı, hatta kızıla çalıyordu. Ama ne köpekti ya! Böylesine güzel ve kuş gibi hızlı av köpekleri ancak karlı UluDağlar’da bulunurdu. Yaban keçilerini tuzaklara düşüren köpekler bunlardı. Ama Sultan bir gün sonra köpeği geri götürdü. “Sahibi bu köpeği için ölür!” dedi babasına. “Onu bu kadar üzmektense kadının aşına katkıda bulunurum daha iyi.” Ve o güzel köpek, Sultan’ın bisikletini izleyerek koşup gitti onunla. Çordon o köpekten ayrıldığına pek üzülmüştü ama durumu da kabul etmişti. Böyle bir köpek, avcı için vazgeçilmez bir şeydi. Oysa kendisi demirci dükkânından ayrılamıyordu. Acaba o köpekler de yok olup gitmişlermiydi? Yoksa hâlâ tilki peşinde mi koşuyorlardı?

Bunları düşünürken Çordon, köye gitmesini gerektiren başka bir sebep daha bulmuş oluyordu. Gidip o adamı görmeliydi. Eğer ölmüşse mezarı başında bir dua okurdu, yaşıyorsa elini sıkar, bir zamanlar oğluna gösterdiği yakınlıktan dolayı ona teşekkür ederdi.

Çordon’un hiç aklına getirmek istemediği tek bir olay vardı. O olayı hatırlar gibi olur olmaz, kendini olanca çabasıyla işe verip onu unutmak isterdi: Patates fiyatlarının ne olacağını, kışa nasıl ot tedarik edeceğini, koyunu hangi mevsimde kesip tuzlayacağını, düveyi satmayı mı satmamayı mı… düşünürdü.

Aslında, hatırlamak istemediği o olayı defalarca, tekrar tekrar düşünmüştü. Yıllarca ve yıllarca, evinde yatıp uyuyamadığı zamanlarda, işinin başında demir döverken, sonra su verirken aklından hiç çıkmamıştı o korkunç olay. Uzun zamandan beri o konuda haklı mı, haksız mı olacağını yalnız Allah’ın bilebileceğini kabul etmişti sonunda… Eğer öbür dünyada oğlu ile karşılaşacak olursa ona her şeyi anlatacaktı, ama af dilemeyecekti ondan. O olaydan sonra, şehirde oturan kızları yüzüne karşı onu suçladıkları zaman, Çordon yine bir pişmanlık duymamış, bir şey de söylememişti…

O acıklı olaydan bugüne kadar kızları onu hâlâ affetmiş değillerdi. Bu, Sultan’ın cepheye gönderilmek üzere şehir istasyonuna gittiği zaman olmuştu.

Ekim 1941’de, iş yerinde demir döverken, biri koşarak gelmiş ve ona hemen eve gitmesini, oğlunun veda etmek üzere geldiğini söylemişti. Çordon, kirli ve yanık demirci önlüğüyle hemen koşmuştu. Örs ve çekiç sesi hâlâ kulağındaydı. Hızlı gidiyordu. Önce kulaklarına inanmamıştı. Oğlu çok gençti
çünkü, askere gidecek yaşa gelmemişti daha. Ama doğruydu, çağırmışlardı onu cepheye: Sultan, bölge şefliğinden temin ettiği bir atı dörtnala sürerek hasta annesini görmeye gelmişti. Annesi altı
aydan beri hastaydı ve iyileşemiyordu. Babasının da şehre gelmesini ve istasyona beraber gitmesini istemişti Sultan. Birbirleriyle uzun uzun konuşacak ve gereği gibi vedalaşacak vakitleri olmamıştı. O zamanlar şartlar böyleydi. Her birinin içinde söylenmemiş o kadar çok söz, o kadar çok düşünce kalmıştı ki! O günlerde halkın kalbinden geçenleri derleyip toparlayacak ve açıklayacak birinin çıkması ihtimali de pek azdı…

Çordon atını dörtnala sürerek şehre geldi. Otuz kilometrelik o yolda öyle hızlı sürmüştü ki atını, hayvan çatlayacaktı nerdeyse. Şehre gelince ilk gördüğü ve onu şaşkına çeviren şey, istasyonun önündeki büyük kalabalık ve tıkanıklık oldu. Herkes oradaydı: Korkuluklarında kızıl kumaşlar sarkan
kamyonlar, ot ve saman dolu yaylı-yaysız arabalar, bazıları eyerli, bazılarının koşumu çözülmüş atlar… Demiryolunda lokomotifler durmadan keskin düdüklerini çalıyor, vagonların tekerlekleri
gıcırdıyordu. Bu kalabalığın ortasında, mezralardan, köylerden, şehirden gelen insanlar kaynıyordu. Yaşlılar, gençler, çocuklar…

Çordon atından indi ve onu karşısına çıkan ilk arabaya bağladı. Arabalar öylece bırakılmış ve sayısız denecek kadar çok at bu arabalara rastgele bağlanmıştı. Hemen oğlunu aramaya koyuldu. Önündekileri ite kaka ilerliyor, askere gidenlerin nerede olduklarını soruyordu herkese. Ona, sevkedilecek askerlerin gar parkında, ayrı bir yerde tutulduklarını, oradan ayrılamadıklarını ve az sonra da hareket edeceklerini söylediler. Hemen o tarafa koştu. Orada askerleri sıraya sokuyorlardı. Adları okunuyor, emirler veriliyordu bir yandan. Çordon çaresizdi. O kalabalıkta aradığını nasıl bulacaktı? Ağaçlar da sıradaki askerleri görmesine engel oluyordu. Birden, hemen yakınında, “Baba, baba! Bu tarafa gel!” diye çağıran sesler duydu. Bağırıp el sallayarak çağıranlar kızlarıydı. Parkın
hemen gerisindeydiler. Güç bela kendine bir yol açarak onların yanına vardı ve parmaklıkların gerisinde, cepheye sevkedilecekler arasında oğlunu gördü. Oğlu da onu görmüş, gülümseyerek el
sallamıştı. Ama gülümseyişinde bir burukluk, bir üzüntü vardı. Çordon’un yüreği sızladı oğlunu görünce. Daha çok gençti oğlu. Bıyıkları bile çıkmamıştı. Öbürleriyle aynı boydaydı ama omuzları, görünümü ile bir çocuktu. Henüz büyüme çağını doldurmamıştı, daha büyüyecekti. Çordon bunu
biliyordu. Oğlu iri ve güçlü olacaktı. İki yıl daha gerekiyordu yakışıklı, güçlü bir adam olması için.

Sonraları, oğlunu düşündüğü zamanlarda, onu niçin yalnız çok sevmekle kalmadığını (çünkü her baba çocuğunu severdi), ona saygı da duyduğunu anlamıştı. Çocukluğundan beri onu, biraz yaramaz olsa da, sağduyulu bir yaşıtı gibi kendisiyle bir tutuyordu. Kendisi de bilmiyordu bunun nedenini. Bu saygısı, oğlu öğretmen olduktan sonra daha da artmıştı. Çordon ona saygılı davranır, kendini görmeye
geldiği zamanlarda izci kravatını çıkarmayı unutmuş olsa bile onu hep ciddiye alırdı (Sultan okulda iken izci başıydı). Pek atılgan, pek ateşli bir çocuktu. Ama Çordon onun zamanla uslanacağını, yatışacağını düşünüyordu. Bir erkeği olur olmaz şeyler yüzünden azarlamanın, öğütlerle hırpalamanın doğru olmayacağına inanıyordu. O, kendi yolunu bulurdu. Belki kızlarıyla arasındaki uyuşmazlığın bir sebebi de buydu işte. Büyük kızı Zeynep ve küçük kızı Saliha öğrenimlerini şehirde yapmış, evlenmiş, şehirli olmuşlardı. Sonra Sultan’ı da şehre götürmüşler ve Sultan ilköğretmen okulundan mezun olmuştu, bir yıldan beri de öğretmenlik yapıyordu.

Çordon kızlarının yanına varınca kızları onu bir kenara çektiler. Ter içindeydiler, öfkeliydiler ve erkek kardeşlerine pek de yüksek olmayan bir sesle bağırarak onu kahramanlık taslamakla, aptallıkla suçluyorlardı. Büyük bir kalabalığın ortasındaydılar. Kızları telaşlanıyor, sinirleniyorlardı. O kalabalığın, o kargaşanın arasında baba ile kızlar arasında bir tartışma başladı:

– Biliyor musun, oğlun gönüllü yazılmış!
– Nee? Nasıl olur bu?
– Bölge askerlik şubesine telefon ettik, öğrendik ki askere gitmeyi kendisi istemiş, her tarafa başvurmuş bunun için. Hatta hemen cepheye, savaşa gönderilmesini de istemiş! Anlıyor musun?

Öbür kız devam etti:

– Askerlik yaşı da gelmedi daha!
– Demek buna mecbur olmuş, gerekli görmüş bunu.
Kızların ikisi birden gürledi:
– Mecbur mu? Gerekli mi?
– Baba, anlamıyorsun! İkimizin kocası da askerde, yetmez mi? Dönüp dönmeyeceklerini bir Allah bilir. Yapayalnız kaldık. Evin son erkeği, en küçüğü de bir an önce cepheye varmak için sabırsızlanıyor…

– Bir çocuk gibi yitip gidecek orada. Ona izci başı olduğunu soracak değiller baba!
– Baba, bir şey söylesene, niçin susuyorsun?
– Ne diyebilirim, elimden ne gelir ki?
– Git konuş onunla, yanına gitmen için izin alırız. Git, böyle çekip gitmeye hakkı olmadığını söyle. İş işten geçmeden caydırmaya çalış. Vazgeçebilir ve henüz geç değil… Yalnız sen caydırabilirsin onu!
Yoo, durun! diye kekeledi.

O ortamda, o kargaşada kararını vermiş birini bu kararından caydırmaya çalışmanın imkânsız olduğunu, doğru da olmayacağını kızlarına anlatmakta güçlük çekiyordu. Oğlu verdiği sözden
nasıl dönebilirdi? Sözünden caymaya kalkışsa, ayni sıradaki asker arkadaşlarının yüzüne nasıl bakardı? Sonra onun için ne derlerdi? Ve kendisini ne duruma düşürür, kendisi için ne düşünürdü? Ne derdi?

– Bunu yapmamalı, utanç verici olur…
– Nee? Utanç verici ha!
– Kimden utanacak, kim tanıyor onu burada?
– Aman Tanrım, onun var ya da yok olmasından kime ne? Kimin ihtiyacı var onun kim olduğunu bilmeye?
– Kendisinin! Kendisi kim olduğunu bilecek ya! En önemlisi budur işte! Kendisinden kaçamaz! dedi Çordon.
– Yapma baba, durdur onu! Bir çocuk o daha. Hadi, vakit varken caydır onu!

Bu sırada kalabalık dalgalandı. Bir hay huy içinde insanlar sağa sola açıldılar. Bando bir marş çalmaya, kızıl bayraklar dalgalanmaya ve askerler sıra halinde parktan çıkmaya başladılar. Trene binecekleri anons edildi. Çordon’un kızları kollarına asılarak, bando sesi ve yüzlerce insanın bağrışmaları arasında onu sıkıştırmaya, yalvarmaya devam ediyorlardı:

– Çabuk, sorumlu subayı görelim, subay istasyonda… Oğlunu kurtarmalısın!
– Baba, hasta annemin hatırı için, onun canı için! Annemizin hasta olduğunu, ölmek üzere olduğunu söyle subaya!

Bu sözler Çordon’u iyice sarstı. Onu kalabalığın arasından çekip, acemi sevkinden sorumlu subayın bulunduğu yere doğru sürüklediler.

İstasyon binasına büyük bir taş merdivenden çıkılıyordu ve merdiven de dopdoluydu. Kızlar, kan ter içinde ateş gibi yanan vücutlarının, yaşlı, tasalı, cesur ve ayni zamanda umutsuz bakışların arasında, babalarını yukarı doğru çektiler. Tamburlar gürlüyor, marş çalınıyor, askerlerin veda bağrışları arasında, Çordon, acılar içinde ruhunun sessiz çığlığını duyuyordu. Kızlarının, sadece kardeşleri Sultan’ın ve sevdikleri, kendilerine göre korudukları ailenin iyiliğini düşündüklerini çok iyi anlıyordu ama, yine de onlara kızıyordu. Çünkü oğlunun hür ve bağımsız davranmasına engel olmasını istiyorlardı ondan. Oğlunun insanlık gururunu öldürme suçunu onun sırtına yüklemek istiyorlardı! Ama kızlar, o itiş-kakış arasında, kendilerine basamak basamak yol açarak yukarı doğru sürüklüyorlardı onu. Merdivenin sonuna geldikleri zaman, Çordon oğlunun da bulunduğu sıralanmış askerleri gördü. Bando toplanıyor, yerinden ayrılmaya, en sonda harekete geçmeye hazırlanıyordu.

Oğlunun bulunduğu grup, katarlara binecek son gruptu. Çordon oğlunu hemen farketti ve onun başını dört yana çevirerek bakındığını gördü. Babasını ve ablalarını arıyordu besbelli. Eğer o anda ablalarının onu gitmekten alıkoymak için babalarını sevk subayına başvurmaya zorladıklarını, onu kendi gözünde alçaltmaya, insanlık gururunu yok etmeye, çiğnemeye çalıştıklarını bir bilseydi!…

Bu sırada Çordon, kırmızı entarili bir kızın kalabalığın arasından fırlayarak Sultan’a doğru koştuğunu gördü. Ama ancak el sıkışacak kadar bir süre kalabildi Sultan’ın yanında. Onu ondan uzaklaştırdılar.

Şimdi istasyon şefinin odasına gelmişlerdi. Yetkili subay oradaydı. Kızları onu büronun kapısına doğru ittiler:

– Hadi, gir içeri! Ona babası olduğunu söyle, annemizin hasta olduğunu da.. onun henüz bir çocuk
olduğunu, düşünmeden hareket ettiğini anlat. Her şeyi açık açık söyle, ayırsınlar onu konvoydan…

– Hadi baba! Daha ne duruyorsun? Her dakikanın çok büyük önemi var şimdi!

Çordon, onlara aldırış eder olmasa da, o kalabalık içinde utanç duymaya başlamıştı. Askerler, siviller kendi işlerinin telaşı içinde, o yana bu yana koşuşmaktaydılar.

Çordon silkindi, ayak diredi:
– Hayır, dedi, ben böyle bir şey yapamam, böyle davranmak benim huyuma suyuma uymaz! Oğluma kötülük edemem!

– Baba, gireceksin içeri!
– Evet baba, girmelisin, sen girmezsen biz gireriz, her şeyi anlatırız!

Kızların sabrı taşmıştı. Kapıya dayandılar. İçeri girecekleri sırada Çordon kollarından tuttu ve çekti:
– Hayır, buna izin veremem! dedi.

Bundan sonra merdivene doğru yürüdü, kalabalığı yararak ve onları korkunç bir kuvvetle ellerinden çekerek merdivenden indi. İşte o zaman, hiçbir babanın duymak istemediği ya da istisna sayılacak kadar az babanın duyduğu sözleri işitti onların ağzından:

– Oğlunu ölüme gönderiyorsun!
– Lânet olsun, bir baba değilsin sen!
– Hayır, sen artık bizim babamız değilsin! diye ekledi öteki.

Çordon’un yüzü bembeyaz oldu. Sıkılan yumruklarını gevşetti, kızların kollarını bıraktı ve tek kelime
söylemeden, insanları ite kaka, meydana doğru ilerledi. Oğluna veda etmek için o insan ormanını yara yara, o çığlıklar, hay-huy arasında bindirme yerine koşmak istiyordu. Ama geçit kapanmıştı bile. Peronda, kalabalık kara yoğun bir kitle gibi dalgalanıyor, bando durmadan coşturucu marşlar çalıyordu… Oradan geçmek imkânsızdı.

Peronun önünde parmaklığa dayanan Çordon, insan başlarından oluşan bu denizin üzerinden, ucu görünmeyen kırmızı vagonlara baktı.

– Sultan! Sultan! Oğlum, buradayım! Görüyor musun beni? diye bağırıyordu elini kolunu sallayarak.

Sultan onu nasıl duysundu ki! Parmaklığın yanında duran bir demiryolcu ona sordu:

– Atın var mı?
– Evet, dedi Çordon.
– Aktarma istasyonunun nerde olduğunu biliyor musun?
– Evet, öbür tarafta.
– Öyleyse babalık, hemen atına atla, dörtnala sür. Beş kilometrelik bir yol gideceksin. Yetişirsin. Katar orada bir dakika duracak. Oğlunu görebilir, uğurlayabilirsin. Ama çabuk ol, dikilip durma orada!

Çordon atını bulmak için oraya buraya koştu. Atını nasıl bulduğunu değil, tek bir hareketle yuları nasıl çözdüğünü, üzengiye nasıl bastığını, kamçısını nasıl şaklattığını ve hayvanın nasıl fırladığını, başını öne eğerek demiryolu boyunca onu nasıl dörtnala sürdüğünü hatırlıyordu yalnız. Tenha yolda tek tük geçen yayaların ve arabaların, ondan vahşi bir göçebe imiş gibi korktuklarını da… “Allah vere de vaktinde yetişsem! Haydi, yetiştir beni! Oğluma söyleyeceğim çok şey var!” diye düşünüyor ve dişlerini gevşetmeden, dört nala giden atlının duasını okuyordu: “Ey ataların ruhu! Ey atların koruyucusu Kamber Ata! Bana yardım edin! Atım sürçmesin! Ona şahinin kanatlarını ver! Demirden bir yürek ve ceylan gibi bacaklar ver! Ona balıkların ciğerini ver!…”

Yolu geçtikten sonra rayların kenarındaki dolguların yanında bir patikaya girdi. Yine kırbaçladı atını.

Aktarma istasyonuna girmek üzereydi ki, geriden, ona yetişmekte olan trenin sesini duydu. Birbirine eklenmiş iki dev lokomotifin boğucu gürültüsü onun önüne eğdiği geniş omuzlarına dağdan
kopan kayalar gibi iniyordu sanki.

Tren, dörtnala giden Çordon’un yanından gelip geçti. At da bütün gücünü kullanıyordu. Ama yine de tren orada duracaksa yetişebilecekti. Artık pek az bir mesafe kalmıştı. Trenin orada durmaması ihtimali, bu kaygı, bu korku, ona Allah’ı hatırlattı: “Allahım! Eğer var isen bu treni durdur! Sana yalvarıyorum, durdur bu treni!”

Çordon yavaşlayan katarın son vagonuna yetiştiği zaman tren durmuştu. Oğlu da onu görmüş, trenden atlamış, koşuyordu. Çordon da onu görünce atından atladı. Tek kelime söylemeden
birbirlerinin kucağına atıldılar ve her şeyi unutarak, öylece hareketsiz kaldılar.

Sonra:
– Baba, beni bağışla gönüllü olarak gidiyorum… dedi Sultan.
– Biliyorum oğlum, biliyorum.
– Ablalarıma saygısızlık ettim baba, mümkünse onlar da bağışlasınlar beni.
– Seni bağışladılar oğlum. Onlara kızma, onları unutma, yaz, anlıyor musun? Anneni de unutma…
– Peki baba.

İstasyonun kampanası çaldı. Birbirlerinden ayrılma zamanı gelmişti. Oğlunun yüzüne son kez baktı ve onda, bütün hatlarıyla kendini gördü. O, tam kendisiydi, kendisinin gençliği… Sonra onu sımsıkı bağrına bastı.. o anda bütün benliğiyle baba sevgisini oğluna aktarmak istiyordu. Oğlunu böyle
kucaklayan Çordon şunları söyledi ona:

– Bir erkek, bir adam ol oğlum. Nerede olursan ol, erkek ol, mert bir erkek olarak kal!

Vagonlar kımıldadı.

– Ey Çordonov (Çordonoğlu), gidiyoruz! diye bağırdı kumandan.

Sultan’ı kolundan çekip hareket eden trene bindirdiler. O zaman Çordon kollarını indirdi, gidip köpükler içinde kalan atının boynuna abandı ve başladı hüngür hüngür ağlamaya. Atın boynuna
sımsıkı sarılarak ağlıyor, öyle sarsılıyordu ki, onun üzüntüsünün ağırlığı altında atın toynakları olduğu yerde kayıyordu.

Demiryolcular yanından sessizce gelip geçtiler. Onlar, o günlerde insanların niçin ağladıklarını çok iyi biliyorlardı. Yalnız, istasyona gelen çocuklar birden duruyor, çocuksu bir merak ve acıma duygusuyla, o yaşlı adamın ağlamasını seyrediyorlardı.

*

Çordon, Küçük Boğaz’ı geçip, yer yer tepelerle kesilen ve karlı dağlara kadar uzanan o vadiye geldiği zaman, güneş de dağların üzerinde gökyüzüne doğru iki kavak boyu yükselmiş bulunuyordu. Orada birden nefesi kesilir gibi oldu. Oğlu işte orada, o topraklarda yaşamıştı…

Cengiz Aytmatov

Bu not defterine sadece dostlarıyla yaşadıkları günleri ‘yaşadık’ diye yazarlar

Hani bilirsiniz şu meşhur Gezgin’in hikayesini. Gezgin bir gün bir köye uğradıktan sonra köy çıkışındaki mezarlık sakinlerine bir fatiha okuma niyetiyle mezarlığa girer. Fatiha okuduktan sonra mezar taşlarındaki yazılar dikkatini çeker. Her mezar taşında ölüm ve doğum tarihinin yanında parantez içinde bir de yazı vardır:

“Bekir Fuat: Doğum Tarihi 1996. Ölüm Tarihi 2020 (44 Gün Yaşadı)”

“Hatice Güngör: Doğum Tarihi 1988. Ölüm Tarihi 2017 (21 Gün Yaşadı)”

“Samed Behrengi: Doğum Tarihi 1939. Ölüm Tarihi 1967 (Bir Milyon Yıl Yaşadı, Yaşıyor)”

Böyle devam edip gidiyormuş canlar listesi. Doğum ile ölüm tarihleri hesaplandığında ortaya yıllar çıkarken neden parantez içine sayılı günler yazılmıştı? Gezgin konuyu merak edip köye döner. Köy ahalisinden bu işin hikmetini sorar. Köylülerin açıklaması şudur: “Herkesin bir not defteri vardır burada. Bu not defterine insanlar sadece dostlarıyla yaşadıkları günleri ‘yaşadık’ diye yazarlar. O kişi öldüğü zaman biz de gider onun not defterini açar ve kaç gün yaşamışsa onu parantez içinde yazarız.”

Bekir Fuat

Kadınıyla son kez sevişerek onu terketti

Sürfeler(4)

Ban nehrinde günbatımı, Krishna (Krişna)
Kadınıyla son kez sevişerek onu terketti…

O gece kocasının kollarında, Radha
Çok ölü hissetti.
Krishna,
“Sorun nedir, öpücüklerimden rahatsız mı oluyorsun aşkım?”diye sordu.
Radha,
“Hayır, hiçte değil; ama düşündüm ki
Bir kadavdayı bir sürfe ısırırsa ne olur?”
dedi.

Taş Çağı(5)

Düşkün koca, kadim yerleşimci kafamda,
Yaşlı şişman örümcek, şaşkınlığın ağlarını örüyor.
Nazik ol! Beni bir kuşun kayasına, bir granite çevirdin
Kumru, etrafımda pejmürde bir oda kurdun
Dalgın okurken, yüzümün girintilerini okşadın.
Yüksek sesle konuşarak, sabahın köründe uykumu bereledin.
Rüya gören gözümün içine parmak soktun.
Ve hala, hülyalarımda, güçlü adamlar gölgelerini savurur.
Onlar benim Dravidian(^) kanımın çalkantısında beyaz güneşler gibi batar,
Kutsal şehirlerin altından sular gizlice akar.
Sen gittiğinde, hırpalanmış mavi arabamı daha mavi denizlere sürerim
Kırk patırtılı merdiveni koşarak, başkasının kapısını çalarım.
Komşular izlese, gözetleme delikleri olsa bile
Benim geldiğimi ve yağmur gibi gittiğimi görürler.
Sorun bana hepiniz; sorun bana
O bende ne bulur? sorun bana; Onu neden bir aslan, bir hovarda diye çağırırlar?
Sorun bana;
Kasıklarımı kavramadan önce, neden elleri kakuletalı bir yılan gibi yalpalanır?
Sorun bana;
Neden o devrilmiş büyük bir ağaç gibi, göğüslerime yığılır?
Ve uyur.
Sorun bana; neden hayat kısa ve aşk hala daha kısa?
Sorun bana; mutluluk nedir, fiyatı nedir…

Kamala Das
Çeviri: Mustafa Burak Sezer
Kaynak: http://mustafaburaksezer.blogspot.com.tr/

Geçiyordum uğradım

Geçiyordum uğradım
boynuz boruların uğultusundaki bulanık zamanlara
belki bir gömüde birkaç eski eşyanın ışıltısı
vurur şimdiye. merdiven altında unutulmuş bir zaman
ya da eski yüzümle karşılaşmak
girişteki aynada
dinmiş uzaktaki nehrin gürültüsü
ağaçlar yer değiştirmiş
çekmiş küçülmüş onca hayal
oyun ve atlıkarınca sığdırdığım kurak peyzaj
Doğduğum ev artık yavrusunu tanımayan
bir hayvan gibi bakıyor uzaklara

Toz yalnızca toz Zaman
geçiyor içimizden
adılını mırıldana mırıldana

elim çoktan düşmüş kalbimin üzerinden
gözlerim yabancı hatırladıklarına
üzeri tırnak izleriyle kaplı bakır çanın
dağıtacağı hiçbir sis kalmamış oysa
ne burada ne hayatımda
dibi görünen bir sarnıcın çiğ kuraklığıyla
bakıyor gözlerim anlamından çıplak kalmış dünyaya
Neden dönüşler loş zamanlara saklanır
Neden kimse yola çıktığı gibi dönmez geriye
Zaman nerde adılın?
Kimbilir kaç yüz
kulaç derininde kalmış yüzüm
Şimdi ezberini unutmuş kapalı bir ırmak gibi
önümde bomboş akan bu aynanın
Zaman nerde adılın
Beni de mırıldansın

Murathan Mungan

Bu Zincire Vuruluş, Bu Darağacı Ânı

Bu bekleyiş saati sarmış tüm patikaları,
Hiçbir saat vurmuyor özlenen bahar anını,
Ve gündelik tasalar çökmüş üstüne ruhlarımızın.
İşte mihenk anıdır bu, aşkımızın nöbetini devretmek için.

Bu kutsal andır, sevgili bir yüzü gözümüzün önüne getiren,
Bu kutsal saattir, dinmek bilmez yüreği dindiren!
Şarap kadehi de saki de geri çevrilir, boşuna!
Serin bulutlar geçtiği zaman üstünden dağın,
Bir selvi ya da çınar yaprağının,
Paylaşamayacaksak artık hiçbir dostla
Oynaşan gölgelerini, yeşil saatlerini onların.

Sızladı durdu bu yaralar çoktan beri, ama böylesi-
Bu zincire vuruluş, bu darağacı ve bu sevinç
Bu kaçınılmaz seçme vaktindeki
Bu tüm dostlardan ayrılış vaktindeki gibi sızlamadı hiç!

Sözünüz geçse de hücreye, hükmedemezsiniz bahçeye
Kırmızı gül goncaları açtığında, o taze an geldiğinde,
Hiçbir ilmik yakalayamaz şafak rüzgârının ayaklanışını,
Hiçbir ağa tutsak düşmez baharın uyanışı.

Görecekler başkaları, ben görmesem de o ânı
Bülbülün şakıdığı ve çiçeğin açtığını.

Faiz Ahmed Faiz
Çeviri : Halil Köksal