Akıllı telefonunuz varsa… Aklınıza şaşayım… Kendimin de…

Türkiye’nin uğradığı en uğursuz olayların ilk sırasına şimdiden yerleşen ‘15 Temmuz darbe girişimi’ sonrası ortalığa dökülen teknik bilgileri herhalde izliyorsunuzdur.

Darbe hazırlığında bulunanlar, onları destekleyenler, talimat veren ve alanlar neredeyse ‘kendilerine özel’ diyebileceğimiz ‘bylock’ adlı bir programla haberleşiyorlarmış; akıllı telefonlarını kullanarak…

Murat Yetkin, MİT yetkilileri ile görüştükten sonra bugün yazdı da öğrendik: Devletin istihbarat örgütü, MİT, ‘bylock’ programının varlığını sezince peşine takılmış ve izleri takip ede ede ‘örgüt’ yapılanmasının en tepesinde yer alan 25 kişiyi tespit etmiş…

Toplam 40 bin kişinin kullandığı ‘bylock’ 600 kadar subayın telefonunda da kayıtlıymış…

MİT, Mayıs ayı sonlarına doğru, tespit ettiği 40 bin kullanıcıdan devlet memurlarının isimlerini kurumlarına bildirmiş; subayların isimlerini de Genelkurmay’a…

Birileri, “Bütün bunlar olurken MİT neredeydi” diyor ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ‘darbe’ girişimini ‘enişte bey’den öğrenmesine takılıyor ya, doğru bilgiyi şimdi böylece öğreniyoruz: MİT hazırlıklardan yalnız haberdar olmakla kalmamış, kimlerin o girişim içerisinde yer alabileceğini, tek tek isimleriyle birlikte, devletin kurumlarına bildirmiş de…

Darbe girişiminde bulunanların o uğursuz gece birbirleriyle ‘bylock’ sistemini kullanarak iletişim kurduklarını, ilk şüphelilerin içeriye alınır alınmaz verdikleri ifadeler dışarıya yansıyınca, öğrenmiştik zaten…

Murat Yetkin’in yazısında yer alan yeni bilgiler, bayram sükûneti geçsin, herhalde daha etraflıca değerlendirilecektir.

Casusumuzu hepimiz yanımızda taşıyoruz

Paris’te ve Brüksel’de yaşanan terör saldırıları sonrasında gözlerimi ayıramadan izlediğim bir CNN-International programında, ABD’nin terörle mücadeleden sorumlu devlet yetkilisinin, “Ben zaten akıllı telefon kullanmıyorum” dediğini duyunca…

Önce kulaklarıma inanamadım. Sonra düşününce, adamın gözümüzün içine baka bakan yalan söylediğine kanaat getirdim.

Bugünün dünyasında hayatımızın en merkezi yerine kurulmuş olan akıllı telefonu kullanmadan yaşamak mümkün değildir düşüncesiyle…

Herhalde bu yazıyı okuyan hepinizin cebinizde taşıdığınız telefon ‘akıllı’ denilen cinstendir.

Geçen gün tutuklanan istihbaratçı Emniyet Müdürü Basri Aktepe’nin kendisini sorgulayanlara verdiği ifadeyi okurken de gözlerime inanamadım.

MOBESE sistemini kuran, casus böcekleri yerinde bulup yok eden teknik istihbarat konusunun ülkemizdeki en tepe uzmanı Aktepe, savcıya, aynen şunları söylemiş: “Hayatımda hiçbir zaman akıllı telefon kullanmadım. Tüm telefonlarım mekaniktir.”

Ne diyeceksiniz buna?

“İstihbaratçılar bizim bilmediğimiz bir şeyleri biliyor” dedim ben.

Dinliyor, izliyor ve kaydediyorlar

Bildikleri şey şu: Akıllı telefon denilen cihazlar, kullanan kişi dünyanın hangi köşesinde yaşıyor ve bulunuyor olursa olsun, dünyanın bir başka köşesinde gerekli donanıma sahip kişi/ler tarafından, sanki onunla birlikteymişcesine yakından izlenebiliyor…

Telefon konuşmalarını, SMS mesajlarını, internette girdiği siteleri, e-postalarını, yazışmalarını izleyebiliyor korsanlar…

Hem de hiç belli etmeden…

Dahası, telefonun sessiz kaldığı süre içerisinde de, korsanların casusluk faaliyetleri durmuyor; takip altına alınan kişinin bulunduğu mekân uzaktan dinleniyor, hatta o sırada yaptıkları telefonunun kamerasından alınan görüntülerle izlenebiliyor…

İzlenen, dinlenen, yazışılan her şey uzaktan kayıt da edilebiliyor.

“Hadi oradan” dediğinizi duyar gibi oluyorum.

Demeyin, çünkü ABD’nin NSA adlı istihbarat kurumunun Alman Başbakanı Angela Merkel’in telefonlarını dinlediği çoktandır bilgimiz dahilinde.

Bu bilgiyi dünyayla paylaşan Alman dergisini, der Spiegel’i, “Alman istihbaratı Türk yetkilileri yıllardır dinliyor” bilgisini paylaşmasına yol açan belgelerle besledi bu defa Amerikalılar…

Sydney’den Berlin’e, oradan San Fransisco’ya yolculuk

ABD televizyonlarında yarım asırdır süren bir haber program var: ‘60 Minutes’ (‘60 Dakika’)… Önce orada yayınlandı sandığım, ama sonra tecimsel hassasiyetlerle (bunu, ‘reklâm gelirleri düşünülerek’ diye anlayınız) ABD’deki editörler çekindiği için, Avustralya’daki aynı adlı programda birkaç ay önce yayımlanmış bölümü izledim.

Programcı kendi ülkesini merkez almış, ama Berlin’e, Londra’ya, san Fransisco’ya gidip olayı bütün boyutlarıyla ortaya çıkarmış… Berlin’den Sidney’deki bir milletvekiliyle yaptığı telefon görüşmesi ile SMS yazışmasını, önceden anlaştığı korsan genç, uzaktan kayda almış…

Yeter ki elimde bir telefon numarası olsun, onu dinler ve kaydederim” dedi genç korsan…

Birkaç yüz dolara mal olan ‘SS7’ adlı elektronik bir cihaz sayesinde…

Aslında o cihaz bütün cep telefonu servis sağlayıcısı şirketlerde varmış… Dünyanın hemen bütün istihbarat örgütleri de resmen ve meşru bir biçimde o cihazı kullanarak cep telefonu dinleme ve kayıt işlemi yapıyormuş… Ancak, biraz teknolojiden anlayan gençler, piyasada zaten satılan birkaç elektronik parçayı biraraya getirerek aynı işlemi gören el-yapımı bir cihaz elde edebiliyormuş…

İstihbarat örgütlerinin bunu yaptığını geçen yılın Ekim ayında çıktığı Panorama programında İngilizlere ifşa etmişti Edward Snowden… Gizli belgeleri ifşa ettiği için ülkesi ABD’ye gidemeyen Snowden, “Akıllı telefonlarınız GCHQ istihbarat örgütü tarafından ‘tam denetim’ altında; bireysel kullanıcıların bunu engelleyebilmesi imkânsız demişti.

Gözümle gördüm, kulağımla işittim. İzlediğim ‘60 Dakika’ programını, İngilizce bilenleriniz de izleyebilsinler diye, yukarıya yerleştirdim.

Herkese açık WI-FI’ları kullanmak da akıl işi değilmiş

‘60 Minutes’ programının Avustralya’da yayını sonrasında, bir ABD TV kanalının muhabiri, “Acaba doğru mudur?” merakına kapılıp, San Fransisco’da yerleşik genç korsanları bir otelde toplamış… Gençlerden biri, muhabirin cep telefonu üzerindeki bütün hassas bilgileri, mahrem fotoları bir çırpıda kopyalayıvermiş…

“Nasıl yaptın?” sorusunun cevabı beni bile şaşırttı.

“Burası beş yıldızlı bir otel, internet bağlantısı da güvenlidir diye düşünüp otelin WI-FI sistemine bağlandınız ya, aslında benim kurduğum sahte bir hatta bağlanmış oldunuz. O hat üzerinden bilgilerinize ulaşmam ise hiç zor olmadı.

Televizyon programlarında, akıllı telefonlar üzerinden yapılan casusluğun bayağı yaygın olduğu, şirketlerin rakiplerinin hareketlerini takip için korsanların devreye sokulduğu anlatıldıktan sonra, “Özellikle organize suç örgütleri elektronik casusluğa meraklılar” denildi.

İçimden, “Bana mı anlatıyorsunuz?” hissi geçti.

Evet, telefonlarımız ‘akıllı’ da, acaba onları kullanan bizler yeterince ‘akıllı’ sayılır mıyız?

NOT: ‘Akıllı’ geçinen yazarınız da bir ‘akıllı telefon’ kullanıcısıdır…

Fehmi Koru

İlahi Komedya

Birinci kanto

Yaşam yolumuzun ortasında
karanlık bir ormanda buldum kendimi,
çünkü doğru yol yitmişti.

Ah, içimdeki korkuyu
tazeleyen, balta girmemiş o sarp, güçlü
ormanı anlatabilmek ne zor!

Öyle acı verdi ki, ölüm acısı sanki;
ama ben, orada bulduğum iyilikten söz edeceğim,
gördüğüm, başka şeyleri söyleyeceğim.

Oraya nasıl girdiğimi bilemeyeceğim,
öyle uykum gelmişti ki,
doğru yolu bırakıp gittiğimde.

Ama yüreğimin içine
korku salan vadinin bittiği
tepenin eteğine geldiğimde

yukarı çevirdim gözlerimi,
omuzlarını gördüm onun, herkese her yerde
yol gösteren gezegenin ışınları içinde.

O zaman biraz dindi,
o sıkıntılı gecede
yüreğimin gölüne çöken korku.

hâlâ kaçmakta olan ruhum
kimseyi sağ bırakmayan geçide
bakmak için döndü geriye.

Yorgun bedenimi biraz dinlendirince
ıssız kıyıda yürümeye koyuldum yine,
sağlam basan ayağım hep daha geride.

Yokuşun hemen başladığı yerde
bir pars gördüm, yerinde duramıyordu,
kıpır kıpırdı, benek benekti tüyleri;

yüzümün önünden hiç ayrılmıyordu,
öylesine kesiyordu ki yolumu,
kaç kez dönmek istedim gerisin geri.

Sabahın başladığı saatlerdi,
güneş, Tanrı’nin sevgisi bu güzel nesneleri
ilk kez kıpırdattığından beri

birlikte olduğu yıldızlarla yükselmekteydi;
öyle ki, güzel mevsim ve günün bu saati,
beni iyi şeyler beklemeye yöneltti

tüyleri benekli hayvandan;
ama korkmamı önleyemedi
karşıma çıkan bir aslandan.

Başı havada, açlıktan kudurmuş gibi
bir aslan, üstüme geliyordu sanki,
öyle ki, havaya bile korku sinmişi.

Ve cılızlığı bin bir istek dolu,
çok kişiye neler çektirdiği
besbelli bir kurt, üstelik dişi,

görünce beni, kapıldığım korku
öyle kesti ki elimi ayağımı,
kalmadı artık tepeye tırmanma umudu.

Bu yerinde duramayan hayvan,
güle oynaya kazandıklarını
gün gelip yitirince, durmadan

ağlayıp inleyenlere benzetti beni,
üstüme gelip yavaş yavaş güneşin battığı
yere doğru sürüklerken.

Aşağılara doğru inerken,
gözlerimin önünde biri belirdi,
çoktandır konuşmamıştı, kısılmıştı sesi.

Bu büyük çölde görünce onu,
“Acı bana” diye bağırdım o an,
“kim olursan ol, ister gölge, ister gerçek insan!”

Yanıt verdi: “İnsan değilim, bir zamanlar insandım,
anam babam Lombardia’lı,
ikisi de öz be öz Mantova’li.

Oldukça geç geldim dünyaya, Iulius döneminde,
Roma’da yaşadım büyük Augustus yönetiminde
sahte ve yalancı tanrılar döneminde.

Șiir yazdım o güzel İlion yandığında,
Ankhises’in doğrucu oğluna
övgüler düzdüm Troya’dan geldiğinde.

Peki sen niye sokuyorsun başını derde?
Niçin çıkmıyorsun her sevincin hem nedeni,
hem kökeni mutluluklar dağına?”

“Yoksa Vergilius musun sen, konuşunca
ağzından ırmaklar çağlayan?”
diye yanıt verdim, alnımda utancımla.

“Ey beni yazdıklarının peşinde koşturan,
emeğimi, sevgimi coşturan
bütün ozanların onuru, önderi.

Ustamsın, kalemimsin,
bana onurlar katan
o güzel biçemi veren sensin.

Yolumu kesen şu hayvan
damarlarımdaki kanı ürpertti,
yardımcı ol bana ünlü bilge.”

“Daha iyi edersin başka yoldan gidersen,
kurtulmak için bu yabanıl yöreden”
diye yanıt verdi, ağladığımı görüncü;

“çünkü seni bağırtan bu hayvan,
kimsenin geçmesine izin vermez yolundan,
karşısına dikilip, er geç parçalar onu;

öyle kötü, öyle pistir ki huyu,
doymak bilmez oburluğu,
doydukça karnı, daha da açılır iştahı.

Çoktur, çiftleştiği hayvanların sayısı,
tazı gelip de onu işkenceyle öldürünceye dek,
daha bir sürü hayvanla çiftleşecek.

Toprak, para ne demek,
tazıyı bilgelik, sevgi, erdem besleyecek,
Feltro ile Feltro arasında olacak ülkesi;

uğruna bakire Cammilla, Eurialus, Turnus ile
Nisus’un can verdikleri
bahtsız İtalya’ya esenlikler getirecek;

o dişi kurdu her kentten sürecek,
dışarıya imrenip de çıktığı
Cehennem’e tıkıncaya dek.

İyiliğin için peşimden gel, izle beni,
rehberin olacağım, buradan alıp, öncesi
sonrası olmayan bir yere götüreceğim seni,

umutsuz çığlıklar işiteceksin;
acıdan kıvranan eski ruhlar göreceksin
ikinci ölümlerine bağırırken;

kutlu ruhlara katılmayı umdukları için
günün birinde, ateşte yanarken
yakınmayanları da göreceksin.

Sonra onların katına yükselmek
istersen, daha yetkin bir ruh gelecek:
seni ona bırakıp, ayrılacağım ben;

çünkü yukarıyı yöneten,
yasasına karşı çıktığım için ben,
birlikte gitmemizi istemez ülkesine.

Her yere eğemendir o, krallığı o yerde;
ülkesi orasıdır, yüce tahtı orada:
ne mutlu yanına çağırdıklarına!”

Ve ben:”Ey ozan” dedim ona,
“tanımadığın o Tanrı adına
hem bu tehlikeyi hem daha da beterini

savmak için, dediğin yere götür beni,
ermiş Petrus’un kapısını göreyim,
bakayım acı çekiyor dediklerine.”

Bunun üzerine yola koyuldu o, peşinden gittim ben de.

İkinci kanto

Gün bitiyordu, kararan hava
yeryüzündeki canlıların yorgunluklarını
alıyordu; ben de tek başıma,

belleğimin yanılmadan aktaracağı
yolculuğu, tanık olacağım acıları
karşılamaya hazırlanıyordum.

Ey Musa’lar, ey yüce ruh yardım edin bana,
ey gördüklerini yazacak bellek,
soyluluğun şimdi kendini belli edecek.

Söze girdim: “Ey bana yol gösteren ozan,
bu çetin yolculuğa çıkartmadan önce beni,
bak bakalım erdemlerim yeterli mi.

Diyorsun ki, Silvius’un babası
ölümsüzlük ülkesine diri diri girdi,
ruhuyla bedeniyle.

Her kötülüğün düşmanı, destek verdi
bu çok değerli, çok önemli kişiye,
sağlayacağı sonuçlar nedeniyle,

şaşmamalı buna aklı başında hiç kimse;
çünkü o gökyüzünde
kutsal Roma’nın babası seçilmişti:

doğrusunu demek gerekirse
Roma da, imparatorluk da merkez yapılmıştı,
büyük Petrus’un ardılı orada oturacaktı.

Senin de övdüğün bu gezi boyunca
öğrendikleri, kaynak oldu başarısına
ve papalık iktidarına.

Daha sonra Vas d’elezione de gitti oraya,
pekiştirmek için inancını,
kurtuluşa varan yolda.

Peki kim izin veriyor bana? Niçin gidiyorum ben?
Ne Paulus’um, ne de Aineias’ım ben,
bunu hak ettiğime ne ben inanırım, ne başka kimse.

Karar verirsem eğer gitmeye,
korkarım çılgınlık olacak bu.
Bilgesin, ne demek istediğimi anlarsın sen.”

Ne istediğini bilmeyenler, yeni düşünceler
uğruna isteğinden vazgeçenler,
başladığını yarıda kesenler

gibi oldum, o karanlık yamaçta ben de,
vazgeçtim başlangıcı bunca zor işten,
yeniden düşününce.

“İyi anladımsa dediklerini”
diye yanıt verdi gönlü yüce gölge,
“korku sarmış senin içini;

korku sık sık insanın içine girer,
yapacağı onurlu işleri engeller,
ürkütür karanlıkta kalmış bir hayvan gibi.

Korkunu gidermek için, niçin geldiğimi,
senin için üzüldüğüm ilk anda
işittiklerimi söyleyeceğim sana.

Boşlukta sallananlarla birlikteydim,
öyle kutlu, öyle güzel bir kadın çağırdı ki beni,
ne isterse yerine getiririm dedim.

Yıldızlardan parlaktı gözleri,
kendi diliyle konuştu benimle,
yumuşacık, alçacık, melek gibi sesiyle:

‘Ey ünü dünyayı saran
dünya durdukça da duracak olan
Mantova’lı seçkin ruh;

kısmeti kapalı bir dostum
ıssız bir yamaçta bir engelle karşılaştı,
korkup geri dönmeye kalktı;

yolunu çoktan şaşırmıştır belki de,
çünkü çok geç koştum yardımına,
yukarıda onunla ilgili sözleri duyduktan sonra.

Haydi git, süslü sözlerinle
yardımcı ol, yardımcı ol ki ona,
içim rahat etsin benim de.

Seni gönderen ben, Beatrice’yim;
dönmeye can attığım yerden geldim;
beni getirip böyle konuşturan, sevda.

Efendimizin yanına vardığımda
senden övgüyle söz edeceğim ona.’
Sonra o sustu, ben konuştum:

‘Ey erdemli kadın, gökyüzünün en küçük yuvarına
insan türünü egemen kılan
yalnızca senin erdemlerin,

başımın üstünde yeri var isteklerinin,
ama yerine getirmek için artık çok geç:
isteğini söylemesen daha iyi edersin.

Yine de bana söyle,
dönmeye can attığın o büyük yerden
buraya korkmadan inmene yol açan ne?’

‘Madem bilmek istiyorsun bu gizi,
kısaca anlatayım buraya nasıl geldiğimi’
diye yanıt verdi.

‘İnsan yalnızca başkalarına
zarar verecek şeylerden korkmalı;
bunun dışında korkuya yer olmamalı;

Tanrı’nın bağışı öyle kıldı ki beni,
sizin çektikleriniz erişmiyor bana,
bu yangının alevleri ulaşmıyor bana.

Seni gönderdiğim engele gökyüzündeki
soylu bir kadın çok içlendi,
yukarının sert kararını değiştirdi.

Lucia’yı yanına çağırıp şunları dedi:
‘Yardımını bekliyor şimdi seni seven kişi,
isteğim göz kulak olman ona.’

Zalimlerin düşmanı Lucia
yola koyulup, yaşlı Rachele ile
otururken ben, yanıma geldi:

‘Beatrice, Tanrı’nın gerçek övüncü’ dedi,
‘niçin yardım etmiyorsun,
seni sevdiği için sürüden ayrılan insana?

Hıçkırıklarının iniltisini duymuyor musun?
denizin erişmediği ırmağın kıyısında
ölümle pençeleştiğini görmüyor musun?

Bu sözleri işitince, senin de,
seni dinleyenlerin de onuru, dürüstlüğüne
güvenip, kutlu durağımdan buraya indim acele,

yeryüzünde hiç kimse,
ne iş peşinde koşarken, ne tehlikeden kaçarken
etmemiştir bunca acele.’

Bunları dedikten sonra
ağlayarak yaşlı gözlerini çevirince bana,
daha da büyük bir hızla koyuldum yola.

Ve onun istediği gibi, geldim yanına,
o güzel tepeye kısa yoldan gitmeni engelleyen
canavarı kaldırdım önünden.

Haydi neyin var? Niçin, niçin gitmiyorsun?
Niçin yüreğinde korku besliyorsun?
Niçin cesaretten, güvenden yoksunsun,

kutsanmış üç kadın
gökyüzü sarayında seni bekler,
ben bunca güzellikler önerirken?”

Gecenin soğuğunda büzülüp kapanan,
gün ışıyınca dirilip, doğrulan
çiçekler gibi, ben de

sıyrıldım uyuşukluktan,
yüreğimi öyle bir korkusuzluk kapladı ki,
konuştum özgür bir insan gibi:

“Ey yardımıma koşan incelikli
kadın ve onun söylediği doğru sözleri
yerine getiren, sen soylu kişi!

Yeni istekler uyandırdın içimde
söylediğin sözlerle, ben de
dönüyorum ilk düşünceme.

Haydi yürü, isteği aynı ikimizin de:
rehberim, efendim, ustamsın sen.”
Bunları dedim ona; o yürüyünce,

sarp, çetin yola girdim ben de.


Üçüncü kanto

“Buradan gidilir acılar kentine,
buradan gidilir bitmek bilmeyen acıya,
buradan gidilir yitmiş insanlar arasına.

Adalet yol gösterdi ulu rabbime,
kutsal güç, yüce bilgelik, ilk sevgi
yarattı beni.

Benden önce her şey sonsuzdu;
sonsuza dek süreceğim ben de.
İçeri girenler, dışarıda bırakın her umudu.”

Bir kapının üstünde koyu renkle
yazılı bu sözleri görünce:
“Usta” dedim, “beni ürkütüyor bu sözlerin anlamı.”

O, içimden geçenleri anlamıştı:
“Burada her türlü korkuyu bırakmalı,
ödlekliğin kökünü kazımalı.

Sana söylediğim yerdeyiz şimdi,
akıl hâzinelerini yitirdikleri
için acı çekenleri göreceksin.”

Sonra eliyle tutup elimi,
gülümseyerek yüreklendirdi,
gizlerin içine soktu beni.

Burada ağlamalar, inlemeler, yakınmalar
uğulduyordu yıldızsız gökte,
gözlerimden yaşlar boşandı benim de.

Çeşitli diller, iğrenç küfürler,
acıdan yakınanlar, öfkeden bağıranlar,
yüksek sesler, boğuk sesler, çırpan eller,

sonsuza dek karanlık bu havada,
bir kasırgada savrulan kumlar gibi
kendi ekseninde dönen bir uğultu oluşturuyordu.

Korkudan başım dönüyordu.
Dedim ki: “Usta bu duyduklarım ne?
Acıya yenik düşen bu insanlar kim?”

Dedi ki: “Bu rezil durumdakiler
kötülük de, iyilik de yapmadan
yaşamış olanların ruhları.

Tanrı’ya başkaldırmayan,
ama yanında yer almayıp, yansız kalan
kötü meleklerle birlikteler.
Cennet, güzelliği gölgelenmesin diye kovdu bunları,
isyancı meleklere onur katmayacakları
için Cehennem’in dibine de almıyorlar onları.”
Dedim ki: “Usta, bunca ilenmelerine
yol açan acının kaynağı ne?”
Yanıt verdi: “Kısaca söyleyeyim dinle.
Bunların ölmek umutları kalmadı,
öyle aşağılık ki karanlık yaşamları
kıskanırlar başka her yazgıyı.
Dünyada kalmamıştır sanları,
bağışlama da, adalet de hor görür tümünü,
söz etmeye değmez, yalnızca bak ve yürü.”
Bir bayrak gördüm bakınca,
döne döne hızla yol alıyordu,
belli ki, dur durak bilmiyordu:
ardından öyle çok insan gidiyordu ki,
aklımın ucundan bile geçmezdi
ölümün bunca insanı yenik düşürmesi.

İçlerinden kimilerini tanıdım,
korkaklığı yüzünden büyük görevi
bırakıp kaçanın gölgesini de tanıdım.

Hemen anladım, inandım ki,
Tanrı’nın da, düşmanlarının da sevmedikleri
kötüler sürüsüydü bunlar.

Hiç yaşamamış olan bu zavallılar
çırılçıplaktı ve oradaki at sinekleri,
eşek arıları sokuyordu her taraflarını

iğrenç kurtçuklar emiyordu,
yüzlerinden akıp gözyaşlarıyla
ayaklarının dibine inen kanı.

Biraz daha öteye bakınca,
bir kalabalık gördüm büyük bir ırmağın kıyısında;
dedim ki: “Usta, bunların kim olduklarını

öğrenmeme izin ver, ırmaktan geçmeye
can attıkları seçiliyor bu cılız ışıkta bile,
nereden geliyor bu istekleri?”

“Her şeyi anlayacaksın” dedi
“Akheron’un hüzünlü kıyısında
adımlarımızı durdurduğumuzda.”

Utanıp yere çevirdim gözlerimi,
sözlerim canını sıkmasın diye
ırmağa dek hiçbir şey demedim.

Birden bir kayıkla bize doğru
saçı sakalı ağarmış bir ihtiyar geldi,
bağırarak: “Sonunuz kötü, kötü ruhlar!” dedi.

“Ummayın sakın gökyüzünü görmeyi,
öbür yakaya, sonsuz karanlıklar, sıcaklar,
buzlar diyarına götürmeye geliyorum sizi.

Ey orada duran canlı ruh,
git bunların yanından, ölü bunların hepsi.”
Gitmediğimi görünce dedi ki:

“Buradan değil, başka yoldan,
karşıya geçeceksin sen, başka limandan:
senin için daha hafif bir kayık gerekli.”

“Kharon öfkelenme” diye rehberim söze girdi,
“o, her isteğini yerine getirebilenin
isteğiyle burada, başka bir şey söyleme.”

Gözlerinin çevresini alev çemberleri
sarmış cehennem kayıkçısının pamuk gibi
yanakları sakinleşti bunun üzerine

Ama bu acımasız sözleri duyunca,
o yorgun, çıplak ruhların renkleri değişti
birbirine vurdu dişleri,

Tanrı’ya, ana babalarına, insanlara,
doğdukları yere, atalarına
demediklerini bırakmadılar.

Sonra bir araya toplandılar
Tanrı korkusu bilmeyen insanları bekleyen kıyıda,
başladılar hüngür hüngür ağlaşmaya.

Kor gözlü Kharon iblisi
işmar edip hepsini yan yana getirdi,
gecikenlerin sırtına küreğini indirdi.

Güz gelip de,
yapraklar peşpeşe dökülünce,
dalların yapraklarını yerde görmeleri gibi,

Adem’in kötü çocukları çağrıya uydular,
kuşlar gibi, birer birer
kayığa atladılar.

Koyu renkli suda yol almaya başladılar,
ama onlar daha varmadan karşıya,
yeni bir kuyruk oluştu bu yakada.

“Oğul” dedi sevecen usta
“Tanrı’nın öfkesini çekip de ölenler
buraya dünyanın dört bir yanından gelirler;

ırmağı geçmek için sıraya girerler.
Tanrı’nın adaleti mahmuzlayınca onları,
isteğe dönüşür korkulan.

Geçmez buradan tek iyi bir ruh bile,
Kharon’un niçin sana öfkelendiğini
anlamış olmalısın şimdi”

Sözleri bitince, kapkara çevre
öyle bir sallandı ki, vücudumu ter basar yine
o an aklıma geldikçe.

Gözyaşlı toprak bir rüzgâr estirdi,
rüzgârın içinde kırmızı bir ışık belirdi,
bütün duyularımı dize getirdi:

Uykuya dalar gibi, yerde buldum kendimi

İlahi Komedya / Cehennem
Çeviri: Rekin Teksoy
Dante Alighieri

Ben dizeler toplayan, sen çiçekler devşiren

“Fakat fırtınadaki korkunç rüzgar
Bütün tasarılarımı alıp götürdü…”

~ François Coppée, Haziran

“Sık sık düşündüğüm bir mutluluk rüyası,
Kırlara bakan bir barınak sahibi olmaktır…”

~ François Coppée, İç Gezinti

“Zira aşkla dolu kalbim
Acılarının arasında bulur,
Aziz çiçekler arasında senin bakışını
Ve kokular içinde senin nefesini…”

~ François Coppée, Mayıs

“Ve leylakların çiçek açtığını gördüm
Teskin edilemeyen acımla birlikte…”

~ François Coppée, Mayıs

“Fakat acı çekmekten yorulan kâlbim
Bu kuşları hayranlıkla izlerken onlara imreniyor
Bu kuşlar ki hayattan sadece bilirler
Şarkı söylemeyi, sevmeyi ve ölmeyi!”

~ François Coppée, Ağustos

“Ey toprak!
Hayat bir bilmecedir ve ölüm bir sırdır,
Fakat sen, rüzgârlar tarafından sallanan başakların
Ölülerle besleniyor yaşayanları beslemek içim…”

~ François Coppée, Toprak

“Ey anaç toprak, her yaratık sende
Arar hayatını ve sonunda sende bulur kabrini…”

~ François Coppée, Toprak

“Akşamın temiz, engin gökyüzünde
Daha şimdiden solgun birkaç yıldız ışıldar…”

~ François Coppée, Terasta

“Bu istasyonda inmeli miyim?
Hayır, Arzu, sahip olmaktan daha iyidir…”

~ François Coppée, Sevr İstasyonu


“Ben dizeler toplayan, sen çiçekler devşiren…”

~ François Coppée, Nakarat

“Yalnızlık ve vecd içinde yaşadı
Sonsuz bir rüyaya ruhunu yoğunlaştırarak
İlahi hiçlik içinde eritilmeden önce
Zaman onu çöp gibi zayıf ve cılız kılmıştı…”

~ François Coppée, Buda

“Her şey yaşar, herkes sever! 
Ve ben kederli ve yalnız dikilirim
İlkbahar semaında ölen bir ağaç gibi…”

~ François Coppée, Bunalımda Arzu

“Gel! Sana her şeyi vaat ediyorum,
Ruhumu ve kalbimi, kanımı ve tenimi…”

~ François Coppée, Bunalımda Arzu

“Bazen isterdim ki sonum yakın olsun…”

~ François Coppée, Bunalımda Arzu

“Ve umut benim için sadece bir göçmen kuş
Yuvasını yapmak için mezar seçmeye giden…”

~ François Coppée, Umutsuzca

“Bu sonsuz ve monoton melankoli
Bütün umudu ve sevme arzusunu alıp götüren…”

~ François Coppée, Sonbahar/Hüzün

“Fark ediyor ki son leylakla birlikte
Dün son kelebek de kayboldu gitti…”

~ François Coppée, Sonbahar/Hüzün

Kaynak: Dada Verd

İnsanların ölüm döşeğindeyken anlattığı 5 pişmanlık

Avustralyalı hemşire Bronnie Ware’in işi, hayatlarının son 3 ila 12 haftasını yaşayan insanların bakımı ile ilgilenmekti, onların yanında olmaktı. Doğal olarak onlarla geçirdiği bu çok özel ve hassas zamanlarda onlarla duygusal olarak da oldukça yakınlaştı.

Beraber geçirdikleri bu süre içinde, geriye dönseler neyi farklı yaparlardı veya hayatlarının şu son anlarında nelerden pişmanlık duyuyorlar sorularının cevaplarını dinleye dinleye, hepsinin aşağı yukarı aynı şeyleri söylediğini farketti. Bu gözlemlerini de Ölmeden Önce En Çok Pişman Olduğumuz 5 Şey (The Top 5 Regrets of the Dying) kitabında topladı ve kitabı kısa bir sürede en çok satan kitaplar listesine girdi.

İşte Bronnie’nin son günlerini, haftalarını yaşayan insanlardan en çok dinlediği 5 pişmanlık:


Pişmanlık 1: Keşke başkalarının benden beklediği değil, kendi özüme sadık olarak, kendi istediğim hayatı yaşama cesaretini gösterseydim

“En yaygın pişmanlık” diyor Bronnie.

Gerçekleştirmek için peşinden koşulmayan hayaller, başkalarının beklentilerini karşılamak için kendimizden verdiğimiz ödünler, sevilmek ve kabul edilmek uğruna kişisel değerlerimizi bir kenara atmak, başkası olmak, başkasının hayatını yaşamak, kendimiz olma cesaretini gösterememek, kendi isteklerimiz, ihtiyaçlarımız, hayallerimiz ve değerlerimize sahip çıkmamak.

Yani aslında gerçekten yaşamamış olmak gibi birşey bu. Neden en yaygın pişmanlık olduğunu anlamak zor değil. Bize hediye edilen bir hayat var ve biz bunu yaşamayarak çöpe atmışız.

Hepimizin ara ara kendimize dönüp bir bakması lazım, “şu anda hayatımda ben olarak, kendim olarak, yaşamadığım neler var, hangi ihtiyaçlarımı ve hangi değerlerimi inkar ediyorum?” diye. Zaten hayatımızdaki stres ve mutsuzluk noktaları genelde sorunun cevabında kendini gösteriyor.


Pişmanlık 2: Keşke bu kadar çok çalışmasaydım

Gerçekten uzun saatler çalışmak zorunda olduğu için çalışanlar var.

Verimsiz çalıştığı için uzun saatler çalışanlar var.

Evdeki, ailesindeki sorunlardan uzaklaşmak için uzun saatler çalışanlar var.

Statü, prestij ve başarılı hissetmek ve görünmek için uzun saatler çalışanlar var.

Daha çok para kazanmak için uzun saatler çalışanlar var.

Tutku duyduğu bir alanda işini çok sevdiği için uzun saatler çalışanlar var.

Çok çalışan insanların çok çalışmasının birçok farklı sebebi var ama sonuç anladığım kadarıyla pek değişmiyor, sebep ne olursa olsun, kim olursa olsun ölüm döşeğinde bunun pişmanlığını duyuyor çünkü çok uzun saatler çalışmak hayatımızın başka önemli alanlarından, sağlığımızdan ve ilişkilerimizden çalıyor.

Bunu dengesini kurmak hiç kolay bir iş değil ama uğraşmaya değer. Çünkü sağlığımızdan ve ilişkilerimizden ödün vermeye başladığımız noktada, ne kadar başarı ve para elde edersek edelim aynı tatmin olmuyor, mutluluk olmuyor.  Son nefesimizde de son pişmanlık fayda etmiyor.

Fiziksel, duygusal sağlığımız ve ilişkilerimizin sağlığı hep radarımızda olmalı, antenlerimiz açık olmalı ki, çok geç olmadan ihmal ettiğimiz konuları tekrar önceliğimiz haline getirecek adımları atabilelim.

Pişmanlık 3: Keşke duygularımı ifade edecek cesareti gösterseydim

Çoğumuz zaman zaman başkalarıyla çatışmaya girmemek ve huzurun kaçmaması adına, bizi rahatsız eden konuları konuşmaktan kaçınıyor ve duygularımızı içimizde bastırıyoruz. Birçok uzman içimizde baskıladığımız bu duyguların, bizi fiziksel olarak da hasta edebildiği görüşünü paylaşıyor. Ayrıca paylaşmadığımız duygu ve düşüncelerimiz kendi kimliğimizi oluşturmamızı ve dürüstçe, cesaretle olduğumuz kişi olarak varolmamızı engelliyor. Aslında bu şekilde tam değil, yarım yaşıyoruz ve hep bir iç huzursuzlukla.

Sonra içten içe farkında olmadan kendimize kızmaya başlıyoruz bu cesareti gösteremediğimiz için. Bu farkında olmadığımız kendimize olan kızgınlığın acısını başkalarından, özellikle de en sevdiklerimizden çıkarmaya başlıyoruz. Bazen bağırıp kırıcı sözler söyleyerek, bazen de pasif agresif bir şekilde ilgisiz farklı olaylardan acısını çıkartıyoruz. Sonunda yine bir şekilde huzursuzluk kaçınılmaz oluyor ve de kalıcı oluyor.

Halbuki bize zor gelsede cesaretimizi toplayıp isteğimizi, ihtiyacımızı, fikrimizi, duygumuzu ifade ettiğimizde (sağlıklı bir şekilde) herşeyden önce kendimize saygı göstermiş oluyoruz ve içimizden çıkmak isteyen de çıkmış oluyor, baskılanan birşey kalmıyor, rahatlıyoruz.

Ve de en önemlisi karşımızdaki kişinin aslında işini kolaylaştırmış oluyoruz (özellikle eşimizin ve çocuğumuzun) çünkü onlar bizi anlamaya çalışmak için kendilerini paralamak zorunda kalmıyorlar. Düşüncemizi, duygumuzu beğenirler veya beğenmezler ama bizdeki açıklık ve netlik, onların bizi daha iyi anlamasına, yeri geldiğinde daha toleranslı ve destekçi olmalarına yardımcı oluyor.

Mesela çocuklarım benimle birşeyler yapmak istiyorlarsa ve ben o anda yorgun, gergin veya stresli hissediyorsam, huzursuzluk olmasın diye duygumu içime atıp istediklerini yapmak yerine onlara “şu an biraz gergin ve stresli hissediyorum, bana 30 dakika ver, biraz dinleneyim, sakinleşeyim, saat 11’de buluşalım” dediğim zaman her ne kadar hoşlarına gitmese de, hatta bazen tepki gösterselerde, beni anlıyorlar ve ihtiyaçlarıma saygı göstermeyi öğreniyorlar. Çünkü eğer bunu yapmazsam, daha sonra onlarla ilgili başka bir konuda sinirlenip, gereğinden büyük bir tepki gösterip onları incitmem olası, ve de onlar bunu neden yaptığımı anlayamayacaklar, kendilerinde bir problem olduğunu düşünüp kendilerini suçlu hissedecekler. Keza eşimizle de olan ilişkimizde ifade etmediğimiz duygular, sonradan daha büyük problemlere yol açabiliyor.

Hani derler ya “Derdini söylemeyen derman bulamaz”. Ne kadar doğru. Bir de üstüne “Zor da olsa duygularını ifade etmeyen, huzur bulamaz” diyelim ve hayatımızda duygularımızı, düşüncelerimizi, ihtiyaçlarımızı daha fazla ifade etmek istediğimiz kimler ve hangi durumlar var, bunları bir düşünelim ve son nefesimizde bu pişmanlığı yaşamamak için fırsatımız varken şimdiden harekete geçelim.

Pişmanlık 4: Keşke arkadaşlarımla daha fazla zaman geçirseydim

Bronnie diyor ki “arkadaşlarımız ile olan olan ilişkimizin önemini” zamanında sağlığımız yerindeyken farketmiyoruz ve arkadaşlığımızın sağlam kalması için gereken zaman ve emeği vermiyoruz, taa ki ölüm döşeğinde bunun pişmanlığını hissedene kadar ama o zaman da çok geç kalınmış oluyor.

Hepimizin hayatı yoğun, hele hele annelerin ki. İnsanın çocuğu olunca, hele de birden fazla çocuğu var ise, hele bir de çalışıyorsa, sorumlulukları o kadar artıyor ki, gerçekten çocuk, eş, iş, aile bireyleri vs derken arkadaşlarımızla ne kadar görüşmek istesek de gerçekten kolay olmuyor bunu ayarlamak.

Ben de bu konudan oldukça sıkıntılıyım ve arkadaşlarımla görüşme sıklığım kesinlikle istediğim noktada değil ve çok ihtiyaç duyuyorum. Bu konuyla ilgili hayatımı çok daha verimli düzenlemenin bir yolunu bulmazsam, ben kesin bu pişmanlığı hissedeceğim bunu biliyorum. Bunu yapabilmemin yegane yolu da önceden organize edip sanki doktor randevusu gibi takvimime koymak, diğer türlü hep başka öncelikler arkadaşlarımın önüne geçiyor. Gerçekçi olmak gerekirse, iki haftada bir, bir arkadaşımla başbaşa bir program yapmak bile şu andan bulunduğum noktaya göre güzel bir ilerleme olur. Hep ilişkim sağlam kalır, beslenir, hem de bana çok iyi gelir. Arada spontan plansız ek birşeyler daha yapabiliyorsak o da bonus olur. Hiçbir şey olmasa telefonda daha sık konuşmak bile yine ilişkileri sıcak tutmaya yardımcı olacaktır.

Bilmiyorum siz bu konuda ne durumdasınız?

Pişmanlık 5: Keşke kendime mutlu olma iznini daha çok verseydim, kendimi daha mutlu etseydim

Bronnie diyor ki “konuştuğum insanların büyük bölümü mutlu olmanın bir seçim olduğu hayatlarının son noktasına kadar farketmiyorlar, onlara mutsuzluk getiren aynı davranışlar ve alışkanlıklarla ömürlerini tüketiyorlar, değişimden o kadar korkuyorlar ki, mutluymuşlar gibi davranmak onlara daha kolay geliyor ve başkalarının onlar hakkında ne düşündüğü ön planda oluyor, halbuki derinlerde daha çok gülmeyi ve gülümsemeyi istiyorlar”.

Kendimize mutlu olma iznini vermememizin daha birçok sebebi olabilir: Mutluluğu haketmediğimizi düşünebiliriz, mutlu olup sonra kötü birşey yaşarsak hayal kırıklığı hissetmekten korkuyor olabiliriz, veya kendimizi hayatta kurban gibi görüp şartları ve dış etkileri suçlamaya devam edebiliriz. Sebebi ne olursa olsun farketmediğimiz şey sonuçta harcadığımız kendi hayatımız ve kendi mutluluğumuz, ve mutluluk gerçekten bir seçim. Olaylar aynı olsa bile 2 farklı kişinin olay karşısındaki davranışları çok farklı olabiliyor, işte mutluluk ve mutsuzluk arasındaki ince çizgi de burada duruyor.

Bazen düşünüyorum, sanki mutluluk, mutsuzluktan daha çok korkutuyor gibi bizi. Aslında araştırmacı Brene Brown’un yaptığı çalışmalarda da bu oldukça net. Mesela diyor ki, gece o masum tatlı haliyle mis gibi kokusuyla mışıl mışıl uyuyan çocuğunuzu izlerken hissettiğiniz ilk duygu nedir? Mutluluk mu, korku mu? Çocuğumuz için korku “aman ya birşey olursa çocuğuma korkusu ve duaları”, halbuki niye bu güzel anın tadını çıkaramıyoruz ki, çünkü beyin öyle çalışmıyor, beynin korku merkezi amigdala sürekli iş başında ve biz onun aktivitesini kontrol altında tutmazsak hayatımızı mutluluk duygusu değil, korku duygusuyla geçiriyor oluyoruz, kendimize mutlu olma iznini vermiyoruz ve bizi mutlu edecek davranışlar ve seçimler yapmıyoruz, sonunda da mutlu olmadığımız için şikayet ediyoruz.

Yine derler ya “Ne ekersen, onu biçersin”, işte bence mutlu olmak da öyle birşey, hayatımıza mutluluk katacak davranışlar ekersek, yine mutluluk biçiyoruz, veya tam tersi. Elbette mutsuz olduğumuz anlar da olabiliyor ama geçici anlar oluyor bunlar, son nefesimizde geriye dönüp baktığımızda çoğunlukla mutlu anların gözümüzün önüne gelme ihtimali artıyor.

Hepimizin önünde bir yol var. Bu yolun bir başlangıcı ve sonu var. Bu yolu ne kadar keyifle veya mutsuzlukla yaşayacağımızda yine bizim seçimimiz. Bu yola dikenleri de çoğu zaman biz koyuyoruz, çiçekleri de istediğimizde biz ekiyoruz. Sizi bilmem ama ben az dikenli, bol çiçekli bir yol istiyorum, hergün yaptığım seçimlerde ve davranışlarımda buna özen göstermeye çalışıyorum.

Ahu Tükel

Güvercin Gerdanlığı Sevgiye ve Sevenlere Dair

İsterdim ki yüreğimi bir bıçakla yarıp açsınlar
ve seni oraya yerleştirsinler;
sonra da göğsümü kapatıp diksinler.
Böylece sen kesinlikle orada olasın;
diriliş gününe kadar, başka yerde değil, orada kalasın.
Ben yaşadıkça sen de yaşayasın!
Eğer ölürsem, kabrin derin karanlığında,
kalbimin içinde kalasın!

***

Sen melekler âleminde misin, yoksa insanlar âleminde mi?

***

Anlamı ancak anlamak isteyene açık, başkalarına değil…

***

Onun o kadar çok derdi var ki
kağıt, mürekkeb ve yazı onun için ağlamakta!

***

Onu kınıyor, ayıplıyor; normal… onu tanımıyor çünkü…

***

Ey ruhum! Sakın umutsuzluğa düşme!
Umulur ki, o güzel günler, güler yüzle yeniden gelecektir…

***

Dertli bir âşığın sevgilisini görüşü gibi,
bahçedeki güller gülerken gökteki bulutlar ağlıyor…

***

Düşüşü görmeyen kimse izzeti ne bilsin…

***

Karanlıklara güvenme, çünkü yakında şafak doğacak;
ışıkla da kendini aldatma, çünkü akşam olunca güneş batacak…

***

Ama sonra o güzel günler yeniden geldi;
umarım sen de böyle yeniden döner gelirsin…

***

Önceleri kendim umut edilendim,
şimdiyse umut eden ben oldum.
İşte kader böyle cilveli, gidişli dönüşlü…

***

Ne bir evde ne bir vatanda karar kıldı;
o nazenin bedeni yatağını hiç ısıtmadı…

***

Her ayrılıkta tüm umutlar yitirilmez.
İnsan ölmedikçe tümden ortadan kaybolmaz…

***

Ancak üzüntü ve keder içinde yaşar, mutsuz olur;
her gün yenilenen bir utanç ve rezillik içinde geçer günleri…

***

Ne tuhaf!
Artık yaşamayan birinin ölümüne ağlıyor da,
zulme uğrayarak öldürülen için hiç üzülmüyor…

***

Hakkımda ne düşünürsen düşün, ben sana âşığım…

***

Dikkat et! Delicesine seven âşığı kınama sakın!

***

Dünya sana parlak bir hayat sundu;
ne ki paraklığı çabuk solacak…

***

Fâni, geçici bir dünyada karar kılmayı nasıl ister insan?
Nasıl olur da bir anlık dünyayı düşünür?

***

İnsanın ne denli akıllı kanıtı yaptığı seçimdir…

İbn Hazım
Güvercin Gerdanlığı

Kaynak: Dadaverd

Kiraz çiçeği gibi kızarırım hemen

Ne zaman sake koyacak olsam
sevdiğim delikanlının kadehine,
kiraz çiçeği gibi kızarırım hemen
daha kadehi dudağına götürmeden.

?

De ki, yolculuğa çıktın

De ki, yolculuğa çıktın,
deniz kıyısında konakladın
ve sis bastırdı ansızın.
Bil ki, inleyip ah ederken
kopan nefestir ciğerimden.

?

Hiç konuşmasa da olur

Sevgilimin evinin
önünden geçerken,
hiç konuşmasa da olur.
Yeter ki lütfetsin,
gözlerini göstersin.

?

Bir daha hiç göremeyeceğim

Bir daha hiç göremeyeceğim
bir sevgilinin özlemiyle,
Tama Koyu kumsalına
yaydım giysilerimi,
umarsız, yapayalnız bir gece.

?

Korkarım çabucak ele verecek

Rüzgârla savrulan dalgalar,
çarpıp kıyılara, çamların
köklerini açığa çıkarırken,
korkarım, çabucak ele verecek
aşkımı hıçkırıklarım.

?