Bir Yaz Günü İçin Şiir

nerde o sarısabır, safran ve sarı sesi
akşamın? duymak sanki bir gülün
yolculuğu gibidir bahçeden sana doğru;
gelsin, bilsin ve sensin, yağdığın o yağmuru
alıp gidensin işte, daha ergin bir yaza…

bahçemde yer kalmadı, her taraf tıka basa
yaşlı yazlarla dolu… orda elbet o çölün
ortasında yabansı, ürkek ve sanki garip
bir şeyler duyuyorum… sesler, şeyler? ölünün
son gördüğü o gülü çağrıştıran, -nedense…

ben yine bahçemleyim, bu belki kendimleyim-
mi demek? Zaman ten’dir, eğer yazlar bedense…

Hilmi Yavuz

Cemal Süreya’yı Öldürelim Artık

“Küçükken aldığım dışı güzel, İçi hep çürük çıkan elmalı şekerler gibisin. Aranızdaki tek fark; o elmalı, sen ise ‘el malı.” (Cemal Süreya’ya izafe)

“Kimse benim kimsesizliğimden cesaret bulmasın, en güçlü anımdır yalnızlığım! Çünkü ben daima tek başıma iktidarım.” (Oğuz Atay’a izafe)

Geçenlerde, “edebiyatsever gençler”in yeni manifestik dergisi Kafkaokur’u “Neymiş bakalım.” diyerek alıp okuma bahtsızlığına uğradım. İçindeki eleştiri metinlerinin sığlığını, bariz bilgi hatalarını bir kenara koyuyorum. Derginin “seçmeler” bölümünü açtığımda yüreğimi hoplatan şu alıntıya rastladım: “Sana verebileceğim pek bi’şey yok aslında; çay var içersen, ben var seversen, yol var gidersen.”  Bu vurucu aforizmanın yanında da janjanlı bir “Veysel” imzası ve Âşık Veysel’in fotoğrafı vardı. “Eh,” dedim içimden, “imam sırıtırsa cemaat kırıtırmış.” 

Bu örnekten yola çıkarak yapılabilecek ve tüme yayılabilecek bir eleştiriyi, Türkiye’de “popüler edebiyat dergileri” ile ilgili söylenebilecek on binlerce kelimeyi şimdilik dilimin altına atıp “kitsch” (Bundan sonra “kiç” olarak yazacağım.) nedir, popüler kültür nedir, internet nasıl bir edebiyat çöplüğüdür, ona değinmek istiyorum.

Popüler kültür, en amiyâne tabiriyle “tribünlere oynamak”tır. Derinleşmez, koyulaşmaz, hep “orada”, erişilebilecek bir menzilde durur. En temel insanlık dürtülerini hedef alır: “Üzünçlü”, acıklı, komik, şehvetli ya da heyecanlıdır. Bu yanıyla “insana dair” gibi gözükür fakat insanî içgüdüleri anonimleştirerek konformist “sistem adamcıkları” yetiştirir. En özet haliyle: Popüler kültür sizi, “size özel” görünümü altında “herkes gibi” yapmaya çalışan kültürsüzlüktür aslında.

Popüler kültürde sanat üretimi, bir eserin sıfırdan üretilmesine dayanmaz. İnsanların sanat yapıtını anlamaları için herhangi bir çaba göstermeleri beklenmez. Tam tersine, aslında üretilen her şey birbirinin tekrarıdır. Bu noktada, marketlerde bile satılmaya başlanan Şems-Mevlana tandanslı hidayet romanları, sosyal medyada üretilip piyasa dergilerine sızan acı dolu aforizmalar, farklı adlarla ve farklı kanallarda yayınlanan baş göz etme programları, aslında hiçbir özgünlük, yenilik ve düşünce kırıntısı içermeyen, birbirinin ucuz kopyaları olan “yeniden üretim” nesneleridir. İşte kiç de burada başlar.

Kiç, en basit sözlük tanımıyla, bir sanat yapıtının frapan, rüküş ve adi kopyasıdır. Kiç, bir popüler kültür ürünüdür. Gerçek sanat eserlerinin değil, onların kopyalarının, taklitlerinin, ucuz ve derinliksiz imitasyonlarının yaratılması esasına dayanır. Kiç, özellikle sanat yapıtlarının birer karikatür ikizini yaratma noktasında akılalmaz başarılara imza atan “kitle kültürü” ya da popüler kültürün en uzun menzilli silahıdır.

Kiç ürünlerde cevap aranmaz. Cevap aramak şöyle dursun soru, bile sorulmaz. Daha önce verilmiş cevaplar yeniden üretilir. Yukarıda bahsettiğim Şems-Mevlana tipi “İslamî arabesk” romanlar, insanlık durumuna dair yapılmış bin yıllık tespitleri ısıtır, genleştirir, onların içini boşaltır ve yeni bir şey söylüyormuşçasına paketleyerek piyasaya sunar. Kafasında, aslında kolektif bilinçaltı tarafından çoktan cevaplanmış soruların gezindiğini sanan okur, kalıplaşmış düşünce biçiminin rahatlığından ödün vermeden ve neredeyse hiçbir akıl yürütme zahmetine girmeden aradığı cevabı bu tip romanlarda bulur. 

Buraya kadar tamam. O halde popüler kültür ve kiç’le sosyal medyadaki alıntıların bağlantısı nedir?

İnternetin olağanüstü kitleselleştirici gücü sebebiyle edebiyatın popüler kültürle, kitle zevkleriyle ve modernistlerin 20. yy. başlarında avam görüp tiksindiği “düşük sanat”la bunca iç içe geçmesi, iyi edebiyat-kötü edebiyat ayrımını da epey sekteye uğrattı. Her an milyonlarca vasat eserin basılması, gerçekten değerli eserleri ayıklamayı neredeyse imkansız kılıyor. İnternette gezen milyonlarca alıntı içinde yazarların “gerçek” cümlelerini bulmak da artık pek mümkün değil. Hepimiz sosyal medyada yaşamaya başlayalıberi hayatın kendisi hayatın bir kopyası oldu. Facebook’ta, twitter’da temsilî hayatlar yaşayıp emojilerle gülümsüyoruz artık. Bu temsilî hayatlar içinde -Ahmed Arif’in o mükemmel dizelerinde dediği gibi- “yıkıntılarda bir ad” olmaya mahkum yazarlar da. Bunun kabullenmek zor fakat imkansız değil. Buraya kadarını anlayabiliyorum. Anlamadığım, tüm sosyal medyayı esir alan bu “çakma alıntı” furyasının edebiyat dergisi olma iddiasında ortaya çıkan bir mecmuada yinelenmesi. Galiba kiç’in temel niteliğine geri döndük: Üretilenin sonsuz kopyası, taklidin taklidi ve dergide bile yansımanın yansıması…

Bir insanı gömmek, bir bedeni toprağın derinliklerine vermekten çok daha simgesel bir eylemdir. Bu kadim ritüel, gömülenle beraber onun zihnimizdeki ve kalbimizdeki imgelerini sonsuzlaştırır, ölümsüzleştirir. Bu bağlamda Lacan, yaptığı Shakespeare ve Sophokles okumalarında “öldükten sonra geri dönen baba” imgesine odaklanır. “Ölüler” der, “usulüne uygun gömülmezlerse simgesel bir intikam için geri dönerler. Antigone’un ve Hamlet’in babaları, cenaze törenlerinde bir şeyler yanlış gittiği için dönmüştür.”

Türkiye’de edebiyat eğitimi, birçok üniversitenin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümleri de bu genellemeye dahildir, “aç parantez doğum, kapa parantez ölüm” şeklinde amaçsız bir biyografik ezberin berbat ve sonsuz tekrarından ibaret olduğu için “gerçek” imgesini kaybeden yazar, bir “simülasyon” halinde yaşıyor ve ölüyor. Böylece, Lacan’ın söylediği gibi, “cenaze törenlerinde” bir şeyler yanlış gidiyor. 

Biz, müktesabatımız ve tevhid-i tedrisatımız gereği çoğu yazarı “usulüne uygun” gömemediğimiz için bugünlerde birçoğu geri döndü. Ne var ki kendileri yerine ucuz birer kopyalarını gönderdiler öte taraftan bize!

Artık şu Oğuz Atay’ı, Cemal Süreya’yı falan öldürsek mi, ne dersiniz? Yoksa intikamları düşündüğümüzden acı olacak.

Serdar Aygün

Kekeme

Bir kekeme bilirim; dolaşır garip garip
Bu şehrin daracık sokaklarında
Kelimeler zincire vurulmuş gibidir
Dudaklarında

Ne ismini söyliyebilir doğru dürüst
Ne sevdiğine ilanı-aşk edebilir.
Sormayın neden yalnız yaşadığını
Kusurunu bilir

O güzelim şiirleri hep içinden okur
Bu dert de çekilmez doğrusu
Güzel söylenilmiş cümlelerle doludur
Bütün uykusu

Günahsız harfler onun nazarında
Birer siyah heyula gibidir
Ay ışığında sevgiliye söylenen sözler
Rüya gibidir

“İçince az kekelermiş” diyorlar
Sarhoş gezdiği de hep bu yüzdenmiş
Ama neye yarar? İsmine bir kerre
Kekeme denmiş

Ümit Yaşar Oğuzcan

Yalnızız Cemal Abi

Bu rakıyı diyorum Cemal abi
bu rakıyı içmek seninle
Kars’a gitmek gibiydi

Senin şiirinde diyorum Cemal abi
rakı uzun içilirdi
Kars’a uzun gidilirdi

Senden sonra diyorum Cemal abi
Kars’a şiir gitmiyor
Kars kısa, rakı tatsız
senden sonra şiirde
her şey dibe çöküyor
anla, öyle yalnızız

Haydar Ergülen

Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat

Gece, sanırım saat on birdi, açık pencereden bahçedeki huzursuz çığlık ve bağrışmaları duyduğumda, bir kitabı bitirmek için odamda oturuyordum, bitişikteki otelde gözle görülür bir hareketlilik vardı. Merak ettiğim için değil de, daha çok rahatsız olduğumdan, çarçabuk elli basamağı indiğimde, otelin konuklarıyla çalışanlarını telaşlı bir koşuşturma içinde buldum. Kocası her zamanki dakikliğiyle Namuslu arkadaşıyla domino oynarken, Madame Henriette her akşam kıyı boyu yaptığı gezintiden
hâlâ dönmemişti ve başına bir şey gelmiş olmasından endişe duyuluyordu. Başka zaman ağırkanlı ve keyfine düşkün biri olan fabrikatör bir boğa gibi kıyıda koşuşturuyor ve heyecandan kısılmış sesiyle, “Henriette! Henriette!” diye gecenin karanlığında bağırıyor, sesi ölümcül bir yara almış büyük ilkel hayvanların haykırışını andırıyordu. Garsonlar ve uşaklar telaş içinde merdivenlerden inip çıkıyordu, bütün konuklar uyandırıldı ve jandarmaya telefon edildi. Bütün bu kargaşanın ortasında bu şişman adam, düğmeleri açık yeleğiyle kâh sendeleyerek kâh sert adımlarla gecenin karanlığında deli gibi
hıçkırarak, “Henriette! Henriette!” diye haykırıyordu. Bu arada yukarıda uyuyan çocuklar uyanmış, üzerlerinde gecelikleri, pencereden dışarıya doğru seslenerek annelerini çağırıyorlardı, babaları onları yatıştırmak için hemen yukarıya yanlarına çıktı.

İşte bundan sonra sözcüklerle anlatılması imkânsız korkunç bir şey oldu; çünkü fevkalade gergin ve olağanüstü durumlar insan davranışları üzerinde öyle bir etki yapar ki, ne bir resim ne de bir söz onu aynı şimşek hızıyla tasvir edebilir. Şişman ve iriyarı adam birdenbire bitkin ve öfkeli bir yüzle gıcırdayan basamaklardan indi. Elinde bir mektup vardı. Zar zor anlaşılır sesiyle personel şefine, “Herkesi geri çağırın!” dedi. “Herkesi geri çağırın, aramaya gerek yok. Karım beni terk etmiş.”

Öldürücü bir yara almış adamın gerginlikten kaynaklanan tavrında öyle olağanüstü bir hal vardı ki, meraktan etrafını saran insanlar birdenbire korku, utanç ve şaşkınlık içinde geri çekildi. Son gücüyle, hiçbirimizi fark etmeden yanımızdan geçip okuma salonuna girdi, ışığı kapattı; derken ağır, devasa bedeninin bir koltuğa yığıldığı duyuldu. Ve bu korkunç acı, hepimizin, hatta en duyarsız olanımızın üzerinde bile yıkıcı bir etki yarattı. Garsonların hiçbiri, konuklardan hiç kimse gülümsemeye ya da üzüldüğüne dair bir kelime söylemeye cesaret edemiyordu. Tek bir kelime etmeden, bu duygu patlamasından utanmış bir şekilde hepimiz yavaş yavaş odalarımıza çekildiğimizde, paramparça olmuş, tükenmiş bu adam, ışıkların birbiri ardına söndürüldüğü, insanların fısıldaştığı, alçak sesle konuştuğu, mırıldandığı binadaki karanlık odada yapayalnız hıçkırıyor ve inliyordu.

Gözlerimizin ve duyularımızın önünde şimşek hızıyla gelişen bu olayın genelde can sıkıntısına ve kaygısızca zaman öldürmeye alışkın bizleri çok sarstığını söylemeye gerek yok. Sonrasında yemek masamızda patlak veren ve şiddetli bir kavgaya dönüşmesine ramak kalan o tartışmanın çıkış noktası bu şaşırtıcı olay olmakla birlikte asıl neden, birbirinden tamamen farklı düşünen insanların öfkeli karşılaşması, ilkelerini tartışmasıydı. Yıkılmış adamın öfke krizi içinde buruşturup yere attığı mektubu okuyan bir oda hizmetçisinin gevezeliği nedeniyle Madame Henriette’in yalnız değil, büyük olasılıkla genç Fransız’la gittiği kısa süre içinde anlaşılmıştı. İnsanların ona duyduğu sempati çarçabuk kaybolmuştu. İlk bakışta bu küçük Madame Bovary’nin daha şık, genç bir delikanlıyı keyfine düşkün, taşralı eşine yeğlemesi çok doğal ve anlaşılır gelebilir. Ancak bütün otel halkını bu denli hayrete düşüren şey fabrikatörün, kızlarının, hatta Madam Henriette’in daha önce bu Lovelace’ı iç görmemiş olmasıydı, başka bir deyişle akşam vakti terasta yapılan iki saatlik sohbetin, bahçede kahve içilirken ki bir saatlik konuşmanın, yaklaşık otuz üç yaşında namuslu bir kadının kocasını çocuklarını gecenin bir yarısında terk etmesi, hiç tanımadığı şık bir delikanlının peşine takılıp gitmesi için yeterli olmasıydı. Masadakiler ne olduğu açık seçik belli olan bu olayı, birbirine âşık çiftin ikiyüzlülüğü, bir aldatmacası ve haince bir manevrası olarak nitelendiriyordu: Madame Henriette’in bu genç adamla uzun zamandır gizli bir ilişkisi olduğundan ve bu kadın avcısının sadece kaçışın ayrıntılarını belirlemek için geldiğinden hiç kuşku duymuyorlardı, çünkü –böyle mantık yürütüyorlardı– namuslu bir kadının iki saatlik bir dostluktan hemen sonra ilk işaretle kaçıp gitmesinin imkânsız olduğunu düşünüyorlardı. Ben ise farklı düşünmekten keyif alıyordum. Uzun yıllar hayal kırıklığı yaşamış, sıkıcı bir evlilik sürdürmüş bir kadının, hayat dolu ve enerjik birinin çağrısına kapılacağı ihtimalini tüm gücümle savundum, hatta bunun mümkün olduğunu söyledim. Benim bu beklenmedik muhalefetim karşısında tartışma hemen genelleştirildi ve hem Alman hem de İtalyan evli çiftin, cup de foudre’ın bir delilik, hatta tatsız bir roman fantezisinden başka bir şey olmadığını aşağılarcasına söylemeleriyle ateşli bir hal aldı.

Ancak bu kavganın fırtınalı gidişatını baştan sona burada anlatmanın gereği yok: Sadece Professionals der Table d’hôte zengin fikirlidir, bir masada oturanların arasında çıkan tartışmadaki argümanlar ise öylesine bulunduğu için sıradan ve basittir. Tartışmamızın neden hızla kırıcı bir biçim aldığını açıklamak da zor; sanırım bu öfke şöyle başladı: Her iki koca da ister istemez eşlerinin böylesi bir çukura ve tehlikeye düşmeyeceklerini iddia ettiler. Benim sözlerim üzerine ise, böyle bir şeyi, kadın ruhunun tesadüfi ve çok ucuz yöntemlerle fethedilebileceği gibi yanlış yargısı olan bir bekâr söyleyebilir ancak, diyerek karşı çıktılar: Bu bile beni biraz kızdırmaya başlamıştı ki, Alman bayan bu dersi öğretici bir şekilde kapatmak isteyip de, bir yanda gerçek kadınların, öte yanda Madame Henriette gibi “doğasında orospuluk yatan” kadınların olduğunu söylediğinde, sabrım taştı ve ben de saldırmaya başladım. Bir kadının, hayatının bazı anlarında istemeden ve farkında olmadan bazı gizli güçlerin esiri olabileceği gerçeğini reddetmenin altında, insanın kendi içgüdülerinden, doğasındaki şeytanlıklardan korkmasının yattığını, bazı insanların kendilerini “kolay baştan çıkarılanlar”dan daha güçlü, daha namuslu, daha temiz hissetmekten zevk aldıklarını söyledim. Bir kadının kendisini içgüdülerine özgürce bırakmasını, tutkularının peşinden gitmesini, genelde olduğu üzere kocasının kollarında, gözleri kapalı onu aldatmasından daha dürüstçe bulduğumu belirttim. Söylediklerim aşağı yukarı bundan ibaretti, diğerleri Madame Henriette’e saldırdıkça ben (gerçekte kendi duygularımı da aşmıştım) onu daha da ateşli savunur hale geldim. Benim bu heyecanım –üniversitelilerin deyimiyle– her iki evli çifti matetmişti, öyle ki dördü birden birbiriyle pek uyumlu olmasalar da, birbirlerinden güç alarak üzerime geldi; yaşlı Danimarkalı bey neşeli bir yüzle elinde saati, bir futbol maçını yöneten hakem gibi oturmuş, arada bir kemikli parmaklarıyla masaya vurup “Gentlemen, please,” diyordu. akat bu sadece bir dakika etki ediyordu. Beylerden iri öfkeden kıpkırmızı kesilerek üç kez masadan kalkmış e karısı tarafından güçlükle yatıştırılmıştı – kısacası, bir n on beş dakika daha geçseydi, tartışmamız bir kavga övüşle son bulacaktı, neyse ki Mrs. C. yatıştırıcı bir merhem gibi konuşmamızın köpüren dalgalarını düzeltti. Mrs. C., beyaz saçlı, kibar, yaşlı İngiliz bayan masamızın fahri başkanıydı. Yerinde dimdik oturur, herkese aynı samimiyeti gösterir, pek konuşmaz, ancak büyük bir ilgiyle dinler ve bakışlarıyla insanı rahatlatırdı. Aristokrat doğasından fevkalade oturaklılık ve huzur saçardı. er birimize ayrı ayrı ince bir nezaket göstermesine rağmen, herkese karşı belli bir mesafede dururdu: Çoğu zaman itaplarıyla bahçede otururdu, bazen piyano çalar, nadiren insanların arasına ya da yoğun bir tartışmaya katılırdı. Buna rağmen, hepimizin üzerinde olağanüstü bir güce sahipti. Çünkü daha ilk seferinde konuşmamıza müdahale eder etmez, hepimiz çok gürültü çıkardığımız ve kendimize hâkim olamadığımız duygusuna kapılıp utandık.

Mrs. C., Alman beyin öfkeyle yerinden fırlayıp tekrar masaya oturduğu sert aradan yararlanmıştı. Beklenmedik bir şekilde açık ve gri renkli gözlerini kaldırdı, bir an için kararsızlıkla bana baktı ve sonrasında neredeyse nesnel bir açıklıkla konuyu kafasında değerlendirdi.

“Söylediklerinizi yanlış anlamadıysam, Madame Henriette’in, bir kadının elinde olmadan birdenbire bir maceraya sürüklenebileceğini, böyle bir kadının bir saat önce yapmayı kesinlikle aklından bile geçirmeyeceği davranışlarda bulunabileceğini ve bu nedenle suçlanmaması gerektiğini söylüyorsunuz, öyle mi?”

“Kesinlikle buna inanıyorum, saygıdeğer bayan.”

“Ancak bu durumda her türlü ahlaki hüküm tamamen anlamsız olur ve her türlü ahlak kuralının çiğnenişi haklı bir nedene dayandırılır. Eğer siz gerçekten Fransızların dediği gibi, crime passionnel’in cinayet olmadığını düşünüyorsanız, o zaman devlet mahkemelerine ne gerek var? Her suçta bir tutku aramak ve bu tutku nedeniyle özür bulmak için çok iyi niyet gerekmez ve siz inanılmaz derecede iyi niyetlisiniz,” dedi gülümseyerek.

Sözlerinin netliği ve neredeyse neşeli tonu beni çok rahatlattı ve elimde olmadan onun o açık tavrını taklit edip yarı şaka yarı ciddi şöyle yanıt verdim: “Kuşkusuz devletin mahkemesi bu tip olayları benden daha sert değerlendiriyor; onun görevi genel ahlak kurallarını ve gelenekleri acımasızca korumaktır; bu da onun insanları affetmesini değil, yargılamasını gerektiriyor. Kaldı ki resmî kimliği olmayan ben, neden bir savcının rolünü üstleneyim ki: Ben savunmayı tercih ediyorum. İnsanları yargılamaktan değil, anlamaya çalışmaktan zevk alıyorum.”

Mrs. C. bir süre açık, gri gözleriyle bana baktı ve bir an tereddüt etti. Beni doğru anlamadığından korkup sözlerimi İngilizce tekrarlamaya hazırlanıyordum ki, tuhaf bir ciddiyetle, sanki bir sınavdaymışız gibi sorular sormaya devam etti:

“Bir kadının, kocasını ve iki çocuğunu gerçek aşkı olup olmadığını bilmediği bir adam uğruna bırakmasını çirkin ve aşağılayıcı bulmuyor musunuz? Pek genç de sayılmayan ve hiç değilse çocukları adına özsaygısı olması gereken bir kadının, böylesi hafif davranışını gerçekten affeder misiniz?”

“Tekrar ediyorum saygıdeğer bayan,” diye ısrar ettim, “bu konuda karar vermek ya da yargılamak benim işim değil. Biraz önce abarttığımı size itiraf etmekte bir sakınca görmüyorum – o zavallı Madame Henriette kuşkusuz bir kahraman değil, maceracı bir ruh da değil, bir amoureuse hiç değil. Onu tanıdığım kadarıyla sıradan bir insan, zayıf bir kadın, cesurca isteğinin peşinden gittiği için biraz saygı, daha çok da merhamet duyuyorum, çünkü bugün değilse bile, kuşkusuz yarın son derece
mutsuz hissedecek kendisini. Belki aptalca, hatta aceleci davranmış olabilir, fakat kesinlikle basit ve adice değil, bu nedenle daha önce olduğu gibi, her kim olursa olsun bu zavallı, mutsuz kadını küçümsemesine karşı çıkarım.”

“Ve siz ona karşı aynı saygıyı duyuyor musunuz? Önceki gün bir arada oturduğunuz namuslu kadınla,
dün yabancı bir adamla kaçıp giden kadın arasında bir fark görmüyor musunuz?”

“Kesinlikle. En ufak, en küçük bir fark görmüyorum.”

Stefan Zweig
Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat
Can Yayınları
Çeviren: Gülperi Sert

Mare Seranitatis

Etinde ağır metal taşıyan kör balık
gibi geçiyorum sessizce sularınızdan. Kamaşıyor,
dünyanın kadim yaralarındaki yırtık. Som
zaman akıntıları… Fosilleşen
arzular…

Ah bütün kalplerin atışındaki o dağınıklık

Kuyu, geceyi kustu. İri yapraklar
altından, sabaha kadar bahçede yıldız
topladık. Ellerimiz kanadı. Ve koptu, ruhu
hatıraya bağlayan aşinâlık. Ay… buruştu
saflığımızdan.

Rüzgârın iyi huylu arkadaşlığı. Ödünç
tüyler bulduk ormanda. Kör balık bir imâ,
gibi geçerken aramızdan, hepimiz birbirimizi
bağışladık.

Hem ne olabilirdi ki Öteki’nin tenhasında?
sürerken her dilde aynı kıstırılmışlık.

Ah bütün kalplerin atışındaki o dağınıklık! … Ah
bütün kalplerin atışındaki o dağınıklık!

Vural Bahadır Bayrıl

Son Şiirim Olabilir

Elim eline değsin…
Isıtayım üşüdüyse,
Boşa gitmesin son sıcaklığım!

19 – X1- 1991
Rıfat Ilgaz

Garip Hal

Geçici değil mi dostum,
şu gördüğün bütün güzellikler?
Bütün güzellikler gibi
güzel günler de çabuk geçer.
Çabuk geçer yaz günleri,
bayram günleri,
düğün günleri…

Zamanla bu güzel günler
birer anı olur.
Ve onları hatırladıkça
yürekler burkulur…

Recep Küpçü

Çiçekler

Nakışlandı bin elvana çiçekler
Kalbim irşad oldu gönül sevindi
Bir can bağışladı cane çiçekler

Yeşillenir budaklanır allanır
Yüzbin renkte noktalanır hallanır
Kimi yeşillenir kimi allanır
Kimi batmış kızıl kane çiçekler

Seher ağladı rahmet elendi
Güzel gözlerinde yaş danelendi
Öğle güneşinde fervahelelendi
Az kaldı eşkimden yane çiçekler

Bağrımdaki hançer midir ok mudur?
Benim derdim çiçeklerden çok mudur?
İlahi bunların derdi yok mudur?
Bilmem neden güler bu divane çiçekler?

Saf tutmuş namaza kıyam ediyor
Yel estikçe secdesine gidiyor
Susandıkça ab-ı rahmet yuduyor
Gözün dikmiş ol asmane çiçekler

Ruhum kızıl günden kokusun alsa
Gam değil tikeni sinemi delse
Ne zaman sevdiğim seyrana gelse
Selam söylem o canane çiçekler

Misafirem gölgenizde kalayım
Bir tek yaprağına kurban olayım
Kızmasan koparıp satın alayım
Ne veriyim bu gülşene çiçekler

Şeyda bülbül gül yolunda terliyor
Naşı nadan goncasını harlıyor
Karşımızda yıldız gibi parlıyor
Beni kırdı bir pervane çiçerkler

Kibreden kafirin imanı iter
Bu alçak toprakta gör neler biter
Bulur kerameti irşade yeter
Agah olsa bir lisane çiçekler

Akan derelerin duru suları
O da deli olmuş çeker huları
Yel ile geliyor hoş kokuları
Cennetten bir nişane çiçekler

Seherde açmağa evdi tezlendi
Gezindi güller otlar izlendi
Hava bulutlandı güneş gizlendi
Yakışır mı bu dumane çiçekler

Kimi açmış kimi tomurcuk olmuş
Kiminin derdi var sararmış solmuş
Kimi sergerdan boynu burulmuş
Kimi dönmüş yay kemane çiçekler

Kimiler sıcaktan bezmiş soyunmuş
Kimiler gölgede saralmış sinmiş
Kimiler eynine elvan giyinmiş
Hoş geldiniz bu seyrane çiçekler

Hayretten sarhoş olmuş bayılmış
Yanağına çise düşmüş ayılmış
Gökteki yıldızlar yere yayılmış
Ziynet vermiş bu cihane çiçekler

Kimiler piyale billoru fül fül
Ne güzel yakışır susane sümbül
Kimisi ağarmış kimi kızıl gül
Kimi benzer mor reyhane çiçekler

Aşık maşuk misli dolaşır
Kimler pehlivan olmuş güleşir
Akar sudan her birisi paylaşır
Minnet eyler bağbane çiçekler

Bu da yaza çıkmış nasıl kıyayım
Ruhum koymaz döşüreyim dereyim
Götürüp desteden yare vereyim
Hangisi ki nazikane çiçekler

Aşk nedir bilmeyen çiçeye ne der
Çiçeyin kokusu canane gider
Durmaz gece gündüz ağlar zikreder
İnanmıştır ol Rahmane çiçekler

Çiçek ağlar naşilerin destinde
Ölüm haktır civan canın kasdinde
Dostum gelsin mezarımın üstünde
Yaran yoldaş beni sana çiçekler

Ben HIFZI’yım sular gibi çağlarım
Aşk oduna yüreğimi dağlarım
Dahi bundan böyle durmaz ağlarım
Taki göz yaşımdan kane çiçekler

Kağızmanlı Hıfzî

Beni menekşe zannetmiş
Boynumu büktüğüm yerler.

Dört Şiir

1.Dieppe
işte yine son cezir
ölü çakıl
sonra yönelir adımlar
ışıkları yanan kente doğru.

2.
kumdadır benim yolum
akışında çakılın ve kumun
yaz yağmuru yağar üzerime, hayatıma
hayatım ise kaçmakta
yağmadan kaçmakta baştan sona.
huzurum orada dağılan sisin içinde
bu uzun kıvrımlı eşikleri aşındırmayı bıraktığım zaman
ve yaşadığımda açılıp kapanan
bir kapının boşluğunu.

3.
ne yapardım bu dünya olmadan yüzsüz, ilgisiz
ve sonlanacak her anın, dökülecek boşluğuna cehaletin
olmaksızın bu dalga,
ki, yutar gövdeyi ve gölgeyi en sonunda.
ne yapardım içinde mırıltıların öldüğü bu sessizlik olmadan
resimler, imdada doğru, aşka doğru
olmadan bu gökyüzü
safralı tozların üzerinde tırmanan.
ne yapardım ne yaptıysam onu dün ve daha önceki gün
ölümışığımdan bakışlarla arıyorum
kendiminkine benzer bir ayaklığı, uzakta
tüm yaşayanların girdabında
sarsan bir boşlukta
sesler arasında sessiz
gizlenmişliğimi saklayanda.

4.
aşkım ölsün isterdim
ve yağsın yağmurlar mezarına,
üzerime, ilk ve son kez beni sevenin yasını tutup
yürürken ben sokaklarda

Samuel Beckett
Çeviren: Behlül Dündar