Bellek, Şiir, Fotoğraf

Bellek… İnsanın bilme, unutma ve anımsama yetisi. İnsanın, farkında olarak yaşama ayrıcalığı. Beş duyumuzla algıladığımız her şeyi kaydettiğimiz bir özel alan. Yaşadığımız her şeyi; zamanı, olayları, doğayı, toplumsal olguları, geçmişe ve geleceğe taşıdığımız, üç boyutlu hale getirdiğimiz, aralarında ilişkiler kurduğumuz, karşılaştırmalar ve değerlendirmeler yaptığımız, böylece kendimizi ve dünyayı anladığımız, çoğalttığımız bir bilgi ve bilinç hali… Yaşamayı biyolojik ihtiyaçlar ve zorunluluklar alanından çıkarıp, etik, estetik, ideolojik, dinsel ve felsefi bir değerler silsilesine doğru taşıyan yetisi insanın. Bize hayal kurma, haz alma, acı duyma, sevinçten korkuya kadar pek çok heyecanı yaşama imkânı veren; bizi bedensel varlığımızın ötesine geçiren; estetik yaşantılar tasarlama ayrıcalığı veren, kısaca varlığımızı insan kılan bir büyülü özelliğimiz… Erken söylenmiş bir sonuç cümlesi sayılmazsa, ödülü ve cezası insanın.

İnsanın doğumdan itibaren yaşadığı her şey; ses, dokunuş, koku, tat, renk ve biçim olarak algıladığı her şey, farkında olsun olmasın, onun belleğini oluşturur. Biz bu görünmez ve sonsuz kayıtla kavramaya başlarız dünyayı. Bu kaydın alanı ne kadar büyürse, bizim dünyamız da o kadar büyür. Bir başka ifadeyle, biz de o kadar büyürüz. Yaşantı yoluyla, kitaplar yoluyla ve daha pek çok kanaldan edindiğimiz bilgiler, bizim hayatla ilişkimizi belirleyen, ona niteliğini veren, bizi durmadan olup bitenlerle ilgili değerlendirmeler ve seçimler yapmaya götüren birisi yapacaktır. En sıradan, alışılmış, hiçbir yenilik içermeyen bir yaşantı bile olsa, biz bir değerlendirme ve seçim yaparız. Seçim, var olanın kabulü, sıradan olana kolayca katılma da olsa, bir seçimi içerir. Bize kadar herkesin yineleyip durduğu ama bizim ilk kez yaptığımız bir seçimdir bu.

Bellek, bir anlamda insanın hayat bilgisidir. Bilgisinden de öte hayat bilincidir.

Günlük yaşam, kendi akışı içinde bizi sonsuz görüntülerden, sonsuz ayrıntılardan oluşan bir etki altında tutar. Bunların çok büyük bir kısmı önceden tasarlanmamış, planlanmamış, rastlantısal etkilerdir. Evler, sokaklar, çalışma hayatının bizim irademiz dışındaki gerçekliği, çarşılar, güneşin doğuşundan bulutların seyrine, ağaçlardan diğer canlılara pek çok toplumsal olay ve ortam, doğa olayları ve varlıkları, hepsi de bizim irademizin dışında oluşan, ancak bizim imgelemimizi, duygu ve düşünce dünyamızı bir biçimde oluşturan yaşantı parçalarıdır. Bütün bunların oluşturduğu bellek, özellikle algı süreci itibariyle, bizim rastlantısal belleğimizdir. Elbette bu bellek de bizi bir bilgiye götürür, bir bilinç oluşturur. Ancak böyle bir bilinçlilik, bizim önceden kurguladığımız, bir amaç olarak önümüze koyduğumuz, ona ulaşmak için çaba gösterdiğimiz, tarafımızdan arzulanmış ve tasarlanmış bir algı süreci ile başlamaz. Biz bu rastlantısal algılarla da değerlendirmeler yaparız; önceki algılarımızla bu “yeni” görüntüleri farkında olmadan karşılaştırırız; buradan, daha yeni görüntülere, yeni bilgilere varırız, belleğimize yeni halkalar ekleriz. Bu, insanın zihinsel süreçlerinin, algı ve değerlendirme ediminin doğasında olan bir kaçınılmazlıktır. Ancak bir sanat yapıtıyla kurduğumuz ilişkiden çok farklı olarak, ilk aşaması kesinlikle rastlantısaldır.

Bir sanat yapıtıyla kurduğumuz ilişki, gündelik hayatla kurduğumuz ilişkiden çok farklıdır. Bu ilişkide bilinçli, seçilmiş, tasarlanmış bir algı söz konusudur. İster sanat yapıtının yaratıcısı olalım, ister yaratılmış bir sanat yapıtının alımlayanı olalım, biz ayıklanmış, düzenlenmiş ve kurgulanmış bir dünyayla ilişkiye giriyoruz demektir. Bu, tam anlamıyla iradi bir ilişkidir; bilinçli bir eylemdir; kendi hayatımıza kendimiz tarafından yaptığımız bir müdahaledir. Bu müdahale tam anlamıyla bir farkında olma talebine dayanır, farkında olmayı içerir ve yeni bir farkında olma alanına açılır.

İnsan belleği neredeyse bütün algılarını görüntülerle kayıt altına alır. Buradan, hayatın her hangi bir alanına ilişkin soyut formüllere indirgenmiş bir bilgiye varsa bile, özellikle bir sanat yapıtıyla ilişki söz konusu olduğunda, onun düşünce yürütme yeteneği, görüntülerle, resimlerle düşünce yürütmedir. Tam burada, resmin, fotoğrafın, karikatürün, heykelin, edebiyat metinlerinin, şiirin nasıl bir bellek oluşturduğuna kapı aralayabiliriz. Bunu yaparken alanı biraz daraltarak iki dalın üzerinde duralım: Sanatsal bir değer taşıyor olmak koşuluyla fotoğraf ve şiir…

Bilinen olgu; fotoğraf, görüntülerle kurulmuş, görüntülerle kayıt altına alınmış bir metindir. Dış gerçeklik içinden sanatçısı tarafından seçilmiş bir durumun, ışık, gölge, açı, renk ve mekânla, o durumun içerdiği insani trajedinin, en tam uygunluğunun bulunarak kalıcı kılınması eylemidir. Doğal ya da toplumsal, hangi konu-olay-olgu seçilmiş olursa olsun, fotoğraf sanatçısı andığım tüm bu noktaların en iyi kompozisyonunu yakalamak durumundadır. Bunun için günlerce, saatlerce bekleyecektir, uğraşacaktır, pek çok güçlükler çekecektir. Ancak, seçtiği görüntünün anlık, geçici bir gerçeklik, bir başka ifadeyle, çok kısa bir sürede yitirilmiş bir bellek olmaktan çıkması için bu emek ve yaratıcı kaygı kaçınılmazdır. Çünkü sanatçı bize, yaptığı seçimle, kurduğu görüntülü metinle, hayata ilişkin bir önermede bulunmaktadır. Önerdiği sanatsal gerçeklikle bizi, zamanımızın dışına taşımak; böylece bize tek katmanlı, tek doğrulu, tek güzelli bir dünyanın olmadığını, olamayacağını duyurmak istemektedir. Kısaca bizi, gündelik hayatın tam bir hapishaneye dönmüş tek boyutlu belleğinden, üç zamanlı, çok katmanlı bir başka gerçeğe, halka halka büyüyen bir belleğe, dolayısıyla da sonsuzluğu gören, kavrayan bir hayat bilgisine götürecektir. Fotoğrafın oluşturduğu bellek sararmış, bir geçmiş hayıfı ve gelecek korkusu olan bir bellek değil, insanı hem hayatın içinde tutan, hem de bu hayatı güncel olanın dışına çıkaran bir bellektirŞiire gelince… Benzer özellikleri taşımakla birlikte, fotoğraftan daha etkili olan yanı, insana sözcüklerle resim çizdirme özelliğidir. Fotoğraf, ne kadar kurgulanmış, gerçeklik bozularak kurulmuş olursa olsun, sonuçta resmedilmiş, sabitlenmiş bir görüntüyle bizi yeni görüntülere götürürken, şiir, ortada hiçbir resim yokken, o resmi bize dille, sözcüklerle yaptırdığı için, insanın imgelemini harekete geçirmede fotoğraftan daha etkilidir. Bizden, biraz daha fazla bir katılım ve çaba ister. Daha fazla bir dil sezgisi ve bilinci ister. İşlek bir hayal gücü ister. Daha gelişmiş bir soyutlama yeteneği ister. Soyut kavramları somutlayabilme bilgisi ve bilinci ister. Diyalektik bir görme ister. Daha geniş bir hayat bilgisi ister. Kuşkusuz bütün sanat yapıtları da bu donanımı bekleyecektir onunla ilişkiye giren herkesten. Ancak şiir tüm bunların en fazla billurlaştığı bir özel alandır. Böyle bir yaşantının bizde oluşturduğu bellek ise, bütün hücrelerimize işleyerek oluşmuş bir bellek olacağından gerçek anlamda kalıcı, bütün zamanları içeren, bizi durmadan yeni hayatlara götüren, verili olanla yetinmeyen, kısaca yakıcı bir farkında olma bilinci demektir.

Böyle bir farkındalık iyi midir? Elbette iyidir. Bizim küçücük hayatlarımızı binlerce hayatı içine alan bir hayata çevirdiği için iyidir. Ömrümüzü sayılı yıllarla sınırlı bir ömür olmaktan çıkardığı için iyidir. Yaşadığımız zamanı halka halka büyüttüğü için iyidir. Bizi başkalarının hayatına sevgiyle kattığı için iyidir. Bizden sonrasını ve bizden başkasını anlama ve yaşama yetisi kazandırdığı için iyidir. Tüm bu özelliklerinden ötürü de acıdır. Ağırdır. Yaralı bir özgürlüktür. Kendine batan bir sevgidir. Bir incelik yenilgisidir. Bir mutsuzluk ve huzursuzluk bilincidir. Ancak, insanın insan olabilmesi için başka bir şansı da yoktur.

2007

Şükrü Erbaş

Bozkırkurdu

“Gözlerine baksana. Gülemiyor.”

Herman Hesse

Sylvia

senin kadar üzgünüm Sylvia
ama ben intiharı yağmur gibi
hep toprağıma düşürüyorum
iyi huylu otlarım yeşersin
bakire sözüm yırtılsa iyi olurmuş
kurumuş kan kokuyor oysa her yerim
içimdeki yırtıkları diktim diye mi
hep görünmeyen bir kederi söylemişim

Sisyphos çölü sevdi
ah, o bilinmezi bildiren vaha
ceza umutsuz bir mutluluk olabilir mi
sen dayanamadın mutsuz umutlara
bunda bir yanlışlık olabilir mi
ben gördüm
şahika nasıl bir yanılsama
hep tepe üstü…
bu boşlukla aramda bir şaka
Sylvia gülümsemeni saklama
ölüm provaları hep komiktir biraz da

beni seninle anmıştı vaktiyle
eleştirmen bir bay
itirafçı şair kadın iştahı varmış bende
gizli şeker gibi bir şey olmalı bu
itiraf ediyorum farkında değildim
seninle aslında hiç benzemiyoruz birbirimize
ben alıştım gurbete
huysuzluğun huzursuzlukla kızkardeşliği gibi
aşina bir yanımız var
kabul etmem gerek belki de

başlamışken şunu da söyleyeyim
sevemedim
şiirin boy aynasında kendimi görmeyi
sevgiliminiçcebindeki ayna
o taşısaydı her yere beni
alnımdaki ateşten öptüğünde
dağılsaydım çekirdeksiz nar gibi
-saydım, seydim…
olmadı bunların hiçbiri

şimdi süt taşıran bir dalgınlıkta
gözden geçiriyorum bütün ezberlerimi
sığmadığım besbelli Sylvia bu fanusa
Galip’in asumanı… o başka
ben yıkıyorum kendimi
ışıksız bir suyun aksi olamam
ofelyası da bir erkeğin
ya da ruh ürpermesi…
senin mavin bambaşka

kendimi unuttuğum bir kuyunun başındayım
seyrediyorum çocukluğumun mevsimlerini
hatırlayamam sandığım her şey
orada yeni bir masal…
hafızanın ipini bıraktım
yekpare bir düzlükteyim Sylvia
hayatla aramda bu kamaşma
belki budalaca bir şenlik.

Asuman Susam

aşk ve ülke: kalınmaz

susulur, orda işte, sesindeki kargaşaya aldanır gönül
bir gün bir çocuk mecbur sorar:
bu nasıl gitmek
kahır, korku, sabır; vedâ bile mahrum bana
yalnız, etten ve kemikten bir ses: gitme!
hüküm soran donuk annedir
öpüp başıma koyduğum bir el
gıyâbında yargılanır kalbim
anlatılır: buymuş sana sebep

kardeşe sızı
dünyaya selam
geriye mektup bırakılır
çünkü ‘yokuş yol’da gece kurşun
gündüz çizme dağıtır devlet
durulur gökyüzü, davullar susar
bir düğün, bir cenâze
her yerde zılgıt, sorulur:
bu nasıl katlanmak.
kayalar yarılır
mezarsız ölüler korusu başlar bende:
erken yaşım, ölüm yaşım
senin vebâlini kim taşır

dönüp bakılır son kez
parmaklardaki şefkat azalır
anımsanmaz hangi kadaya gönül borcumuz kaldığı
anımsanmaz:
hâlâ kısa seyirdir dünyada insan
ağır iyiliğim, sevgilim
uzun ayrılık oldum, öyle farz et
yürüdüm, tükendim
‘her kayanın gediğinde ağladım’
gıyâbında yargılandı kalbim
anladım: buymuş bana kısmet

Kemal Varol

FETRET

I

âvâz

sokakları gönendirmek için gezinen yüzüm şimdi pas
artık kesif kokularla anılıyor adım ve cismim
her kötülüğe varım artık: annem beni görmüyor
çünkü anneler bir gün icâzet verir her cocuğa:
git ve gözlerin güz olmadan başkalarını öv artık.

eski bir sevgilinin hatırasını örter gibi
kapandı ardımdan yedi kibir bir karar üstüne
yüz sürdüm yolların sonsuz âvâzına, yürüdüm
melekler bakmasın diye uyurken örtünen annem
ben uzak yaşına gelince şimdi naz:

âh ki büyüttüm çocuklarımı başkalarına!

II

biley taşı

eriyen bakışlarımda çözülürdü zamanın uğultusu
gelirdin: dudaklarının arasında yağmurun sesi
unuturdum, uzayıp giden gökyüzü kime kapalı
neden her şey vecdini soldurur
çocukluğunu anlatırken neden mendil ister babasız kadınlar

bilmedim, çünkü herkesin kalbi artık biley taşı
herkes hırpalarken kısık sesle canını
bazı babaların yasıyla yaşarken herkes
savurdum bir sitemle ölümün giz dilini
ne baba ne oğul olabildiğim kadın, bağışla:

ey yetim, bu aşkta da babanı bulamadın galiba

III

gayb

şükran çocukların kederi ki,msenin hayâsını acıtmazken
geldim ve bahar dallarını incittim ağaçların
misk ve amber
aktâr ve azelyaları uzak tuttum hanemden
kalubelâ, dinmedi içimdeki gedâ

saçlarımı rüzgara tutup döndüm nesebime
duyulmaz oluncaya kadar bağırdım kül ovalarda
unutmadım: dağlar uzak, girdap ve ahd
herkesin kollarında birinin sarılması noksan
ağabeyini soran bir çocuğun gözleriyle kaldım

doğu’da her dağa bir Fatiha’

IV

ip ve intihar

belki bir halıdaki yalancı desendim
fayda vermedi ilmeklerdeki çırpınışım
kanımın rengine bulaştı göz nurum
özürler bileklerime dolandı
kan kardeşi oldum canımla

bir örnek ses sağanağıydı evler
hangi hayatın imlâsı bozuksa ona sığındım
hep aynı tozdu yuttuğum
bir soluk için dolanırken sokaklarda
işittiğim hep aynı âzâr:

bilmediğin hayatları dokuma asla

V

gazâla

bir zaman senden ağlar kaldım gazala
sesim o uzak dağlarda dağdar şimdi
sanki unutmak için var anılar kinimde
ve sanki hep küs tadıyla söylenmiş bir şarkı duyduğum:
herkes bir gün bir aşkta imkansız hâlâ

ne ırmaklarda haz, ne perçemlerde şefkat var artık
kuşkuyla dönülen aynalar ve kapılar şimdi
yalnızlığa kötü gelen yağmurlar
acıtan tesadüflerin sesi; mutluymuş 
ah gazala, her şey eskisinden fenâ:

kül büyüt canım ve mümkünse acını unutma

VI

ten yazgısı

ne kadar uğraştıysam da
ortak bir yangın yakıştıramadım gözlerime
rüzgârın geceleri sürüklediği odalarda
her suçu ergenliğimin
ince bileklerine bağışlayacak
bir ten yazgısı bulamadım gövdeme

çünkü yalnız yastıkların dinlediği iniltilerimi
kusur evler, yağma yataklar dindirdi bir süre
ne ayrılıklarıma temyiz yolunu kapatacak kadar bıçkın
ne el ele tutuştuktan sonra
avuçlarımı koklayacak kadar acemiydim artık:

bilmiyorum hangi kuytumda hangi nefes kaldı

VII

mor sevgilim

bir tespih gibi dağılıp hatırlarken seni
öptüm etimdeki kızgın mührün sızısından
dizlerimde işleyen yaraların haylazlığıyla
hayata benzeyen sözler ettim kime rastladıysam
kime baktıysam: birden acıyla bozkır ömrüm

bu kaçıncı düğüm atılan bana, bu nasıl böyle küf
söyle: artık ne, bu harabe kime
boğaza tıkanan yutkunma
nedensiz bir akşamdan kalma nem gibi unutuldum
ah! kim ki kaldı bütün aşklarının yasını tutan:

aziz sevgilim, her gülün ziyânı neden kokusu kadar

IX

kapanış konuşması

kasabanın ölümlerden aşk beğendiği zaman:
yetim çocukluğum
dizlerini karnına çekip sorardı: doğmayacak mısın
bir şehir arardım, diyelim bir yer,
aksak yürürdüm sokaklarında
yüzümden bir halkın solgun meramı okunurdu:
âh hayat! bizim hayfımız hangi devrâna kaldı

gölgeme bile silah çektiğim zaman: kurak gençliğim
ellerini çenesine dayayıp sorardı: sevinmeyecek misin
bir şehir arardım, diyelim bir yer, sabi kalırdım orda
sicilimden bir harâminin son tufanı okunurdu:
âh! geçti devrân kendine vurmadın dara

adımlarıma rahmet okumadığım zaman: ürkek sonlarım
bavuluna son parçayı koyup giderdi: konuşmayacak mısın
bir şehir arardım, diyelim bir yer, ıslak bulurdum ellerimi
tren gardan çıkarken son vagona yetişirdim
âh! benim eski sesime zarar aşktın sen:

artık kalbimde fetret,

X

âzâde

sığınakların sızısıyla büyüttüm
yolların sonundaki çölümü

Kemal Varol

İntihâr

Kim demiş kim nâ-revâdır intihâr
Hastaya en son devâdır intihâr

Kâkülünden bahs uzundur, kıl sükût
Bir müselsel mâcerâdır intihâr

Biz esaret ‘âleminde mihveriz
Devrimizde muktezâdır intihâr

Nâ-ümidîz hâl ü istikbâlden
Fikrimizde dâ’imâdır intihâr

Biz ki İslâmız sabûruz kim umar
Bizden olmak hîç sâdır intihâr

*

Nâdimim geldiğime çâre ne lâkin Âsaf
Atılan ok geri dönmez diyerek kıl zârı

*

Bir dâm-ı emeldir bu cihân vâr olana
Tebrîk ederim bundan ucuz kurtulana
Düştümse bu mâsivâya ben ma’zûrum
Deryâya düşenler sarılırmış yılana

*

Eyçarh-ı denî hüsn-i medârın yok mu
Bir burç-ı sa’âdetde karârın yok mu
Bunlar yoğ imiş farz edelim ‘âlemde
Ey nefs-i gârib intihârın yok mu

*

Çökdürü dîvârı nem insanı gam
Her vücûdun bir husûsî zehri var

Âsaf
(Damat Mahmut Celâlettin Paşa)

Ölüm belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır.

Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.

Said-i Nursi
Mektubat

Düello

parçalanmış bir aynada
nakışları esmer bir yüz
yansısını görüyorum
perçemleri akdenizli
bakışları simli sündüs
parçalanmış bir aynada.

ah! benim bu deliliğim
ıssız bir ada arıyor
yanaşıp çıkınca, şaşkın
dolaşmış çok önceleri
yabanıl ayak izleri
ah! yazık orda binlerce.

titrek bir mum ışığında
yeniden sarsak yüreğim
asla anmayacak aşkı
bir kez daha yapmayacak
yine çarpıp kayalara
su almakta, su almakta
batmaktadır köhne kalyon
yıldızları sönmüş gece.

bir yaz günü oldu bunlar
gri yağmurlar yağıyordu
çekildi bütün kılıçlar
ben bir yanda rakip hayat
denizse köpürdüyordu
ve şarkılar söylüyordu
alabildiğince bir siren
ölmemi istemiyordu.

ne parçalanmış bir ayna
ne mum ışığı kalacak
birazdan gün ağaracak
her gece yeni bir düello
her sabah yeni bir ölüm
hepsi bu şiire sığacak.

Behçet Aysan

Ondokuzuncu Asır

1.
Erişti evc-i kemâlâta nûr-ı idrâkât
Yetişti rütbe-i imkâna kısm-ı mümteniât

2.
Besâit oldu mürekkeb, mürekkeb oldu basit
Bedâhet oldu tecârible hayli meçhûlât

3.
Mecâz oldu hakîkat, hakîkat oldu mecâz
Yıkıldı belki esâsından eski mâlûmât

4.
Mebâhis-i felek ü arz ü hikmet ü kimyâ
Değil vesâvis-i ezhân ü vehm ü temsilât

5.
Mesâil-i nazarîye tecârib oldu sened
Erişti hadd-i yakîne fusûl-i zanniyyât

6.
Ukul-i zâhire sâid fezâ-yı ecrâma
Kuvâ-yı câzibe kanunu pâye-i mirkat

7.
Nüfûs-ı fâkire nâzil kaâret-i arza
Delîl-i mebhas-ı tekvîn defâin-i tabakât

8.
Havâ vü berk ü ziyâ vü buhâr u mıknâtıs
Yed-i tasarruf-ı insanda unsur-ı harekât

9.
Ziyâ; hayâlen iken şimdi bil-fiil sâî
Zılâl; zâil iken şimdi zîver-i mir’ât

10.
Sadâ; hesâb-ı mesâfâtta muhbir-i sâdık
Buhâr; zulmeti tenvîrde ebda’-i âyât

11.
Cihât-ı erbaaya berk nâkil-i ahbâr
Buhâr; bahr ü ber üstünde Hızr-ı nakliyyât

12.
Tefâhür eylemesin mi bu asr â’sâra
Kısalttı bu’d-ı mekân ü zamânı muhtereât

13.
Ne kaldı çeşme-i hayvan ne dâru-yı Suhrâb
Ne kaldı nusha-i efsûn ne hükm-i tılsımıyât

14.
Ne kaldı sa’d-ı tevâli ne kaldı nash-i kırân
Ne kaldı reml ü kehânet, ne kaldı cifriyyât

15.
Ne var hümâda saâdet ne var şeâmet-i bûm
Mukayyed asl-ı irâdâta cümle mec’ulât

16.
Ne Atlas âlemi hâmil ne Zühre fâil-i küll
Değil ukul-i Felâtun usûl-i tekvînât

17.
Ne kaldı zann-ı tenâsüh, ne kaldı nâr-ı Mecûs
Değil ukule Ekânîm kıble-i hâcât

18.
Esâs-ı hikmet-i asr oldu vahdet-i Bârî
Taammüm eyledi aslü’l-usul-i mûtekadât

19.
Bulur gider cihet-i vahdetin umûm milel
Vücûd-ı vahdeti müsbit olunca mâkulât

20.
Hudud-ı hakk u vezâif muayyen ü sâbit
Ne kaldı cebr ü tegallüb ne kaldı keyfiyyât

21.
Hukuk-ı şahs u tasarruf masûn taarruzdan
Verildi âlem-i umrâna başka tensîkât

22.
Ne Âmr Zeyd’in esîri ne Zeyd Âmr’a velî
Müesses üss-i müsâvâta nass-ı mevzûât

23.
Münevver eyledi ezhânı intişâr-ı ulûm
Mükemmel eyledi noksânı feyz-i matbûât

24.
Megarib oldu dirîga metâli-i irfân
Ne kaldı şöhret-i Rûm u Arab ne Mısr u Herât

25.
Zamân zamân-ı terakki cihân cihân-ı ulûm
Olur mu cehl ile kabil beka-yı cem’iyyât

Sadullah Paşa

Günümüz Türkçesiyle

1. Akıl, anlayış gücünün ışığı olgunluğun zirvesine erişti.
Olmaz zannedilen birçok şey mümkün hâle geldi.

2. Basit zannedilenler karışık, karışık zannedilenler basit oldu.
Bilinmezler, tecrübe (deney) sayesinde apaçık hâle geldi.

3. Hakikat oldu mecaz‚ mecaz oldu hakikat.
Eski bilgiler temelinden yıkıldı.

4. Astronomi, coğrafya, kimya, fizik ve felsefe konuları artık zihnî kuruntulardan, mantık yürütmekten ibaret değil.

5. Teorik bilgiler deneylere dayanmaktadır.
(Eskiden) zanna dayanan konular kesin bilgi seviyesine erişti.

6. Parlak akıllar (bu asırda) gökyüzüne (uzaya) yükseliyor.
Yer çekimi kanunu (yerin derinliklerine inen) bir merdiven basamağıdır.

7. İnsan düşüncesi yerin derinliklerine iniyor.
Dünyanın yaradılışına ait deliller yerin tabakalarında aranıyor.

8. (Bilim sayesinde) hava, elektrik, ışık, buhar ve mıknatıs,
insanın elindeki hareket unsurlarıdır.

9. Işık, (eskiden) sanatçılar tarafından haberciye benzetilirken şimdi gerçekten haber taşımaktadır.
Gölgeler geçici iken şimdi aynanın süsüdür.

10. Ses, mesafelerin tayininde sadık bir habercidir.
Buhar, karanlığı aydınlatmada ayetlerin en güzelidir.

11. Elektrik, dört yöne haberler taşıyor.
Buhar, deniz ve kara üstünde taşımacılığın Hızır’ıdır.

12. Bu asır diğer asırlara karşı övünmesin mi?
İcatlar mekân uzaklıklarını (mesafeleri) ve zamanı kısalttı.

13. Ne ölümsüzlük çeşmesi ne Sührab’ın (bütün hastalıkları iyileştiren) ilacı kaldı.
Ne büyü kitabı ne de tılsımın hükmü kaldı.

14. Ne uğurlu vakit ne burçların uğursuzluğu (müneccimlik) kaldı.
Ne remil ve kehanet ne de cifir (gibi gaipten haber verme işleri) kaldı.

15. Ne Hüma’da (devlet kuşunda) mutluluk ne de baykuşun uğursuzluğu var.
Ortaya çıkan her şey irade temeline oturtulmuştur.

16. Ne Atlas dünyayı omuzlarında taşıyor ne de Zühre (Venüs) her şeyi yapan, eden.
Dünyanın yaradılışını açıklayan görüşler, Eflatun’un düşünceleri değil.

17. Ne ruh göçü (reenkarnasyon) kaldı ne de Mecusilerin ateşi.
Hristiyanlığın esasları da artık kendisinden hacet dilenen bir kıble değil.

18. Tanrı’nın birliği düşüncesi bu asrın felsefesine temel oldu ve
bütün inançların özü olarak genelleşti.

19. Akıl, Tanrı’nın birliği fikrini ispat ettiği için bütün milletler
birlik yolunu bulup birliğe gider.

20. Görev ve hakların sınırları belirlenmiştir ve değişmez.
Ne zorlama ne zorbalık ne de keyfilikler (akla uymayan uygulamalar) kaldı.

21. Kişilerin hak ve tasarrufları (her tür) saldırıdan (kanunlar tarafından) korunuyor.
Medeni dünyaya (toplum hayatına) başka bir düzen getirildi.

22. Ne Amr Zeyd’in esiri ne Zeyd Amr’ın efendisi.
Kanun hükümleri eşitlik ilkesine göre yapılıyor.

23. Bilimlerin gelişip yayılması zihinleri aydınlattı.
Basının ilerlemesi, eksikleri tamamladı.

24. Maalesef, bütün bilimlerin (bu gelişmelerin) doğduğu yer Batı oldu.
Ne Anadolu ve Arabistan ne de Mısır ve Herat’ın (bu konuda) şöhreti kaldı.

25. Zaman bilgi ve medeniyet olarak ilerleme, yükselme zamanı;
(böyle bir asırda) toplumların sonsuza dek yaşaması cehaletle sağlanabilir mi?

Mehmet Kaplan

Nazir Akalın Diye Hüzne Künye Düştüler

Çekilmez adamdı Nazir. Zehirli bir dille konuşurdu insanla ve eşyayla. Beni, ısrarla kendisinden soğutmaya, uzaklaştırmaya çalıştı, kendi yalnızlığına daha erken gömülmek için belki de.

Ben de uzaklaştırdım mı kendimden diye kuşkulandım şimdi. 2002’ydi galiba, bir anda doğal halimle, “Hiçbir dizen çarpmadı beni, beni titretecek bir şiirin olmadı gitti,” dedim. Yürüyordu, durdu. Bir acı dalgası geçti yüzünden. “Doğru olamazsın,” dedi. “Ben, hayatımı koydum şiirime.” Yorum yapmadım. Keşke şimdiki gözle okusaydım şiirlerini. Fark etmiştim fark etmesine de elbette bu kadar sahici değil.
*
(Hüseyin Alacatlı’nın ölümü üzerine) Nazir’de bir yazı yazdı. Yazdığı yazıyı okuttu bana. Yazıdaki şu paragrafı çıkarmasını istedim: “Batılılar ‘ferd’in tek başına ‘insan ırkı’nı temsil ettiğine inanırlar. Ben de varlığımı idrak ettiğimden beri Hüseyin’in akıbetine mütemayil bir insan olarak inanmaya başladım ki, Hüseyin benim hayatıma ve sonuma da ‘ayna’ tutmuştur. Evet, hem ‘kendi’si hem de aynı anda ‘herkes’ olan Hüseyin’in açtığı kapıdan bir gün ben de gireceğim. Çünkü bu olayla bir basamak daha çıktığımı hissettim elinden tutmak için çaresizliğimin. Şimdi kendimi daha korkusuz, daha cesur hissediyorum.”

Adam düpedüz intiharını taahhüt ediyordu. Gülümsedi. Öyle gülümsedi ki bu satırları yazarken bile bütün acılığı ile gözlerime yansıyor. Ben şiiri Dergâh dergisine gönderdim, o da yazıyı. Andığım bölümü çıkarıp çıkarmadığını sordum sonra, “Hayır.” dedi, “dokunmadım yazıya.”
*
…kapıyı açar açmaz telefona koştum, karşıdaki ses eşinin sesiydi, zor konuşuyordu, ağlayarak, “Nazir Bey evden çok kötü ayrıldı,” dedi, “Bir daha dönmemek üzere ayrıldı.”
*
…Eve geldiğimde saat üçü bulmuştu, o saate kadar uyumayan, üç yaşını henüz doldurmuş oğluma sarılıp ağladım…
*
Beni neden yalnız bırakıyorsun?” diye iki siyah uçurum olan gözbebekleriyle ruhumun kanına dokunuyordu, “Beni neden yalnız bırakıyorsun?”
*
Bu bedel ödeme onda nasıl bir mizaç ortaya çıkarmış olmalı ki, söylediklerini kelimelere bedel ödeterek, onlara acı çektirerek, onları kanatarak yahut dağlayarak kuruyor şiirini. Onun için Nazir’in şiirleri bir saraydan çok bir harabeyi andırıyor. Bir bahçeden çok bir ören yerini andırıyor. Sözü kendine ait kılmaya çalışırken söz kendisi olarak karşımıza çıkıyor. Her ne kadar bu dünyada yaşadığının farkındaysa da aynı zamanda yaşadığı dünyanın kendi dünyası olmadığının da farkında.

Mehmet Aycı
İntihar Şairleri / Varlık Yayınları