Ebuzer

Düşmanlarım beni tüm zamanların açlarının çehresinde tek tek görmüyorlarsa çoktan ölmüşlerdir.

Zulüm gecesinin cahiliyyet karanlığında seher bambaşka bir güneşin doğuşuna hazırlanıyordu. Cihan, fırtına öncesi sessizlikte ve tarih büyük bir ayaklanma endişesinde; yeryüzü tanrılarına ve gölgelerine ve ayetlerine karşı: Gökyüzü tanrıları. Şirk!

İrade gölgesi düşen vicdanların ve adeta namusla ortaya çıkan fıtratların derinliklerinde hayret verici farklılaşmalar meydana geliyordu. Yalnız kalmış ruhlar –ki “Tufan”ı önceden “hisseden” ve gecikmeden topraklarından hicret eden yırtıcı kuşlardaki koku alma özelliği ya da depremden hemen önce ayaklanıp dizginlerini kopararak eğersiz ve bineksiz, sahibinin evini terk edip çöllere düşen uyanık atlardaki esrarengiz içgüdüye sahiplermiş gibi- hissediyorlardı ki “bir şeyler oluyor”, “Büyük şeyler!”

Bazen bir can, bir cihandır ve bazen bir fert, tek başına bir toplum.[1]

Ve Cündeb, Cünede’nin oğlu, bedevi Arap, Gıfarlı; fakir, Mekke’yle Medine arasındaki çölde, Rebeze’de, Kureyş ticaret kervanlarının ve Kabe ziyaretçilerinin yolunun üstündeki kabileye mensup, küstah; gelenek, kanun ve kurallara karşı korkusuz adamlarla birlikte ve nihayet bu düzenin gölgesinde yaşayıp nimet ve emniyetinden faydalananların gözünde kötü şöhretli, laubali, kötü ahlaklı, bozguncu! Ki ahlak burada geleneklere riayet ve kanunlara uymaktır. Ve tüm bunlar tekel ve imtiyaza dönüşen duvarlardır: Hak ve hukuk! Düzen ve güven! Ve tüm bunlar şu adam yoksul toplumun ortasında, çeşit çeşit yemeklerle dolu sofrasında güzelce “Yiyebilsin” diyedir!

Gıfar; kötü şöhretli kabile, yol kesici! Altın ve köle ticaret kervanlarının yol kesicisi. “Haram aylara saygı göstermeyecek kadar laubali”. Bu dört ayda Arabistan’a hakim olan emniyeti bile bozuyorlar, ticaret kervanları –ki bu ziyaret aylarında din himayesinde Bizans, Mekke ve İran arasında hareket ederlerdi- tehlikeli Rebeze’den geçerler.[2] Yine de tuzak kurdukları yerden onlara saldıran Gıfar’ın kılıçlarıyla karşılaşırlar.

Gıfarlılar, ticaret kervanlarının yolu üstündeki bu günahkâr yoksullar dilencilik yapmak yerine efendilere kılıç çekiyorlar!

Cünade’nin oğlu bunlardan birisidir ki, sonraları “Ebuzer” olacaktır. “Evinde ekmeği olmayan yoksulun eline kılıcı alıp bütün halka karşı ayaklanmamasına şaşıyorum!”[3]

Cünade’nin oğlu Cündeb, bütün Gıfarlılar gibi biliyor ki, zulüm sistemindeki tüm kanunlar, kararlar, gelenek, ahlak, düzen ve emniyet zulmün bekçisidir ve onlara uymak cehl’dir. Ama o bir adımı –son adımı- hepsinden önce attı. Anladı ki, burada hakim din de aynı rolü oynuyor ve ona itaat, küfürdür!

Ve put! Nedir bu? Kabilenin “Menat’ı –Gıfar’ın putu- ziyarete gittiği ve Gıfar’ı ölümle tehdit eden kuraklıktan kurtulmak amacıyla heyecan, sevinç, coşku, dua, ibadet, adak ve ricayla yağmur istedikleri gece o içinin derinliklerinde kutsal bir şüphe ışıltısı hissediyordu. Ve bu ışıltı derin düşüncelerini daha da alevlendiriyordu. Sonunda kabilesi uykuya daldıktan sonra çölü ve gökyüzünü kaplayan esrarengiz sessizlikte yavaşça kalktı, bir taş alıp şüphe ve inanç arasında tereddütle ve titreyerek Menat’ın yanına geldi. Bir an zamanının ilahının gözlerine hayretle baktı. Bakışsız iki göz dışında bir şey bulamadı. Bütün öfke ve nefretiyle elindeki taşı bu cehalet ve zulmün yonttuğu Tanrı’ya fırlattı.

Taşın taşa çarpmasından çıkan bir ses ve… başka hiçbir şey!

Döndü. Mutlak olana doğru kurtuluş, adeta yüzyıllardır kendisini bağlayan zincirlerden özgürleşme. Ansızın sanki yaratılıştan beridir tek ve meçhul içinde hapsolonduğu derin bir kuyu ve dar ve karanlık bir mağaradan çıkmış gibi oldu. Çöle baktı, sonsuz uzunluk, uzak ve geniş ufuklar ve gökyüzü! Heybetli, güzel, derin ve esrarengiz!.. Sanki bütün bunları ilk kez görüyor ve görebiliyor.

İman ve yakinden kurtulmuştu. Ve şimdi yavaş yavaş iman ve yakinin yeni sınırına varıyordu. Apaçık, büyük, derin, bilinçli ve kendi seçtiği şey!

Anbean artan düşünce yağmurları altında, içindeki karanlık, kurak ve yakıcı çölde çeşmelerin akıverdiğini hissediyordu. Ve şimdi, “Suyun ayak sesleri!” Her an arttıkça artıyor, yükseldikçe yükseliyor ve tüm benliğini kaplıyordu. Onunla doluyordu. Bir doğumun sancısı ve şevkinde yeryüzünde yalnız, çöldeki tek gölge, geceleyin gökyüzünün altında çölün konuşması! Tüm vücudu “O”na sesleniyor! Ansızın toprağa eğildi, secdeye vardı ve eski karanlık inançların aydınlanma sesi. Ağlayış!

Ve bu Ebuzer’in ilk namazıydı:

“Ben Allah Resulü’nü görmeden üç yıl önce namaz kılmaya başladım.”

– Hangi tarafa yöneliyordun?

– Allah’ın beni çevirdiği yöne!

Üç yıl sonra Mekke’de bir adamın ortaya çıktığını, bu adamın halkın dinini küçümsediğini, kavminin kutsallarını yok saydığını, Kabe’deki tüm putları zavallı ve budala taşlar olarak adlandırdığını ve sadece bir olan Allah’a çağırdığını duydu!

Gıfar’dan geçen yolcular bu haberi Arapların din ve ahlakı için bir facia olarak telakki ediyor, alay ve nefret dolu sözlerle ondan bahsediyorlardı. Ancak Cündeb bu sözler arasında kendi kaybettiklerini buluyordu ve biliyordu ki bu taşa tapanların –ki şirk dolu cahili hurafeler kendini put kırıcı İbrahim’e dayandırıyordu- mahkum ettikleri, küfür saydıkları ve toplumsal ayrılıkların, inançsal gevşekliklerin, gençlerdeki fikirsel bozulmaların, aşağı halk tabakasındaki küstahlaşmanın, ahlaki ve imani temellerdeki sarsılmaların, çocuklarla anne-babaları arasındaki ayrılıkların sebebi olarak gördükleri; büyük dini şahsiyetlerin aşağılanması, eskilere saygının ortadan kalkması, efsanelerin ve ecdadın geleneklerinin yok olması… Tüm bunlar kurtarıcı bir devrimin apaçık göstergeleri ve ilahi hakikatin sağlam belirtileridir. Cündeb –ki dar sosyal gelenek kalıplarına sığmayan ve hareket, değişim kabiliyeti, ilerleme ve seçme yeteneğine sahip ruhlardandı- “bir şeyler olduğunu”, ümmi ruhu ve özgür düşüncesinin çölün derin yalnızlıklarında aradığının da bizzat bu şey olduğunu hissediyordu.

Bu “haber”e karşı tarafsız kalmadı. Sorumluluk, onu araştırmaya ve inanç ve yargısını kin sahibi seçkinlerin üretip alt tabakadaki avama sundukları “şayialar”, “propagandalar” ve “mütevatir yalan, töhmet ve hileler”den yola çıkarak oluşturmamaya yöneltti. Kendisi araştıracaktı. İnsanların yargıları şahsiyetlerinin en önemli belirtisidir çünkü. Bir kişi, fikir, eser, hareket ve gerçek aleyhinde yargılarını “nakil” üzerinden yapıp bütün fikirlerinin kaynağını efendi şahsın dediklerinden oluşturanlar, bir gerçeği cahilce ve adil olmadan mahkum etmekten öte kendilerini otoritenin, hurafeci efendilerin, açık ve gizli propaganda düzenlerinin kölelik fikrine mahkum etmişler ve göstermişlerdir ki, “düşman”ın sipariş ettiği, “münafık”ın kurduğu, “demagog”un yaydığı ve “avam”ın kabul ettiği şayia, töhmet ve yalanlara karşı aciz geviş getiricilerdir! Ama Cünade’nin oğlu, kardeşi Üneys’i, yalancılık, cinlenmek, sihirbazlık, şairlik ve küfürle itham edilen ve aynı zamanda “Beytullah’ın” saygısını yok etmek, toplumun birliğini bozmak ve aile içindeki farklılıkları düşmanlığa çevirmek için geldiğini söyledikleri bu adamı yakından görmesi, sözlerini dinlemesi ve mesajını anlayarak kendisine iletmesi için Mekke’ye gönderdi.

Üneys Mekke’ye geldi. Adamı bulamadı. Kimse bu yabancıya ondan bir iz sunmadı. Ümitsizce Mekke’de dolaşıyor, bu adam hakkında küfür, kin ve nefret dolu sözler dışında bir şey duymuyordu. Her yer, Mescit ve Pazar ve herkes, özellikle de “saygın adamlar”, “muteber şahsiyetler”, “dini ve dünyevi büyükler” ve yine mü’min ve mutaassıp dindarlar –İbrahimî sünnete inananlar ve İbrahim’in evi!- onun hakkında benzer şeyler söylüyorlardı. Şayialar “mütevatir” derecesine ulaşmıştı.

“O delidir, efsunlanmıştır, sözlerinin cazibesi vahyi cazibe değil, sihirdir. Gerçeğin güzelliği değil, şiirdir. Söylediklerini Cebrail’den öğrenmiyor, kendisine ait şeyler de değil. Yabancı bir bilgin ona öğretiyor. Hıristiyan bir rahipten ve İranlı bir bilginden alıyor sözlerini. O İbrahim ümmetine gelen bir beladır. Mescidin hürmetini, Allah evinin kutsiyetini, hac geleneğini, tanrılara tapmayı, ahlakın asaletini, ailelerin şerefini ve geçmiştekilerin tüm değerlerini yok etmek istiyor!”

Ansızın Mekke’nin dar sokaklarında, bir köşede toplanmış kalabalık bir topluluk gördü. Hemen oraya yöneldi. Aydınlık siması, insanın içinin derinliklerine ulaşan bakışları, geniş alnı, orta boyu, saldırgan ama aynı zamanda ilham verici, mülayim, şefkatli yapısı, tutkulu, merdane, kat’i, kendinden emin; ama aynı zamanda tatlı ve latif sesi, derin, tatlı, şiirden güzel, korku ve ümit dolu konuşmasıyla yalnız bir adam.

Üneys karşısında dikildi. Sözlerini mi dinleseydi? Söylediklerinin cazibesine mi kapılsaydı? Yoksa yapısı, bakışı, davranışı ve söylevindeki güzellik ve letafeti mi seyretseydi?

Henüz adamı görmekten kaynaklanan perişanlığı geçmemişti ki, bir grup çıkageldi. Yaygara kopardılar. Sözlerini dinleyip cevap verme ihtiyacı duymadan adama küfürler, önceden hazırlanmış ithamlar savurdular. Bu “aydınlatıcı mesaj” ve “Risalet Devrimi”nin ellerinden alacağı hiçbir şeyleri olmayan mahrum halk tabakası da onlarla birlikteydi. “Cehalet”, kendileri de hakim düzenin mahkumları ve mevcut durumun kurbanları olan bu insanları “zulüm” sistemini kuran ve zindanlarının bekçileri olan “kinliler”in onlardan isteği üzerine vahşi ve çirkince bağırıp “Yalnız peygamber”i kovmalarını ya da küfür ederek ondan uzaklaşmalarını sağlıyordu. Ve “O” gökyüzünün sükuneti gibi sükunete ve dağ gibi sabır ve vakara sahipti. [Ki Hira dağından gelmiş ve gökten mesaj getirmişti]. Düşmanca darbeler ve kapkara cahiliyyet nazik ve şefkatli simasına hiçbir etkide bulunmuyor, oradan oraya gidip mesajını tekrarlıyordu. Ve yine dinlemeksizin ve anlamaksızın küfür, itham, yine ihanet ve aşağılama ve yine başka bir köşede konuşmaya başlama! Şehrin her köşesine gidiyordu. Sokak, pazar, meclis ve mescit. Her yerde “halkın karşısına” çıkıyordu ve her yerde “halkın yolunun üstüne” dikiliyordu. Verdikleri cevaplara aldırmadan, onları korkutuyor ve ümitlendiriyordu. Tehlikeyi haber veriyor, kurtuluş yolunu gösteriyordu. Mesajı olduğunu, risaleti olduğunu söylüyordu. “Dik kafalıları değil, dik başlıları seven” Allah ona seslenmişti: “Ey ferdi yaşamın kilimine bürünen! Ey elbisesine örtünen! Ey kendinin dar “olmak” ve “yaşamak” surlarında mahsur kalan! Ayağa kalk, cahiliyyenin huzurunda ve zulmün güveninde uykuya dalan ve kurdun çobanlığında yoksulluk ve zillet otlanan halkı uyar! Ey Peygamber çoban! Çöldeki koyunları özgürleştir ki, Allah şehrinde insanları koyunlaştırmışlar! İbrahim’in Rabb’inin tüm melekleri huzurunda secde ettirdiği insanı şimdi İbrahim’in evinde şeytan taşlarının ayakları önünde –ki sınıfların hamisidirler- toprağa secde ettiriyorlar!

Pis eşrafın şerefsizler ve şuursuzlarla el ele verip onu susturmak, “söylememesi” için kopardıkları töhmet, hakaret ve tehdit fırtınasında o söylüyordu. Çünkü “Ezilenlerin Rabb’i, ‘Söyle!’ demişti! De ki: “Yeryüzünün çaresiz bırakılmışlarını önderler ve varisler kılmak istedik!”

Üneys adamı görüyor, takip ediyor ve sözlerini dinliyordu. Hayret verici varlığını düşünüyordu. Adamın bedenindeki hayret vericilik, varlığının ağırlığı, davranışlarındaki cazibe ve güzellik onu o kadar etkilemişti ki, dinlemekten çok izledi. Tüm o sıkıntıda tüm o nezaket, tüm o sağlamlıkta, tüm o güzellik, tüm o dayanılmazlıkta, tüm o sükunet, tüm o karmaşada, tüm o sadelik, tüm o isyanda, tüm o kulluk, tüm o eziyette, tüm o şevk, tüm o zayıflıkta, tüm o güç, tüm o cesarette, tüm o hayâ, tüm o heyecanda, tüm o huzur, tüm o kararsızlıkta, tüm o sabır, tüm o heybette, tüm o huşû, tüm o değerlilik, mantık, uyanıklık, ciddiyet, yiğitlik ve akılda, tüm o aşk, ilham, şefkat, zerafet, güzellik, his ve yürek ve nihayet tüm o göksellik ve tüm bu yeryüzülülük, tüm o Allahperestlik ve tüm bu halkı düşünmek ve ne söyleyeyim? Tüm bu güven ve tüm bu… Ve yapayalnız!

Üneys gördüklerinden öyle bir hale gelmişti ki, adamın söylediklerini duymadı ya da duydu; ancak sözlerdeki hayretvericilik ve sesindeki mucize onun anlayışını –ki ilk kez Allah sözünü duyuyordu- öyle bir etkiledi ki, anlamını kavrayacak hal kalmadı. Üneys –Cündeb’in kardeşi- adamın ne dediğini “anlamadı”; ama keskin yetenek ve “bedeni ruh” ve “fıtri insanın” -ki onda “mantık” hâlâ “vicdanın” yerini tutmamıştır- temiz fıtratında bu adamın bir “olay” olduğunu anladı. Bu söylediklerinin başka bir alemden geldiği “kokusunu” aldı. Hakikati anlamadı, sözlerin mânâsını derk etmedi ve adamı tanımadı; ancak vahyin kokusu, hakikatin tadı ve imanın açıklanamaz sıcaklığını hissetti.

Ve Ebuzer çölde, halsiz ve gözleri Mekke yolunda.

– Üneys! Kardeşim! Onu gördün mü? Söylediklerini duydun mu? Ne söylüyordu? Kimdi?

– Yalnız bir adamdı. Kavmi ona karşı öfkeli ve kindar, o ise sabırlı ve şefkatliydi. Bir topluluk onu kovunca ya da küfür ve hakaretle terk edince, başka bir topluluğa yöneliyor ve yeniden konuşmaya başlıyordu.

– Söyle Üneys! Ne diyordu? Neye davet ediyor?

– Vallahi ne yaptımsa, söylediklerini anlayamadım; ancak sözleri tüm benliğimi kapsayacak tatlılıktaydı.

Ebuzer’in mesajı aramaktaki gayesi alimane bir merak ya da entelektüel bir çabadan kaynaklanmıyordu. Halsiz ve susamıştı. Üneys o çeşmeden kendisine bir damla bile getirmemişti. Ebuzer hemen kalktı ve yol için hiçbir hesap ve hazırlık yapmadan Gıfar’dan Mekke’ye giden uzun yola koyuldu. Yol boyunca yolcu, yolculuk, yol ve son durak, hepsi “o”ydu.

O gidiyordu ve iman geliyordu! Evet, iman böyle gelir. Mekke’ye vardı. “Gıfar” kabilesinden bir adam, kervan sahibi ve zengin Kureyşliler arasında! Bu şehirde adının söylenmesinin bile suç olduğu bir adamı arıyordu. Bütün gün Mekke’nin derelerinde, pazarında ve mescidi haramda dolaştı. Bulamadı. Gece Mescidi harama geldi. Yalnız ve aç. Her gece eve gitmeden önce mescide gelip tavaf eden Ali, onu toprak üstünde yatarken buldu.

– Sanırım yabancı biri!

Onu evine götürdü ve hiç konuşmadan orada uyudu!

Kader ne planlar kuruyor! Bu, Peygamber’in evidir. Ali o esnada daha çocuktur ve Muhammed’in evinde yaşamaktadır. Ebuzer’in kaderini tayin eden ve onu ilk kez çölden İslam’a getiren bu yolculuktaki ilk karşılaşmalar böyledir. Mekke’de onunla ilk kez konuşan kişi Ali’dir, uyuduğu ilk yer Muhammed’in evidir ve onu şehirdeki gurbet ve yalnızlıktan Peygamber’in evine götüren yine Ali. Ve bu ilk karşılaşma ve olaylar Ebuzer’in tüm yaşamını şekillendirir ve ölümüne kadar tüm varlığıyla onda kalır.

Sabah Muhammed’i aramak için Muhammed’in evinden çıkar, akşama kadar dolaşır, akşam Ali yine tavafa gelir ve yine onu eve götürür ve yine sonraki sabah ve yine sonraki akşam. Bu kez –üçüncü gece- Ali ona kısa bir soru sorar: “Adamın adını ve bu şehre niye geldiğinin sebebini söyleme zamanı gelmedi mi?” Ebuzer dikkatle sırrını Ali’ye açar: “Duyduğuma göre bu şehirde bir adam çıkmış ve…” şevk ve mutluluk dolu bir tebessüm ışıltısı Ali’nin genç çehresini aydınlatır. Dostça ve samimi bir şekilde onunla Muhammed hakkında konuşur ve şöyle der: “Bu gece seni onun gizlendiği yere götüreceğim. Ben önden gideceğim, belli bir mesafeyle beni takip et. Eğer bir casus görürsem, duvarın kenarına gidip ayakkabı bağlarımı bağlar gibi yaparım, böylece sen olayı anlarsın. Sen beni tanımıyormuş gibi yoluna devam edersin, ben sana yetişirim.”

Peygamber’in zor günleridir. Şehir tek parça tehlike ve düşmanlar bir cephe ve dostlar? Sadece üç kişi! Ve bu gece İslam, dördüncü nefere kavuşacak!

Muhammed, Safa tepesi eteklerinde Erkam’ın evindedir.

Gecenin ürkütücü karanlığında, Ebu Talib’in genç oğlu önde ve Gıfarlı Cünade’nin oğlu arkada, Safa’ya çıkıyorlar, Muhammed’e doğru! Bu manzara sanki çok yakında başlayacak kaderlerinin güzel bir sahnesidir.

Ebuzer an be an yaklaşmaktadır. An be an iman ve yakin onu fethetmiştir. O peygamberlik iddiasında bulunan adamı görmeye, tanıyıp sınamaya gitmiyor, kalbinin aşkı ve imanının muradıyla görüşmesi var. Ve şimdi Erkam’ın evine birkaç adım var. Ne zor anlar! Görüşmenin ilk anına tahammül zordur. Aşk Ebuzer’i avlamıştır. Cünade’nin oğlu “o”nunla doludur. Artık onda Muhammed, kendisinden çoktur. Cündeb’in zihninde Cünade’nin oğlundan uzak ve unutulmuş hatıralardan başka bir şey yoktur. Gönlü güçlü bir anlam dünyasındadır. Tanıdık bir koku her lahza keskinleşiyor, Muhammed’in varlığının ağırlığını şu anda tüm varlığında hissediyor. Muhammed’in varlığı Safa tepesini doldurmuştur. Cündeb Muhammed’in kim olduğunu ve ne söylediğini biliyor, ama… O nasıl biri? Siması? Endamı? Konuşması? Vücudu? Ona nasıl baksın? Onunla nasıl konuşabilsin? Ona ne desin? Ne bulacak? Ne olacak?

– Selamun aleykum!

– Ve aleyke selam ve rahmetullah.

Ve bu İslam’da verilen ilk selamdı.

Bu görüşmenin ne kadar sürdüğünü bilmiyoruz. Tarih söyleseydi bile bilemezdik. Böyle durumlarda zaman işlemez. Bildiğimiz şey, Cünade’nin oğlu Erkam’ın evine girdi ve orada kayboldu. O andan sonra asla izine rastlanmadı. Erkam’ın evinden çıkmadı. Cündeb b. Cünade gitti ve ansızın Kabe’nin kenarında, Safa tepesinde vahiy sığınağından doğan İslam ufku, parlak bir çehre doğdu. Bir an duraksadı. Yangınını çölün ateşinden aldığı iki gözünü aceleyle Mekke vadisini kuşatan dağlarda gezdirip Kabe’deki putlara dikti. Şeytani tekelcilerin “hizmetçi yontucular” için düzenledikleri budala heykeller! Ebuzer ilk kez böyle görüyor ve hayret ve öfkeyle kendi kendine soruyor: Bu üç yüz otuz bilmem kaç şirk putu İbrahim’in tevhid evinde ne arıyor?

Aceleyle Safa’dan aşağı indi. Tek, erimiş, kararlı ve muhacir. Sanki ilk gece vahyin aleviyle yanmış, mağaradan çıkıp Hira’dan inen Muhammed gibiydi. Adeta dağdan yuvarlanıp Mekke vadisine şirk, nifak, zillet ve uykunun üstüne düşen kaya gibiydi.

İslam henüz Erkam’ın evinde gizlidir. İslam’ın tüm dünyası bu evdir ve ümmet Ebuzer’in gelmesiyle dörde ulaşmıştır. Mücadeleye takiyye şartları hakimdir. Ona geç kalmadan Mekke’yi terk edip Gıffar’a dönmesi ve gelecek emirleri beklemesi söylenmiştir. Ancak bu “çöl çocuğu”nun sinesinin bu ateşi içinde saklama gücü yoktur. Ebuzer –ki uzun ve ince endamı iman mabedinin minaresiydi ki bir feryatlık gırtlaktan başka bir şey değildi ve adeta yanık kalbindeki isyancı bir coşkuyla Ebuzer olmuştu- takiyye ehli değildir, isyancı ruha sahiptir. Yapmasını istedikleri şey güç isterdi; ama o bu güce sahip değildi ve “Allah hiçbir nefse kaldıramayacağı bir yük yüklemez.”

Kabe’nin karşısında, büyük putların önünde ve “Daru Nedve”nin –Kureyş Senatosu- yanında dikilerek tevhidi haykırır, Muhammed’in peygamberliğine imanını ilan eder ve putların kendi elleriyle yaptıkları budala taşlar olduğunu açıklar.

Bu, İslam’ın ilk haykırışı ve bir Müslüman’ın şirke ilk saldırısıydı! Şirkin cevabı netti; ölüm! Diğerlerine ibret olacak bir ölüm! İlk haykırışı gerçekleştiren bu gırtlak kesilmeliydi. Hemen başına üşüştüler. Başına, yüzüne, göğsüne ve karnına o kadar vurdular ki, küfür dolu haykırışını kestiler. Abbas yetişti. Peygamber’in amcası Abbas tefeciydi ve Kureyş’in eşrafı ve şirkin zenginleriyle aynı sınıftandı. Onları uyardı. Bu adam Gıfarlıdır! Eğer onu öldürürseniz Gıfar’ın kılıçları kervanlarınızdan intikam alacaktır! Din ve dünyaları arasında seçim yapmak zorundaydılar. İlah mı, yoksa altın mı? Aşk kıblesi mi, para kafilesi mi? Hangisi?

Hemen geri çekildiler. Ebuzer, ellerindeki esire korkuyla bakan topluluğun oluşturduğu dairenin ortasında kandan bir heykel gibiydi. Zorlukla doğrulmaya çalıştı. Etrafındaki dairenin çapı daha da genişledi. Ayağa kalktı. İki ayağı üstüne dikildi. Topluluk birbirine yaklaştı. Sanki birbirlerine sığınıyorlardı. Zorbalığın imandan çekindiği yer burasıdır. O bir çehredir ve bunlar çehresiz. “Şahsiyetsiz”, hepsi tek renk, tüm tonlar siyah ve hepsi “Hüviyet”siz, “kelle”den ibaret çokluk ve karşılarında bir insan, bir “şahıs”, imanın kendisine anlam, mahiyet, amaç, yön, hücum, hayret edilecek güç ve yenilme bilmez bir harikuladelik verdiği kişi.

Yola koyulup zemzem suyunun önüne geldi. Yaralarını yıkayıp kanını temizledi. Sonraki gün yine geldi, yine ölüme yaklaştı, yine Abbas yetişip onun Gıfarlı olduğunu söyledi ve sonraki gün tekrar…

Sonunda Peygamber Ebuzer’in canından endişe duyduğu için bu yerinde durmaz isyancıyı şehirden ve tehlikeden uzaklaştırıp Gıfar’a davetle görevlendirdi.

Ebuzer, ailesini ve yavaş yavaş tüm kabilesini İslam’a getirdi. Ebuzer Gıfar’dayken Müslümanlar Mekke’de mücadelenin zorlu dönemlerini yaşadılar, hicret ettiler, fert yetiştirme merhalesinden sosyal düzen oluşturma merhalesine geçtiler ve neticede savaşlar başladı.

Bu noktada Ebuzer sahnede olması gerektiğini hisseder. Medine’ye gelir. İşi ve yeri olmadığı için Peygamber mescidinde –ki o günlerde halkın evi olmuştur- kalır ve “Ashab-ı Suffa”den olur. Yaşamayı fedakarlık olarak algılar. Hareketin hizmetinde barış zamanı düşünce, ilim ve ibadet, savaş zamanı da savaş!

İslam, Peygamber’in önderliğinde Ebuzer’in bütün insani ihtiyaç ve sosyal arzularını doyurur. İslam “Tevhid” esasına göre mücadeleyi başlatmıştır ki, bir safta: Allah ve eşitlik, din ve ekmek, aşk ve güç ve diğer safta: Tağut ve ayrıcalık, küfür ve açlık, zayıflık ve zillete ihtiyaç duyan bir din. İslam ilk kez, “ya Huda ya hurma” sloganını halkın imanı haline getirerek Tanrı’yı halka, hurmayı kendilerine ayırıp yoksulluğu ilahi kutsallık olarak gösteren yağmacı zalimlerin efsanesine son verdi. Bu insanlık karşıtı ortamda dosdoğru bir devrim gerçekleştirdi ve şöyle dedi: Yoksulluk küfürdür. Geçimi olmayanın ahireti yoktur, Allah’ın fazlı yüksek ganimet, iyilik ve hayır, maddi yaşamdır ve “Ekmek Allahperestliğin temelidir.” Bir toplumda fakirlik, zillet ve zayıflığın tüm bu din, maneviyat, takvayla birlikte olması yalandır! Bu yüzdendir ki Ebuzer’in Peygamber’i “Silahlı Peygamber”dir. Çünkü onun tevhidi zihni, ruhi ve ferdi bir felsefe değildir. Ayrım kabul etmez. Irkların ve sınıfların vahdetinin senedidir ve “Adalet” [herkese hakkına göre] –ki tevhidin zorunlu parçasıdır- sadece “söz”le gerçekleşmez, “mesaj”, “kılıç”la anlaşmalı olmalıdır.

Bu yüzdendir ki, Ebuzer de ferdi, maddi yaşamı bırakır ve ekonomik eşitliği sağlamak ve halkın yaşamı için “İslam zühdü” ve “Ali’nin zühdü” –İsa’nın ve Buda’nın sufice zühdü değil- olan “Devrimci zühdü” seçer. Gerçi diğerlerinin açlığıyla savaşanın kendi açlığını göze alması ve toplumu özgürleştirebilecek kişinin kendi özgürlüğünden vazgeçmesi gerekir. Bu yüzdendir ki, bu devrimci din “Hem Tanrı hem ekmek” diniydi. Din “zayıflık, ruhbanlık, mahrumiyet, çaresizlik ve insanın tabiattaki ahiretzedeliği değil”, “İnsanın tabiatta ilahileştirilmesidir”. “İnsanın maddi dünyada Allah’ın halifesi olması!”, önderleri, hepsinin başında Peygamber’i, hepsi mescitte –Allah’ın/halkın evi- yaşıyorlardı! Muhammed, Ali ve Ashab-ı Suffa. Selmanlar ve Ebuzerler!…

Ve Ebuzer kendini mescidin bir köşesindeki sedirde buluyordu. Peygamber’in en samimi dostlarından biri olmuştu. “Ne zaman bir toplulukta görünmese onu soruyordu, orada olduğunda yüzünü ona çevirip konuşuyordu”. Zorluk ordusunun peygamberin komutasında kuzeyin yakıcı çölünü geçip Roma sınırına ulaşması gereken Tebük savaşında Ebuzer arkada kaldı. Zayıf devesi yürüyemiyordu. Deveyi ateş yağmuru altında bıraktı ve tek başına yola düştü! Bir köşede su buldu. Suyu “Kendisi de şüphesiz çölün sıcağında susuzluktan zorlanan dostuna” ulaştırmak için aldı. Peygamber ve mücahitler yakıcı çölün derinliklerinden belirsiz bir noktanın yaklaştığını gördüler. Yavaş yavaş bir insan olduğunu anladılar. Kim olabilir? Böyle çölde tek başına? Peygamber arzu dolu şevkle haykırdı: “Keşke Ebuzer olsa!” Bir müddet geçti, Ebuzer’di. Mücahitlere yetişince susuzluk ve yorgunluktan düşüverdi:

“Ebuzer, yanında suyun var; ama sen susuzsun, öyle mi?

– Düşündüm ki, böyle bir çölde ve böyle bir güneşte siz…

“Allah Ebuzer’i bağışlasın, yalnız yol alır, yalnız ölür ve yalnız haşrolunur!

Bu günler geçti ve Peygamber göçtü! Ansızın “Set çekilmiş rüzgarlar her yerden aştılar” ve bu devrimin cisimleşmişi Ali, adaletin dinden yine ayrılacağının ve halkın sahneden çekilmesinin, dinin yine havas, ruhaniyet, seçkinler ve hakimlerin tekeline girdiğinin nişanesi olarak evine çekildi. Bu yüzdendir ki, Ali ve takipçileriçölden bir adam olan Ebuzer, işsiz, kimsesiz, Habeşli bir köle olan Bilal, Acemli hür olmuş eski bir köle Selman, Yunanistan’dan gelmiş bir gariban Suheyb, siyah bir köle olan bir anne ve yoksul hurma satıcısı güneyli Arap bir babadan olan Ammar… Ki İslam devriminin önderinin aciz yakınlarıydılar, sahneden çekildiler ve “Büyük sahabeler”, Abdurrahman b. Avf, Sad b. Ebi Vakkas, Halid b. Velid, Talha, Zübeyr, Ebubekir, Ömer ve Osman ki hepsi cahiliye döneminde de eşraftandılar, hareketin önderliğini ele geçirdiler, topluma hükmetmeye başladılar ve siyasi bir grup oluşturdular.

İslam’ın bu apansız ve şiddetli “sağa” kayması –ki Sakife’de darbe benzeri seçimle başladı- Ebubekir zamanında sadece siyasi yöne sahipti. Ömer zamanında ekonomik yönünü sınıfçılıkla birlikte Müslümanlara devlet hukuku olarak gösterdi. Hatta Peygamber’in hanımları bile ikiye ayrıldı: Hür ve cariye! Ki Peyamber’in hür hanımları itiraz etti ve ayrıcalık kabul etmediler. Osman döneminde bu kayma zirveye ulaştı. Toplumda sınıflar oluştu ve seçkinler mutlak hakimler oldular. Ekonomik kaynaklar, savaş ganimetleri ve İran Maveraünnehrinden Afrika’nın kuzeyine kadar sayısız siyasi ve idari tebaayı Medine rejiminin emrine veren İslam’ın Doğu’da ve Batı’daki fetihleri Peygamber’in ashabı, mücahitler, muhacirler ve Ensar’ı inanan devrimci partizanlardan siyasetçi ve güç ve servet adamlarına çevirdi. Ve genel olarak yoksul zahit ve mücahit olanlardan bir “hakim tabaka” oluşturdu. Milyonlarca Müslüman ve kafirden fakir Medine’ye akan savaş ganimeti, zekat ve cizye şeklinde fakir para seli yeni bir “burjuvazi tabakası” meydana getirdi. Sadece İslami Medine, Müslüman ümmet ve Uhud ve Bedir savaşları mücahitlerini değil, İslam’ın muhtevasını, sosyal boyutunu ve nihayet dini görüşü değiştirdi. İslam’ı devrimci “ideoloji”den devlet dinine çevirdi. Sakife’de başlayan bu sağa kayma, çeyrek asırdan kısa bir sürede [Ali’nin evine çekildiği çeyrek asır. Ki siyasi zorlamalar onu İslam tarihinin oluştuğu bu yıllarda çiftçilik yapmaya ya da evinde Kur’an’ı tedvin etmeye mecbur kılmıştı –ki o da tehlike altındaydı.] öyle bir noktaya vardı ki, İslam’ın fikri ve siyasi temsilcileri şunlardı: Muaviye, Peygamber’in sürgün ettiği Mervan bin Hakem ve Kab’ul Ahbar ki yeni Müslüman olmuş yahudi din adamıydı ve şimdi Müslüman din adamı olmuştu. Peygamber’in halifesi –Osman- Kur’an’ın tefsirini ondan soruyor, Ali ve Ebuzer’in tefsirini doğru kabul etmiyordu!

Osman, İran Hüsrevi ve Roma Kayserinin yönetim sistemlerini örnek aldığı yeni siyasi ve ekonomik sistemini hoş göstermek için riyakârane davranışlar da sergilemiyordu. Belki bunun nedeni böyle bir davranışın o günlerde etkisinin olmayacağıdır. Çünkü hem halk, İslam rejiminin nasıl olduğunu gözleriyle görmüştü, hem de Osman’ın sarayı İslami bir süs verilemeyecek kadar yüzsüzdü.

Osman, İslam’da “ilk kez” ortaya çıkan bidatlerin eksik fihristidir. İlk kez lider ünvanıyla sarayda oturuyor, ilk kez resmi muhafız alayı oluşturuyor, ilk kez özel meclis oluşturuyor, ilk kez kapıcı kullanıyor, ilk kez sıradan halk yığınlarıyla halife ilişkilerinde aracı kullanılıyor, ilk kez Beytül Mal halifenin emrine veriliyor, Beytül Mal’ın bekçisi mescide gidip Beytül Mal’ın sahibi olan halka, halife karıştığı için kilidi size verip istifa ediyorum, istediğinizi yapın diyor, ilk kez siyasi tutuklu ortaya çıkıyor, ilk kez bir Müslüman halifenin yöntem ve davranışlarına karşı çıktığı için takibata uğruyor, ilk kez siyasi sürgün yaşanıyor, ilk kez bir kişi devlet tarafından işkence görüyor [Abdullah b. Mesut], ilk kez Kur’an siyasi demogoji aracı oluyor, ilk kez hükümdar halkın kaderini ele alıyor, yasal ve İslami sorumluluktan muaf tutuluyor, ilk kez ırk ve akrabalık bağı siyasal ve toplumsal ilerleme aracı oluyor, ilk kez tekelcilik siyasi arenada halifeye bağlanıyor, bir makama gelmek için gereken takva ve İslam yerini yakınlık ve siyasete bırakıyor, ilk kez sınıf sömürüsü, ayrımcılık sermayecilik [hazine], seçkinlik, cahili değerler, kabileci ruh, yaş, servet, ırk, şahsiyetperestlik ve kabilecilik, İslami kardeşlik, manevi değerler ve toplumsal eşitliğin önüne geçiyor, ekonomik ayrıcalık; takva, cihad geçmişi, Peygamber’e yakınlık, Kur’an’a vukufiyet ve kişisel liyakatten önemli oluyor, “Hükümet” [Başkanlık] ruhu “İmamet” [Önderlik] ruhuna tercih ediliyor, “Muhafazakâr sistem”, “Devrimci harekete”, “Dini, insani ve ekonomik tekelcilik”, “Halkçılık, eşitlik ve İslami özgürlüğe” –ki İslam’da sıradan bir insan bile toplumun siyasi kaderinde aynı ölçüde sorumluluk sahibiydi-, halifenin şahsı ve aynı ölçüde büyük ashab ve tam anlamıyla maslahatçılık, hakikatperestliğe, siyaset mücadeleye, İslami slogan İslami hakikate, büyük ashab mü’minlere, sınıf ümmete, dar’ul hilafe mescide, kabileci eşrafiyet insani şerafete, eski cahiliye yeni devrime, bidat sünnete ve hülasa Ebu Süfyan’ın ehli beyti Muhammed’in ehli beytine galebe çaldı ve neticede Ali silahsızlandırıldı! Ve Ebuzer! Ali’nin, Ebubekir’in seçiminde ve Ömer’in tayininde yenilmesine üzüntüyle tahammül etti. Şimdi her şey bambaşka bir mecraya kaymıştır. Zorbalık, altın ve hile Peygamber’in hilafeti kılıfında ve tevhidin güzelliğinin arkasına sığınarak halkın –ki daima bu uğursuz teslisin kurbanı olagelmişlerdir- karşısına dikilmişti. Ebuzer artık sessiz kalamazdı.

Ebuzer’in gerçekleştirdiği şeyin değeri sadece batıla karşı hakkı, küfre karşı dini, gaspçıya karşı hakkı ve hak sahibini ve nihayet bozulmaya karşı doğruluğu savunmasında değildir. Onun çehresini tüm devrimci ve mücahit çehreler arasında özel bir yere getiren şey, kesin teşhisi ve mücadeleyi doğru alanda yapmasıdır. Ebuzer doğru değerlendirmeyle tüm bozulmaların ana kaynağını buldu ve şunu gösterdi: Bu küfür, hak ve bozulma nedir? Neden kaynaklanmaktadır? Mücadelesinde külli yöntem, müphem terimler, ayrıntılar, zihni konular, hayalci, idealist, filozofâne, âlimâne, zihni entellektüelist, duygusal hüküm, arif ve mütekellimce yöntemlere –ki sonraları İslam toplumundaki çaba ve mücadeleler bu alana çekildi ve böylece iki temel şiar “imamet” ve “adalet” düşüncelerden uzaklaştı- dayanmadı. Malulu, illet yerine koymadı. “Nereden başlanması gerektiğini” gösterdi, mücadelenin keskin tarafını nereye yöneltmek gerektiğini ortaya koydu ve yanlış çatışmanın, ayrıntıyla ilgilenmenin düşmanla mücadeleyi düşmanın istediği yöne sürükleyeceğini, bu durumda zafer kazanılsa bile hiçbir derde çare olunamayacağını ve düşmanın hiçbir zarar görmeyeceğini öğretti.

Ebuzer mücadelesinin temel çizgisini sınıfsal ayrıcalıkla adalet için savaşım olarak belirledi. Bu iki şiar, o kadar geniştir ki, halife de onu ilan edebilir ve hilafetin propaganda araçları vesilesiyle yani minberler, mihraplar ve hakim resmi İslam’ın propagandacıları olan muhaddisler mübelliğler, vaizler, müfessirler, fakihler, hakimler… işine gelecek şekilde tevil edebilirdi. [Nasıl ki Safevi şiasında imamet, adalet, aşura, şehadet, gasp, velayet, va’dedilene iman… böyle oldu ve sadece kalıbı kaldı. İçi boşaltılıp zehir, uyku ve hurafe ilacı dolduruldu]. Bu yüzden Ebuzer –onun gibi çaba sarf edip İslam’ı Ali ve Muhammed’in İslamı yapmak için uğraşanlara bir ders de vererek- Kur’an’a döndü ve şiarını Kur’an’dan aldı:

“Altın ve gümüşü toplayıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, [ işte] onlara [sonraki hayat için] çok çetin azabı müjdele: bu [toplanıp saklanan altının, gümüşün] cehennem ateşinde kızdırılıp onların alınlarının, böğürlerinin ve sırtlarının damgalanacağı gün, [ bu günahkarlara ] : “ işte, kendiniz için topladığınız hazineler!” denecek, “şimdi tadın bakalım, sarılıp sakladığınız hazinelerin [ başınıza açtığı belanın] tadını! ”

Altın ve gümüş sermayeciliği temsil eder. İnfak “çukur” anlamına gelen “nefeke”den alınmıştır ki, bâb-ı if’alde ilk anlamının tersi anlamı kazanır. Yani çukurun doldurulması. Açıktır ki, burada kastedilen çukur, toplumda sermayecilik ve ekonomik sömürü sonucunda ortaya çıkmıştır. Buradaki çukur, toplumsal yaşamdaki eşitsizlik ve sınıfçılığın tabii sonucudur. Allah yolundan kasıt İslami terminolojide –Müslümanların terminolojisinde değil- insanların yolundadır. Sosyal konulardan bahseden tüm ayetlerde Allah ve insan [itikadi değil] sosyal yönden birbirlerinin yerine geçerler. İslam’ın Rabbi kendine ait adak, kurban, koku, tütsü… vs. istemez. Halka ait ve toplum için olan şey, Allah için olur. “Entekrezallahu karzen hesena…”[4] Yani eğer halka güzel borç verirseniz… Allah yolu, Allah’ın malı, Allah’ın evi, Allah’ın hükmü, Allah’ın eli, Allah için, Allah’a doğru… Hepsi toplumda karşılık bulur. Halkın yoludur, halkın malıdır, halkın evidir. “Halk için kurulan en önemli ev, tüm halklara bir hidayet kaynağı olan Bekke’deki kutlu evdir.”[5] Halkın yönetimidir, halkın elidir, halk içindir, halka doğrudur. Çünkü halk Allah’ın ailesidir ve böyle anlamayan, bu şekilde inanmak kendilerine zor gelen kişiler, diğer dinlerin kendi ilahları hakkında gösterdiği ilahi dünya görüşünün etkisindedirler.

Mücadele başlıyor.

Ebuzer Peygamber’in samimi ve yakın sahabisi makamındaydı ve Peygamber’in kendisi şu unvanları ona vermişti: “Sinesi dolup taşacak kadar ilim öğrenen kişi”. “Ne mavi gökyüzü ne de kara toprak Ebuzer’den daha doğru sözlü birini görmemiştir”. “Ebuzer’in hayâsı ve zühtü Meryem oğlu İsa gibidir”. “Ebuzer gökyüzünde yeryüzünde olduğundan daha meşhurdur!”

“Ebuzer bu yeryüzünde ve toplumda yalnız yol alır, yalnız ölür ve Kıyamet günü kabirler açılıp içindekiler grup grup haşrolunurken Ebuzer yalnız sahneye çıkar!”

Mescitte oturuyor, amel edilmesi terk edilmiş ayetleri ve artık değinilmeyen ve değinilmesinde sorun ve sıkıntı olan Kur’an’dan veya Peygamber’in hayatından bazı konuları peşpeşe halka açıyordu. Dönemin konusu –Osman zamanında- Kur’an’ın toplanması, tanzimi, hattının tashihi, bir nüsha çıkarılması ve bitmek bilmeyen kıraat, tecvid, noktalama bahisleri, keşmekeşler, tartışmalar, hassasiyetler, muhalefet ve hemfikirlilikler… Ve Ebuzer Kur’an’da “sermaye” konusunu öncelemiş, sürekli sermaye biriktirenler ayetini ve hemen öncesindeki şu ayeti okuyordu:

“Altın ve gümüşü toplayıp Allah yolunda harcamayanlar varya, [işte ] onlara [ sonraki hayat için] çok çetin azabı müjdele.”

Bu şekilde cephe almak karşıklığa sebep oluyordu. Halifenin kendisi Kur’an’ı toplayıp derlemeyle meşguldü. Kur’an’a inananlar halifeye müteşekkirdiler ve Kur’an’ın yâd edilmesi, halifenin de hayırla yâd edilmesini gerektiriyordu. Ve Ebuzer’in Kur’an’ı, halifenin eleştirilmesi, ona sinirlenilmesi, saldırılıp kınanması neticesini veriyordu. Öyle ki hilafet sisteminin sesi yükselmişti: Ey Ebuzer! Kur’an’da sadece “Din adamlarının halkın malını yemesi” ve “Mal toplayanlar” ayeti mi var?

Ebuzer biliyordu ki, her dönemin bir sorunu ve her neslin bir şiarı vardır. Kur’an’ı sadece “Mukaddes bir şey” olarak değil, “hidayet nuru” olarak görenler, “Günün ayetleri”ne yaslanmalıdırlar. Ebuzer cevap verdi: Hayret ediyorum! Halife beni Kur’an okumaktan men mi ediyor? Ve günün ayeti olan bu ayetin ardından –ki artık vahiy, itikadi tevhid, putperestlik, kıyamet, ruhun ebediliği ve Muhammed’in peygamberliğinde bir “sorun” yoktu- Peygamber’in davranış ve sözlerini örnek gösteriyordu.

“Aylar geçiyordu ki, Peygamber’in evinde yemek ateşi yanmıyordu”. “Peygamber’in evinde yemek çoğunlukla su ve hurmaydı”. O, kendini açlıkta imtihan ediyordu ve çoğunlukla açlığa dayanmak için karnına taş bağlıyordu. Giyimi, yiyeceği ve evi biz Suffa ehline teselli veriyordu. Yersizdik, çoğu zaman açtık, içimizden bir grup her gece onunla yemek yerdi, ne zaman evinde yemek pişirilse, bizi misafir ederdi. Bu arpa unu ve hurmayla yapılan bir yemekti!

“Hiçbir toplanmış mal yoktur ki, sahibine ateş olarak dönmesin”. Allah Resulü’nün eşleri açlık ve zorluktan inliyorlar ve şikayet ediyorlardı. Peygamber onlara ya dünyayı isteyin, sizi boşayayım ya da beni ve fakirliği teklifini sundu.

Allah Resulü’nün biricik kızı çok yoruluyor ve açlık çekiyordu. Peygamber en çok sevdiği varlıklar olan Ali ve Fatıma’nın kendilerine bir hizmetçi verme ricalarını kabul etmedi. Fatıma’nın yoksulluğuna ağladı; ama ona bir dinar bile vermedi”.

Ve açıktır ki, çok geçmeden zihinlerde sorular, sorular ve sorular canlanacaktır: Öyleyse neden halife Osman ipek giyiniyor? Darul hilafe’de en leziz yemeklerle donatılmış sofralar kuruluyor? Öyleyse neden Abdurrahman b. Avf’ın malı yığıldığında minberdeki halifeyle halk arasında engel oluşturacak ve altın külçeleri miras paylaşımında baltayla kırılacak kadar çoktu? Öyleyse neden hilafet şurasında yer alan Zübeyr’in her gün çalışarak kazandıklarını ona getiren tam bin kölesi vardı? Öyleyse neden halifenin akrabası ve Şam Valisi Muaviye Yeşil sarayı inşa ediyordu? Etrafındakilere, dalkavuklarına, şairlere ve tüm yaptıklarını onaylayan alim ve sahabelere efsanevi yardımlarda bulunuyordu. Öyleyse neden Allah’ın kitabına, Peygamber’in sünnetine, Ebubekir ve Ömer’in uygulamalarına sadık kalacağını taahhüt eden Osman sadece Kayser ve Hüsrev’in sünnetine uyuyordu? Öyleyse neden? Öyleyse neden?

Günden güne seçkinlik, sömürü, yoksulluk, sosyal ve sınıfsal uçurumdaki genişleme artıyordu. Ebuzer’in propagandası da gittikçe yayılıyor, mahrumlar ve sömürülenleri ayaklandırıyordu. Açlar Ebuzer’den öğrenmiştiler ki, yoksullukları ilahi irade. önceden yazılmış, göksel kader değildi. “Mal biriktirme”nin sonucuydu ve bu kadar!

Ne yapmalı!

Zahit Ebuzer’e hiçbir şey!

Onda ne bir şey “vardı” ki, tehdit etselerdi: “Alırız!”

Ne de bir şey “istiyordu” ki, tatmin etselerdi: “Veririz!”

Ve hanımı Ümmüzer’dir. O da Peygamber’in ashabındandır ve kocasına, mücadeleci insanın tahammül etmesi gereken zorluk, züht ve yoksullukta eşlik ediyordu.

Ki, İslam’ın olduğu günlerde kadın henüz “zayıf” olmamıştı! Şimdi hakim durumda olan kutsal muhacir ve Peygamber’in büyük ashabının karşısında dikkatli davranan ve kendi sıkıntıları ve onların bozulmalarına tahammül eden mahrumlar cesaretlenmişlerdi. Osman tehlikeyi hissetti. Ne yapmalı? Medine’de hâlâ Peygamber’in hatırası var ve halk Ebuzer’i tanıyor. Onu Şam’a, Muaviye’nin yanına sürdü. Şam halkı İslam’ı Beni Ümeyye’yle tanımıştı. Muaviye Ebuzer’e karşı daha rahat davranabilirdi. Muaviye Şam’da Romalıları taklit ederek Osman’dan daha seçkin bir yaşam sürüyordu. Ayrımcılık, kirlilik, zulüm, İslam sisteminin yok edilmesi, burada daha net ve daha küstahçaydı. Bugünlerde Muaviye Romalı ve İranlı mimarların yardımıyla “Yeşil Saray”ını yapıyordu. Bu, saltanatın ilk sarayıydı. Görkemli ve güzeldi. Muaviye bu sarayın inşasını o kadar önemsiyordu ki, çoğunlukla işçilerin ve mimarların başında bekliyordu. Ebuzer de her gün oraya gelip haykırıyordu:

“Ey Muaviye, eğer bu sarayı kendi paranla yapıyorsan, israftır ve eğer halkın parasıyla yapıyorsan ihanettir!”

Muaviye tecrübeli ve çok iyi siyasetçiydi. Tahammül ediyor, bir yol bulmak için düşünüp duruyordu.

Bir gün Ebuzer’i evine davet etti. Haddinden fazla saygı ve iltifatta bulunmasına rağmen Ebuzer öfkeli ve sinirli çehresini azıcık olsun değiştirmeyince işi tehdide vardırdı:

“Ey Ebuzer! Eğer Osman’ın izni olmadan bir peygamber sahabisini öldürecek olsaydım, bu sen olurdun. Ancak seni öldürmek için Osman’dan izin almalıyım, Ebuzer bu iş benimle senin aramızı açıyor, sen yoksul ve alt tabakadaki insanları bize karşı ayaklandırıyorsun.”

Ebuzer cevap verdi:

“Allah Resulü’nün sünnetine uygun davranırsan, seninle bir sorunum olmaz. Yoksa hayatımın son nefesini de Peygamber’in bir hadisini zikretmek için harcayacağım!”

Ebuzer’in propagandası yayıldı. İslam’ı da kendilerine daha önce hakim olan Roma rejimi gibi tasavvur eden Şam halkı, yavaş yavaş İslam’ın gerçek çehresiyle tanıştı. Adalet ve özgürlük dini, kalplerde imanın yanında ayaklanıyordu. Fakirlik ve mahrumiyeti dinle açıklayan mahrumlar, ilk kez Ebuzer’den şunu öğreniyorlardı:

“Ne zaman yoksulluk bir kapıdan girerse, din başka bir kapıdan çıkıp gider!”

Mescid henüz Allah’ın, halkın ve Ebuzerlerin evi ve mücadele karargâhıydı. Muaviye’nin orada hükmü yoktu. Mescitlerin Allah ve Allah’ın ailesinden –halk- boşalıp halifenin karargâhı ve onun mollasının mekanı olması Ali’nin ölümünden sonradır. Mahrumlar şevk ve ümitle etrafında toplanıyorlar ve o insanlara “hak”la ikiz olan “hakikati”, “adalet”le yoldaş olan “İslam’ı ve ekmeği de düşünen Allah’ı öğretiyor, uyuşturmak yerine tahrik ediyor Yeşil Sarayı daha bitmeden viranelikle tehdit ediyordu.

Muaviye onu Kıbrıs cihadına gönderdi. Eğer fetih gerçekleşirse Muaviye’nin gururu ve “İslam’ın izzetidir!”, eğer Ebuzer öldürülürse, elini onun kanına bulamadan zararından kurtulmuş olur.[6] Ancak Ebuzer sağlam döndü. Gecikmeden cepheden mescide gitti ve işine tekrar başladı!

Muaviye Ebuzer’in, kölelerin hürriyeti ve açların doyurulmasını ne kadar istediğini biliyordu. Bir köleye: “Eğer bu altın kesesini Ebuzer’e vermeyi başarırsan özgürsün!” Köle, Ebuzer’e gitti. Ebuzer kabul etmedi. Köle ne kadar ısrar edip yalvardıysa da Ebuzer bir tek cevap verdi: Hayır! Sonunda köle şöyle dedi: “Ey Ebuzer! Allah seni bağışlasın, bu parayı al, çünkü benim özgürlüğüm sana bu parayı vermektedir.” Ebuzer cevapladı: “Evet ama benim de köleliğim bu parayı almaktadır!”

Hiçbir hile bu inatçı, cesur, zahit ve uyanık adama işlemedi. Sadece zor kullanmak kaldı. Muaviye Osman’a yazdı. Eğer Şam’a ihtiyacın varsa, Ebuzer’i buradan götür. Çünkü o yarayı eşeliyor. Patlama yakındır. Osman Ebuzer’i Medine’ye göndermesini emretti.

Onu tahta eğerli bir deveye bindirip birkaç vahşi köle gözetiminde Medine’ye gönderdiler. Muaviye yol esnasında –Şam’dan Medine’ye kadar- hiçbir yerde duraksamamaları emrini vermişti!

Medine’ye yaklaşıyordu. Yorgun ve yaralıydı. Şehrin kenarında Sel Dağı’nın eteğinde Ali’yi gördü. Yanında Osman ve birkaç kişi daha vardı. Ebuzer haykırmaya başladı:

“Medine’yi büyük ve sonsuz ayaklanmayla müjdeleyin!”

Halife hiç kimsenin Ebuzer’den fetva sormaması emrini verdi; ancak Ebuzer’in fetvaları peşpeşe geliyordu. Şam’da gördükleri onu daha kızgın ve mücadelede daha cesur kılmıştı. Ömer’in hilafet şurasının lideri Abdurrahman bin Avf öldü ve altın ve gümüşten müteşekkil mirasını Osman’ın karşısına yığdılar. Ebuzer Osman’ın şöyle dediğini duydu: “Allah Abdurrahman’ı bağışlamıştır. İyi yaşadı ve öldüğünde arkasında tüm bu serveti bıraktı!”

Ebuzer öfkeyle Osman’ın evine yöneldi. Yolda gördüğü deve kemiğini kapıp yola devam etti. Osman’ın başına dikilip haykırdı: Sen, ardında bu kadar miras bırakan adama, Allah rahmet etmiştir mi diyorsun?

Osman yumuşakça cevap verdi: Ebuzer, zekatını vermiş birisinin boynunda başka sorumluluk var mıdır? Ebuzer mal biriktirenler ayetini okuyup şöyle dedi: Burada söylenen şey, zekat değildir. Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda infak etmeyenlerden bahsediliyor.

Kab’ul Ahbar –eski yahudi din adamı- Osman’ın yanındaydı, şöyle dedi: “Bu ayet Müslümanlarla değil, ehli kitapla [yahudilik ve hristiyanlık] ilgilidir”.

Ebuzer bağırdı: Yahudizade! Bizim dinimizi bize mi öğreteceksin? Annen yasını tutsun!

Osman: Eğer bir adam zekatını vermişse, kerpiçlerinin biri altından, biri gümüşten olan saray bile yapsa, hakkıdır. Ardından Kab’a dönüp onun fikrini sordu. Kab: Evet efendim, öyledir! Ebuzer ona saldırdı. Kab, korkudan Osman’ın arkasına gizlendi. Halifeye sığındı. Sahne tamamdır! Tüm tarihin gösteri sahnesi! Bir tarafta altın, zorba ve hakim din, Abdurrahman, Osman ve Kab’ul Ahbar ve ne kadar net! Temel altın! Zorba hami, din zorbanın sığınağında yönlendirici ve karşısında Ebuzer; sömürü ve istibdad kurbanı, tarihteki mahkum din ve mazlum sınıfın tecellisi, Allah ve halk!

Ebuzer yalnız, silahsızlandırılmış ve mazlum. Ama yine de saldırgan. Kab’ı zorbanın sığınağında yakaladı ve deve kemiğiyle başına öyle bir vurdu ki, kan aktı.

Osman: Ey Ebuzer, bize çektirdiklerin ne kadar da arttı, buradan git!

Ebuzer sordu: Ben de seni görmekten nefret ediyorum. Nereye gideyim?

– Rebeze’ye!

Peygamber’in sürgün ettiği Mervan b. Hakem, Ebuzer’in sürgünüyle görevlendirildi. Ali olayı duyunca inledi; Hasan, Hüseyin ve Akil’i alıp Ebuzer’e yoldaşlığa gitti. Mervan Ali’yi engellemeye çalıştı: “Halife Ebuzer’le yoldaşlığı yasaklamıştır.” Ali kırbacıyla Mervan’ın isteğini reddetti ve Ebuzer’le Rebeze’ye kadar gitti. Rebeze, yakıcı çöl, susuz ve yerleşkesiz. Hacıların yolu üstündedir. Hac mevsimi dışında kimse oradan geçmezdi. Orada bir çadır kurdu ve birkaç hayvanla yaşamını sürdürdü.

Aylar geçti. Yoksulluk arttı, açlık daha da küstahlaştı. Hayvanları tek tek telef oldu ve Ebuzer’le ailesi çölün yalnızlığında ölümle yüzyüze geldi.

Kızı öldü, sabretti ve “Allah yolunda saydı.” Bir süre sonra açlık kurdu oğluna saldırdı. Sorumluluk duygusuna kapıldı. Medine’ye geldi. Osman’dan kestiği maaşını talep etti. Osman cevap vermedi. Eli boş döndü. Oğlunun cenazesi soğumuştu. Onu elleriyle defnetti.

Ebuzer ve Ümmüzer yalnız kaldılar!

Yoksulluk, açlık ve yaşlılık Ebuzer’i çok zayıflatmıştı. Bir gün artık son anlarını yaşadığını hissetti.

Açlık zorluyordu. Ümmüzer’e: Kalk, çölde dolaşalım, biraz ot bulup açlığımızı gideririz. Karı-koca ne kadar aradılarsa da bir şey bulamadılar. Dönüşte Ebuzer tüm gücünü yitirdi. Ölümün gölgesi çehresine inmişti. Ümmüzer ona seslendi:

– Sana neler oluyor Ebuzer?

– Ayrılık yakındır! Cenazemi yolun kenarına bırak ve yoldan geçenlerden defin işinde sana yardım etmelerini iste.

– Hacılar gitti. Kimse yoldan geçmez.

– Olsun! Kalk ve şu tepeye çık, benim ölümümde birileri hazır olacak.

Ümmüzer tepeden üç kişinin uzaktan geçtiğini gördü. İşaret verdi. Yaklaştılar.

– Allah sizi bağışlasın, burada bir adam ölüyor. Onu defnetmekte bana yardımcı olun ve karşılığını Allah’tan alın!

– O kimdir?

– Ebuzer!

– Peygamber’in dostu Ebuzer mi?

– Evet!

– Anne babamız sana feda olsun ey Ebuzer!

Başına geldiler. Hâlâ yaşıyordu. Onlardan şunu istedi: Hanginiz devlet adamı, casus ya da askerse, beni gömmesin. Eğer benim ya da karımın bir parça kumaşı olsaydı, onunla kefenlenirdim.

Sadece Ensar’dan bir genç serbest meslek sahibiydi. Şöyle dedi: Şu yanımdaki kumaşı annem örmüştür. Ebuzer ona dua etti ve o parçayla kendisini kefenlemesini istedi.

İçi rahatladı. Her şey sona ermişti. Gözlerini yumdu ve bir daha açmadı. Yoldan geçenler Rebeze çölünün sıcağında onu defnettiler. Ensarlı genç, mezarı başında durdu ve dudak altından söylendi:

Allah Resulü doğru söyledi.

“Yalnız yol alır,
yalnız ölür
ve yalnız yerinden kaldırılır!”

Ali Şeriati

[1] Belki de Kur’an’ın hayret verici şu tabirinin anlamlarından biri de budur: İbrahim tek başına bir toplumdur (ümmettir)!

[2] “Ticaret” ve “ziyaret” tarih boyunca bir bedende iki simadır: İktisadi beden. Kureyş’in Kabe’ye dini bağlılığı, Kabe’deki putların önemi, dini, sınıfsal ve ırkçı şirki koruyan budur ve tevhid devriminin etkisinin anlaşılacağı yer de burasıdır.

[3] Ayaklanabilir demiyor, hatta ayaklanmalıdır da demiyor. Ayaklanmamasına şaşıyorum diyor. Bundan da önemlisi, yöneticiye, sömüren sınıfa demiyor. Halka karşı diyor! Yani eğer sen açsan, bundan bütün toplum sorumludur.

[4] Teğabun Suresi, 64/17

[5] Ali İmran Suresi, 3/97

[6] Şia bu rejimde şu fetvayı verdi: Hak ve doğru imamın önderliği olmaksızın cihad yapılmaz.

Sesine Yaslandığım

saçlarından sağdığım umudu
dudakları çatlamış ömrüme içirdim
kahır yumağı zamanın ortasına
mayaladım çay rengi gözlerini…
toprakları kurak yüreğime ektim
sesindeki taze yeşili…
sakın susma!

anlat bana…
delik heybendeki
ağlak yalnızlıkları
kırık testine doldurduğun
içli yağmurları
her gittiğin şehirde
seni tanıyan vefalı kuşları…

sen yazgısına ağıtlar yakanım
kanserleşmiş keşkelerine dayanamazken mi
denize döktün bunca mevsimi…

anlat bana…
gölgeni çalan martıları
intihar düşkünü gözlerinde
doğan öksüz çocukları
tenhalaşmış yüreğinde
kalabalıklaşmış sesini…
çürümüş kentlerde
kamburlaşmış düşlerinle
kazandığın zafersiz savaşları…

sen öldükçe güzelleşenim
yaralarını gün ışığı yakmasın diye mi
sıkı sıkı kapalı perdelerin…

anlat bana..
kendi sesini ararken
eskiyen vatansız ayaklarını
zamansız acıların öldürmezken
nasıl aşık olduğunu…
gökyüzünü maviye boyarken
şehrin bütün kornalarına basıp
serçelere yol açtığını…

sen aşkı biriktirdikçe azalanım
gün/eşin uzağına düştüğünden mi
kanatlarını kendin koparışın…

anlat bana…
usulca gökyüzümden kayarken
ıssız topraklarını üstüne çekişini
gecenin rengini giyinirken
ölmeden az evvel serçelere
bağışladığın şiirlerini…

Ezher

Ağlarım ağlatamam

Bana sor sevgili kâri’, sana ben söyleyeyim,
Ne hüviyyette şu karşında duran eş’ârım:
Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri;
Ne tasannu’ bilirim, çünkü, ne san’atkârım.
Şi’r için “gözyaşı” derler; onu bilmem, yalnız,
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!
Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!
Oku, şâyed sana bir hisli yürek lâzımsa;
Oku, zîrâ onu yazdım, iki söz yazdımsa.
Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim,
İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim.
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:
Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek.

Mehmet Akif

başkaya acele iki bilet

Kaç dil biliyorsun Benle o kadar konuş Gerisini hayat halleder
Her kelimen bir zahmet başka coğrafyadan olsun
Sen başka coğrafyadan o Etin kokun başka başka dil
Yahu benim dediğim o değil Sen üzgün gezegen ol diyorum
Bacakların güzel olsun Yüzün gözün önemli değil
Öpüşmesen de olur Beni zaten herkes öpüyor
Sevişmesen de olur Beni zaten herkes seviyor
Kaç dil biliyorsun Benle o kadar konuş Gerisini tanrı halleder
Yok öleceksen söyle başka sevgili bulayım eşten dosttan
Yani aslında ölmesen de olur Zaten herkes bugünlerde başka ölüyor
Herkesin de ölmesi de değil mesele Sen tüm aşka egemen ol diyorum
Sonra sarılır sarılır uyuruz Aman ne romantik ama ne
Bırak fincan kırılsın Tabaktaki fal ikimize de yeter
Bu gece kar yağacakmış Biraz üşürsem yalnızlığımız geçer
Hatırla dizlerine yatıp sana sorduğum sorulardan ilki:
Yıldız ibikli kaç tavuk çalabilir kalbin kümesinden bir tilki
Başka soruları düşünme Bu aralar nedense herkes başka fikirde
Gülün, karanfilin derdi yoksa o renk cümbüşleri ne diye
Ekose pantolonumu, spor ayakkabılarımı, yeni gömleğimi giydim
Başkasına gitmene gerek mi var Ben geliyorum seninle
Kaç dil biliyorsan o kadar uzaklaşırız Yol ve mevzu bulmak kolay
Bakarsın kötü arkadaş da ediniriz börtü böcekten itten kopuktan
Yahu benim dediğim o değil Bir anlasan gerisini başkaları halleder
Düşünsene oturup sabaha kadar bunları konuşmuşuz Yalnız ikimiz
Dışımızda başka kim varsa Hepsi kaybolmuş Medeniyetler seviyesinde
Kaç dil biliyorsun Benle o kadar konuş Gerisini sokak halleder

küçük İskender

Hayır duası

 Dilencinin avuçlarında acı birikir de
Yangınlara benzeyen günler yaşarım
Yoksulların gözyaşları dökülür defterlerime
İntihar etmek için çıktığım kulelerden
Yaşamayı öğrenerek inerim
Göğsüm kendine yetmeyen aşklara mezar olur
Defterlerimin sayfalarında çocukluğumu
gizlediğim ormanlar iç çeker
uykusu kaçar ölülerin
satırlarına sığındığım kitaplar kilitlenir
menzilinde yaşadığım nefret bulaşır
kelimelerime
ziyan olur bütün sözlerim
yüzümün gürültüsüyle rüyalarım dağılır
bir gölge kalır benden geriye
Işısın içimdeki kandil
Beni öldürenler uzun yaşasın
unutkan bir yürüyüşe dönüşsün
adımlarım
yeşersin dudaklarımda kuruyan şiir
Gözyaşı ve keder
Kan ve irin
Kin ve Öfke
hepsi geçer hepsi geçer
hepsi
Dönme vakti gelmedi mi?
Annem tuz almaya göndermişti beni

Şehmus Ay

Rüyam Gördü Seni

Çöl…
gün uçtu
göz çelerip
kapanana dek
“maviye gel!” diye bağırıyordu adamın biri
elinde bir parça puslu gök
suflör unutmuş çoktan, bir eski replik
“aşkım onurumdur, düşürmem!”
dur! bekle…
biraz daha ölme’sen
yeni bir hüküm biçelim
bu şarabî kumaştan, sek!
vardır herkesin bir leylâsı
-âmennâ-
ama çöle…
…kays gerek!

Vaha…
sürüleyim istedim, içindeki gurbete
gül uğrusu sabanınla
ağzımda günâşık tohumları, tırrım tırrım trampetler
otların zamanı örttüğü o yerde:
şeb-i yeldâ’dan da uzundu gece, upuzun
şaraba durduğum, kıyâma durduğum, aşka durduğum
usulca batardı aramızda bir ada
göğsünün eterinde kırkikindiler
halil ibrahim sofraları
ikrâr ile, ikrâr ile
sürdüm kendimi ağzına
ağzın ki kutlu yenilgim, şenlik ateşim
-ah, o kalabalık tenhâ!-
kim ister çarpışmayı bir yıldızla?
ben, istedim!
Ilgım…
ne zaman saysam göğü bir kuş eksik
kaç kuş saydıysam biri fazla göğünden
huysuzum ah, kırılma kusurum
yokluğun kaç ülke eder
kırlangıç uçuşu?
yordum yoruldum, duydum ki
en güzel ergânunlar susarmış
uykusuz bir güneşin değdiği
-tâbiri câiz
izi kelâm!-
saklanma boşuna
rüyâm gördü seni

Perihan Baykal

Ben Sensizliği Yalnızlık Sanmıştım

yalnızlıklar

‘insana en yakın yalnızlıktır insan’

ben sensizliği yalnızlık sanmıştım bir keresinde.
(yalnızlık bende bensizlikti oysa;
ya da bende birçok ben.)

neresinden bakılırsa bakılsın,
her cümlede bir çift göz vardır
ve her noktada bir insan.
o insan ki, bakar bize ve ötemize;
ve o insan ki, giyindiği zamanın gerisinden sorar
hep
kaygılanır, duraksar ve sessizdir;
ve geldim demenin bir sessizliği varsa, öpüşelim
demenin, sen hala gitmiyor musun demenin ya da
ölmek istemenin bir sessizliği varsa,
kelimeleri de vardır sessizliğin
duruşun kelimeleri vardır;
bakışın, uzanışın,
gülüşün…

ama, yalnızlığın kelimeleri yoktur.
o, bütün kelimelerden oluşmuş bir kelimedir.

yalnızlık postacıların taşıdığı yüktür çoğu kez,
birikir kalem uçlarında, kağıtlarda, zarflarda.
bakışlarda birikir, susuşlarda, bekleyişlerde, kapılaarda
ve birikim yüktür her zaman,
yalnızlık bir yükün ağırlığıdır.
yorgunluğumuzu o nesnenin kucağından
o nesnenin kucağına gezdirirken,
yürür yada koşarken,
coşarken ya da
deli dolu yaşarken
ansızın ölümü istemektir yalnızlık;
kendimizin kendimize sağırlığıdır.

masa çırılçıplaksa bir sandalyeyi gösterir bize
siyah beyazı, beyaz siyahı gösterir.
uzatmıştır parmağını bir çocuk, uzakları;
uzaklarsa çocuğu gösterir.
ottur taş dibinde salınır boyunca, rüzgarı;
rüzgardır çullanır üstüne
otu gösterir.
adımlarımızın ürkekliğidir,
basacağınız yeri;
kuştur gökyüzünü,
gökyüzüdür kuşu gösterir.
ne
neyi
neyle örterse örtsün,
her şeyin bir göstereni vardır.

yalnızlığı gösterense, her şeydir.
yalnızlık alıp karşına kendini
öteki kendinlerle konuşmaktır
bakışmaktır öteki kendinlerle;
dövüşmektir.
kimi zaman da, öldürmektir
içlerinde en çok sana benzeyeni,
benzemiyor diye.

yalnızlık, öldürmektir.

ben sensizliği yalnızlık sanmıştım bir keresinde.
sensiz kalmamak için sendim o vakitler;

yüzün gelirdi bir yerlerden bir ülke,
kokun gelirdi bir bahar
ve gülüşün gelirdi bir düş gibi,
ille de kendi kendine vurmuşluğun gelirdi de;
ben hep şarkı sanırdım gökyüzünü
kim bilir kimin söylediği.
ıssız teknelerle kıyılarıma koşardım hemen,
bakardım (bakmak uzanmaktır);
atlaslar yırtılırdı düşümün bir ucunda,
bir ucunda ben;
ve suların unuttuğu yunus hıçkırıkları vururdu alnıma
dudaklarımdan tuz kervanları yürürdü.
kervanlar ki, birer seraptır harami günlüğünde.

ben sensizliği yalnızlık sanmıştım her keresinde.

sensiz kalmamak için sendim o vakitler;
seni uyuyordum sürekli,
seni içiyordum çay diye,
cennet diye seni düşlüyordum
-ki, sen yeşil çıplak bir yeşildin gözümde
cennetten damıtılmış
(oysa cennet, gelecek korkusunun
en düşsel çocuğuymuş, uzaktan emzirdiğimiz);
ve çarşaflar dillenince ayak seslerinde,
çıldırıp dağlarıma çıkıyordum ben;
dağlarım sendin.

gece gece yatak yalnızlıkları vardır bu yüzden,
masa yalnızlıkları vardır sandalye sandalye,
mutfak yalnızlıkları,
düş yalnızlıkları
ve gülüş
ve iş
ve bakış
ve söyleyiş
ve susuş,
hatta park, cadde ve duruş,
sonra dökülüş,
sonra yerlere kadar bükülüş
ve gidiş geliş
ve yöneliş yalnızlıkları vardır.

ölümün yalnızlığı yoktur ama;
ölüm, bir başına yalnızlıktır

yalnızlık kendini her gün yıkıp her gün kuran
çok eski bir handır.
taşlarında yüzyılların parmak izleri vardır,
burçlarında göğü;
ve odaları birer andır.
kilidi zamandır bu hanın,
pencereleri dışarıdan çok içeriye bakar,
kapıları dışarıdan çok
içeriden azdır;
hanlar ki yorgun yolcuların çaldığı
yitik bir sazdır.

gece gündüz seninle gezer yalnızlık;
adımlarının önünde düşlediğin
adımlarındır kimi zaman.
biraz sonradır yani;
sen buradayken
mutfağa gidip sana dönen sendir.
kapıyı kilitledim mi’dir yürüdükçe,
musluğu kapattım mı’dır.
ya da kollarının salınımında
bir afişin rengini duymaktır ansızın;
bir tekerleğin ağırlığını
ayak izlerinde görmektir.

yalnızlık düşen bir bardak sesidir
dönüp baktığın,
kırılan şarap şişesidir ya da
ağzındaki cümleyi kana bulayan.

yalnızlık hadi gidelim’dir çoğu kez,
hadi n’olursun.

ister içinden bakılsın ister dışından,
bütün pencereler
birer yalnızlıktır ev denen yalnızlığın yüzünde.
çatılara üşüşen antenlere bakmayın, yalnızlıktır;
camları titreten şu müzik,
şu perdeler
ve omzunuza çarpıp geçen şu bıyık,
şu bira kasaları sonra,
şu mikrofondaki ses,
şu gülüş,
şu öpüşme
ve bütün alışverişler
yalnızlıktır.
gece, gündüz sizinle gezer, yalnızlık.

kimileri düşer yalnızlığa,
kimileri yükselir.
düşenler için ufuk yoktur artık;
bütün renkler beyazdır,
sesler birdir
ve yarın belki’dir,
dün şüphelidir,
bugün nerededir?
üstelik, sular kaskatıdır,
yönler düğümlenmiştir.
ve aynadır her şey;
tozludur anılarla,
kat kat kirdir.

düşenler için yalnızlık,
durup dinlenmeden akan susuz bir nehirdir

ben neyi yalnızlık sanmıştım bir keresinde?

sulardan bana akanı bilmiyordum o vakitler,
elmalardan, vitrinlerden, bebeklerden
bana akanı bilmiyordum.
pencere camı çatlasa
içimde bir cam fabrikası yıkılırmış bilmiyordum.
güzelliklerim güzelliklerinizdendi
güzelliklerimi bilmiyordum.
çirkinlikler varmış insanı büyüleyen,
bilmiyordum.

“gözün gördüğünü el, elin gördüğünü göz görmezmiş”
bilmiyordum.
nesneler adama tasma takıp gülermiş,
bilmiyordum.
bütün şarkılar aynı makamda okunur
ayrı makamda dinlenirmiş
ve susmak da bir şarkıymış
bilmiyordum.
Bütün şarkılar aynı makamda okunur
ayrı makamda dinlenirmiş
ve susmak da bir şarkıymış
bilmiyordum.

Ben yalnızlığı ne sanmıştım bu keresinde?

Hasan Ali Toptaş

Beni Aşka Terkettiğin İçin Seviyorum Seni

bir sır -çocuksun, yalnızca aşk açık sende,
ne sen kalıyorsun ne o, aşktan başka
biri yok, gel, aşk istediği için varsın,
ne onu kurtarıyorsun ne kendini, aşktan başka
biri yok, git, aşk istediği için yoksun

ayrılıktan değil, taşıdığı saflıktan konuşursun;
ayrılık sana dönmektir, yeniden bana
ruhumuz öpüşür ya, başkasındayken ağzımız,
gövde gözaltındadır, oysa ruhumuz sere serpe
seni senden beni benden bağışlar birbirimize

bir sır- çocuksun, aşkla açıyorsun kullandığın her şeyi
burda değilsin, çoktan çekilmişsin ve seninle
gitmiş senin olan, her zamankinden çoksun bu evde,
çünkü aşk hepimizden çalışkandır, ben duruyorum
vefa aşk listesindeki ceza nöbetine

bu karanlıkta daha iyi görüyorum seni
aynı tünelden geçiyorsun gelişte ve gidişte
kavuşmaya, ayrılığa aynı yolu kullanıyorsun,
beni büyüten aşktan söz ediyorum, yolculuğa övgü,
zaman yok ki aşktan başka, uykusuzluğa övgü,

bir sır- çocuksun, baştan çıkarır gibi açığa çıkardın beni,
ayrılık mı; beni aşka terkettiğin için seviyorum seni!

Haydar Ergülen

Güzellik Uykusu

İbrahim bey bu gece eve gelmedin
Kaç kez açıldı senin için kimdir o penceresi
Farkında mısın bilmem
Düşmansız yaşamak köreltiyor adamı
Ve insanı yoruyor başkasının şarkısı
İşte bundan dolayı düşmanı püskürtmekten
Vazgeçip susuyorum ve tüfeği alnıma
Kaş diye çatıyorum.

A benim
Oğulotu bitmeyen topraklarda
Şaşırıp kalan kalbim
Senin Türkçen yok mu, anlatıyorum işte
Bir kuş kalbi misin ki ürkmek için bahane
Arayıp duruyorsun.
Bize dönecek oysa o güzel ölüm
Yatacağız beraber güzellik uykusuna
Her gün bahar olacak ve onun temizliği
Yeni yıkanmış tül perde ne ki
Benzetecek bizi dağların doruğuna.

Ölümden korkuyor musun diyor okurun biri
Neden korkayım, ona ne yaptım ki
Bir kez olsun binmedim saltanat kayığına
Ve ömrüm boyunca
Heyelan bölgesinde yaşadım sanki

Başım çatlıyor bakalım ne çıkacak:
Toprak bile yaşlanıyor demek ki…

İbrahim Tenekeci

Kadın Erkeğin Geleceğidir

Kadın erkeğin geleceğidir
Renktir kadın onun ruhunda
Uğultusudur sesidir onun

Yoksa kadın eğer bir küfürdür erkek tanrıya
Meyvası olmayan bir çekirdektir yalnızca
Dili korkunç rüzgarlar estirir o zaman
Harap eder hayatı tahripkardır
Mahveder kendini kendi elleriyle
Söylüyorum işte size
Erkek kadın için doğmuştur aşk için doğmuştur
Değişecek bu eskimiş dünya değişecek
Önce hayat sonra da ölüm
Ve bütün birlikte paylaşılan şeyler
Hayatın ilk adımları ve kanayan buseler
İşte o zaman görülecek erkek ve kadın çiftinin hükümranlığı
Portakal ağaçlarının nasıl yeryüzüne bir kar gibi yağdığı

Louis Aragon