Alacakaranlıkta

Yine ikimiz, koyuyoruz ellerimizi ateşe,
sen nice zamandır yıllanmış gecenin şarabı aşkına,
ben ise sabahın hiç sıkılmamış pınarı uğruna.
Körük, güvendiğimiz ustasını beklemekte.

Keder yaydığında sıcaklığını, geliyor cam ustası.
Gidişi ortalık ışımadan, gelişi çağırmadın sen, hem de
yaşlı, aklaşmış kaşlarımızın alacakaranlığı kadar.

Yine kurşun dökmekte göz yaşlarının kazanında,
sana bir kadeh için – kutlamaktır önemli olan yitirilmişi-
bana da isli cam kırıklarım için – ateşe saçılmakta.
Ve sana kadeh kaldırıyorum, gölgeleri çınlatarak.

Anlaşılır şimdi kimin çekindiği,
ve kimin sözünü unuttuğu. Sense
ne bilirsin, ne de istersin tanımayı,
kenardan içersin, serindir diye
ve ayık kalırsın, tıpkı eskisi gibi,
üstelik belli ki, kaşların hala çıkmakta!

Bana gelince, bilincindeyim yaşadığım
aşk ânının, cam kırıklarım saçılıp ateşe,
yine o eski kurşuna dönüşürken. Duran
benim merminin ardında, hayal gibi,
yalnızca tek gözü açık, hedefinden emin,
ve sıkıyorum onu, sabahın ortasına.

Ingeborg Bachmann

Okulda Öğretilmeyen Şeyler

Aklıma geldikçe okulda öğretmedikleri şeylerin listesini yapıyorum. Okulda bir insanı nasıl seveceğinizi öğretmezler. Artık sevmediğiniz birini nasıl terkedeceğinizi, başkalarının zihninden geçenleri okumayı, ölmekte olan birine tam olarak ne söylemek gerektiğini de öğretmezler. Aslında bilmek gereken hiçbir şeyi öğretmezler.

Neil Gaiman

Sen Gelmesende

Sen gelmesende bu yangın çıkacaktı
bir kırlangıç bizi ikiye bölecekti
yeni adlar koyacaktık bitkilere
son yaz güneşi de
çekip gidecekti asmalardan
senin kokun da gidecekti unutacaktık.

Salih Bolat

Düşlerin Ayrımı

beni sokakların masalında unutun
karanlık yarımadanın suç ortağı yapın
seranın doluyla kırılan camlarına benzetin
yanıltın, asit yağmuruna yakalanan kuşlarla
bahse girin sayfayı karıştıranın ben olduğuma
denizin suratında patlayan gökle avutun beni
beni demiryolu tünellerinin uğultusunda unutun.

ağaç kabuklarının içinde yürüyen kurtçuklarla değil
kuzeyin soğuk yüzüyle kıyaslanmış sözcüklerle değil
korkuyu bölüşen hırsızların cesaretiyle değil
güneşin papatyalarda kayboluşu gibi bir şeyle
evet, o şeyle avutun beni
beni nöbetteki askerin yalnızlığında unutun.

“aşk bir suçlamadır, sonuna kadar yaşanmamışsa”
hayır, kimseyi suçlamıyorum böyle bitmişse
bu uzattığım kasımpatı demeti, işte alın
bir kelepçeye uzatır gibi uzatmayın ellerinizi
şafak köylerinin buğusuyla avutun beni
beni dipte kaybolmuş batığın düşlerinde unutun.

Salih Bolat

Ağıt

annem mi bir kadın
geciken bir kadın gece yatısına
ölüm kendini göstereli babamın saçlarından
günübirlik bir kadın
üsküdar’la istanbul arasında

babamdı sakalıydı babamın
bir akşam göle batırdı
çıkmamak üzere bir daha
hepsi de ekmek kokardı
sayısı unutulan parmaklarının

akşam bir attır bütün ülkelerde
serin esmer bir attır
terkisine çocukların bindiği

Kemal Özer

Yatağım

Ben ki her akşam yatağımda
Onu düşünüyorum.
Onu sevdiğim müddetçe
Yatağımı da seveceğim….

Melih Cevdet Anday

Bu Kırlangıçlar Gitmemiş Miydi?

Giden gelen yok. Bir titreşimdir bu.
Duragan fulyanın üstünde arı
Bir diyapozon gibi titremekte. Kırlangıç
Tarihsizdir. Belleğim sarsılıp duruyor denizde.
Martı bir uçta kanat, bir uçta ses.
Ya sabah, ya öğle. Gemici ve bulut,
Güneş ve yağmur kıl payı bir dengede.
Dolu bir boşluğu doldurup boşaltmak işimiz.
Ölülerle, gecelerle, sümbüllerle.

Melih Cevdet Anday

Gelecek Uzun Sürer

O günden beri sanırım sevmenin ne olduğunu da öğrendim: atılganca kendi duyguları üstüne “abartmalı” iddialara girmek değil, karşıdakine özenle davranmak, onun arzularına ve ritmine saygı göstermek; hiçbir şey istememek, verileni kabul etmeyi öğrenmek; her armağanı yaşamın bir sürprizi olarak kabul etmek; aynı armağanı ve aynı sürprizi iddiasızca, hiçbir zorlamaya başvurmadan, karşıdakine de yapabilmek. Özetle, yalın özgürlük! Cézanne neden Sainte-Victoire dağının her anının ayrı resmini yapmıştı? Her anın ışığı ayrı bir armağandır da ondan.

Demek ki yaşam, tüm dramlarına karşın, hala güzel olabilirmiş. Altmış yedi yaşındayım; kendim için sevilmediğimden gençlik tanımamış olan ben, şimdi kendimi hiç olmadığım kadar genç hissediyorum. Bu iş yakında bitecek olsa da.

Evet, bazan gelecek uzun sürüyor.

***

Bir tedirginliği ancak bitmez-tükenmez başka tedirginliklere düşerek yatıştırma düşüncesi benim yazgım artık.

***

Zaman sıkıştırıyor insanı, yitip giden zamanın doğurduğu kaygı, umarsızca elimizden kaçırdığımız yaşam… Sonsuz bir sabır ve özel bir bağış olmaksızın, beni bekleyen şu iki sondan birinden kurtulamayacağım: kendini kandırmak ya da acı çekmek.

***

Burada, ilişkilerimiz tanımlanamayacak bir düzlemde, gerçek ve kurmacanın, gerçek ve yalanın karışımında yer alıyor. Kim bilir kaç kez, benimle konuşan birinin ciddi olup olmadığını, alay edip etmediğini düşünürken, hatta doğru bir yanıt alamayacak olsam da beni kandırıp kandırmadığını soracakken durdurdum kendimi, bunu yapmayı yasak ettim kendime.

***

Ama başa çıkılmaz görünen şeylerle sonunda baş edildiğini, en acı olayların bile gerçekte çok yalın olduğunu ve bunları yaşamanın değil, verdikleri korkunun daha ağır olduğunu da öğrendim. Uzaktan bana acıyanlar, gerçekte bana neyin acı verdiğini bilmiyorlar, acı çektiğimi düşünüyorlar yalnızca. Çoktandır geride bıraktığım, karşı karşıya gelip alt ettiğim bir acıyı yaşamamı bekliyorlar.

***

Yağmurun süresi üzerine düşüncelere dalınca Chamisso’nun bir şiirini anımsadım: Ağustos ortasında (Almanya’da) öteden beri buğday ekilip biçilen topraklar, ekinleri tehlikeye sokan, insan yaşamını tehdit eden dinmek bilmez yağmurların baskınına uğruyor; bulutların dağılıp uzaklaşması için geleneklerin ve umurların yardımıyla gökyüzünü efsunlamak üzere bir kurul toplanıyor. Dualar bir işe yaramıyor ve inatçı yağmur, yaşı gereği toplulukta yağmurun tutumunu herkesten daha iyi bilen en yaşlı adamın uyarısından sonra diniyor: “yağmak mı istiyor? bırakalım dilediği kadar yağsın”

***

Yaşam boyu saklandığı için söylenmesi ağır gelen sözler vardır…

***

Önümde Helene var, o da sabahlıklı; karyolanın kenarına oturup geri kaykılmış durumda, sırtüstü yatıyor; bacakları gevşekçe yerdeki halının üzerine salıverilmiş.

Diz çöküp onun üzerine eğiliyorum ve boynuna masaj yapıyorum. Hiç konuşmadan onun ensesini, sırtını ve böğürlerini ovduğum çok olmuştu.

Ama bu kez boynunun ön tarafını ovuyorum. İki başparmağımı göğüs kemiğinin üst tarafından etin yaptığı çukurluklara bastırıyorum ve öylece basılı tutarak yavaş yavaş birini sağa birini sola, kulakların altındaki sert bölgeye doğru kaydırıyorum.

Helene’in yüzü dingin ve huzurlu, hiçbir kımıltı yok; açık gözleri tavana dikili.

Birden dehşete kapılıyorum: gözleri çakılı oldukları yerden hiç oynamıyor, ve daha da önemlisi, dişleriyle dudaklarının arasında beklenmedik bir şey, küçük bir dil parçası, öylece kalakalmış.

Elbette daha önce ölü gördüğüm olmuş, ama boğazı sıkılarak ölmüş birinin yüzünü o ana dek hiç görmemişim. Yine de karşımdakinin böyle ölmüş biri olduğunu hemen anlıyorum. Peki, nasıl olmuş da?.. Birden doğrulup bağırmaya başlıyorum: Helene’i boğmuşum!

Louis Althusser

Oğlumu Çok Özlüyorum

“Oğlumu -dedi-
Gördüm geliyorum.”
Oturdu derin bir nefes aldı
Sigarasından.
“Oğlumu -dedi-
Çok özlüyorum.”

Acısı anlamsız bir ayıbın
Baskı duvarlarına
Sığacak gibi değildi.
Eğildi uzun uzun
Eğildi gözlerime
-Soğuk sularda susuz
Bir çift dudak gibi-
Kirpikleri gözlerime değdi.

“Oğlumu -dedi- görseydin
Sana çok benzerdi.”
Oturduğu yeri incitmiş gibi
Doğruldu usulcacık
“Üç yıl oldu -dedi-
Pencerenin önünde
Kitap mı okuyordu, türkü mü
Yoksa bir kitabı türkü gibi mi…
Camlarda canhıraş bir ölüm ıslığı…
O kuğu boynundan kanlı kurşunu
Çıkarmaya gerek kalmadı
Ölü parmaklarındansa, yumulu
Öyle zor çıkardık ki
Kitabını…”

Dalgın ve yitik yürüdü
Döndü son kez
“Oğlumu -dedi-
Çok özlüyorum…”

Şükrü Erbaş
1981
-Küçük Acılar-

Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası

charles chaplin bir savaşta yitirdim sakalımı
çıkmazlığın grev sesi umutlarımı vururken
yendirdim bıyıklarımı papağan kuşkulara
biraz elma şekeriyle kazıdım sakalımı
      lohusa şerbetiyle kazıdım sakalımı
           yanaklarım paprika lahmacun ister misiniz

al işte sana böyle yüze böyle güz
       demeyin deseniz de sakal yok ya ucunda
bu güz vermedi tarla seneye bıyık kerim
ben ettim siz etmeyin sakal veririm size
iğne iplik elimde bıyık dikerim size
             yanaklarım taşlıtarla kurabiye yer misiniz

Sayın bayan dursanıza gözünüze kuş kaçmış
bu bıyık hiç gitmemiş sesinizin rengine
sakalınız uzamış inmiş ta belinize
at kuyruğu yapınız ya da örgüleyiniz
kedinizin bıyığını usturayla kesiniz
              yanaklarım bileytaşı ispirto sever misiniz

yoksul ve utangaç bir müşteriyim ben
sizde güneş bulunur mu biraz/kaktüs alıcam
saksılarım yeşersin üç beş bulut verin de
çok üşüdü güneşten şizofreni olucak
çabuk olun lütfen dikenleri solucak
          yanaklarım gobi çölü soğuk su içer misiniz

yüzüm eski bir artist yaşlandıkça shirley temple
elimde bir baş soğan bir baş sarımsak
ah ne kadar şakacısınız hiç hamlet oynamadınız mı
olmak ya da olmamak bütün sorun bu
           yanaklarım yul bryner şimşir tarak ister misiniz

Arkadaş Z. Özger