Oğlumun Gölgesi

yelken gibi şişti rüzgâr yüzüm oyuk oyuk
kırgınım ölüden kalan giysiler içinde erselik
bir meme mi bu dikelen gece şu saatte hâlâ
hapşıranlar olmalı kendini düşe sayan unutan
büyük kibire atanan cüce bir memur tımarlı
rakılarla korkunç bir sataşma mübaşir çağırmadı
demek ben de masumum

kuluncu alınmış bir zaman daraltılmış pantolonlar
içinde semiz şehrin virgülleri yok hazır
düşler satılan çarşılar kapalı burada artık
Hiçkimse’nin külüyüm anlamsız zayıf kederli
göğsüne yarayla başladı oğlum nasıl üzgünüm
kollarım açık belki ben de çarmıhım ağzımda unf
çarh gibi tuhaf sözcükler sanki bir Göl tercümesi
şitâb hattâ hab gibi sesler çıkar ulurum

soluk derler ona hadi oğlum bir tarihi var onun

biri elma soyacak durup bana bakıyor yanlış
diyorlar ordan yanlış kuş kanatla yazılır dışarda
ağır aksak bir dışar asılmış bir pencere çok sakallı
bir ay süt gibi gerçek şeylerden konuşmalı âh
ölüyle geçirdiğim haftanın saçları mı uzar
yollarda bayraklı infial uzun uzun kırılan
yüzüm yalnızım aylak gençliğimin veda partisinde
meraktan üşüyen o bâğ o bâğbân da yaralı

soluk derler ona hadi oğlum bir tarihi var onun
Partlar Akadlar Elamlar yemyeşil bir indus gamlı
bir Samsat seninle katıldığım kavmin hâtırâtı
gri yumuk gözlerle açıldığın ölüm de benim
kendimi duyduğum bütün vadiler yine güz
şu güz bize de borçlu terin bir şekle eşyanın bir
isme döndüğü yer ah vefanın kolları kısaymış
senin inleyen ağzında bitiyor ma’nâ

soluk derler ona hadi oğlum bir tarihi var onun

girye girîn ve crying dört dilde ağlıyorum
vedanın yaslı ellerine tutunarak çekiyorum uzağı
boynumu unuttuğum odalardan aceleyle toplanmış
gemiler gümüş gemiler sarı gemiler batık gemiler
tesekkün yahut ağırbir dengbéj havası içinde Kürtçe
ezgin olduğum dil tutup herkesi yitirdiğim babanın
oğula kestiği vakiymiş meğer burada buranın
uzayında kımıldayan ceset benimmiş fakat

çıktığım her avdan kanlı sözcüklerle döndüm barbar
fatihlere ulandığım seneler çılgınca bir katılım duygusu
herkesin uzağına düşüren fakat bunu sevmemeli
bir gölge bir is çıplak ruhun kınında parlayan şehvet
vahşetin emzirdiği sakar bir ülke nehir boyları
gülmek ya da uyumak uzun yataklarda iyimser
ahmaklara kanmak kendini bir şey sanmak

soluk derler ona hadi oğlum bir tarihi var onun

göğsüne bakıyorum kekeme bir Venüs’le acının
düşünceye döndüğü gözlerle kani’: hayat kazanır
sonunda ne büyük çaresizlik ne beter inanç öykü
değil dedim nihayet bu bir atmosfer delirdim ağrımla
mayalayıp bütün evleri kurşun tahtıma kuruldum
bana ölüm suresi bir oğul suretinde inecekmiş meğer

ağıt bilirim ana dilimdi uzun sıska uyaklarla yaralı
memelerini merak ettiğim kadınlarca söylenirdi Ah,
Nijad’ı bildim sonra gölgeyle konuşan yitik yaşları
köprü mü demiştim usançla inanç arasına nasıl asılırsa
çamaşırlar iki kardeş balkona yoksa kendimi bu acı için
mi büyüttüm ah benim bu benim kırık çopur hiç
toprak yiyerek büyüyen sefil son demdir anlıyorum
evet burada bitiyor harflerini gövdemle kazıdığım mesel
süngüm kırık, oyuncak bir babayım artık!

Selim Temo

Kırılan Ümit

Bakışlarımda değişti artık eşyaların rengi
Anlıyorum ki, gençliğim geçmiş, geçmiş ömrümün yarısı

Gözlerimi çevirsem, hayatımın göklerine
Oradadır, genç hilalin yerine dolunayın ışığı

Hangi dert ile kalem oynatsam kağıt üzerinde
Uçmaz evvelki deli, saf, genç sevgi kıvılcımı

Ey mukaddes, kederli sazım, neden pek az çaldın?
Sen kırılıyorsun, ben sönüyorum, ayrılıyoruz sonunda!

Uçtu dünya kafesinden sıkılıp gönül kuşu
Mesut yaratsa da, yabancı yaratmış cihana Tanrı

Ne kadar hüzünlensem, konup milli ağaçlar üstüne
Hepsi kurumuş, bir tane bile yok canlısı, yapraklısı

Olmadan altın yarım, soğuk yarım sen de benim
Bir tebessümle hayat yolunu aydınlatıcım

Göz yaşın bile kurumadan ağlarken vefat eden anne
Cihan ailesine neden getirdin yabancı insanı

Öptüğünden beri anneciğim, en son defa sen beni
Her kapıdan kovdu oğlunu, muhabbet bekçisi

Bütün gönüllerden ılık, yumuşak, kabrinin taşı
Orada aksın göz yaşımın en acısı ve en tatlısı.

Abdullah Tukay

Üzilgen Ümit

Küz karaşımda hezir üzgerdi eşyalar tüsi
Sizile: Ütti yeş vakıtlar, citti gumrim yartısı

Küz tigip baksam eger de turmışımnıñ kügine
Yeş hilal urnında anda tulgan aynın yaktısı

Nindi dert birlen kalem sızsam da kegaz üstine
Uçmıy evvelgi yüler, saf, yeş mehebbet çatkısı

İy mukatdes, muñlı sazım! Uynadıñ sin nik bik az?
Sin sınasıñ, min sünemiñ, ayrılabız ahrısı!

Uçtı dünya çitliginnen tarsınıp küñlim kuşı
Şat yaratsa da, cihanga yat yaratkan Rabb’ısı

Küp mi muñlansam kunıp milli agaçlar üstine
Barsı kurgan, bir gine yuk canlısı, yafraklısı

Bulmadıñ altın yarım, salkın yarım sin de minim
Bir tebessim birle de turmış yulım yaktırtkıçı!

Küz yeşiñ de kipmiyçe yıglap vafat bulgan eni!
Gailesine cihannıñ nik kitirdiñ yat kişi?!

Üpkeniñnen birli, enkey, iñ ahırgı kerre sin
Her işitken sürdi uglıñnı mehebbet sakçısı

Bar küñillerden cılı, yumşak siniñ kabriñ taşı
Şunda tamsın küz yeşimniñ iñ açı hem tatlısı!

Abdullah Tukay

Veda

hazırlıyorum valizimi
ve yerleştiriyorum içine:
güneşli günleri
ve zamanın kokusunu
sıcak kumu
rüzgarı, denizi
çokça yemek
en kırmızısını şarabın
sarılan bakışları
bazı kelimeleri
vedanın gözyaşları
bir tebessüm bırakan

Ruth W. Lingenfelser
Çeviri: Turgay Uçeren

Güle Söylenen

Küçük gül, inan bana,
sen Lucinden’in göğsünü süslemelisin.
Ben kendi ellerimle seni
yerleştireceğim göğsüne onun.

Diyeceğim ki ona: ”Güzel kız, öp beni
bak, bu gülü doğa sana adamış.
Bak, gül nasıl da seviniyor
koynundaki yeri için.”

Ola ki genç bir yabancı,
seni göğsünden koparır onun:
O zaman gül, intikamımı almalı,
şiddetle batırmalısın dikenlerini.

Yarimin göğsünde benim için
incecik arzular kıpırdarsa ama –
Ah, o sevdiğim göğüs!
tatlı kokular sal koynuna.

Heinrich Wilhelm von Gerstenberg
Çeviri: Turgay Uçeren

Sone VIII

Yaşıyorum, ölüyorum: yanıp suya batıyorum.
Sonsuzca sıcaklıyorum soğuğa uğradığımda:
Yaşam hem fazla yumuşak hem fazla sert bana.
Neşeyle karmakarış, büyük büyük sorunlarım:

Aniden güler ve ağlamaya başlarım,
Binlerce dert uğraştırır beni zevkle:
İyiliğim çıkıp gider hiç dönmemecesine:
Birdenbire kupkuru olur toylaşırım.

İşte böyle hep Aşk çekip çevirir beni:
Ne zaman dertlerim daha da arttı sansam,
Düşünmeden, dertsiz buluveririm kendimi.

Sonra, inanırken neşem kesindir diye,
Arzuladığım bahtın zirvesine çıktığıma,
Yeniden döndürür beni ilk mutsuzluğuma.

Louise Labé

Aşk Şiirleri

Ben senin öpücüklerini yutayım, sen de benimkileri yut,
Ve ağızlarımızla birbirimizin mutluluğunu yudumlayalım,
İki yaşamı olabilir hem sevenin.
Hem sevilenin, ben sende, sense bende.

Louise Labé

Ah. öpebilseydim o ateşten gözleri

Ah. öpebilseydim o ateşten gözleri.
Bir milyon yetmezdi arzumu söndürmeye:
Batırıp dururdum dudaklarımı sevince.
Kalırdım her öpüşte bir çağ boyu;
Yine de doymak bilmezdi ruhum.
Öperdim durmadan, sarılırdım sana:
Hiçbir şey ayıramazdı öpüşümü öpüşünden;
Öpüşür dururduk, öpüşürdük sonsuzca.
Öpüşlerimizin sayısı geçse bile
Sarı hasadın sayısız tohumunu.
Boş bir çaba olurdu ayrılmak:
Ayrılabilir miydim? – Ah! Asla – asla!

Lord Byron

Şimdi biraz zaman dileniyorum ölümden

Ölüyorum, Mısır ölüyorum.
Ancak şimdi biraz zaman dileniyorum ölümden.
Binlerce öpüşün en sonuncusunu, en zavallısını,
Dudaklarına kondurabilmek için.

William Shakespeare

Venüs ve Adonis

Bin öpüş satın alır kalbim benden:
Ve birer birer öder onları zamanın olduğunda.
Nedir ki bin dokunuş sana?
Bir çırpıda söylenip gitmiyorlar mı?
Diyelim, ödemediğinde borç çıksın iki katma
İki bin öpüş mü bütün mesele?

William Shakespeare

Bu gece yüreğim hüzün dolu

Beni sevdiğini biliyorum ama.
Bu gece yüreğim hüzün dolu.
Öpüşleri o kadar da muhteşem değil,
Bütün rüyalarım gibi.

Sara Teasdale