Hişt, Hişt!..

Yürüyordum. Yürüdükçe de açılıyordum. Evden kızgın çıkmıştım. Belki de tıraş bıçağına sinirlenmiştim. Olur, olur! Mutlak tıraş bıçağına sinirlenmiş olacağım.

Otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz olması, pekalâ bir meseledir. Kim demiş mesele değildir, diye? Budalalık! Ya yağmur yağsaydı? Ya otların yeşili mor, ya denizin mavisi kırmızı olsaydı? Olsaydı o zaman mesele olurdu, işte.

Çikolata renginde bir yaprak, çağla bademi renkli bir keçi gördüm. Birisi arkamdan:

– Hişt, dedi.

Dönüp baktım. Yolun kenarındaki daha boyunu posunu almamış taze devedikenleriyle karabaşlar erik lezzetinde bana baktılar. Dişlerim kamaştı. Yolda kimsecikler yoktu. Bir evin damını, uzakta uçan bir iki kuşu, yaprakların arasından denizi gördüm. Yoluma devam ederken:

– Hişt hişt, dedi.

Dönüp bakmak istedim. Belki de çok istediğim için dönüp bakamadım. Olabilir. Gökten bir kuş hişt hişt ederek geçmiştir. Arkamdan yılan, tosbağa, bir kirpi geçmiştir. Bir böcek vardır belki hişt hişt diyen.

Hişt! dedi yine.

Bu sefer belki de isteksizlikten dönüp baktım çalıların arasına birisi saklanıyormuş gibi geldi bana.

Yolun kenarına oturdum. Az ötemde bir eşek otluyor. Onun da rengi çağla bademi, ağzı, dişleri, kulakları boynu ne güzel. Otluyor. Otları adeta çatırdata çatırdata yiyor. Belki de bu çıtırtılı, çatırtılı sesi hişt hişt diye duymuşumdur. Eşeğin ot koparışının sesinden apayrı bir ses:

– Hişt hişt hişt, dedi.

Hani bazı kulağımızın dibinde çok danıdığımız bir ses isminizi çağırıverir. Olur değil mi? Pek enderdir. Belki de kendi kafanızın içinden sizin sevdiğiniz, hatırladığınız bir ses, ses olmadan sizi çağırmıştır. Olabilir.

Birdenbire güneşi, buluta benzemez garip ve sarı bir sis kapladı. Bir kirli el, çağla bademi eşeğin sırtından bir kumaş çekip aldı. Her zamanki kül rengi, yer yer havı dökülmüş eski mantosunu giydirdi eşeğe.

Yola indim. İstediği kadar hişt desin. İsterse sahici sulu bir dost olsun. İsterse kimseler olmasın, kendi kendime kulağıma hişt hişt diyen bir divane olayım, ben, aldırmayacağım.

Belki bir kuştur. Belki tosbağadır. Belki bir kirpidir. Belki de yakın denizden seslenen bir balık, bir canavardır. Karabataktır. Mihalaki kuşudur.

İyisi mi ben kendim hişt hişt derim. O zaman tamamı tamamına pek hişt hişt seslenişine benzemeyen, benzemesin diye uğraştığım bir mırıldanmadır, tutturdum.

Birdenbire, önümde bir adamla bir kadın gördüm. Kalpazankaya yolunu sordular. Üstündesiniz dedim. Sanki yol hareket etti. Yürümediler. İki adımda benden uzaklaştılar. Koyunların arasına yüzükoyun uzanmış papazın oğlunu gördüm. Yüzünden aptal, çilli horoza benzer bir mahluk kalktı. Ağzının salyasını sildi. Kuzuyu bacaklarından tuttu. Kuzu ile yere yıkıldı. Kuzuyu burnundan öptü. Papazın oğlu çirkin, aptal, otuzbirli bir yüzle baktı. Şimdi bir çiçek tarlasında idim. Bana hişt hişt diyen mutlak bir kuştu. Vardır böyle kuşlar. Cık cık demezler de hişt hişt derler. Kuştu kuş.

Bir adam yer belliyordu. Belin demirine basıyor, kırmızıya çalan bir toprak altını, üste aktarıyordu.

– Merhaba hemşerim, dedi.

– Ooo! Merhaba! Dedim.

Tekrar işine daldı. Hişt hişt, dedim. Aldırmadı. Bir daha hişt, dedim. Yine aldırmadı. Hızlı hızlı hişt hişt hişt!

– Buyur beğim, dedi.

– Bir şey söylemedim, dedim.

Küçük parmağını kulağına soktu. Kaşıdı. Çıkarıp parmağına baktı. Belin sapına siler gibi yaptı.

– Hişt hişt, dedim.

Yüzünü göğe kaldırdı. Kuşlara baktı. Denize baktı. Dönüp şüphe ile bana baktı.

– Bu sene enginarlar nasıl? Dedim.

– İyi değil, dedi.

– Baklayı ne zaman keseceksin?

– Daha ister, dedi.

Nefes alır gibi hişt dedim.

Yine şüphe ile denize, şüphe ile göğe, şüphe ile bana baktı.

– Kuşlar olmalı, dedim.

– Benim de kulağıma bir hışırtı gelir amma, dedi, ne taraftan gelir? Zati bu sırada şu kulağım ağırlaştı.

– Bir yıkatmalı, dedim, benim de geçenlerde ağırlaşmıştı…

– Yıkattın mı?

– Yıkatmadım, hacet kalmadı, doktora gittim. Alıverdi; pislikmiş.

– Çocuklar nasıl? diye sordum.

– İyiler, dedi. Dokuzdu sekiz kaldı. Biliyorsun dokuzuncusunun macerasını ya…

– Sus, sus, dedim. Yürekler acısı. Haydi Allah’aısmarladık!

– Haydi güle güle.

Biraz uzaklaşınca:

– Hişt hişt.

Bu sefer yakaladım. Bahçıvandı. Oydu oydu.

– Hadi hadi yakaladım bu sefer seni, dedim.

– Yok vallahi, dedi, vallahi daha kesmedim bakla, senden ne diye saklayayım, parasıyla değil mi?

– Sen değil misin hişt hişt diyen?

– Ben de duyarım bir ses, amma bulamam nereden gelir?

Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları.

– Hişt hişt!

– Hişt hişt!

– Hişt hişt!

Sait Faik Abasıyanık

‘Bir gönüle iki sevda sığmaz’

Bediüzzaman’ın ‘Dünyayı kesben değil, kalben terk etmek evladır.‘ sözünü çok severim. Bu, insandaki ilahi merkez olan kalbin asıl sahibinin Allah olduğunu söyler.

Orası, Sahibi’nin teşrifine hazır olmalıdır. Yani gayrdan arınmalıdır. Dünyayı fiilen terk etmek imkânsızdır, o halde asıl terk kalpte olacaktır. Büyük bilge Rabia günlerdir su ile iftar ve sahur etmekten bitap düşmüştür. Akşama doğru komşusu yaşlı kadın bir kap yemek getirir. Almak istemez. Kadın ısrar edince alır. Ezan yaklaşınca, pınardan su getirmek üzere elinde desti çıkar. Eve döndüğünde kapıyı açık bıraktığını, içeri muhtemelen aç bir hayvanın girdiğini, yemeği afiyetle yiyip gittiğini anlar. ‘Neyse’ der, ‘onun kısmetiymiş, ben de su ile iftar ederim.’ Vakit girince önce abdest alıp namaz kılmak ister. Başı döner, elindeki desti düşer, kırılır, su yere saçılır. Yerde yığılıp kalmış halde, göğe bakar, ‘yetmedi mi?’ diye seslenir. Kalbine bir kelime siner : ‘İste, bütün dünyayı sana vereyim…’ Gözleri bir an parlar. Fakat sevinci kursağında kalır. ‘Bu durumda, senden kırk yılını geri alırım…’ Kırk yıldır zühd içinde yaşamaktadır. ‘Zira bir gönüle iki sevda sığmaz…’ Yaşamımıza yön verdiğini sandığımız o hadisi anar dururuz: ‘Yarın ölecekmiş gibi ahiret yurdu için, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışın.’ İyi güzel de, bizler genellikle bunun ikinci yarısını dikkate alırız. Oysa insanın kalbini asıl yatıştıran, onu tümüyle Sahibi’ne iade etmektir. Kalbimizdeki en küçük dünya tortusu, bizi, bütün Rububiyet vehimlerinden arınmamızı gerektiren kulluk düzeyine erişmekten alıkoyar. Hele yoksulluğun yaygınlaştığı, tabakalar arasındaki uçurumun büyüdüğü, zenginliğin bizatihi bir değer olarak algılandığı bir zeminde… İşin doğasında bir yatışmaz yapı var demek ki. Zenginleşmeli, hizmet etmeli… Bu önerme çoğu zaman tersine de işleyebiliyor. Zenginlik bizatihi istenen bir şey haline geldiğinde amaca dönüşebiliyor. Oysa, İbn Arabi’nin dediği gibi ‘neye talipsen osun’ ve, ‘bir şeyi elde etmek istiyorsan onu terk et.’ terk ettiğin şey mutlaka sana döner... Bu satırları yazmama sebep, bu ayda doğup ölen büyük Akif’in ‘Kocakarı ile Ömer’ hikâyesini tekrar okumam. Özellikle yönetici elitlerin okumasını salık veririm. Özellikle de, ‘Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,/ Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer’den onu!’ dizelerini.

Sizler için fakirlikten korkmuyorum…

Aralık ayı bir Hz. Mevlânâ’ya, bir de Akif’e yuvalık ediyor. Bugünlerde Akif’i yeniden yeniden okumanın vaktidir. Hele de andığım hikâyeyi. Bediüzzaman’a, ‘İslamiyet ehl-i ilmin ve fukaranın kalesidir’ sözünü hangi gerekçe söyletti bilmiyorum, ama, evsizler, göçmenler, sokaktakiler, yoksullar, zayıflar, hastalar, yetimler, dullar, sahipsizler, düşkünler, çaresizler, çocuklar, yaşlılar… bir ülkede insanlığın hicranı olan bu zümre mutsuz ise, kendisini sahipsiz hissediyorsa, Müslümanların dilinden zenginliğe dair sözler düşmüyorsa durum hiç de içaçıcı değildir. Evsizliği, modern teknolojinin bir semptomu olarak gören Heidegger’e tümüyle katılmak mümkün değil. Yoksulların mesken tutmayı bilmemeleri, evin çağrısına sağırlaşmaları, bizim gibi çarpık kapitalist memleketlerde, ontolojik olarak bir ‘yerleşme’ sorunu olmaktan çok, adaletsizlikle, servetin birilerinin lehine/aleyhine birilerinde birikmesi dolayısıyla kirlenmesiyle ve bizatihi zulmün bir aracı haline gelmesiyle ilgilidir. Derrida’nın hatırlattığı gibi, mesken tutmak varoluşun koşulu olmadığı gibi, meskensizlik de anlamsız bir varoluş değildir.

O halde bir gönüle iki sevdanın sığmayacağını öğrenmeksizin hakiki anlamda mümin olmak da imkânsız görünüyor. Dünya bir emanet, içindekiler minnetsiz koparacağımız mülkümüz değil. Biz bu muazzam varoluşun içinde, O’nu temsilen, adalet ve merhameti koruma isteğiyle donanmış fanileriz. Bunu bize sık sık hatırlatan Mehmed Akif gibi dervişleri can kulağıyla dinlemeliyiz:

‘(…) Kadın ne söyledi, Abbas, işitmedin mi demin?/ Yarın huzûr-i İlâhide, kimseler, Ömer’in/Şerîk-i haybeti olmaz, bugünlük olsa bile;/Evet, hilâfeti yüklenmiyeydi vaktiyle./Bir ihtiyar kan bî-kes kalır, Ömer mes’ûl!/Yetîmin, girye-i hüsrân alır, Ömer mes’ûl!/Bir âşiyân-ı sefâlet bakılmayıp göçse:/Ömer kalır yine altında, hiç değil kimse!/Zemîne gadr ile bir damla kan dökünce biri:/O damla bir koca girdâb olur boğar Ömer’i!/Ömer duyulmada her kalbin inkisârından;/Ömer koğulmada her mâtemin civârından!/Ömer halife iken başka kim çıkar mes’ûl?/Ömer ne yapsın, İlâhî, beşer zalûm ü cehûl!/Ömer’den isteniyor beklenen Muhammed’den…/Ömer! Ömer! Nasıl aldın bu bârı sırtına sen?(…)’

Bir mazlumun, bir yoksulun, bir kimsesizin ahı düşerse toprak kirlenir, zulme batar ve koca bir girdap haline gelerek başta yönetici seçkinler olmak üzere zenginleri boğar. Akif, Hz. Ömer’in taşımakta zorlanacağı bu ağır yüke sesleniyor yüzyıllar sonrasından. Bugüne de, bize de sesleniyor, boynumuzdaki vebali göstererek… Bir gönüle iki sevda sığmayışının işareti bu. Geçenlerde Ahmet Altan’ın Haram yazısında yeniden hatırlattığı gibi, kamu parasını kullanırken mutlak adalet duygusunu kuşanmış olmak gerekiyor.

“Benden sonra size dünya nimetlerinin ve ziynetlerinin açılmasından (gönlünüzü onlara kaptırmanızdan) korkuyorum.” Bu uyarıya her zamankinden daha çok muhtacız. “Şüphesiz her ümmetin bir fitnesi vardır, ümmetimin fitnesi (imtihan vesilesi) de maldır.” Bunun gibi Nebevi uyarılara… “Altın, gümüş, kumaş ve abaya kul olanlar helâk oldular. Eğer onlara istedikleri verilirse hoşnut olur, verilmezse hoşnut olmazlar.”

“…Sizler için fakirlikten korkmuyorum. Fakat ben, sizden öncekilerin önüne serildiği gibi dünyanın sizin önünüze serilmesinden, onların dünya için yarıştıkları gibi sizin de yarışa girmenizden, dünyanın onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum.”

“Bir koyun sürüsünün içine salıverilmiş iki aç kurdun o sürüye verdiği zarar, mala ve mevkiye (aşırı) düşkün bir adamın dinine verdiği zarardan daha büyük değildir.”

Yoksulların hikâyelerini bize en güzel anlatan Latife Tekin’e kulak vermeli bir de: ‘Yoksulluktan ışıklı bir durum olarak söz ettiğimde, görüyorum, sefaleti yüceltiyormuşum gibi yüzlerini buruşturuyorlar… Sesim ince bir dumana, sonra bir cine dönüşüp mallarını mülklerini çarpacakmış gibi kirpik telaşıyla bakışlar boşluğa… Bir yutkunma, bir soluk kaçırma şiddeti; yoksulluğumu sevdim seveli gözler kapanıyor yüzüme, kalbimin derinliklerinde sessizce patlayan bir şiddet, neredeyse ilk gençliğimden beri bu şiddete karşı cebimde bir kurbağayla dolaşıyorum, yoksulluk bilgisi dediğim küstah bir kurbağayla… Pek de acele etmeden çekip giderim ve havada yabansı bir vıraklama sesi asılı kalır… Yoksulluk, bir yaşam biçimi olarak seçilebilir, dünyada kendiliğinden var olan şeylere eklenerek sessiz, sade, mutlu bir yaşam sürebilir insan, azla yetinme konforunu isteyebilir… Yaşamak için hiç de gerekli olmayan nesneleri satın almak için, ömrünüzü satmamayı seçebilirsiniz pekâlâ, mümkün olduğunca kaçınabilirsiniz bundan ve kaçınabildiğiniz ölçüde de özgür olursunuz. Yoksul bir hayatın içine doğmuş olan insanlar, bir masal sessizliğinde yaşayıp gidebilir, sürekli olarak hayatlarının kötülendiği, onları dışarı çağıran, zalimce bir aşağılamaya, propagandaya maruz kalmasalar… Ne yazık ki.’

Sdık Yalsızuçanlar

Bu İğdiş Gökler Altında

Bu rüzgâr dağların kokusunu getirmiyor
Bu bulutlar tutsak daracık bir gökyüzüne…
Akşam güven vermiyor, sabahın sevinci yok
Ne güleç bir yüz ne hareli bir merhaba
Herkes sırtıyla konuşuyor birbiriyle…
Toprak yok bahçe yok sular bir derin hasret
Kuşlar bile kekeleyerek uçuyor havada…

Acıdan başka her şeyi bırakıp geldik
Alnımızda külü kalbimizde koru yanan evlerin
Her parmağımızda bir çocuk can verdi.
Bizim olan ne varsa terk edip bir talana
Bizim olmayan bu iğdiş gökler altında
İnsan nasıl başlar yeni bir hayata
Bir diş gibi sökülüp atılmışsa yerinden…

Şükrü Erbaş

Açıklama

Annemin sesi öksüz bir çocuğa benziyordu
Babam ölmüştü. Çocuklarım
     gözlerimin önünde bir uzaklıktı.
Çoktan sönmüştü kalabalığın kandilleri.
Günahlarımdan oluşan bir geceydi karım
     günü bitiren ve başlatan.
Göğsümdeki kederle yumuşatmaya çalışıyordum
     ağzımdaki taşı.
Akıl almaz bir hızla azalıyordu her şey.
Ne şiir, ne kitaplar. Aptalca türkü söylüyordum.
Sesinden başka suçum, yüzünden başka
     iyiliğim kalmamıştı.

Sana neden sığındığımı anlıyor musun?…

Şükrü Erbaş

Cümleten İyi Yolculuklar

Galiba biraz acemisiydik (!) güzel şeylerin.
Külebi’nin kamyonları kavun değil, hüzün taşırdı. Yaşamak, hüzün yüklü kamyonların, keskin dönemeçlerde eksilen düşlerimizle rüzgarda yol alması gibiydi.
Sonra…
Giderek azaldık.
Başka hayatlara savrulduk.
Okullar bitti.
Rastlantılara dönüştü arkadaşlıklar.
Alınan adresler hiç bir işe yaramadı.
Çürümeye yüz tutan anılar konuşuldu ayaküstü. Herkes kendi küçük dünyasına hapsoldu.
Coşkularımız yetim kaldı.
Yoksul kağıtlarımızı onarmadı şiirlerimiz.
Hayatımıza bulduğumuz anlam, kendimize yazdığımız kader bize benzemedi.
Artık zaman; dengeli, aklı başında, dikkati işinde insan istiyor..

Sıddık Akbayır- Yol günlükleri
(Cümleten İyi Yolculuklar)

Stratis Talasinos Bir Adamı Tanımlıyor

I.

Nesi var bu adamın?
Bütün bir öğle sonu (dün, önceki gün, bugün)
öyle kaldı gözlerini bir aleve dikerek.
Akşam üzeri bana çarptı merdivenden inerken.
Şöyle dedi bana:
“Beden ölür, su bulanır, ruh
kararsız kalır
ve unutur yel, hep unutur
ama değişmez alev.”
Sonra ekledi:
“Biliyor musunuz, belki de öteki dünyaya göçmüş olan bir kadın
seviyorum ben; ama bundan değil böylesine terkedilmiş halim,
bir aleve tutunmaya çalışıyorum
çünkü değişmiyor alev.”
Sonra yaşam öyküsünü anlattı bana.

II. Çocuk

Büyümeye başladığım sırada, aklımdan çıkmazdı ağaçlar,
neden gülüyorsunuz? Yoksa küçük çocuklara
acımasız davranan ilkbahar mı geldi aklınıza?
Çok sevdim yeşil yaprakları;
Biraz okuma öğrendiğim sıranın üzerindeki kurutma kağıdı da yeşil
olduğu için öğrendim
Çıkmazdı aklımdan ağaç kökleri, gelip bedenime sarılırlardı kışın sıcağında,
başka düş görmezdim ben çocukken;
işte böyle tanıdım ben kendi gövdemi.

III. Yeniyetme

Yazın, yabancı bir ses şarkı söyledi kulaklarımda, on altı yaşımda,
deniz kıyısındaydım, anımsarım, kırmızı ağlar ve kumsalda sanki bir
iskelet gibi unutulmuş bir sandal arasında,
o sese yaklaşmak istedim kulağımı kuma dayayıp
yitti ses
ama bir akanyıldız
sanki ilk kez bir akanyıldız görüyordum
ve denizin tuzu dudaklarımda,
ağaçların kökleri gelmedi artık, o akşam.
Bir yolculuk açıp kapattı sayfalarını içimde ertesi gün
bir resimli kitap gibi;
deniz kıyısına gitmeyi düşündüm her akşam
önce deniz kıyısını öğrenmeyi ve sonra açılmayı denize;
üçüncü gün bir kıza aşık oldum bir tepede
bir beyaz evi vardı küçücük bir kilise gibi ıssızda
pencerede yaşlı bir ana, gözünde örgüsüne eğilmiş gözlükler, hep sessiz,
bir saksıda fesleğen, bir saksıda karanfil
adı; Vasso, Froso ya da Bilo’ydu galiba
böylece unuttum denizi.
Bir Pazartesi günü Ekim ayında
kırık bir testi buldum beyaz evin önünde
Vasso -böyle diyelim kısaca- göründü, üzerinde siyah bir entari,
nedenini sorunca:
“Öldü, dedi, kara horoz kesmediğimiz için ölmüş temel atılırken,
böyle diyor doktor… Nerede bulacağız kara horozu buralarda…
yalnızca beyaz ve piliçler bile yolunmuş satılır pazarda…”
Acının ve ölümün düşünmemiştim böyle olacağını
uzaklaştım oradan ve denize döndüm.
Gece, “Aya Nikola”nın güvertesinde
ağlayan çok yaşlı bir zeytin ağacı gördüm düşümde.

IV. Delikanlı

Bir yıl dolaştım Odiseas kaptanla
mutluydum
güzel havalarda deniz kızının yanına kurulurdum geminin puruvasında
kırlangıç balıklarına bakarak şarkı söylerdim al dudaklarına
bir köşeye sinerdim ambarda beni ısıtan geminin köpeğiyle birlikte
fırtınalı havalarda.
Bir yıl geçince minareleri gördüm bir sabah.
“Bu Ayasofya’dır, dedi lostromo,
seni kadınara götüreceğim bu akşam.”
İşte böyle tanıdım çoraptan başka bir şey giymeyen kadınları,
hani şu seçmelik kadınları, evet, onları.
Tuhaf bir yerdi
bir bahçe, içinde iki ceviz ağacı, bir sarmaşık, bir kuyu,
ve çepeçevre üzeri kırık cam döşenmiş duvar
ve “Hayatımın akışında” diye şarkı söyleyen su harkı.
O zaman gördüm işte ilk kez o ünlü okla
delinmiş yüreği kömürle duvara çizili.
Asmanın sararmış yapraklarını gördüm
yerlerde
pis çamurda taşlara yapışmış.
Gemiye dönmek için davrandım.
Ama yakamdan tutup lostromo kuyuya attı beni;
ılık su ve teni saran bunca yaşam…
Sonra, dalgın dalgın sağ memesiyle oynayan kız:
“Rodosluyum, dedi, nişanladılar beni yüz para için on üçümde”
ve “Hayatımın aşkına” diye şarkı söyleyen bir su harkı.
O serin öğle sonu gördüğüm kırık testi geldi aklıma
“Bu da ölecek bir gün, diye düşündüm,
nasıl ölecek acaba?”
Bir tek şunu söyledim kıza:
“Dikkat et, hırpalama onu, yaşamın ona bağlı…”
Akşam yanaşamadım deniz kızının yanına. Utandım.

V. Adam

Birçok yeni yer gördüm o zamandan bu yana; yeri göğe kavuşturan yeşil ovaları, karşı konulmaz nem içinde toprağı karıştıran insanı; çınarları, çamları; pörsümüş görünümlü gölleri ve seslerini yitirdikleri için ölümsüzleşen kuğuları -çözüp açar bu sahne dekorlarını gönüllü yoldaşım; bu gezgin tiyatrocu, dudaklarını parçalayan uzun deniz kabuğu borusunu öttürerek ve kurabildiğim her şeyi Eriha’nın borusundakine benzer bir tiz çığlıkla yıkarak. Birçok insanın hayranlıkla seyrettiği bir eski resim gördüm, basık tavanlı bir salonda. Lazarus’un dirilişini betimleyen bir resim. Ne İsa’yı, ne de Lazarus’u anımsıyorum. Anımsadığım bir köşede, sanki kokusunu alırmışcasına mucizeye bakan bir yüzde betimlenen tiksinti yalnızca. Başından sarkan kocaman bir bezin ucuyla korumaya çalışıyordu solunum yollarını. Fazla bir şey beklememek gerektiğini öğretti bana bu “Rönesans” efendisi kıyametin Yargı Günü’nden…
     Bize değerli, yeneceksiniz boyun eğdiğiniz zaman
     Boyun eğdik ve külü bulduk
     Bize derlerdi, yeneceksiniz sevdiğiniz zaman
     Sevdik ve külü bulduk
     Bize derlerdi, yeneceksiniz yaşamınızı bırakınca
     Bıraktık yaşamımızı ve külü bulduk.

Külü bulduk. Artık elimizde hiçbir şeyin kalmadığı şu anda, çıkar yol yok bize yaşamı yeniden bulmaktan başka. Sanırım, bunca kağıda, bunca duyguya, bunca tartışmaya ve bunca öğrenime karşın yaşamı yeniden bulacak insan, sizin, benim gibi biri olacak, belleği biraz daha güçlü yalnızca. Bizim için güç, verdiklerimizi anımsıyoruz hâlâ. O, her verişinde kazandıklarını anımsayacak yalnızca. Ne anımsayabilir bir yalım? Söner, eğer anımsarsa gerektiğinden biraz azını. Söner, eğer anımsarsa gerektiğinden biraz fazlasını. Ah bir öğretebilse bize, yanarken, doğru anımsamayı! Ben bittim; hiç olmazsa bir başkası başlasa benim bittiğim yerden! Gün olur, amacıma ermişim, her şey yerindeymiş, topluca şarkı söylemeye hazırmış gibi bir duyguya kapılırım. Makine çalışmaya hazır. Onu devinim durumunda bile düşünebilirim hatta, canlı, inanılmaz bir yenilikte. Bir şey dah var! Küçük bir engel, bir kum tanesi, gittikçe küçülen ama hiç yok olmayan. Ne demeli, ne yapmalı, bilmiyorum. Orkestranın çarkları arasında sıkışmış ve kendisi yok oluncaya kadar onun sesine engel olan bir gözyaşı damlası gibi gelir bana bu engel. Ve geriye kalan bütün yaşamın ruhumdaki bu damlayı yok etmeye yetmeyeceği gibi dayanılmaz bir duygu var içimde. Ve beni diri diri yakacak olsalar, enson teslim olanın bu inatçı an olacağı hiç çıkmaz aklımdan.

Kim yardım edebilir? Birinde, daha gemideyken, bir temmuz öğlesinde tek başıma buldum kendimi bir adada, bitkin güneşin altında. Güzel bir meltem tatlı düşünceler getiriyordu aklıma; derken, ince ve diri ceylan vücudunun çizgilerini belli eden saydam bir entari giymiş bir genç kadınla onun gözlerinin içine bakan sessiz bir adam gelip oturdular biraz ötemde. Anlamıyordum konuştukları dili. Kadın, Jim diyordu adama. Hiçbir ağırlık yoktu ama sözlerinde ve gözlerini körleştirmişti kımıltısız ve birbirine karışmış bakışları. Hep onları düşünürüm: Çünkü bir tek onlarda rastlamadım ömrüm boyunca herkeste gördüğüm o yırtıcı, o ürkek bakışa. Bu, onları kurt sürüsüne ya da kuzu sürüsüne sokan bakışı. Adanın, o dışına çıkar çıkmaz unutulan, o hep rastlantıyla keşfedilen küçük kiliselerden birinde tekrar gördüm onları aynı gün. Hep aynı mesafeyi korudular yürürken, birbirlerine yaklaşıp öpüştüler sonra. Buğulu bir görüntü oldu kadın, kayboldu, zaten ufacıktı. Biliyorlar mıydı acaba dünyanın ağırlığından kurtulmuş olduklarını?

Gitmeyelim artık. Denize eğilmiş bir çam biliyorum. Öğleyin, yaşamımız gibi ölçülü bir gölge sunar yorgun gövdeye ve akşamleyin, tuhaf bir şarkı tutturur rüzgâr pürenlerin arasından geçerken, yeniden deri ve dudak olmaya başlar başlamaz ölümü yürürlükten kaldıran ruhlar gibi. Bu ağacın altında sabahlamıştım bir zamanlar. taşocağından yeni yonyulmuşcasına yepyeniydim şafakta.

Ah, bari böyle yaşayabilmeli insan! Önemli değil.

Londra, 5 Haziran 1932

Yorgo Seferis

Mutluluk

Kim bir kadını sarıyorsa odur Adem. Kadın da Havva.
Herşey ilk kez olmaya başlar.
Gökyüzünde beyaz bir şey gördüm. Bana Ay olduğunu söylüyorlar
ama bir kelime ve bir mitoloji ile ne yapabilirim.
Ağaçlar korkutuyor beni biraz. Öyle güzeller ki.
Sakinleşmiş hayvanlar onlara adlarını söyleyebileyim diye yaklaşıyor.
Kitaplıkdaki kitapların harfleri yok. Ben açınca ortaya çıkıyorlar.
Atlasın yapraklarını çevirirken tasarlarım Sumatra′nın şeklini .
Karanlıkta kim bir kibrit yakıyorsa o icat ediyor ateşi .
Aynanın içindeki Öteki, pusuda bekler.
Kim okyanusa baksa İngiltereyi görür.
Kim Liliencron’dan bir dize mırıldandıysa savaşa katıldı.
Rüyamda Kartaca’yı gördüm ve Kartaca’yı yıkan lejyonları.
Rüyamda gördüm teraziyi ve kılıcı
Sahip olanın veya olunanın olduğu değil, ikisinin de teslim olduğu aşka olsun övgü!
Bize cehennemi yaratma gücümüz olduğunu gösteren kabusa olsun övgü!
Kim bir nehire gitse Ganja gider.
Kim bir kumsaatine baksa bir imparatorluğun dağılışını seyreder.
Kim bir hançerle oynasa Sezar′ın ölümünü önceden söyler.
Kim rüya görse, o, insanların hepsidir.
Çölde genç Sfenksi gördüm, daha yeni çıkmıştı yontucunun elinden.
O kadar eski başka bir şey yok güneşin altında
Herşey ilk defa ama sonsuz bir biçimde oluyor.
Sözlerimi kim okuyorsa onları icad ediyor.

Jorge Luis Borges

Beşir Fuad

                                                        Enis Batur’a

Gün doldu: Kendime bir aksisedayım.

Ürktüm hep hayalâttan. Aklım
bana açıkla: Yırtılan
zaman mı gülün yaprağı mı? Elinde
buruşturuyordu validem. Kapatılmış
ve leylî bakışlı mecnune. Ömrüm
şimdiden “bir devr-i hüzün”
ve kapkara matem: Diz dizeyim
dalgın hayaletinle. Ufku
sen misin seyreyleyen
Darüşşifa’nın o tozlu
penceresinden, ben mi? Vehimler
ve cinnet korkusu
bana mirasın. Ölü oğul da
küçük, çıplak ayaklarıyla
geziniyor sofada, çatının
içindeki rüzgâr gibi.

Ey hafıza! Kanıyor
Ne varsa süzdüğün. Siyah zambak:
Koridorlarında usulca açan
o Civzit mektebinin. “Gecede
yazmayı mutad edindim”
daha o zamandan. Sırdır
çünkü yazı: Candan doğar
ve âyân ettikten sonra
sır olur.

                    Nemsin benim
öteki zamanlardaki çocuk? Bir hasım
gibi mi büyüttüm seni kalbimde?
sözüm sana yine de: Kimi gerçek
daha derin düşten. Düşler de
geleceğe gönderir ve Yitik söz
dirilir okurun dilinde.
Yaşamım! Doğrusun
yanlış olduğun kadar. Bir diken
gibisin içimde.

                      Ah! Gülün yok.
Doğ karanlığın devasa
rahminden de
okurum hisset beni:

                                                              İntiharımı da fenne tatbik edeceğim:
                                                              Şiryanlardan birinin geçtiği mahalde
                                                              cildin altına klorit kokain şırınga
                                                              edip buranın hissini iptal ettikten
                                                              sonra orasını yarıp şiryanı keserek
                                                              seyelân-i dem tevlidiyle terk-i hayat
                                                              edeceğim”

Zevcem! Kim kimin uçurumu?
Her ağuş, ne yapsak
bir serzeniş aslında. Metresim!
Kucaklaştık ama daha bir kez
buluşamadık. Tecilin
dolmasını bekledim ben.

                                                                     Suret-i Varaka
                                                               “Ameliyatımı icra ettim. hiç
                                                              bir ağrı duymadım. Kan aksın
                                                              diye hiddeyle kolumu kaldırdım.”

ki “kağıt dahi kanla mülemma”

TEBLİĞ
                                                              “Matbuat idare-i behiyyesinden Ceridet ül  Hakayık
                                                              nam gazetenin bir nüshasında intihara dair münderiç
                                                              olan varakanın diyanet-i islâmiyeye mübayin fıkaratı
                                                              mutazammın olmasına ve merkez-i hilafet-i islâmiyede
                                                              tab ve neşrolunan evrak ve havadisten bazılarının akaid-i
                                                              islâmiyeyi mazallah-ı teala inkâr ve istihfaf yolundaki
                                                              neşriyatı, diyaneten ve siyaseten rehih-i cevaz ve
                                                              müsamaha olamayacağına”¹

Beşir Fuad! Kardeşim benim.

1) “İntihar hareketini böylesine etkin bir toplumsal silah haline getiren şey, intihar hareketlerinin düşünsel (refleksiv) boyutudur. Sanırım şudur kastedilen şey: ‘Hiç kimse yaşamında bir yanlışlık olmadığı sürece intihar etmez’. Bu gewrçek o kadar açıktır ki, çoğu zaman göz ardı edilmiştir. Böylece hareketin önemli bir ögesi gözden kaçırılmıştır: İntihar, geride kalanlara işlerin ne kadar kötü gittiğini göstermeyi amaçlar“. (A.Alvarez, The Savage God, A Study of Suicide, s.116, Penguin Books 1983).

Ahmet Oktay

Hiçliğin Tadı

Ruhum, o hırçın yüzün neden şimdi donuk, mat?
Parlatırken hırsını Umut mahmuzlarıyla,
Artık terk etti seni! Yat, uyu hayasızca
Sürekli tökezleyen canı çıkmış yaşlı at.

Katlan kalbim, boyun eğ; hayvanca uykuna yat.

Sen, yenik, bitkin düşmüş yüreğim, artık sana
Aşkta ne hırçınlıklar kaldı, ne de eski tat;
Elveda saksofonlar, hoşça kal içli flüt!
Arzular! aldırmayın bu somurtkan insana.

O eski kokular yok güzelim İlkbaharda!

Zaman bitirir beni her dakika, her saat
Bir gövde kazık gibi nasıl donarsa karla;
Bakıyorum tepeden şu yuvarlak dünyaya,
Sığınacak kulübe kalmadı artık. Heyhat!

Ey çığ yıkıl üstüme, beni de kendine kat!

Charles Baudelaire

Ağıt

Gün bitti. Saat kaç. Bitecek mi bir gün savaşımız
Hak edilmiş hüzünlerimiz olacak mı bizim de
Dönüp dönüp arkamıza baktığımız
Bir dünya kalıntısı üstünde
Hak edilmiş hüzünlerimiz olacak mı bizim de.

Edip Cansever