Hatıra

Dün, bir gölge gibi geçti yanımdan
Oydu, bir bakışta tanıdım onu;
Rüyalarıma tayf halinde konan,
Peşime bir korku gibi düşen o.

Bazı yapraktı, bazı bir rüzgâr.
Dolardı aydınlık olup, odama.
Bahçemde süzülür giderdi bahar
Sabahının fecri vururken cama.

Ayakları kumda bırakmadan iz
Yanıma geldiği hep gecelerdi;
Sanki bir lahitten kalkar ve sessiz
Uzak bir maziye dönüp giderdi.

Bir avuç ışıktı incecik yüzü,
Gözleri geceler gibi derindi;
İçine başımın her an düştüğü
Avuçları sudan daha serindi.

Geçerken dün yoldan, ruhumu saran
Bir gölge halinde ve ağır ağır;
Tanıdım; o, yâdı hoş zamanlardan
Seven ve yaşayan bir hatıradır

Ahmet Muhip Dıranas

Gece

Ah, sen ey, ölüm kadar sonsuz olan
Ve dar bir tabut gibi rahat uyku!
Islak geceyi örtün kalbim, uyu!
Artık uykuyla tek başına kalan

Ruhum gemiler uğramaz bir liman

Bir tanrı gibi her tarafta korku;
İşliyor bütün saatler kurmadan,
Dışarda yağmur yağıyor durmadan,
Görmüyor pencereler sonsuzluğu.

Beni dibine çeker misin kuyu!

Bitti gücüne güvendiğim zaman,
Gökler yakın bir ayrılıkla dolu;
Aynasında yüzüm dalgalanan su,
Nağmesine vurgun olduğum umman.

Al beni rüzgar! Kül et beni volkan!

Toprakta o baş döndürücü koku
Ve ölüm, gece ucundaki çoban.
Gel yetiş, ey pişmanlık! İşte yaman
Bir gecedir, yaman bir gecedir bu.

O derin gözlerin ne güzel, puhu!

Ahmet Muhip Dıranas

Nasr ile Mevlana üzerine

Seyid Hüseyin Nasr ile Modern çağın Rumisi ve Sufizminde İslam’ın Maneviyat İlmi üzerine bir röportaj

Wajahat Ali*

Bu günün Amerikasında en iyi satan şair olan Mevlana, yaklaşık olarak sekiz yüzyıl önce yaşamış bir Müslüman ve bir tarikat şeyhiydi. Onun şiiri ve lirik dizeleri, kendinden geçişin acısını tarif etmenin ve bu güne kadar âşıklara ilham vermeye devam eden “sevgili”si için beslediği özlemi ifade etmelerinin yanı sıra ilahi olana aşkını yüceltiyorlar.

Yaygın ticarileşme ve Rumi şiirinin zayıf tercümesinden dolayı Sufizm, İslam’ın en derin manevi biliminin çok duygusal bir Hallmark kartı (tebrik kartları), bir Deepak Chopra’d (Hint ruhsallık bilimi uzmanı) basitleştirmesiyle eş anlama geldi. Küresel İslam topluluğunda bile dinin teolojik çerçevesinde sufizmin itibarı ile ilgili önemli çatışmalar ve sert tartışmalar yapılmaktadır. En üretken ve iyi bilinen Amerikalı Müslüman bilginlerinden Seyit Hüseyin Nasr gibi pek çok uzman, sufizmin, İslam’ın sistemleşmiş geleneğinin özüne kök salan manevi motorunu ve kalbini temsil ettiğini ve selefilik ile politik aşırıcılığa kök salmış modern zamanların İslam’ını yeniden canlandırmaya muktedir olduğunu ileri sürüyorlar. “Gerçeğin Bahçesi: İslam’ın Mistik Geleneği Sufizmin Vizyonu ve Vaat Ettikleri” adlı son çalışması ile ilgili Nasr ile gerçekleştirdiğimiz görüşmede Rumi’nin modern dünyaya manevi etkisini, İslam tarih ve gelenğinde Sufiliğin rolünü ve gizemciliğin eskimiş bir modeli olarak Sufizm eleştirisi üzerine konuştuk.

Ali: öncelikle Rumi ile ilgili konuşalım. Coleman Barks’ı (Rumi’nin şiir kitaplarının “mütercimi”) tanıdığınızdan eminim, tanıyorsunuz değil mi? 

Nasr: Evet.

Ali: Coleman Barks ve diğerleri Rumi’yi, Tanrı idrakinden koparmaya çalışsalar da,  bu onun şiirinde fışkırmaktadır. Rumi bugünün Amerikasında en iyi satan şairdir. İslam ve İslami ilimlerde sağlam bir şekilde kök salmış, ortalama dinleyiciyi cezbeden çalışmasında ne var? 

Nasr: Soruların başka çerçevede olması gerektiğini düşünüyorum. Her şeyden önce Celaleddin Rumi, Kuran’ın İslami öğretilerinde bütünüyle kök salmıştır. O büyük bir âlimdi, bir medreseye bağlıydı, İslam teolojisini ve hukukunu çok iyi biliyordu. Farsça, Arapça ve o dönemlerde Anadolu’da kullanılmaya başlayan Türkçe‘yi çok iyi biliyordu. Büyük bir dindar olmasının yanı sıra dikkate değer bir âlimdi. İslami gelenekte bütünüyle kök salmıştı. Bu durumu görmezden gelerek Rumi’yi İslami temellerinden ayırmaya çalışanlara bütünüyle karşıyım. Bununla ilgili pek fazla şey yazdım ve aslında son zamanlarda Mesnevi’nin ilk bölümünü çevirdiğim “Hayat bir hacdır: Rumi ile sohbette” adlı bir kitap yazdım.

Kitap, benim Rumi’nin Sufi İslami gelenekte kök salmış olmasıyla ilgili söylediğim şeyi tamamlıyor. Şimdi, bugünün Batı dünyasına Rumi’nin evrenselliğini cazip kılan nedir? Birkaç şeydir. İlk olarak Rumi, bütün peygamberleri Allah’ın gönderdiğini ve Allah’ın tek din değil birçok din gönderdiğini öğreten Kuran öğretisinin büyük sözcülerinden biridir. Kuran ayetleri, her biriniz, hepiniz için kendi yolunuzu, kendi şeriatınızı yarattık ki bir diğerinizle Allah’ın rahmet ve bilgeliğinde bir araya gelesiniz diyor. Ve Kuran’ın çok meşhur bir ayeti şöyledir: “Biz her topluma bir peygamber gönderdik.” Kuran’ın pek çok ayeti, İslam fıkhının evrensel bir perspektifini temsil etmektedir. İbrahim bir Müslümandır, İsa bir Müslümandır. Bunun anlamını tarih boyunca pek çok Müslüman özellikle de gerekli olduğunda yani İslam Hindistan’da Hinduizmle karşılaştığında ve Anadolu’da Hıristiyanlık ve bir dereceye kadar Yahudilikle karşılaştığında meydana çıkarmıştır. Fakat Rumi, bu evrensel öğretiyi meydana çıkaran şeyhlerin en büyüklerinden biridir.

Bu gün itibariyle insanlığın en büyük problemlerinden biri, birinin dinini kaybettirmeden-herşeyi görecelileştirmeden çok dinli bir toplumda nasıl yaşanacağıdır. Bu günün en büyük manevi problemi dolayısıyla Rumi, bir yol önerebilen büyük bir önderdir. İkincisi, Rumi aynı zamanda belki de yaşamış en büyük mistik şairdir ve Farsça’nın en büyük şairlerinden biridir. O, güzel Fars şiirinde pratik olarak ruhi hayatın bütün yönlerini ve insanlar olarak bu gün dünyadaki varoluşsal durumumuzu anlatabilme gücüne sahipti.

Coleman Barks ve şu anda çok meşhur olan diğer mütercimler Farsça bilmiyorlar. Farsça bilen biriyle birlikte çalışıyorlar. Tercümeler mutlak doğru değil. İçinde birkaç hata olmasına rağmen büyük bir başarı göstererek Mesnevi’nin tümünü çeviren Reynald A. Nicholson’un tercümeleri gibi değiller. Nicholson’un tercümeleri gerçekten büyük birer başarıdırlar. Bu insanlar genellikle Nicholson’un tercümesinden hareketle Rumi’nin öğretilerini Farsça bilen birinin yardımıyla bir tür ortalama Amerikan şiirine uyarladılar. Bu bir sanattır, ilim noktasında kazanım değildir, gerçeğin ve Rumi’nin temsil ettiği güzelliğin bu kombinasyonunun tadını veriyor. Rumi’nin temsil ettiği güzellik: Tanrı ve güzellikteki ruhi hayatın en derin gerçeklerin bir ifadesidir.

Ali: Rumi ve diğer sufi şairlerinin şiiri büyük oranda özel bir iştiyaktan gelmektedir. Ruhlarında bir kayıp tarafından tutuşturulan bir ateş ve özlem var gibi görünüyor. Rumi için bu kayıp, onun ruh arkadaşı ve rehberi Şems-i Tebrizi’nin kaybıdır. Neden bu uç duyguları görüyoruz: biri acı ve özlem diğeri aşk, her ikisi de İlahi Yol’a ulaşmada ve onu anlamada eşit oranda gerekli midirler? Neden acı ve özlem bir arada? 

Nasr: Bu çok açıktır ve size bir insan örneği vermeme izin verin. Eğer senin gibi genç bir insansanız ve işinizle uğraşıyorsanız bunu düşünürsünüz. Farzedin bir kıza âşık oldunuz, aniden aşk unsuru hayatınıza girdi ve sizi rahatsız ediyor. Âşık olmanızdan önceki günlerde sabah uyanıyordunuz, duanızı okuyordunuz, yıkanıyordunuz, işinize gidiyordunuz ve bu şeylerle ilgili düşünmüyordunuz.  

Sonra aniden âşık oldunuz. Bir kere âşık olduğunuzda bu durum bütün hayatınızı değiştiriyor. Başka şeyleri düşünmek yerine bütün zamanınızda bu kızı düşünüyorsunuz. Aşkın nesnesi olan bu özel insan olduğundan ondan ayrı olmak özlem ve acı üretiyor. Aşk kaybedişle karışmış acıdır, batıda bile Wagner’in operasını yaptığı, aşklarının sevenleri ölüme götürdüğü, Tristan ve İsolde gibi büyük âşıkların hikâyeleri vardır. Wagner bir mistik veya sufi olmadığı için bütünüyle dışsal bir seviyeye tekabül eden fakat bu derinliğe sahip bir ortaçağ hikâyesi olan Almanca Wagner’in Aşk-Ölüm Aryası batı müziğinde en ünlü parçalardan birisidir. Temel düşünce; aşkın kendisinin, maşuktan uzak olmaktan kaynaklanan acıdan ayrı olamayacağıdır. Arapça, Farsça ve diğer İslam topluluklarının dillerindeki Leyla ve Mecnun’un hikâyesi her zaman onları ölüme götürüyor. Romeo ve Juliet gibidir: şiddetli aşk. Bu bir insanın çok daha derin Tanrı’ya duyduğu aşkın ifadesinin yoludur.

Ve tabi ki Kuran açık bir şekilde bunula ilgili konuşuyor: “Allah onları sever, onlarda Allah’ı sever.” Eğer Allah bizi sevmeseydi biz onu sevemezdik. Sufi bu aşkı fark edendir. Bu durum senin gibi genç bir adamın aşk sonrası gününe benzemektedir. İlk gün âşık değildi ve işiyle meşkuldü ve ikinci gün aniden aşk geldi. Bu hayatta Allah ile var olan aşkı fark eden insanlar var. Güzel bir kadına âşık olmak gibi veya bir kadının bir adama âşık olması gibi. Bir kere bu fark ediş gerçekleştiğinde bu aşk kendisiyle birlikte özlemi getiriyor. Özlem aşktan ayrılamaz, maşuk hemen yanlarında olmazsa, sevgilinin kucağına hemen düşmezlerse acı çekiyorlar. Bu, aşk ve acı arasındaki ilişkidir.  

Ali: Bâtınilik eleştirmenlerinin yaptığı bir eleştiri var: Eğer şakirt, terbiyecisi olan mürşidinin elinde “ceset” gibi gözü kapalı köle gibi olmak zorundaysa İslam ve tasavvuf yolu onların bireyselliklerini ellerinden almıyor mu? Bu ne tür bir bireyselleşmeye giden yoldur? 

Nasr: Keşke birileri bireysellikten o kadar kolay kurtulabilseydi; herhangi biri kendi bireyselliğinden hiçbir zaman bütünüyle kurtulamaz. Bir insan, çok farklı bir sorun olan bencilliğinden kurtulur. Odanızda, duvarınızda iki tabloya sahip olabilirsiniz; biri bir Fars minyatürü ve diğeri de Rembrandt tarafından yapılmış bir Alman tablosu olabilir. Çok farklı karakterler fakat kendi karakterlerine sahipler ama cansızlar, kendi arzularına sahip değillerdir. Biri manevi bir öğretmenin elinde ölü bir ceset gibi olma ile ilgili konuştuğunda bunun anlamı, arzuyu hapsetmeye muktedir olmak özellikle de yine Kurani bir terim olan ve bizi kötüye yönelttiğinden tutsak almaya mecbur olduğumuz ruhumuzun bir parçası olan nefsi emareyi hapsetmeye muktedir olmaktır. Bu deyişin anlamı budur. Bir makinenin bir dişine dönüşme anlamında değildir.

Aslında, makine bizim sahip olduğumuz şuura, özgür iradeye sahip değildir ve her anlamda değil fakat ruhi anlamda özgür iradesini manevi bir öğretmene teslim etme bir anlamda birinin iradesini Tanrı’ya teslim etmesinin en düşük seviyesidir. Pek çok insan İslam’ı otomatik olduğu, bireyselliğe sahip olmadığı sadece iradeyi Tanrı’ya teslim ettiği için eleştiriyor fakat biz Müslümanlar, günün her anında iradeyi Tanrı’ya teslim etme gerçeğinin bir özgür irade eylemi olduğunu çok iyi biliriz.

Ali: Müslümanlar şu an dünyaya bakıyorlar özellikle de İslam “ümmeti”ne ve istikrarsızlık, acı, otoriter rejimler, baskı v.b şeyler görüyorlar. Dolayısıyla pek çok Müslüman, bütün bu riyazetin, zikrin, nesf tezkiyesinin ve Sufi tecrübenin bu sorunların çözümüne ne katkı sağlayacağını soruyorlar. Bütün bu sufi tecrübeler Filistin, Çeçenya veya Irak’taki Müslümanların acılarına nasıl yardım edecek? İnsanlar, Müslümanların bir köpüğün içinde yaşayıp başını kuma gömenlere benzediğini söylüyorlar ve insanlara yardım etmek için insanın daha pratik olması gerekir. Bununla ilgili neler söyleyeceksiniz? 

Nasr: Bütünüyle saçmalık. Bu sorunun pek çok cevabı vardır. Temel cevabı; İslam dünyası sadece dışsal baskıdan dolayı acı çekmiyor aynı zamanda haysiyetini, mirasını, kendi İslam tecrübesini kaybetmesi, ahlakının zayıflaması gibi sadece dışsal olmayan yani İslam dünyasının içinde yaşanan şeylerden dolayı acı çekmektedir. Sufizm, her zaman İslami ahlakı arındırma işlevine sahip oldu, riyazet ve tezkiye parlayan bir lamba gibidir. Bir lamba neye yarar? Lamba, koşan fakat yerinden kımıldamayan bir at gibidir. Fakat lamba olmasının kendisine kazandırdığı fazilet dolayısıyla etrafındaki alanı aydınlatıyor. Bu yüzden birinin ruhunu arındırma işlevi, faziletli bir şekilde yaşamasını sağlama, onun etrafındaki toplumun ahlakı üzerinde büyük etkiler meydana getirmektedir.

İslam dünyası sadece Amerika’nın Filistin ve Irak’ı işgal etmesinden dolayı acı çekmemektedir. Aynı zamanda Afganların kendileri tarafından Afganistan’da yapılan inanılmaz yolsuzluklardan ve aynı zamanda Irak’takiler de benzerlerinden acı çekmektedir—sadece doğrudan işgal altında olan iki ülkeyi örnek veriyorum; tabi bu duruma sürükleyen korkunç olayları ve buralardaki yabancı işgaliyle nelerin yaşandığını bütünüyle yok saymıyorum. Fakat diyorum ki; işgal tek sorun değildir ve sufiler her zaman İslam ve toplum ahlakını arındırmaya çalışanlardır. Ve onlar hiçbir zaman dışsal faaliyetten ellerini çekmiyorlar. Örneğin sufilerin güçlü oldukları pazar her zaman İslam dünyasında ekonomide baskındı. İslam’ın ekonomik hayatı pazardan, onu başka bir açıdan ele alan modernleşmiş Müslümanların olduğu şehirlerin yeni kesimlerine taşındığında ve İslam ekonomisinin fazlasıyla İslam ve Müslüman toplumların pek çok derin tecrübelerine karşıt bir hale dönüştüğünde sufiler çok daha fazla makuliyet verebilirler.

İslam topluluklarında İslam adına bir toplum olarak, bir medeniyet olarak kendini yeniden tazelemek için kendisine gelen bu içsel manevi hayatiyet olmadan bir çıkış yolu bulunamaz. Ve aynı zamanda askeri olarak da 18. ve 19. yy.lın kolonyal güçlere karşı büyük direniş hareketlerinin nerdeyse bütünü sufilerden oluşmaktaydı: Kafkasya’da Şeyh Şamil, Cezayir’de Emir Abdülkadir, bugün Pakistan olan Hindistan’ın modern eyaletinde Barelvi ailesi ve listeyi uzatabilirsiniz. Bu gün trajik olan, çözümlerinde sadece dışsal faaliyetlerle bulunması gerektiğini düşünen bir grup olmasıdır. Aynı şeyi kendi içlerinde yapmıyorlar. Bu derin bir şekilde batılı bir düşüncedir, kendini geliştirmeden dünyayı geliştirmeye çalışmak modern düşüncedir. Bu, diğerlerinin başlarını kuma soktuklarını ve “biz cihad ediyoruz ve siyasiyiz” v.s. diyen Müslümanların söylediği şeydir, onlar modernizmin çok önemli bir hatasına gıpta ediyorlar.  

Ali: Hz. Muhammed’in (sav) kişiliği ve adı Allah’ın sevgilisi (ashabiballah) övülüyor ve peygamber davranışın bir kriter modeli olarak Müslümanlar tarafından seviliyor. Onun sünneti, Rumi gibi adamları ortaya çıkarıyor ve bencil olmayan bir hayırseverliğe öncülük ediyor fakat aynı zamanda modern dünyada cihatçılara ve radikallere ilham veriyor. Pek çok insan söz konusu ettiğim ikinci tip davranıştan dolayı Hz. Muhammed’in kişiliğini suçlamaktadır. Biraz takipçilerinde bu derece farklı meyveler ve sonuçlar üreten bu dikkat çekici derecede karmaşık kişilik hakkında konuşalım. Bir tarafta sufiler var diğer tarafta Bin Laden var.  

Nasr: Her şeyden önce Bin Ladenler klasik cihad ile karıştırılmamalıdırlar—klasik cihat bütünüyle başka bir şeydir. Eğer dışsal bir cihad örneği istiyorsanız bütünüyle başka bir şey olan 19. yy.da Fransızlara karşı savaşan Emir Abdulkadir’i zikretmelisiniz. Fakat bunu bir tarafa bırakın Peygamber (s.a.v) insan halinin bütün olasılıklarını mükemmel içinde sunuyor. Şimdi, bunun bir parçası tabi ki Allah aşkıdır. Fakat Allah onu aynı zamanda yeni bir dünya düzeninin, yeni bir medeniyetin ve yeni bir toplumun kurucusu olarak görevlendirmişti. Bu yüzden o her şeyden önce tabi ki peygamber olmakla beraber, Allah’ın sevdiği ve Allah’ı sevendi, babaydı, ordu komutanıydı, hâkimdi, bir topluluğun yöneticisiydi, Medine’nin ve sonradan Arabistan’ın kralıydı ve bütün bu özellikler onda ve onun kaderinde birleşmişti. Allah’ın onu dünyaya göndermedeki amacı, hayatta insanların sahip oldukları işlevlerin bir peygamberin şahsında nasıl mükemmel olduklarını göstermekti.  

Peygamber onların hepsi için bir model oluşturuyor. İyi bir devlet adamı olmanın modelini sunuyor. Aynı zamanda savaşçılar için iyi bir savaşçı olmanın, asaletin, Kuran ve hadislerin düşmanlarına haysiyet ve iyilikle davranın dediği her şeyin bir modelini sunuyor. Kuran açık bir şekilde masum insanların öldürülmesine muhalefet ediyor ve peygamber her zaman bunu uygulamaya dikkat ediyor. Bir savaş yapmak zorunda kaldıklarında o her zaman bir barış yapma mümkün olduğu anda barış tarafında olmuştur çünkü bu Kuran’ın da söylediği şeydir. O, örnek bir yöneticiydi, örnek bir babaydı, örnek bir savaşçıydı ve bir aileye sahip olduğun zaman çekişmeler oluyor, problemler oluyor bu insanın düzenidir. Müslümanlar için bütün farklı alanlarda bir örnek, bir model oluşturdu. O sadece manevi hayatın örneği değildir aynı zamanda bu dünyadaki hayatımız için bir örnektir. Çünkü İslam Hıristiyanlık ve Budizm’in aksine manevi hayat ve dünyevi hayat ayrımına dayanan manastır hayatına sahip değildir. Onların bütünü bir açıdan entegre edilmiş ve birbirleriyle ilişkilendirilmişlerdir. Ve peygamber bunu hayatında uygulamıştır.  

Ali: Bir mürşit ile müridi, arayan ile aranan, şeyh ve talebesi arasındaki ilişki ile ilgili konuşalım biraz. İlk olarak bir ruhani adayı neden ruhani bir şeyhe biat etmeye ihtiyaç duyar? 

Nasr: İslamda ruhbanlık yoktur ve herkes aracısız bir şekilde günlük namazlarında olduğu gibi Allah’ın karşısındadır. Bu özellik, kutsal toplantı sırasında bir papazın ayini yönetmek zorunda olduğu ve papazların bir bağ olarak işlev gördüğü Hıristiyanlıktan farklıdır. En azından bu Katolik Hıristiyanlığında Tanrı ile din görevlisi olmayan arasında aracı olma şeklindedir. İslam’da bu yoktur. Bununla birlikte bu sözünü ettiğim ruhi önderlikle aynı şey değildir. Bütün Müslümanlar Allah’ın karşısındadırlar ve kendilerinin papazlarıdırlar. Fakat ruhi rehberlik, rehberliğe ihtiyaç duymaktadır. Bu düz bir zeminde yürüme ile dağa tırmanmayı karşılaştırmak gibidir. Nasıl yürüyeceğinizi bir kere öğrendiğinizde zeminde kendiniz yürüyebilirsiniz fakat Everest Tepesi’ne tırmanmak istiyorsanız bir rehbere ihtiyaç duyarsınız.

Ruhi yürüyüş için bir rehbere ihtiyaç olduğu gereçketir. Tıp alanında eğer hastaysanız bir doktora ihtiyaç duyarsınız. Bir doktor rahatsızlıklarınızla nasıl uğraşacağını öğrenmiştir ve insanoğlu kusurludur. Zihin ve ruhun tedavi gerektiren pek çok sorunu vardır ve ciddi bir mürşid veya manevi şeyh de aynızamanda ruh doktorudur: tıpkı bir tıp doktorunun fiziksel problemlerle ilgilendiği gibi ruhun yaralarını iyileştiren kişidir gerçek mürşid. Eğer Tanrı bedenimizi bize vermişse ve bize yardım etmesi için ona dua ediyorsak neden bir doktora ihtiyaç duyuyoruz?

Bu bir düzeyde böyledir fakat çok kötü bir mide ağrısı hissettiğimizde doktor, acil bir ihtiyaçtır ve Allah imkânlar sunar. İslam’da bizler mutlak rehberin—el-Hadi—Allah olduğuna inanırız. Fakat aynı zamanda Allah, vahiyde insanlar üzerinden manevi rehber imkânları sunmaktadır çünkü herkes Allah’a doğrudan aracısız erişebilir. Eğer hayatta ne yapmak istediğinizle ilgili karar vermek istiyorsanız, bu hayatta O’na daha yakın olmak için manevi pratik üzerinden, yoğunlaşma üzerinden, Allah’ın adını zikretme üzerinden sistematik bir şekilde çalışıyorsanız size rehberlik edecek birine ihtiyaç duyarsınız. Ve Allah İslam’da bu rehberliğin olmasına izin vermiştir. 

Ali: Tam bu noktada eleştiri geliyor ve ben bu insanları damgalamak istemiyorum ama farzedin ki birileri, “tamam söyledikleriniz anlaşılıyor fakat Kuran ve sünnette buna izin veren delil nerde” diye soruyorlar. Peygamber biat işlemini ne zaman yaptı? 

Nasr: İlk olarak Hz. Peygamber Hudeybiye’de Sufizmin biatının temelini atarak takipçilerinden biat aldı. Bu doğrudan Peygamberin sünnetidir. İkincisi, Kuran Hz. Musa’nın dinin dışsallığını ve Hızır’ın içsel manasını, batınını temsil ettiği Hz. Musa ve Hızır’ın kıssasını anlatıyor. Hz. Musa Hızır’la bir yolculuğa çıkıyor ve Hızır ona dışarıdan tuhaf görünen fakat içsel olarak anlamı büyük şu talebini dile getiriyor: “soru sormayı terk etmezsen seni yol arkadaşım olarak kabul etmeyeceğim.” Bu tam olarak ruhi rehberliğin anlamıdır.

Son olarak, manevi rehberliğin prototipine sahipsiniz, paygambere sahipsiniz, salât ve selam onun üzerine olsun, Kuran’da onun gece Mirac’a çıkışından söz ediliyor ve ne kadar dışsal olurlarsa olsunlar, sayıları ne kadar fazla olursa olsun bunu inkar edemezler, bu gün İslam dünyasında batıni rehberliği reddeden pek çok kimse var fakat onlar Kuran’ın metnini inkar edemezler. Peygamber, İslam’ın batıni idraki olarak Allah’ın emriyle cennete götürüldü. Fakat bir rehberi vardı, Cebrail (a.s). Cebrail onun rehberiydi. Peygamberi cennete o götürdü. Bu yüzden birileri bunun temeli nedir diye sorabilir—bununla ilgili çok fazla kaynak var. Bu bütünüyle vahyi, yazınsal temelden yoksun değildir; İslam hukukunda bunu çok fazla temeli var.

Ali: Pek çok kimse sizin tarif ettiğiniz şeyi, dinin ve maneviyatın fazlasıyla evrensel bir bağlamı olduğunu söyleyebilir. Fakat Sufizm ve İslam’da Hakikat neden Şeriat’ta içkindir? Allah’a giden bu kadar çok yol varsa tarikatlar neden İslam’i olmak zorundadır? 

Nasr: Bu çok güzel bir soru. Tıpkı bizim bir bedenimiz ve ruhumuz olduğu gibi ve ruhumuz bedenimiz olmadan caddeden yürüyemeyeceği gibi—eğer böyle olsa ölü olurduk. Dinde böyledir; bir bedene, bir şekle ve bir yapıya sahip olmak zorundadır. Bu olmadan ruh, tarikat eğitimini takibe devam edemez. Şeriatsız tarikat, kabuksuz şam fıstığı gibidir. Şeriat diğer pek çok fonksiyona sahiptir fakat aynı zamanda tarikatı, manevi yolu koruyor. Dünyada manevi bir gelişim olanağını bağlamının dışında tutan hiçbir din yoktur. Bu sadece modern bir icattır. Örneğin Hıristiyan mistikler aynı zaman Hıristiyanlardı. Onlar aynı zamanda kiliseye giderlerdi ve Hıristiyan kurallarını takip ederlerdi. Hindu mistikler Hinduizmi yaşıyorlardı, inekleri kesmiyorlar ve inek eti yemiyorlardı. Hindu kurallarını takip ediyorlardı ve örnekleri çoğaltabiliriz, sufizm bir istisna değildir.

Sadece bir din nefretinin olduğu modern dünyada ve modern toplumun bazı kesimlerinde bir dinin manevi öğretilerinin o dinin dışında yaşanabileceği düşüncesi var; bu düşünceler ileri sürülüyor. Bu kolay gibi görünüyor. “Domuz eti yemekle, şarap içmekle ilgili canımı sıkmak zorunda değilim. Yapacağım şey Rumi’nin güzel şiirini okumak, şarap, kadın ve müzik ile ilgili konuşmaktır. Veya buna benzer bir şeyler yapmaktır” diyebilirsiniz. Bu bir davranış türüdür. Bu, İslam’ın bomba atmak olduğunu söyleyen diğer tavrın tam karşıtıdır; içsel ve dışsal arınmayla ilgili hiçbir şeye sahip değildir.

Ali: Bazıları hakikatın Hallac’ı mahvettiğini söylüyor. Hakikat, onu şeriatın sınırları dışına çıkardığı ve kendini “Hak” olarak ilan ettiği noktaya getirdi. Dindar bir Müslüman için bukadar tehlikeli olan bir şeyle neden uğraşılsın? Neden bu batıni ilimle uğraşalım? 

Nasr: Sadece bir olayı ele alıyorsunuz. Bu şunu demeye benzemektedir; her gün yollarda sarhoş insanlar olduğunda neden araba gezintisi yapalım. İslam tarihinde Hallac’ın kaderini yaşamamış ve felsefeden, sanata, bilime toplumsal yapıya, ekonomiye İslam kültürü ile medeniyetinin her yönü üzerinde derin etkiye sahip olmuş milyonlarca sufi var. Bu anlaşılmalıdır.

Hallac özel bir yazgıya sahiptir. Dünyeviliğin, lüksün İslam dünyasında fazlasıyla bulunduğu bir zamanda geldi. Onun işlevi bu duruma bir tür anti tez olmaktı ve bunu hayatıyla ödedi ve bunu büyük bir mutlulukla yaptı. Cellâdına doğru yürürken gülümsüyordu. Bu yapıldı çünkü dönemin Müslümanlarının bilincini sarsıyordu. Fakat sufilerin çok büyük bir çoğunluğu Hallac’ın yazgısıyla yüzleşmedi. Onlar “Hak”ka ulaşma ile ilgili konuşuyorlardı ve bunu söylemek onlar için tehlike oluşturmuyordu. Senegal’e bakın, Senegal’deki Müslümanların yüzde 90’ı Ticani veya Kadiri sufidir. Onlar arasında Hallac hakkında şiirler yazan büyük önderler vardı ve öldürülmediler. Aslında Sufizmin bütün Senegal’e İslam’ı iki yüzyılda getirdiğini görüyoruz. Aynı durumu Malezya ve Endonezya’da da görebilirsiniz. Türkler nasıl Müslüman oldu? Sufiler üzerinden Müslüman-laştılar. Araplar asla Türkleri fethetmedi. İslam’ın ilk dönemlerinde Hallac gibi gerçek hakkında, gerçeğe ulaşma hakkında ve gerçekle bir olma hakkında konuşan insanlar vardı ve onlar öldürülmedikleri gibi kendi kültürlerinin büyük kahramanları idiler, Türkiye’de bir sufi şeyhinin adı verilen bir üniversite var.

Ali: Sufizm Güney Asya da Çişti ve Kadiri tarikatlarını kullanarak kılıçsız İslam’ın yayılmasına nasıl yardım etti? Çünkü bütün duyduğumuz İslam’ın kılıçla yayıldığı ve sadece kılıç.

Nasr: Bu saçmadır. Bu bütünüyle yanlış olan ve Orta Çağlardan beri yapılan batılı propagandadır. Her şeyden önce İslam’ın yükselişinden 300 yıl sonra İran’da Zerdüştiler vardı. İslam orduları asla insanları İslam’ı kabul etmeye zorlamadılar. Allah’ın putperestlere ya İslam’ı tercih etmeyi ya da Müslümanlara karşı savaşmayı tercih etmelerini emrettiği bölge sadece Arabistan içindeydi çünkü Allah, orada var olan berbat putperestliği oradan çıkarmak istedi. Fakat Arabistan dışında İslam’ın Hıristiyanlar, Yahudiler, Zerdüştiler ve Hindularla karşılaştığı yerlerde onlara genellikle bir tercih hakkı verdiler. Bu yüzden İslam dünyasında pek çok Hıristiyan ve Yahudi topluluk yaşadı fakat onların pek çoğu aşamalı bir şekilde farklı nedenlerden dolayı İslam’ı seçti. Her şeyden önce kılıçla yayılma ile ilgili konuşmayı terk edelim. İslam dünyası Arap dünyasında veya İran’da bitmiyor. Bütün Türk dünyası var, Orta Asya dünyası var, Güney Asya dünyası var, Güneydoğu Asya dünyası ve Afrika dünyası var.

Eğer bir milyar Müslüman varsa bunların 900 milyonu hiçbir şekilde istila ile İslam’a döndürül-memiştir, pek çoğu Sufiler üzerinden İslam’a kazandırılmıştır çünkü insanoğlu manevi karakterli insanlardan etkilenir. Kuşkusuz asalet, misafirperverlik, kibarlık ve sevgi gösterdiklerinde, bencil ve saldırgan olmadıklarında samimilerdir. Tüccarlar da Java dolaylarında gördüğümüz gibi sufilerdi, zahiren tüccar fakat aynı zamanda çok yüksek bir manevi karaktere sahiplerdi. Aksi halde hiçbir tüccar bir insanı bir dinden diğerine kazandıramaz. Bu o sufi tüccarların yüksek manevi karaktere sahip olmaları dolayısıyla gerçekleşmiştir.

Güney Asya’daki Kadiri ve Çişti sufi tarikatları inanılmaz bir rol oynadılar. Çişti tarikatını kuran kişi Muinuddin Çiştiydi. Esasında Çişt, modern zamanların Afganistan ve Pakistan sınırları dâhilindeydi, Muinuddin Hindistan’a genç bir adam olarak getirilmişti. Büyük bir azizdi. Açıkçası, Hindular ona geldiler, o, onlar için dua etti, onlara iyi davrandı ve onlarla beraber yedi. Bu Hindulardan pek çoğu bu adamın Hindistan’da var olan kast sisteminin bütün farklılıklarının ve sosyal sınıflandırmaların ötesinde olduğunu fark ettiler. Kendi felsefesine sahip olan kast sistemini eleştirmeye çalışmıyorum fakat sosyal katmanlaşmanın baskıcı görünüşü onda yoktu bu yüzden pek çok Hindu ona geldi. Onun hayatı boyunca 500 bin insanı İslam’a kazandırdığını söylüyorlar. Aynısı Kadiriler içinde geçerlidir, bunlardan bazıları ellerine kılıç alıp Hindulara karşı savaşmaya çalışmayan büyük öğretmenlerdi. Hindu arkadaşlar edindiler. Aslında pek çok Hindu yogici iler sufiler görüştüler, arkadaş oldular ve bilgi ile Tanrı aşkı hakkında konuştular, var olan bütün benzelikler hakkında konuştular. Bu insanların yaşadığı ve davet ettikleri İslam’ın sadeliği pek çok Hindu’yu Müslümanlaştırdı. Bu çok açıktır bunu görebilirsiniz: sufizm olmadan İslam bu gün İslam dünyası olarak adlandırdığımız bölgenin üçte ikisine yayılamayacaktı. 

*Wajahat Ali ne bir terörist ne de bir azizdir. Pakistan kökenli Amerikalı bir Müslümandır. Ali bir oyun yazarı, denemeci, mizahçı ve avukattır. “Yerel Haçlılar” adlı çalışması 11 Eylül sonrası Amerika da yaşayan Müslüman Amerikalıların hayatlarıyla ilgili ilk önemli oyundur. Blogu: athttp://goatmilk.wordpress.com/. Kendisine atwajahatmali@gmail.com adresinden ulaşılabilir.

Çeviren: Ali Karakuş
Kaynak: dunyabulteni

Mezarlıkların ve gömütlüklerin çekiciliği o kadar kuvvetlidir ki

Mezarlıkların ve gömütlüklerin çekiciliği o kadar kuvvetlidir ki insanlar, orada bir yakınları gömülü olmasa bile ziyaret ederler. Yabancı şehirlerdeki gömütlüklere hac ziyareti yaparlar ve orada sanki bu, özellikle onlara sunulmuş bir keyifmiş gibi dolaşırlar. Onları oraya çeken her zaman ünlü bir zata duyulan hürmet değildir. En baştaki dürtü bu olduğunda bile söz konusu ziyaret her zaman daha fazla bir şey halini alır. Gömütlük kısa sürede özel bir ruhsal durumun ortaya çıkmasına sebep olur. Bu ruh hali hakkında kendimizi aldatmak gibi dindarca bir alışkanlığımız vardır. Aslında, hissettiğimiz korku ve daha fazla da sergilediğimiz huşu gizli bir tatmini gözden saklar.

Kendisini bir gömütlükte bulan bir insan gerçekten ne yapar? Nasıl hareket eder; orada düşüncelerini meşgul eden nedir? Şu ya da bu taşa bakarak, üzerlerindeki isimleri okuyarak ve kendisini bunların bazılarına doğru çekilmiş hissederek, mezarların arasında bir aşağı bir yukarı dolaşır. Sonra isimlerin altına kazınan yazıları fark etmeye başlar. Uzun bir süre birlikte yaşamış ve şimdi, olması gerektiği gibi, bütün zamanlar boyunca birlikte yatan bir çift bulur; ya da oldukça küçük yaşta ölen bir çocuk; on sekizinci yaş gününe henüz erişmiş bir kız. Ziyaretçiyi daha da büyüleyen, zaman aralıklarıdır. Bu isimler giderek mezarların başucundaki taşların üstündeki dokunaklı yazıtlardan olmaktan çıkıp basit zaman aralıkları olurlar.

Burada otuz üç yaşına kadar yaşayan bir adam vardır; şurada kırk beşinde ölmüş bir başkası. Ziyaretçinin yaşı her ikisinkinden de büyüktür, ama onlar çoktan yarışın dışına çıkmışlardır. Kendisi kadar yaşamamış pek çoğunu bulur; ama özellikle genç yaşta ölmemişlerse, onlar için hiçbir üzüntü duymaz. Ama onun o anki yaşını geçen, kendisinin hâlâ yapabileceği gibi, yetmiş yıl, ya da zaman zaman, seksen yıldan fazla yaşamış olan pek çoklarını bulur. Öyleleri, onda bu insanları geçme arzusu doğurur. Kendisi için her şey hâlâ mümkündür; kendi ömrü henüz belirlenmemiştir ve onun üstünlüğü de burada yatar; çaba göstererek onları geçebilir bile. Her halükârda onlarla aynı yaşa kadar yaşama şansı vardır, çünkü ne de olsa bir avantaja sahiptir: onlar hedeflerine ulaşmışlardır; artık yaşamamaktadırlar. Onlar ziyaretçiyle rekabet etmek için oradadırlar, ama bütün kuvvet onun tarafındadır; onların hiç kuvveti yoktur, yalnızca kayda geçmiş bir hedefleri vardır; en uzun yaşayanlar bile artık ölüdür. Onun gözlerine insanın insana baktığı gibi bakamazlar ve ziyaretçi, mezarlarda yatanlardan, onların olduklarından daha fazla olma ve sonsuza kadar öyle kalma kuvvetini alır. Orada yatmakta olan seksen dokuz yaşındaki yaşlı ölü onun üzerinde mahmuz etkisi yapar. Ziyaretçinin doksan yaşına kadar yaşamasını önleyecek ne vardır?

Ama sıra sıra mezarların arasında duran adamı meşgul eden tek karşılaştırma türü bu değildir. Gömülmüş olanların bazılarının ne kadar süredir orada yatmakta olduklarını fark etmeye başlar. Onu onların ölümünden ayıran zaman bir şekilde güven tazeleyici ve canlandırıcıdır: Kendisi dünyayı bu kadar uzun süredir bilmektedir. 17. ve 18. yüzyıla kadar uzanan eski anıtları barındıran mezarlıklarda, ziyaretçi yarısı silinmiş yazıtların önünde, onları deşifre edinceye kadar kıpırdamaksızın durur. Normal olarak yalnızca pratik amaçlarla kullanılan kronoloji, onun için birdenbire parlak ve anlamlı bir canlılık kazanır. Bildiği bütün yüz yıllar onundur. Mezardaki adam, yanında duran ve kendi yaşamının kısalığı üzerinde düşünen adam hakkında hiçbir şey bilmemektedir. Onun için zaman, öldüğü yıl sona ermiştirMezarların arasında dolaşırken yalnız olduğunu hisseder. Ayağının dibinde yan yana tanımadığı ölüler yatmaktadır ve bunların sayısı çoktur. Sayılarının kaç olduğu bilinmiyor, ama bu sayı çok büyük ve onlardan daha da fazlası olacaktır. Ölüler hareket edemezler, ama birlikte kitle oluşturmuş olarak orada kalmalıdırlar. O yalnız başına dilediği gibi gelip gidebilir; yalnız başına dik durabilir.

Elias Canetti, Kitle ve İktidar, s. 277
Kaynak: http://alihasar.blogspot.com.tr/

Şirazlı Şeyh Sadî

Kendinden geçmiş bir sarhoş, yol üzerine uzanmış yatıyordu. Bir âbid, yanından geçerken ona nefret ve hakaretle baktı. Sarhoş, başını kaldırarak şu mealdeki ayet-i kerîmeyi okudu: “Rahman’ın kulları, bir günahkârın yanından geçerken müsamaha ile geçerler.”

Beyit:
Suçluyu eyleme teşhîr, hâlim ol, setr et
Ey benim zenbimi takbîh eden insan, geç git!

Kıta
Ne için yüz çevirirsin sûfî!
Ehl-i isyâna mürüvvet ile bak
Ben cevân-merd değilim, sen ol da
Güzer et haydi, cevân-merd olarak

Şirazlı Şeyh Sadî
Gül Suyu Gülistan Tercümesi
Kurtuba Kitap

Bir Babanın Şikâyetleri

İnsanlar görüyorum., yangından kaçar gibi kaçıyorlar vazifeden. Önlerinde uçurum. Bir uçurum ki memleketimin insanları ile dolu., bir uçurum ki uçsuz bucaksız.. Uçurum değil, bir ejderin ağzı.

Belki biz de koşuyorduk uçuruma. Belki eteklerimiz bir dikene takıldı, belki biz de uçurumdayız. Ama bu uçurum da kat kat.. Yüz yıllardan beri kâbusa, geceye ve lağıma akan bir ırmak gibi insanlar dökülmüş bu uçuruma. İnsanlar ve İnsanlık. İnsanlık sarhoş, İnsanlık büyülenmiş, İnsanlık kör; görmüyor uçurumu, görmüyor.

Bu kozmik hâileyi ibret aynasından seyredemezsin. Devran çoktan parçaladı aynanı. Sen de kafilenin içindesin. Sen kafanla, sen etinle, rüyalarınla, sen “posterite”nle içindesin. Bu ateşten çemberi aşamıyorsun.

Ve melekler Lût’a dediler ki… Ve Lût’un karısı başını arkaya çevirince tuzdan bir heykel oldu. Tanrının ölüme mahkûm ettiği beldeden iki kişi kurtarabildi Lût: kızlarını. Nuh’un sefinesinde her cins hayvandan bir çift vardı. Tufandan tek insan kurtarabildi Nuh: karısını. Ve Manu kurtuluş dağına tek başına tırmandı. Benim dostlarımı davet edeceğim bir Arz-ı Mevûd’um yok. Kayık: gönlüm, tırmanılacak dağ: çile dağı. Kali Yuga ne zaman sona erecek? Tanrı dünyayı terketti belli ki. İnsanlık Tanrıdan vazgeçtiği gün, kederinden öldü Tanrı. Onunla beraber İnsanlık da öldü. İşte böyle Karamazof Baba! Bir yaban domuzu gibi, iştahlarının kamçısı altında bütün nimetlere saldırabilirsin artık. Ama kaderin oku bir yığın kokmuş toprağa çabucak çevirir seni. Gergedanlaşmak, domuzlaşmak, yılanlaşmak. Sirse, Sirse.. senin marifetin bunlar! Tanrıyı tahtından indiren sensin! İmparatorlukları ağaçlar gibi, sen devirdin! Salome, Messalin.. Şeytan senin yüzünden cennetten koyulmuştur. Sen levis, sen ölüm, sen hayat.

Demek aklın sesi rüzgârın uğultusundan daha mânâsız. Kılavuzların çığlıkları, çılgın kahkahalar arasında boğulmuş asırlardır. Kadeh şakırtıları, halhallar ve heyheyler ve kuyuya doğru ilerleyen kafile: kör kuyuya. Hangi kafile? Bu kafile sensin! Rüyaların, ümitlerin, mazin, istikbalin.

Ojias’ın ahırından sana ne? Kapının önünü temizleyebildin mi? Çocuğun senin gibi düşünmüyor. Eyyup gibi her hücreni azap kemirdi, bu yetmiyor. Kalbin çocuğunda da kanıyor. Torunlarında da mı kanayacak? Belki en mükemmel ikna vasıtası yumruk, ama ben bir sirk cambazı değilim ki. Korkuyorum. Her şeyi kaybetmekten korkuyorum. Kaybedecek neyim kaldı ki? Bir kaç vehim. O ayrı bir dünyanın çocuğu, ben ayrı bir dünyanın. Acaba hangi dünyanın çocuğuyum. Çocuğu veya ihtiyarı. Yahut hangi dünyanın çocuğuydum. Bırak hayatını yaşasın. Demek dışarının leş kokusu çekiyor onu. Bu tefekkür Sina’sı, metruk bir manastır kadar cazibesiz. Kitaplar boş kutular gibi mânâsız. Ben bu kaleden başkasına sığamam ki. Tanrılarının suratına tükürülen insan ne kadar şaşırırsa, o kadar perişanım. Çocuklarım her şey olabilirlerdi, gergedan olmayı tercih ediyorlar. Öyle boğazımı sıkıyor ki bu düşünce! Saraydan ahıra kaçış. Ne yapabilirim Allahım! Ne yapabilirim! Anlayamıyormuşum. Evet anlayamıyorum. Ve anlatamıyorum. Sürü ile karşı karşıyayız. Sürü çiğneyip geçiyor beni. Ve sürünün başında kendi evladım, arkalarından bağırıyorum: nereye, nereye?

Ve Tanrı sayısız elçi yollamış insanlara. Mabetler her devirde boş kalmış. Buda kovalanmış, İsa çarmıha gerilmiş, Muhammed’i zehirlemişler, Lenin öldürülmüş, Gandi öldürülmüş, Marx’m çocukları ne oldu? Belediye kaldırdı oğlunun cenazesini. Kızları evlendiler. Lenin’in çocukları yok muydu? Hasan Hüseyin efendilerimizde, Muhammet’ten ne var? Ebul Âlâ, ben babamın işlediği cinayeti tekrarlamayacağım diyor. Babasının işlediği cinayet. Ben Ebul Âlâ kadar yiğitlik gösteremedim. Ne zaman döneceksin, ne zaman? Çakalların uluyuşuna kulaklarını tıkayıp ne zaman bilgi mabedinin mihrabı önünde vazifenin sesine, hakikatin sesine açacaksın kulaklarını! Seni feda edemem ki. Neden kafanda ben yokum? Neden kalbinde ben yokum? Demek hayat gerçekten bombok. Belki yarın suçlu bulacaksın beni. Neden kolumdan tutmadı, neden mâni olmadı diyeceksin. Ben ezeli bir mağlubum yavrum. Seni sevgimle tutamadıktan sonra. Hakkımdır diyorsun. Senin yaşında hak olmaz. Sen haklarını adım adım fethetmek zorundasın. Ama anlatamıyorum. Neleri kaybettiğinin farkında değilsin. Sultanlıktan kapıcılığa koşuyorsun. Başkaları da koşuyor. Ama ben bu kadar acıyı sen de başkalarına benzeyesin diye çekmedim. Sana kırgın değilim, yalnız attığın her yanlış adım dünyamın bir sütununu deviriyor. Dünyamın, yani senin dünyanın. Hafızanda çatık kaşlı bir hatıra olarak yaşamak istemezdim. Sana dayanabilsem harabeler içinde yeni bir kale kurabilirdim kendimize. Olmadı. Olmuyor. Bu kitapların da, fedakarlıkların da kimseye faydası yok. Sen de koş, sen de düş, sen de yaralan. Kalbimin duracağı bahtiyar güne kadar seninle beraber yaralanmaktan başka ne yapabilirim?

Mazim günahlarla dolu, hatalarla dolu. Ama yoluma ışık tutan olmadı. Olsa ne değişecekti bilmem. Ne var ki çocuklarıma karşı bilerek hiçbir kusur işlemedim. Hatâlarım cehaletimden…. Gemisini kurtaran kaptandır. Hangi gemi, hangi kaptan? İnsanlar cam parçalarını gerçek hazineye tercih ediyorlar. Ve sonra Ödip kompleksi. Hayyam, efsane söylediler ve uykuya daldılar diyor. Benim efsanelerimi dinleyecek kimsem yok. Ve uyuyamıyorum da. Keşke ıstıraplarım sevdiklerimin işine yarasa.

Cemil Meriç   23.2.1963

Şu anda bu satırları okuyorsan

Şu anda bu satırları okuyorsan,
Hayattasın demektir.

Ne duruyorsun hâlâ!
Aşkı tat! Çık sokaklara! Gülümse!
İnsanlara selam ver,
Derin bir nefes al, bir sigara daha yak,
bir kahve daha iç,
sev, seviş!
yıldızları izle,
güzel bir müzik dinle,
bir çocuğun saçlarını okşa.

Çünkü yaşamak;
savaşmak ve düşünmek için çok kısa…

küçük iskender

Elveda

Ben çok gencim ve gereğinden fazla sevdim sizi. Böyle konuşmamam gerektiğini, öylece çıkıp gitmenin kendi adıma daha onurlu bir davranış olacağını biliyorum. Bu, sizin için de daha az incitici olurdu. Ama ben uzaklara gidiyorum ve hiçbir zaman dönmeyeceğim. Sonsuza kadar… Söyleyecek başka sözüm yok, Her şeyi söyledim. Elveda… Bana darılmayın; çünkü burada asıl cezalandırılan benim; sizden yüz kez daha çok cezalandırılmış durumdayım, sizi bir daha görememekle cezalandırılıyorum. Elveda. Elinizi istemiyorum. Gereğinden fazla bilinçli bir biçimde bana eziyet ettiğiniz için şu dakika sizi bağışlayacak durumda değilim! Daha sonra bağışlarım; ama şimdi elinizi istemiyorum…

Karamazov Kardeşler-Dostoyevski

Hep boşa, boşluğa çektim kürekleri

Bir yanı kırpılmış umutlarım, boyuna hayal kırıklıklarım var elimde.. kime dönsem ağlamaklı, üzgün kırgın.. ya ben?

Hep boşa, boşluğa çektim kürekleri. Sonunda en dibi bulmak var, biliyorum, yine de gidiyorum.

(başlıksız)