Çıplak Bir Kıza

Nasıl da tatlı tatlı bakıyor bana-
sen siyah gözlü kız!
Köpürüp akan ırmağın kıyısından
açıkça seçiyorum yeşillerle uyumlu
      çizgilerini.
Otları dağlayan alevler gibi bir çıplaklık
      değil bu,
ne de küllerin habercisi bir köz sıçrayıp
      parçalanan,
daha çok, oraya sessizce yerleştirilmiş,
      sabahın
en körpe çuhaçiçeğisin sen, bir solukta
      yetkinleşen.
Esintiyle sallanan çuhaçiçeğinin serin imgesi.
Gizli, el değmemiş çimenden bir döşeği var
      gövdenin
kenarları dingin akan bir ırmak gibi.

Uzanmış yatıyorsun ve koyaklarda esen
      yellerin
bestelediği bir türküyü söylüyor sevimli
      çıplaklığın.
Ey ezgilerin kızı, nice incelikle
      sunulan
Ve orada, o uzak kıyıda kabul edilmeyen
      armağan.
Azgın dalgalar giriyor araya, ayırıyor
      seni benden,
tükenmek bilmeyen tatlı isteğim, mutluluğun bağı,
göksel bir yıldız gibi otlarda serili
      yatan gövde.


Vicente  Aleixandre
Çeviri: Cevat Çapan

Şair Herkes İçin Söyler Türküsünü

I.
İşte herkes orda, bakarsın geçişlerine.
Nasıl can atarsın, aralarına karışmak tanımak için onları.
Yüreğindeki çılgın kasırgadır çıldırtan seni.
Acının depreştirdiği kalabalık,
içine işlemiş susku,
ha deyip karar verirsin. İşte, geçiyorlar.
Herkes. Çocuklar ve kadınlar. Durmuş oturmuş erkekler bile.
Acı apaçık bakışlarında.
Ve bir tek kalabalık, tek bir varlık gibi geçer.
Ve sen, daralmış yüreğin, tek başına kalan acının kudurganlığıyla,
son bir çabayla kalabalığa karışırsın.
Kendini bulursun, kendini tanırsın böylece.
Dingin dalgalara bırakıp kendini, ağır ağır açılırsın.
Yumuşak itişlerle gidersin,yumuşacık sallanışlarla.
Ve yoğun bir mırıltı duyarsın, alçak sesle söylenen bir ilahiyi andıran.
Binlerce yürek tek bir yürekte çarpar, sürükler seni.

II.
Seni sürükleyen tek bir yürektir. El etek çeker
kendi acın, daralmış yüreğin ferahlar.
Tek bir yürek olursun, şakaklarında duyarsın atışını,
seni sarar, göğsünü kabartır,
yürüdükçe güç verir kollarına.
Ve eğer dikelirsen, bir an yükseltirsen sesini,
bilirsin ki bir türküdür söylediğin,
karanlık ve uçsuz bucaksız bütün bedenlerin derininden kopup gelen
aydınlıktır bu
ve bedenlerde, ruhlarda senin haykırışınla borcunu ödeyendir,
sana destek olanların sesidir, içinde sen de varsın,
senin sesin, şaşırarak kendini tanıdığın güçlü ve gerçek ses.
Darmadağın olmuş yüreklerin sesidir bu, gırtlağından fışkırıp gökleri
saran ses, sade ve açık.

III.
Herkes için yükselir bu ses, bak bütün insanlığın kulağı sende.
Kendilerini duyarlar, kendilerini bulurlar bir tek seste.
Söylediğin türkünün gücü kuvveti onlardır, bir ırmak gibidirler.
Irmağın dalgalarına karıştın, dağılır gibi, insanları birbirine bağladın.
İşte onları sürükleyen ses, titreşir ve bir yol gibi uzar.
İnsanların adımları üstünden geçer onun, onlar
çiğner ve bedenlerinden izler bırakırlar.
Ses dağılır, verir kendini ve kalabalık akar, akar,
yüreğe ulaşır, bir yoldur bu, bir dağ gibi.
Tepeye kadar varır. Güneşin rengi alınlarda solar.
Herkes türkü söylemeye koyulur aydınlık zirvede.
Sesin onların sesi, ortak ve yüce.
Ve kuvvetin ve gerçeğin maviliği
yankılar insanların sesini. Görkemle.


Vicente Aleixandre
Çeviri:  Aydın Hatipoğlu – Eray Canberk

Ölü Çocuklara Ninni

Ah, bulur mu yeni bir kucak
sizden yerde kalan oyuncak,

gömleğiniz üşümez mi, loş
köşelerde sessiz, içi boş

n’eyler, ah çocuklar, yalınız
topunuzla ayakkabınız,

ya cebinizde kalan şeyler,
az bir sicim, kırık bir şeker,

saçınızdan kayan kurdele
sizi en son okşayan ele?

Bunlar işte benim tek varım,
hergün alır alır okşarım,

öperim göğüs geçirerek,
yanağıma sürerim tek tek;

ah çocuklar, hayıflanmayın,
kendinizi yanımda sayın…

Saçlarını bir güzel ördüm
bozduğunuz bebeklerin tüm,

diktim özenle mini mini
yırtık ya da söküklerini;

iç çekmeyin çocuklar, susun,
hepsi derin derin uyusun…

Boyadım sizin yerinize
yüzlerce kuş defterinize,

sizin sesinizle şakırlar,
aynı gülüş onlarda da var,

yüzleri hep sizin yüzünüz,
ses etmeyin, ürkütürsünüz…

Onardım inceden inceye
trenleri işleyinceye

vapurları yüzünceye dek,
arkalarından üfleyerek;

ah çocuklar, üflemeyin siz,
birdenbire kabarır deniz.

Çemberiniz koşuyor yine
boş arsada kendi kendine,

uçurtmanız gökte sarı mor
pır pır ipildeyip uçuyor,

ilişmeyin çocuklar sakın,
oldukları yerde bırakın.

Topacınız dönüp durmada
şu dönmesi bitmiş dünyada,

sallanıyor yine bir çıplak
dalda usul usul salıncak;

hep böyle gidip gelse gerek
çocuklar siz dönünceye dek.

Göz göz olmuş bakıyor ıssız
bir köşeden zıpzıplarınız,

koşuyor gölgeniz sokakta
binmiş de bir değnekten ata

oynarken sessiz iki ağaç
karanlık avluda saklambaç

ve ay, çenesinde elleri,
seyrederken uzak bir yeri…

Bir şeyler arar gibisiniz
bir körebe oyununda siz,

alnınızda ah gündüz gece
o gözbağı kalsın öylece;

ah çocuklar ilerlemeyin,
önünüzde kuyu var, derin…

Ah çocuklar uyuyun artık,
başınızı okşar karanlık,

durur durur öper o dalgın
yüzünüzden, kımıldamayın.

Örtü örttüm üzerinize
ışık düşmesin diye size,

üşümesin diye göğsünüz
serincene başlayınca güz,

dağıtmasın diye çocuklar
saçınızı gizli bir rüzgâr;

mışıl mışıl uyuyun işte
siz bu geleceksiz geçmişte,

bir sürü tavşan, bir sürü kuş
gelmiş, yanınıza doluşmuş,

seyrederler başından beri
yüzünüze konan düşleri.

Sait Maden

Şiir

Tertemiz, geldi önce
Masumiyete bürünmüş;
Severdim onu bir çocuk gibi.

Büründü sonra başka şeylere,
Ne bileyim ben süslenip püslendi işte;
Kendisinden tiksinmeye başladığımı bilmeden.

Bir kraliçe oldu
Hazineleri göz alıcı…
Öfkesi sert ve delice!

…Çıkardı büründüklerini sonra
Ben de gülümsüyordum ona artık

Eski masumiyetinden kalma
Şaldan başka bir şey yoktu üstünde.
İnandım ona yeniden!

Çırçıplak kalmak için sonunda
Şalı da attı sırtından…
Ey yaşamımın tutkusu, Şiir,
Çırçıplak şiir, benimsin sonsuza kadar!

Juan Ramon Jimenez
Çeviri: Eray Canberk

Rüzgara Yazdım Adını

Adını, vadilerin cemresinde
yolunu yitirmiş sulara yazdım
Saçlarına kırağı düşmüş ovalara
Göçmen kuşların konağı ovalara
Rüzgara yazdım bir de…

Seni o rüzgar getirdi bana

Gördüm seni bir daha
gençliğimin ilkçağının
gözleriyle gördüğüm gibi…

O yıllarda da böyle miydi
dudaklarının ve ağzının iklimi
kirpiklerinin karası
alnının serin serinliği
saçlarının ilkbaharı?

Yüreğimde aşkın ve yarası…

Yüreğim çarpardı

Ben çarpardım yüreğimi
çıkmaz ve ara sokaklara

Denizlerin tuzuna
gurbetlerin hüznüne
hüzünlerin sılasına…

Gözlerin,gözlerindi melhem
yüreğimin yarasına…

Alıp gitmek vardı seni o an
‘Bana bir şiir oku’ dediğinde

Alıp gitmeliydim seni…

Bedeni haritalardan silinmiş
bir park kanepesinde oturur
başımı omuzuna koyardım
sana şiirler okurdum

Senin şiirini okurdum

Gökyüzünün en karanlık gecesinden
en aydınlık yıldızını çalar
ve kalbinin üzerine koyardım

O yıldızın aydınlığı ile aydınlanırdı
senin geçmişin ve benim geleceğim

O yıldızın aydınlığıyla
sana sevdalar biçerdim
bana karasevdalar…

Sana sevinçler ve bana hüzünler…

Ah, geçmişimin hatırasından
hatırıma bir daha gelen sevgili

Kalbimin hangi kuytusunda
saklamalıyım şimdi seni?

Hangi vadilerin rüzgarına
yazmalıyım adını ve aşkını?

Hangi rüzgarın elvedasına…

Çık gel şimdi nasıl gelirsen gel
ben beklemedeyim

Bir telefonun sessiz teline
bir mektubun puluna değil
rüzgarlara yazdım adını…

Rüzgarla bekliyorum seni…

Refik Durbaş

Gül Olmak Külleşmeye Hazırlıktır

Firak çakmaktaşından doğan kıvılcım,
Değdiğinde sevdanın kavına…
Fesleğen yerine gül bitebilir,
Gül yerine fesleğen de…

Sevda okunun keskin ucu,
Saplandığında yüreğe, yani avına
Ateş renkli bir gül kesilirdi;
Ateş en iyi kavuşturucudur…

Halbuki, sükûn idi Onun yoldaşı
Itır, onu saran bir bulut…
Deryâ ise derinliğinde berdevâm,
Of çocuk neden uzaklaştın sen?

Fakat, işte, şimdi hemen söyle neden?
Füsun ve hüsün, onun çağrışımlarıydı
Gül olmak, külleşmeye hazırlıktır
Külleşmek, acıların dinişi.

Hüsrev Hatemi

Grili Çocuk II

Gidişi
Bir kış günü, sabah dönüşürken öğleye,
Gittin, griler giyerek ötelere…
Boz idi bulutlar ve bozdular,
Güneşli görünümünü havanın.
Giden sendin, gelenlerden bana ne?
Eski gelmelerin çekildi gerilere,
Bundan böyle, bürünmüş grilere,
Kalacak gözümde gidiş ânın.
Ah çocuk, gri giymeyi de nerden buldun,
Gitmek mi sis rengi giydirdi sana?
Yamaçları sıyırıp göğe ağar gibi,
Akşam karanlığında savrulan kar gibi,
Bu ellerde geç kalmağa korkar gibi,
Gittin çocuk, sislere büründün de.
Ve süreklileşti benim için artık,
Bu kısa bölümü zamanın.

Hüsrev Hatemi

Biz Suçluyuz

Söylediklerim acı, sivri ve inciticidir. Eğer görüşlerimde hakikat payı olduğuna inanıyorsanız, lütfen, bu acıtıcı sözlerimden dolayı beni affedin. Zira maslahata göre konuşmak, insanların hoşuna gider. Yalan, hile ve pohpohlama tatlı, hakikat ise acıdır. Ağrının olduğu yeri uyuşturmak ve hastalığın varlığını inkâr etmek hastayı sakinleştirir. Ancak biz, hasta ile karşı karşıyayız ve acı da olsa şu gerçeği açık ve net bir şekilde ona söylememiz gerekir: “Kanser, kanında, beynin derinliklerinde ve kalbinin merkezinde büyük hasarlara neden olmuştur. Hastalık ilerlemiş, zaman kısıtlı ve musibet ağırdır.”

Bir kimse, yukarıda sözünü ettiğimiz geleneksel ve kapalı dinî muhitte dinin esaslarına inanır ve dindar olursa; İslâm, Şiilik ve Allah gibi dinî konulardan söz ederse, halkın teveccühünü kazanır, eli öpülür, geçimi temin edilir, saygı görür ve nur yüzlü, âlim ve manevî bir lider olarak telakki edilir. Hatta din yoluyla ve din adına bir servet de kazanır.

Ben ve benim gibilerin yaşadığı ortamda ise tam tersine, dine inanmak büyük bir suçtur. Bir öğretim üyesi, bir öğrenci, bir mütercim, bir yazar, bir sanatçı, bir şair, bir düşünür, bir filozof, bir sosyolog ya da bir psikolog dinî bir eğilime sahip olursa, bu durum, onun için sosyal, ilmî ve fikrî bir zaaf olarak kabul edilir. Bizim yaşadığımız ortam, geleneksel dinî muhitin tam tersi bir özelliğe sahiptir. Zira geleneksel dinî muhitlerde bir kişi, dua edip farz namazları kaçırmıyorsa, hele hele bazen nafile namazlar da kılıyorsa, hem maddi hem de manevi hayatını temin etmiş olur. Oysa bizim camiada, iyi eğitim gören, çağdaş okulları tanıyan, çağın kültürünü ve dünyaya bakışını bilen bir ilim adamı dinî, İslâmî ve Şiî inançlara sahip ise fikrî ve ilmî bütün kariyerlerini kaybeder. Eğer ilmî kişiliği, inkâr edilemeyecek bir güçte ise bu sefer ahlakî ve sosyal bakımdan eleştiriye ve ithama maruz olur ve onun hakkında şöyle sözler sarf edilir: “Bilimi, dinin hizmetine sokuyor ve şunun bunun menfaati için kullanıyor; böylece de insana ve zamana zarar verip halkın duraklamasına ve gerilemesine neden oluyor!”

İster sosyolog, ister psikolog, ister felsefeci, isterse mütercim olsun Avrupa’dan gelen bir kişi, aydın olmanın sorumluluğunu taşıyıp ilerlemeden yana olur ve bilimsel değerleri savunursa; bunun sonucu olarak da J. P. Sartre ya da Bertolt Brecht gibi asrımızın aydın ve bilim adamlarından bir çeviri yaparsa toplumda evrensel bir şahsiyet ve ilerici bir aydın olarak kabul edilir.

Eğer aynı kişi, dinî bir eser yayınlarsa, bu, onun için talihsizliğe atılmış olan ilk adım olur. Zira geleneksel dinî çevreler, onun kitabını dinî bir eser olarak telakki etmez ve onu anlayamazlar. Dolayısıyla kitabı okunmaz, sözü dinlenmez ve anlaşılmaz olur; böyle de kalmaz, küfür ve fasıklıkla itham edilir.  Bu, işin bir yönü…

Batı kültürü ile yetişen, o havayı teneffüs eden, günümüzdeki hakim ekollere ve düşüncelere göre düşünen ilerici ve yenilikçi aydınlar ise bu kişiyi şöyle eleştirirler: “Eski saplantılardan kurtulamayan, gerici ve marjinal bir kişi!”  Nitekim bu tür aydınlardan biri ‘Şirket-i Siham-i Âyende-gân’ adlı gazetede benim hakkımda şöyle yazdı: “Bilgin biridir, ama beynindeki dinî kalıntılar, onun ilmî kişiliğini felç etmiştir ve aldığı ilk eğitim, onun, geri düşünceli olmasına neden olmuştur.”

Neden böyledir? Neden? Her zaman ki gibi bu gece de karşınıza dinî bir konuşma, ilmî ve ahlakî bir konferans ile çıkmadım. Bir hoca, bir yazar, bir İslâm âlimi, bir sosyolog, bir vaiz, bir din adamı ya da bir mürşit olarak da huzurunuzda değilim. Zaten böyle bir iddiam da yoktur. Hâlbuki ben, beni eski kafalılık, gericilik, tutuculuk ve dincilikle itham eden kendi sınıfımın ve grubumun temsilcisi olarak karşınızdayım, onları savunuyorum, siz dindar ve inançlı insanlardan onların hakkını istiyorum, onlar adına size itiraz ediyorum ve sizi suçluyorum.

Ben onlara bağlıyım. Ömrüm boyunca öğrenci ve öğretmen oldum. Şayet mütercim, yazar ve hatip olduysam da bu atmosferde ve bu ortamda oldum ve bu kültür ile büyüdüm. Bu insanlara mensubum, onların konuşmalarını anlıyorum ve onları tanıyorum. İlkokula gittim ve eğitimin bütün aşamalarından sınıf sınıf geçtim. Üniversitedeki fakir, köylü ve şehirli, her tabakadan insan ile gece gündüz ilişkim oldu ve onlarla hayatı paylaştım. Tam 18 yaşında iken öğretmenliğe başladım, bütün ömrümü öğretim ile geçirdim. Ömrüm boyunca hem öğrenci oldum hem de öğretmen. Hem eski medreselerde okudum hem de yeni okullarda. Hem İran’da bulundum hem de İran dışında. Köy ilkokulunun birinci sınıfından üniversitenin son sınıfına kadar okudum. Küçüklükten beri, çevremdeki olayların, toplumsal değişimlerin ve fikrî çalkantıların ortasında olmuşumdur. Aynı şekilde, günümüzün itikadî, manevî ve ideolojik tartışmalarını takip ediyor ve onları biliyorum. Gece gündüz elimden kitap ve kalem düşmez. Batı kültürünün saldırılarını ve egemenliğini, buna karşılık aydınların acz içindeki teslimiyetini ve dindarların bağnaz direncini anlamaya çalışıyorum. Din referanslı eski kültür ile medeniyet referanslı yeni kültür arasındaki geçişi düşünüyorum ve gelenekten modernizme doğru gerçekleşen bu geçiş sürecindeki toplumumuzu izliyorum. Bu süreçte hayat, ahlak ve düşüncede gerçekleşen ‘değerler’ deki değişime tanıklık ediyorum. Köye dayanan köklerim olduğu için ‘halk’ın ne demek olduğunu iyi biliyorum. Aldığım dinî eğitim, beni toplumumun vicdanı, fıtratı ve maneviyatına derinden bağlıyor. Batılı tarzda eğitim gördüğüm için çağımı tanıyorum. Dünyanın gündeminde olan ve insanları etkileyen meselelerin içindeyim. Dindar toplumumuzun, günden güne artan, kök salan ve güçlenen Batı kültürü karşısındaki halini görüyorum. Geleneksel bir öze, atalardan kalma değerlere ve taklidî bir imana sahip olan toplumumuz, kendisini tanımıyor. Buna karşılık Batı kültürü, yaratıcılık ve yenilikçiliği, aklî değerleri, bilimsel inkârı, maddî bilinci, hayatta gerçekçiliği ve burjuvaziye ait bayağı arzuları öne çıkarmakta ve bu değerleri her tür ahlakî ve dinî bağdan kurtarma aracı olarak kullanmaktadır. Tüketim, güç, hareket ve maddî ilerlemeye dayalı bir yaşam biçimi önermekte ve dayatmaktadır. Anladım ki, sadece ailevî adetler ve toplumsal geleneklerle korunan mevcut din, taşlaşmış zihnî kalıplarla takdim edilmektedir. Yaşayan bu dinin bilgi ve düşünce kaynağı ise önceki nesillerin bilgisi ve ön kabullerdir.    

Uyanış, hareket, aklî ve ilmî yenilenme demek olan ve zamanın önünde giden İslâm’ın yolunu kesip tarihteki olaylara bağladılar ve peşlerinden sürüklemeye başladılar. Bu gün İslâm, kendi dağınık ve yönsüz mensupları arasında manevî kutsallar ve inançlardan ibaret hale getirilmiştir. Yaşayan kimi ameller ve semboller ise tahakküm ve köleleştirme aracı olarak kullanılmaktadır. İşte böyle bir ortamda, uzak ve bilinmeyen bir yerden yeni soluklu, uyanık, güçlü, egemen ve evrensel bir rakip, bilim, teknoloji, felsefe, edebiyat, sanat, büyük bir ekonomi, tecrübe ve tarihî başarılar ile dini, hayattan kovmak ve yok etmek için saldırmaktadır. Üstelik bu rakip, İslâm’a karşı ezelî kini olan Batı sömürgeciliği ile el ele çalışmaktadır. Bu rakip, İslâm toplumlarına ulaşmak ve oraya yerleşebilmek için, kapıda duran ve yolunu kesen İslâm dinini ortadan kaldırmak için çaba göstermektedir. Zira İslâm’ı tanıyan, onun tarihini bilen herkes ve son iki yüz yıldaki Batı sömürgeciliğini araştıran, İslâm’ın, tarih boyunca uyuyan ve duraksayan toplumları harekete geçirdiğini, zillet ve zaaf içine düşenlere izzet ve güç verdiğini bilir. Aynı şekilde İslâm’ın, sadece dinî bir duygu ve kalbin tasdik ettiği bir iman değil, ‘zengin, köklü ve yenilenen bir kültür’ ve sömürgeciliğe karşı en büyük engel olduğunu da bilir. Yani gelişmiş devletleri etkisiz hale getirecek ve fikrî sömürgecilik, tahakküm, fakirlik ve kimlik kaybına karşı mücadele vermesi gereken aydınlarımıza insanî duyguyu ve özgürlüğü bahşeden ve onları kimliksiz hale gelmekten koruyacak en önemli faktör İslâm’dır.

Ben, bu tesbitleri, bir entelektüel olarak şiir, tiyatro ve ebebî kitaplardan ya da entelektüel mahfillere mahsus araştırma ve tartışmalardan hareketle değil, sıradan halkımın bir ferdi olmam hasebiyle yapıyorum. Zira ben pek çok bağ ile bu halka bağlıyım. Aydınların, yazarların, ilim adamlarının ve ideologların, düşündüklerini ve anladıklarını ben, vicdanımın derinliklerinde hissettim. Onlar için bilimsel, zihnî ve nazarî olan gerçekleri ben, tenim ve etimle duyumsadım. Bu toplumsal geçekler ve dönüşümlerin aynısını yaşadım. Burada olup bitenler hakkında dolaysız bilgiye sahip oldum. Bu günün kültürü ile dünün dini arasındaki çatışmada hazır bulundum. Mevcut gelenek ile kültürel sömürgecilik, toplumsal dönüşüm, maddeci tahakküm ve burjuvazi arasındaki ilişkiler ile geleneğin saldırılara nasıl karşılık verdiğini biliyorum. İşte bütün bunları, böyle biliyorum!

Eğitimli tabakası, yeni nesil ve aydınlarımızın, ne zamandan beri, neden, nasıl ve hangi güç ve çevrelerin etkisi ile dinden, özellikle de İslâm’dan uzaklaştıklarını, hatta nefret ve düşmanlık ile ondan kaçtıklarını ve nihayetinde nereye varacaklarını, kime sığınacaklarını ve hangi tuzağa düşeceklerini de biliyorum.

Sadece bu sebepler, dinin toplumdaki durumu, kültürel sömürgecilik, dindar toplumun esaslarını sarsan durumlar ve toplumun dinden uzaklaşmasının nedenleri üzerinde durma hakkını bana vermiyor; bununla birlikte, eğitim, ilmî araştırma teknikleri hatta eğitim müfredatları hakkında sahip olduğum ihtisas da, bana bu konuda konuşma hakkını veriyor. Medeniyet tarihi, sosyoloji, dinler tarihi, fikrî uyanışlar, toplumsal ayaklanmalar, üçüncü dünyanın emperyalizme karşı ayaklanışı, çağdaş ideolojilerin tanınması, İslâm tarihi, sömürgecilik tarihi, İslâm toplumlarındaki değişim-dönüşümler ve halk tabakasında ortaya çıkan pek çok fikrî, siyasî ve toplumsal hareket, bize, aydınlarımızın, sosyologların topluma bakışları ve dine özellikle de İslâm’a olan yaklaşımları hakkında değerlendirme yapma hakkını veriyor. Siz de bana böyle bir hak verin ki, bir din uzmanı -ki o, sizin imanınızdır- ve bir mektepli olarak içinde yaşadığınız, kendisinden sorumlu olduğunuz ve hakkında doğru bilgiye sahip olmanız gereken toplum konusunda konuşayım, tecrübelerimi ve okumalarımın neticelerini takiyyesiz, riyasız ve herhangi bir çıkar ummadan size arz edeyim.

İşte bütün bu şartlar ve durumlar, çığlık atmamı, nasihatte bulunmamı, acı, iç yakıcı ve akıllıca uyarılarda bulunmamı gerektiriyor. Bu arada şunu da söyleyeyim ki, “Herkes memnun olacak şekilde konuşmalı!” sözüne bir anlam veremiyorum.      

Beni dinleyin, diyorum fakat söylediğim her şeyi kabul edin demiyorum. Sadece şu kadarını bilmenizi istiyorum:

1- Ortaya koyduğum deliller ve sahip olduğum bilgi, ehliyet ve uzmanlık, bana böyle konuşma hakkını veriyor.
2- Ben hiçbir maslahat ve çekinceyi dikkate almadan konuşuyorum, beni bağlayan tek şey hakikattir. Görüşlerimde yanlışlık var ise de, niyetimde hiçbir kötülük yoktur. Feryat ve figanımın tek nedeni, sorumluluk hissim ve dertli olmamdır.

Sözlerimi, Kur’an’ın şu ölçüsü ile dinleyin: “Sözü dinleyip en güzeline tabi olan kullarımı müjdele! İşte onlar, Allah’ın kendilerini hidayete erdirdiği kimselerdir! İşte tek akıl sahibi onlardır!” [Zümer,18]

Ben, dinden uzak tahsilli kesimin bir üyesi olarak karşınızdayım. Her tür düşünce, ekol ve felsefeden haberdar olan bu kesim, dinden o kadar ürkmüş ki, sadece sizin dininizden ve din anlayışınızdan değil, dinle alakası olan her şeyden uzak kalmıştır. Onların temsilcisi sıfatıyla, dininizden, imanınızdan, çağınızdan, ailenizden ve toplumunuzdan sorumlu kişiler olarak size şunu soruyorum: Neden benim grubum ve arkadaşlarım, sizden rahatsız ve habersizdir? Neden onlar hakkında bilginiz yoktur ve onlarla bir kelime bile konuşamaz durumdasınız? Annelere soruyorum, neden kızlarınız sizinle konuşamıyor ve siz onlarla konuşamıyorsunuz? Neden iki ayrı dil konuşuyorsunuz ve iki ayrı dünyada yaşıyorsunuz? Ne kızınız sizi dinleyip size itaat ediyor, ne de siz onunla mantıklı bir şekilde konuşup onu yanınıza çekebiliyorsunuz. Babalar! Çocuklarınız, ahlaksız oldukları için değil, fikrî ve itikadî düşüncelerinden dolayı sizden kaçmakta ve uzak durmaktadır. İslâm’a mensup olan kimseler olarak bu dinsizlik ve inançsızlık çağında imanınızı koruma iddiasında bulunup o istikamette davranmaya çalışıyorsunuz.

Öyleyse Müslümanlıktan ve dindar olmaktan sorumlusunuz. Kur’an’ın açık ifadesi ile kendinizin, ailenizin ve çocuklarınızın kurtuluşu için çalışmanız gerekir. İşte haykırarak söylüyorum, Allah Teâla şöyle buyuruyor: “Kendinizi ve ailenizi ateşten koruyun” [Tahrim, 6]

Evet, ben, düşüncenizi ve imanınızı saran ateşi size haber vermeye geldim. Şunu söylemek için geldim: Neden dininiz ve imanınızın temelleri sarsıntıya uğradı? Niçin onları korumanız bu kadar zorlaştı? Neden her an ve her yeni nesilde daha yalnız ve daha zayıf hale geliyorsunuz? Bu asrın düşünce ve özünün saldırıları karşısında geri çekiliyor ve kendinizi acz içinde hissediyorsunuz! Bu asrın ve neslin ıslahı için duadan başka bir çare de aklınıza gelmiyor.

Ali Şeriati

Bilmediğim ölüler içinde

Bilmediğim ölüler içinde yası
Mezartaşı olmayanın mezartaşıyım

Fazıl Hüsnü Dağlarca

Kendi ölümüne beni hayattayken hazırlamaya çalıştı

Bugün babaannem ilk defa uzun uzun ölümü anlattı bana. ‘Ölüm Allah’tan, sabırlı güçlü olmak lazım’ dedi. Kendi ölümüne beni hayattayken hazırlamaya çalıştı. Ağladım ağladım ağladım, çok ağladım. Uzun uzun sevdi. Aklıma sen geldin. Birkaç yıl önce yola çıkınca mesaj atmıştın bana. ‘Hepinizi son görüşüm olabilir diye düşünerek sarılıyorum kapıdan çıkarken’ demiştin. Bende bugün öyle hissettim işte.