“Lâ ilâhe illallah kıyamet günü karşına geldiğinde ne yapacaksın?”

Üsâme ibni Zeyd radıyallahu anhümâ şöyle demiştir :
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, bizi Cüheyne kabilesinin Huraka kolu üzerine göndermişti. Sabahleyin onlar sularının başında iken üzerlerine hücum ettik. Ben ve ensardan bir kişi onlardan bir adama ulaştık. Biz onun üzerine yürüyünce, adam: “Lâ ilâhe illallah: Allah’tan başka ilâh yoktur” dedi. Bunun üzerine ensardan olan arkadaşım ona hücumdan vazgeçti; ben ise mızrağımı ona sapladım ve adamı öldürdüm. Biz Medine’ye gelince bu olay Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in kulağına gitti ve bana:
“Ey Üsâme! Lâ ilâhe illallah dedikten sonra adamı öldürdün mü?” buyurdu. Ben:
– Yâ Resûlallah! O, bu sözü sadece canını kurtarmak için söyledi, dedim. Peygamber Efendimiz tekrar :
“Lâ ilâhe illallah dedikten sonra adamı öldürdün mü?” diye yine sordu ve bu sözü o kadar çok tekrarladı ki, ben, daha önce müslüman olmamış olmayı bile temenni ettim.[1]

*

Müslim’in bir rivâyeti şöyledir :
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Adam lâ ilâhe illallah dedi ve sen de onu öldürdün, öyle mi?” Ben :
– Yâ Resûlallah! O, bu sözü sadece silahtan korktuğu için söyledi, dedim. Peygamber Efendimiz :
“Kalbini mi yardın ki, bu sebeple söyleyip söylemediğini bilesin?” buyurdu.
Bu sözü o kadar çok tekrarladı ki, ilk defa o gün müslüman olmuş olmayı temenni ettim.[2]

*

Cündeb İbni Abdullah radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, müslümanlardan müteşekkil bir askerî birliği müşriklerden bir kavme göndermişti. Müslüman askerler, müşriklerle karşılaştılar. Müşriklerden bir adam, müslüman askerlerden istediğine saldırıp öldürüyordu. Müslümanlardan biri de onun boş bulunduğu anı gözlüyordu. Biz bu müslümanın Üsâme İbni Zeyd olduğunu konuşup duruyorduk. Üsâme, kılıcını çekip de adamı öldüreceği sırada o:
– Lâ ilâhe illallah, dedi; fakat Üsâme onu yine de öldürdü. Peygamber Efendimiz’e müjdeci geldi. Peygamberimiz ona ordunun durumunu sordu, o da olup biteni kendisine haber verdi. Hatta o adamın durumunu ve Üsâme’nin ona ne yaptığını da anlattı. Bunun üzerine Hz. Peygamber Üsâme’yi çağırdı ve ona :
“Adamı niçin öldürdün?” diye sordu. Üsâme :
– Yâ Resûlallah! O adam müslümanların canını yaktı; falanı ve falanı öldürdü, diyerek bir kaç şehidin adını saydı. Sözüne devamla şunları söyledi:
– Ben ise onun üzerine yürüdüm. Kılıcı görünce:
– Lâ ilâhe illallah, dedi.
Resûl–i Ekrem Efendimiz:
“Böyle diyen adamı öldürdün mü?” diye sordu. Ben:
– Evet, dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
“Lâ ilâhe illallah kıyamet günü karşına geldiğinde ne yapacaksın?” dedi. Üsâme ibni Zeyd:
– Yâ Resûlallah! Cenâb–ı Hak’dan beni bağışlamasını dile, dedi. Resûl–i Ekrem durmadan:
“Lâ ilâhe illallah kelimesi kıyamet günü huzuruna geldiğinde ne yapacaksın, söyle?” “Lâ ilâhe illallah sözü kıyamet günü huzuruna geldiğinde ne yapacaksın?” diyor, başka bir söz söylemiyordu. [3]

[1] Buhârî, Diyât 2, Meğâzî 45; Müslim, Îmân l58–159. Ayrıca bk. Tirmizî, Tefsîru sûre(11).
[2] Müslim, Îmân 158.
[3] Müslim, Îmân 160.

Rasûlullah’ın Eşlerine Bir Ay Küs Durması

 “Benim dünyayla işim ne? Ben dünyada ancak bir ağacın gölgesinde bir an dinlenen daha sonra orayı terk edip giden bir yolcu gibiyim”

Hz. Muhammed S.A.V..

RASÛLULLAH’IN EŞLERİNE BİR AY KÜS DURMASI

            Hicrî 9. yılda Yemen de dahil olmak üzere bütün Arabistan müslüman idaresini kabul etmiş, Bizans ve Sasani sınırlarına ulaşılmıştı. Devletin gelirleri eskisine nazaran artmış ve Hz. Peygamberin şahsi gelir kaynakları, arazileri de çoğalmıştı. Fakat İslam devletinin kuzey ve kuzey doğusundaki imparatorluklar büyük tehlike oluşturuyorlardı. Nitekim ilerideki hadîslerde görüleceği üzere Hz. Ömer, bir Gassanî saldırısından endişe etmektedir.  Bu sebeple de gelebilecek böyle bir saldırıya karşı hazırlıklı olmak gerekiyordu. Rasûlullâh (SAS)’in eşleri ise eski hayatlarında olduğu gibi sade ve basit bir hayat yaşıyorlardı ve Rasûlullah gelirlerini fakir ve yoksullara umumi ihtiyaçlara ve olası savaşa karşı silah teminine harcıyordu.[1]
         
Örneğin Mescid-i Nebeviye çok sayıda köle mevcut olduğu bir zamanda Hz. Ali’nin teşvikiyle Hz. Fatıma el değirmeni çevirmekten ellerinin nasırlaştığını ve işleri yapmakta zorlandığını ifade ederek kölelerden bir tane istemiş, fakat Peygamber (SAS) kızının bu isteğini geri çevirmiş ve yorgun olarak yatağa giderken 33 er defa tesbih çekmenin bu isteğinden daha hayırlı olduğunu bildirmişti.[2] Buhâri, Hz. Peygamber’in o zenginlik döneminde bile fakirlerin, yoksulların, Suffa ashabının ve dulların ihtiyaçlarını kendi ailesinin ihtiyaçlarından öne aldığını bildirmektedir.[3]

            Bir başka yerde bu hadise şöyle anlatılmaktadır: Bir gün Hz. Peygamber’in eline bir miktar para geçer; kızı Fatıma gelip, kocasının kuyudan su çekerken zorluk içinde kaldığını, kendisinin de un yapmak için tane öğütecek gücünün kalmadığını söyleyerek, bu işlere yardımcı olması için bir köle almak istediğini söyler. Rasûlullâh ona şu cevabı verir:
            “Suffadaki insanların midelerini boş bırakarak sizin istediğinizi yerine getiremem, parayı onlara harcayacağım.”[4]
            Hz. Peygamberin şahsi gelirlerinin arttığı ve fakat yukarıda zikrettiğimiz sebeplerden ve diğer sebeplerden dolayı ailesinin hayat seviyesinin yükselmediğini görüyoruz. Bu sebeple Hicrî 9. yılda ekonomik sıkıntılara artık katlanmak istemeyen eşlerinin adeta bir toplu grev gibi Rasûlullâhâ karşı tavır aldıklarını ve onu sıkıntıya sokarak geçimliklerinin yükseltilmesini isterler. Bunun üzerine Alah Teâlâ onlar hitâben şöyle buyurur:
“Ey Peygamber; eşlerine de: Eğer dünya hayatını ve süslerini istiyorsanız, gelin size bağışta bulunayım ve güzellikle salıvereyim. Yok eğer Allah’ı , Rasulünü ve Ahiret yurdunu istiyorsanız, muhakkak ki Allah içinizden iyi davranan hanımlara büyük mükafat hazırlamıştır.”   (Ahzap 28-29)

Bu konu ile ilgili hadîsleri taradığımızda Rasûlullah’ın eşlerine bir ay darılmasının yalnızca geçimlik istemeleri olmadığını görüyoruz. Çorbada her ne kadar bunun büyük bir yeri varsa da bunun haricinde de Rasûlulâhın eşlerine bir ay küsmesini gerektirecek hadiselerin birbiri ardına geldiğini görüyoruz. Rasûlullâh’ın eşleri kendilerini efendimizden zaman zaman uzak tutuyorlar ve efendimizi kızdıracak tutum içerisine giriyorlardı. Yine bunun üstüne bal olayı ve İbrâhim’in annesi Cariye ile ilgili Rasûlullâh’ı üzen bir takım olaylar da buna tuz biber olmuş ve Bir ay darılarak eşlerinden uzak durmasına neden olmuştur. Rasûlullâh’ın eşlerinin nafakalarının yükseltilmesi için Peygamber (SAS)’i rahatsız ettiklerini Hz. Ömer şöyle anlatıyor:

İmam Ahmet b. Hanbel der ki: “Bize Ebû Âmir Abdülmelik b. Amr … Câbir’den nakletti ki; o şöyle demiş: Hz. Ebû Bekir (RA) Rasûlullah (SAV) efendimizin yanına gelip girmek için izin istedi. Halk Peygamberin kapısı önünde oturmuşlardı. Peygamber de oturmuştu. Ancak Ebû Bekir’e izin verilmedi, sonra Ömer geldi, izin istedi ona da izin verilmedi. Daha sonra hem Ebû Bekir’e hem de Ömer’e izin verildi ve Rasûlullâh’ın yanına girdiler. Hz. Peygamber çevresinde eşleri olmak üzere oturuyordu ve susmuştu. Hz. Ömer dedi ki: ‘Bir söz etsem de Peygamberi güldürsem.’ Bunun üzerine ‘Ey Allah’ın Rasûlü görüyor musun Zeyd’in kızı –kendi hanımını kastediyordu-  biraz önce benden nafaka istedi. Ben de boynunu büküverdim.’ Bunun üzerine Rasûlullah ön dişleri belirinceye kadar güldü ve dedi ki: İşte şunlar da benim çevreme oturmuşlar benden nafaka istiyorlar.’ Hz. Ebû Bekir ayağa kalktı ve kızı Âişe’yi dövmek istedi. Bunun üzerine Hz. Ömer de kalktı kızı Hafsa’yı dövmek istedi. Her ikisi de dediler ki: ‘Peygamberin sahip olmadığı şeyi ondan istiyorsunuz ha...’ Rasûlullah (SAV) Ebû Bekir ve Ömer’i durdurdu. Peygamberin hanımları dediler ki: ‘Biz bu meclisten sonra bir daha Allah Rasulünden yanında bulunmayan hiç bir şeyi istemeyeceğiz.’ Câbir der ki:’İşte bunun üzerine Allah Teâla muhayyerlik âyetini indirdi ve Peygamber Hz. Âişe’den başlayarak dedi ki:  ‘Ben sana bir durumu hatırlatacağım, ancak anne ve babanla istişare etmeden çabucak cevap vermeni istemem. Hz. Âişe ‘neymiş o ?’ deyince Hz. Peygamber
” يأ  ا يها النبي قل  لارواجك  إن كنتن تردن الحياة الدنيا وزينتها فتعالين أمتعكن وأسرحكن سراحا جميل “
      Âyetini okudu. Hz. Âişe dedi ki: ‘Ben senin için mi anne ve babama danışacağım? Hayır, ben Allah’ı ve Rasûlünü tercih ediyorum. Ve senden hanımlarının hiç birine benim tercih ettiğim şeyi söylememeni istiyorum. Bunun üzerine Hz. Peygamber buyurdu ki: ‘Doğrusu Allah Teâla beni zorlayıcı ve sıkıştırıcı olarak göndermemiştir. Yalnızca öğretici ve kolaylaştırıcı olarak göndermiştir. Eşlerimden hangisi neyi tercih ettiğini söylerse ben de onu hemen kendilerine veririm.” Bu hadîsin tahricinde Müslim yalnız kalmıştır. Müslim ve Neseî bu hadisi Zekeriyâ b. İshâk el-Mehdî kanalıyla Câbir’den rivâyet ederler.”[5]

            Hz. Peygamber’in hanımlarıyla arasının açılması hadisesine ve sebeplerine genişçe yer veren Kurtubi bunları şöyle özetler. 1) Hanımları ondan dünya malı istediler. 2) Fazla nafaka istediler. 3) Birbirlerini kıskanarak ona eziyet ettiler. 4) Hanımlarından bir ona altın yüzük istemiş, Rasûlullâh ona gümüşten bir yüzük yaptırmış ve üzerini altınla kapattırarak ucuza mal etmişti. Bu hanımı, yüzüğü altın yaptırmadığı gerekçesiyle ondan uzak durmuştur.[6]

            Allah Teâla Peygamberin eşlerine yönelik olarak şu uyarılarda bulunmuştur:
“Ey Peygamber! Zevcelerine de ki. Eğer siz dünya hayatını ve onun zinet ve ihtişamını arzu ediyorsanız, gelin size boşanma bedellerini vereyim de hepinizi güzellikle salıvereyim.”[7]

“Eğer Allah’ı, Peygamber’ini ve âhiret yurdunu diliyorsanız şüphe yok ki Allah, içinizden güzel hareket edenler için büyük bir mükafat hazırlamıştır.”[8]

“Ey Peygamber hanımları! İçinizden kim açık bir terbiyesizlik ederse, onun azabı iki kat artırılır. Bu Allah’a göre kolaydır. Sizden kim de Allah’a ve Peygamber’ine itaat eder, iyi amelde bulunursa ona da mükafatını iki kat artırırız. Biz ona çok şerefli bir rızkta hazırlamışızdır.”[9]

“Ey Peygamber! Allah’ın sana helal kıldığı şeyi,hanımlarının hoşnutluğu için, niçin haram ediyorsun? Allah bağışlayandır, esirgeyendir. Allah sizin için yeminlerinizin çözülmesini farz kılmıştır. Allah sizin Mevlânızdır, O bilendir, hikmet sahibi olandır. Hani Peygamber, eşlerinden bazısına sır olarak bir şey söylemişti de o onu bir başkasına söylemişti. Allah da Peygamber’e bunu haber verdiğinde Peygamber de o (o zevcesine) birazını geri bırakıp, bir kısmını aktardığında ‘Bunu sana kim haber verdi?” dedi. (Peygamber dedi ki:’Bunu bana âlim olan ve her şeyden haberder olan Allah haber verdi.’ (Ey Peygamber eşleri) Siz ikiniz eğer Allah’a tevbe ederseniz ne iyi, –çünkü ikinizinde kalpleri meyletmiştir– yok eğer ona karşı birbirinizle yardımlaşmaya devam ederseniz biliniz ki onun mevlası olan Allah, Cebrail, salih mü’minler ve meleklerde bundan sonra ona destekçidirler. Eğer o sizi boşarsa, yerinize ona sizden daha hayırlı Allah’a teslim olmuş, iman etmiş, Ona boyun eğmiş, tevbekar olan, ibadete düşkün olan, oruç tutan, dul ve bakire zevceler verir.”[10]

Konu ile ilgili hadîsi şeriflere baktığımızda:
İmam Ahmet b. Hanbel’in Müsned’inde Abdürrezzakİbn Abbas’tan şu rivâyeti nakletmiştir: “Ben Allah Teâla’nın ‘Eğer her ikinizde Allah’a tevbe ederseniz gerçekten kaymış olan kalpleriniz düzelmiş olur…’ ayetine bahis mevzu ettiği iki kadının, Peygamberin eşlerinden hangilerinin olduğunu Hz. Ömer’e çok sormak istedim. Nihayet Ömer’in hac ettiği esnada ben de kendisiyle birlikte hac ettim. Yolun bir kısmını kat edince, Ömer geriye döndü. Ben de onunla beraber ibriği alıp döndüm. Ömer dışarı çıktı sonra geldi. Ben eline su döktüm, o abdest aldı. Ona ‘ey mü’minlerin emiri Allah Teâlâ’nın ‘Eğer her ikiniz de Allah’a tevbe edersiniz , gerçekten kaymış olan kalpleriniz düzelmiş olur…’ kavlinde bahis mevzu edilen Peygamberin eşlerinden o iki kadın hangileridir?’ dedim. Hz. Ömer dedi ki: ‘Ne tuhafsın ey Abbas’ın oğlu –Zühri der ki: Hoşlanmadı ancak Allah’a andolsun ki ne sordumsa onu gizlemedi de- ‘o Hafsa ve Âişe’dir’ dedi. Sonra hadisi anlatmaya başladı:

Biz Kureyşliler topluluğu, kadınlarına üstün gelen bir topluluk idik. Medine’ye geldiğimizde , kadınları kendilerine üstün gelen bir topluluk ile karşılaştık. Bizim hanımlarımızda onların hanımlarından bir şeyler öğrenmeye başladılar. Hz. Ömer der ki: ‘Benim evim yukarı kısımda Ümeyye b. Zeyd’in evinin yanında idi. Birgün karıma kızdım bir de baktım ki o, benden geri duruyor.Onun benden geri durmasını kınadım. Eşim senden geri durmamı niçin kınıyorsun?’ dedi. Allah’a and olsun ki Peygamberin eşleri de ondan geri duruyorlar ve içlerinden kimisi onu gündüzden akşama kadar yalnız bırakıp terk edip gidiyorlar.’ Dedi. Hz. Ömer der ki: ‘Dönüp Hafsa’nın evine gittim ve ona Alah Rasûlünden geri duruyor musun?’ dedim. O: ‘evet’ dedi. ‘Sizlerden kimileriniz sabahtan akşama kadar onu terk ediyor mu? dedim. O ‘Evet’ dedi. Ben ‘İçinizden böyle yapanlar kaybetmiş, hüsrana uğramıştır.  Allah’ın Rasulünü kızdırdığınız için Allah’ın size gazap etmeyeceğinden nasıl emin olabilirsiniz? Onu kızdıran helak oluverir.’ Dedim. ‘Rasûlullahtan geri durma, ondan bir şey isteme de benden dilediğin malımı al. Senin komşun olan kadının, Allah Rasulüne daha sevimli ve daha hoş olması seni aldatmasın. –bununla Âişe’yi kastediyordu.- Hz. Ömer der ki: “Benim ensardan bir komşum vardı. Ve biz sıra gözeterek Rasûlullah’ın yanına giderdik. Bir gün o Medine’ye iner, bir gün ben inerdim ve bana vahiyle ilgili haberleri ve diğer şeyleri getirirdi, ben de ona aynı şekilde haberler getirirdim. Hz. Ömer der ki: ‘’Gassanlıların bizimle savaşmak üzere atlarını nalladıkların konuşuyorduk. Bu nedenle arkadaşım bir gün Medine’ye indi ve akşamleyin bana geldi., kapımı çaldı ve beni çağırdı. Ben onun yanına vardığımda dedi ki: ‘Büyük bir şey oldu’ dedi. Ben ‘Neymiş o? Yoksa Gassanlılar mı geldi?’ dedim. O ‘Hayır bundan daha büyük ve daha önemli bir şey, Rasûlullah (SAV) hanımlarını boşadı.’ dedi. Ben ‘Hafsa kaybetti ve hüsrana uğradı. Bunun böyle olacağını zaten tahmin etmiştim’ dedim. Nihayet sabah namazını kıldım ve üzerime elbisemi çektim ve Medine’ye indim. Hafsa’nın yanına girdiğimde o ağlıyordu. Kendisine ‘Allah’ın Rasulü sizi boşadı mı?’ dedim. O ‘Bilmiyorum, o şu odaya çekilmiş yalnız başına oturuyor’ dedi. Peygambere hizmet eden siyahi çocuğun yanına varıp : ‘Ömer için izin iste’ dedim. Çocuk içeri girdi, sonra yanıma geldi. ‘Seni söyledim de sustu.’ dedi. Ben çıkıp minberin yanına geldim, baktım ki orada bir kalabalık oturmuş birbirleriyle ağlaşıyorlar. Biraz oturduktan sonra, karşılaştığım şey bana galip geldi de, kalktım çocuğun yanına gelip ’Ömer izin ister de’ dedim. Çocuk girdi, sonra çıktı yanıma geldi. ‘Seni andım ama sustu.’ Dedi. Ben de çıkıp minberin yanında oturdum.  Sonra, karşılaştığım şey bana galip geldi de, dönüp çocuğa ‘Ömer için izin iste’ dedim. Çocuk girdi, sonra yanıma geldi ve ‘Seni andım ama sustu.’ Dedi. Ben gerisin geri döndüm ama birden çocuk beni çağırıp; ‘gir sana izin verdi’ dedi. Ben de girip Rabûlullah’a selam verdim. Baktım ki o hasırdan örgülerin üzerine uzanmıştı.”[11]

            İmam Ahmet der ki: Bu hadisi bize Ya’kup şöyle anlattı: ‘Hasırın örgüleri bir yanında iz bırakmıştı. Ben ‘Ey Allah’ın Rasûlü hanımlarını boşadın mı?’ dedim. O başını bana doğru kaldırıp ‘Hayır’ dedi. Ben ‘Allahu Ekber. Ey Allah’ın Rasûlü gördün mü biz Kureyşliler, hanımlarına hakim olan bir kavim idik. Ama Medine’ye geldiğimizde hanımların kocalarına hakim olduğu bir kavim bulduk, bizim hanımlarımız onların hanımlarından bunu öğrendiler. Hanımım bir gün bana kızdı ve benden geri durdu. Ben onun benden geri durmasını kınadım da o; ‘Senden geri durmamı niçin kınarsın? Allah’a and olsun ki, peygamberin eşleri de ondan ayrı duruyorlar ve içlerinden birisi sabahtan akşama kadar onu terk ediyor’ dedi. Ben de:’İçinizden böyle yapan kaybetmiş ve hüsrana uğramıştır, sizden biriniz Allah’ın Rasulünü kızdırmanızdan dolayı Allah’ı kızdırıp helak olmaktan emin misiniz?’ Bunun üzerine Rasûlullah tebessüm etti ve ben dedim ki: ‘Ey Allah’ın Rasûlü ben Hafsa’nın yanına gidip ‘komşunun senden Allah Rasulüne daha sevimli ve daha hoş olması seni aldatmasın, kıskandırmasın.’ Dedim. Rasûlullah bir kere daha tebessüm etti. Ben ‘Ey Allah’ın Rasûlü arkadaşlık edeyim mi?’ dedim. O ‘evet’ dedi oturdum. Evin içinde başımı yukarıya doğru diktim. Allah’a andolsun ki, evde göze dokunacak yalnız tabaklanmış üç sığır derisi gördüm. Ve dedim ki: ‘Ey Allah’ın Rasûlü Allah’a dua et de senin ümmetine genişlik versin. Allah’a ibadet etmedikleri halde İranlılara ve Bizanslılara genişlik verdi.’ Rasulullah doğruldu ve oturdu ve şöyle buyurdu: ‘Ey Hattab’ın oğlu, sen şüphede misin yoksa? Onlar güzellikleri dünya hayatında kendilerine acele verilmiş olan bir kavimdir. Bunun üzerine ben: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, benim için bağışlanma dile.’ Dedim. Rasûlullah (SAS) eşlerinden gördüğü halden dolayı bir ay boyunca onların yanına girmemeye yemin etmişti. Nihayet Allah Azze ve Celle onu azarladı. Buhari ve Müslim ayrıca Yahya b. Said kanalıyla… İbn Abbas’ın şöyle dediğini bildirirler. Bir yıl boyunca Hattab oğlu Ömer’e bir âyeti sormak için bekledim. Onun heybetinden kendisine bunu soramıyordum. Nihayet hacca gitti, ben de onunla beraber hacca gittim., Dönüşte biz yolun bir kısmını katetmiştik ki. Ömer ihtiyacını gidermek için bir kenara çekildi. Abdullah b. Abbas der ki: “O işini bitirinceye kadar durdum, sonra kendisiyle beraber yürüyüp: ‘Ey mü’minlerin emiri, Peygambere karşı birbirine destekçi olan iki kadın kimdir?’ Dedim.  Bu ifade Buhari’nindir. Müslim de ise bu ifade şöyledir: ‘Allah teâla’nın ‘Şayet ona karşı birbirinize destekçi olmaya kalkışırsanız…’ kavlinde söz konusu ettiği iki kadın kimdir?’dedim. Hz. Ömer ‘Bunlar Âişe ve Hafsa’dır’dedi. Sonra Müslim uzun uzadıya bu hadisi nakleder. Bazıları ise bunu muhtasar olarak zikretmişlerdir.[12]

            İbn Ebû Hâtim der ki. “Bize Ansarî… Enes’ten nakletti ki; Hattab oğlu Ömer şöyle demiş: ‘Rasûlullah (SAS) ile mü’minlerin anneleri arasında bir şeyler olduğu haberi bana ulaştığında, ben onları teker teker yoklayıp dedim ki: ‘Ya Allah Rasûlü’nden özür dilersiniz veya Allah ona sizden daha hayırlı eşler verir. Mü’minlerin annelerinden en sonuncularına geldiğimde o dedi ki: ‘Ey Ömer sana ne oluyor ki, Allah Rasûlü hanımlarına öğüt vermiyor da, sen onlara öğüt veriyorsun?’ Bunun üzerine ben durdum. Nihâyet Allah Azze ve Celle “Şayet o, sizi boşarsa; Rabbi ona sizden daha hayırlı, kendini Allah’a veren, inanan, boyun eğen, tevbe eden, kulluk eden, oruç tutan, dul ve bakire eşler verir.’ Ayetini inzal buyurdu. Hz. Peygamberin hanımlarına öğüt vermesine karşı çıkan bu kadın Ümmü Seleme idi. Bu husus Buhârî’nin Sahih’inde sabittir. Taberâni der ki: ‘Bize İbrâhim b. Nâile….İbn Abbas’tan nakleder ki o: ‘Hani  Peygamber eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti.’ Kavli hakkında şöyle demiş: Hafsa kendi odasına girdiğinde, Rasûlullah Mariye ile birleşiyordu. Bunu Âişe’ye bildirme ki sana bir müjde vereyim. Çünkü ben ölürsem Ebû Bekir’den sonra hâkimiyet senin babana geçecektir, dedi. Hafsa gidip durumu Âişe’ye söyledi. Hz. Âişe, Rasûlullah’a  ‘Sana bunu kim haber verdi?’ dedi. O da her şeyden haberdar olan Allah Teâla haber verdi dedi. Hz. Âişe ona, ‘Mariyeyi kendine haram kılıncaya kadar sana bakmam dedi. Bunun üzerine Rasulullah da onu kendisine haram kıldı.  Bu sebeple Allah Teâla: ‘Ey Peygamber eşlerinin hoşnutluğunu gözeterek Allah’ın sana helal kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun?’ ayetini inzal buyurdu. Bu hadisin rivayeti üzerinde durulması gerekir. Çünkü biz yukarıda bu âyeti kerimelerden anlaşılan tefsiri zikretmiştik.[13]

            Siyer muharrirleri hadîseyi şöyle anlatırlar: Hafsa babasını ziyafete gitmişti. O evde yokken Hz. Peygamber onun evinde bulunduğu bir sırada Mâriye gelmişti. Onunla orada kaldı. Hafsa dönünce Mariye’yi evinde buldu. Evinden çıkmasını bekledi. Bu esnada kıskançlık gayreti arttı. Mariye çıktıktan sonra Mariye evine girdi ve :
            “Beni hor gördüğünden böyle yapıyorsun.” Dedi. Hz. Peygamber: “Eğer bu sırrı tutarsan, Mariye bana haram olsun.” Dedi. Hafsa da vadetti. Fakat sonra bu sırrı Âişe’ye söyledi. Bunların hepsinin başı bir erkek çocuk doğuran Mâriye’yi kıskanmakla başlar. Buna bir de nafaka meselesi ilave olunursa, asıl sebep ortaya çıkar. Bal meselesi, sır meselesi, onlar bunların teferruatıdır.[14]

            Bal meselesine de kısaca değinecek olursak Rasûlullâh her ikindi namazını kıldıktan sonra, sırasıyla hanımlarına uğrar ve her biriyle baş başa sohbet yapardı. Bir gün sohbeti sırasında eşlerinden Zeynep b. Cahş tam ayrılacağı sırada ona hediye olan bal şerbetinden sunmuş efendimiz de bal şerbetini içmek ve sohbeti biraz daha uzatmak suretiyle Hz. Âişe ve Hafsa’nın ziyaretini geciktirmişti. Bu kıskançlıklarını artırdı da söz birliği ettiler ve efendimiz yanlarında geldiğinde ‘meğafir’ denen kötü kokulu bir bitki suyunu mu içtiğini sordular.  Hz. Peygamber, kötü kokuya yol açtığını düşünerek, bal içmemeye yemin etti de bunun üzerine Allah Teâla Tahrim suresini göndererek onu uyardı. Hz. Peygamber de, hanımlarıyla arayı açtı.[15]

            Hatta hanımların kıskançlığı o derece artmıştı ki, bunu siyer kitapları şöyle belirtiyor: Bir gün Hz. Peygamber, İbrâhimi kolları arasına almış, onu okşuyordu ve çok memnundu. Hz. Âişe’ye “Bana ne kadar benziyor değil mi?” dide. Ondan tatlı bir cevap bekliyordu. O ise sevgiden kaynaklanan samimi bir kıskançlık gayretiyle:”Ben ise o kadar bir benzeyiş göremiyorum” dedi. Yine bi başka defa Hz. Peygamber, İbrahim’in pek gürbüz olarak büyüdüğünden bahsedince eşlerinden biri “İbrahim kadar bol süt bulan her çocuk onun gibi gürbüz olur” dedi. Bunlar hep kadınların kıskançlık eseriydi. İşte Îlâ hadisesi bu gibi sebeplerin neticesiydi.[16]

            Burada hatıra şöyle bir şey gelebilir. Hz. Peygamber neden zevcelerini boşamaya kararla onlara mühlet verdi? Çünkü onun kadın gürültüsüyle uğraşmaya ayıracak vakti yoktu. Onu daha mühim işler bekliyordu. Başı gürültüden azade çalışmak istiyordu. Eğer akıllarını başlarına alırlar, Peygamber (SAS)’in dediklerini kabul ederlerse ne ala. Yoksa onları en güzel bir surette boşar, aradaki zevciyet bağlarını kaldırırdı, onlar da arzuladıkları dünya hayatına nail olurlardı. İşte bu maksatla o, zevcelerinden hiç birine bir ay yaklaşmadı, biriyle konuşmadı. Fıkıh lisanında buna îlâ denir.[17]

Fatma Köksal Albayrak

[1] Celal Yeniçeri, Hz. Peygamber ve aile Hayatı, “Hz. Peygamber Ailesinin Gelirleri”, s.378.
[2] Buhârî,, Nafakât 5-6.
[3] Buhârî, Cihâd 205.
[4] Ahmed, Müsned 838.
[5] İbn Kesîr, Hadislerle Kur’ân-ı Kerîm Tefsiri, c.XII, s.6516, terc. Bekir Karlığa, Bedrettin Çetiner,C.XVI, İstanbul 1992. Ayrıca bkz. Suyuti, Abdurrahman b. Kemal Celaleddîn es-Suyûtî (v.911), Ed-Dürrü’l-Mensûr, c. s. C.VIII, Beyrut 1993.
[6] Kurtubî, Muhammed b. Ahmed b. Ebî Bekr el-Ferec el-Kurtubî, (v.671), el-Câmî li Ahkâmi’l-Kur’ân, c.XIV, s.162, 2.Baskı, C.VIII,Kahire 1372.
[7] (33) Ahzab 27.
[8] (33) Ahzab 28.
[9] (33) Ahzap 29.
[10] (66) Tahrim 1-5.
[11] İbn Kesîr, Tefsîr-i İbn Kesîr, c.XIV, s.7960-7961.
[12] İbn Kesîr, Tefsîr-i İbn Kesîr, c.XIV, s.7962.
[13] İbn Kesîr, Tefsîr-i İbn Kesîr,c.XIV, s.7964. İbn Kesîr bu âyetin nüzul sebebi ile ilgili Mariye ile ilgili hadisleri ve bal şerbeti ile ilgili eşlerinin hilesini içeren diğer hadisleri zikretmiştir. Ayrıca bkz. Taberi, Muhammed b. Cerir Yezid b. Hâlid et-Taberî, (v.310) Câmiu’l-Beyân an Te’vîli’l-Kur’ân, (Tefsîr-ü Taberî), c.XXI, s.156 ve c.XXVIII, s.156, 1.Baskı, c.XXX, Beyrut 1405; Ebu’s-Suûd Muhammed b. Muhammed el-İmâdî Ebû’s-Suûd (v.951), İrşâdü’l-Akli’s-Selîm ilâ Mezâye’l-Kur’âni’l-Kerîm, (Tefsîr-ü Ebî’s-Suûd, c.VIII, s.266-267, 1.Baskı, C.IX, Beyrut ts.
[14] Ali Himmet Berki ve Osman Keskioğlu, Hatemü’l-Enbiyâ Hazreti Muhammed ve Hayatı, s.405, 18.Baskı, Ankara 1998.
[15] Bkz. Buhârî, Talak 7; Mezâlim 25; Müslim, Talak 20-21. Ayrıca bkz. Ebu’s-Suûd ,Tefsîr-ü Ebî’s-Suûd, c.VIII, s.266-267.
[16] Osman Keski ve A. Himmet Berki, Hatemü’l-Enbiya, s.405.
[17] Osman Keski ve A. Himmet Berki, Hatemü’l-Enbiya, s.405.

Yalıoba Günlüğü

Bir bir çatlıyordu kılcal damarlar.
“mutluluktandır.” dedin.
Yeşil bir koku yayılıyordu havaya
biçilen otlardan.
Bilinmez bir yönden esiyordu meltem
bir düşten uyanmadan,
bana senden haber getirircesine.
Acemi gözlerle baktım eskimiş dünyaya:
sabahın ovada dağılan sisini gördüm,
sendin uzaklaşıp giden dağlardan dağlara.

*****
“Güzel ” anlamını yitirdi diyordu derviş
akşamın geceye dönüştüğü bu saatlerde.
Ey dünya, koca dünya, uçsuz bucaksız çöl,
oysa kendini alışmış sanırdın sen gülüne
dikenine…
Şimdi yürürken Karasu boyunca
daha Murat’ karışıp Fırat olmadan,
atının yedeğinde, aklında bilmediğin
uzaklar ve daha kavuşmadığın gece.

*********
Çıkar dağlara uzakları getirirdin bize kekiklerle
sabahları denizi sererdin önümüze olanca
maviliğiyle,
karşıda ıssız bir adanın çakıllı koyuna sığınan
korsanlar, geceleri lacivert sularda yansıyan
ateşler yakarlardı, sessizce beklerdik biz.
Kayaların ucunda yaşlı bir kadın, siyahlar içinde,
dip sulardaki yosunlara bakarak
bir zamanlar deniz kızlarından öğrendiği
şarkılar mırıldanırdı kendi kendine.

*******
Lambanın titreyen ışığında seyrederdim seni
kış için bana eldiven örerken,
Uyuya kalırdım elimde mavi kalem
boyarken harita defterimdeki denizleri.
Göller yeşil olmalı diye sayıklardım düşümde,
kamışlar sarı,
ve bembeyaz durgun suda yüzen nilüferler.

******
Bir şarkı söylerdim içimden
seven herkesin bildiği,
geleceklerin gelmediği
bir ağustos sonu.

Uzak bir yel değirmeninde
bizimle vedalaşırken yaz.

****
Bir zeytin ağacının gölgesinde,
Ağustosböceğinin sesinde,
nasıl canlanıyor şimdi
zamanın göz kırpan ışıltısında
o deniz feneri gülümseyişin.

Çevat Çapan

Kapılar Açık Kalsın

Hiç kimse buyur etmedi beni
Bu dünyada hiçbir yere
Ama açtım bütün kapıları tekmeleyerek
Bütün engelleri göğüsleyip yıkarak
Buyrun dediler o zaman incelikle
Buyur ettiler
Ve
Buyurdum

Elimden geldiğince görevimi yaptım
Gülümsedim hıçkırıklarımı boğarak
Sonunda kimsenin yorulmadığı denli yoruldum
Artık kapılar açık kalsın
Bundan sonra gireceklere
Şimdi dinlenmeye gidiyorum
Hoşcakal güzel dünyam.

Aziz Nesin

Kıyıdaki Ev

Kanıt aramadı hiç; kuşku duymadı.
Düşündü durdu geride bıraktıklarını,
genç ölüleri.
Nereye yerleşeceklerdi karaya çıktıklarında?
İşte şu boş ahşap ev kıyıda, Rumlar’dan kalma,
o bildik sesi denizin aynı dili konuşan.
Oysa susarak geçirebilir o, kalan günlerini.
Kim sürecek şimdi bıraktığı mallarına
karşılık verilen on dönüm tarlayı,
kim toplayacak zeytinlerini yüz kırk ağacın?

Alış alışabilirsen yeniden
bu yeni rüzgâra, meraklı komşulara.
Martılar aynı martılar mı
unutmaya çalıştığın adada uçan?

Kanıt aramadan, kuşku duymadan
baktı durdu denize
onu çok uzaklardan
sağ kalanlarıyla
bu kıyıya getiren.

Cevat Çapan

Çocuklar ve Trafik Lambaları

Şehirde sonbahar sokaklarda çocuk
Kimi üç yaşında kimi beş
Kağıttan mendil satıyor gibiler
Ama değil
Para istiyor gibiler
Hayır değil
Hep aç gibiler
O bile değil
Gece neredeydiler rüya gördüler mi
En son ne yediler bilmek istemezsiniz
Hem sizin işiniz var öyle değil mi
Toplantı başlamak üzere ve daha trafiktesiniz
Bu hep böyle yıllardır ve böyle kalmayı sürdürecek
Siz bir süre sonra çekip gittiğinizde de
Trafik ve toplantılar devam edecek

Ama çocuklar biraz farklı
Gözlerine biraz derinden baktığımda
Eksilen şeyler görüyorum büyük şeyler
Ama sadece bu değil
Varil bombaları değil sadece
Kayıp babalar değil
Dünyada geriye doğru
İnsanlığın biriktirdiği her şeyden biraz
Biraz dedimse çok fazla çünkü ölçemiyorum
Artık olmayan şehirlerinde
Artık olmayan anılar
Kedilerin sesi bahçelerinin kirazı
Ödev yaparken dalıp ağzına aldıkları kurşun kalem
Artık ödev yok kalem yok heryer kurşun
Her şey yıkık ve delik deşik zaman bile
Gören var mı şimdi
Çocuğun bir sınıfta kalkan parmağını
Gören var mı
Bir zamanlar bir ay vardı tam şurada
Nereye gitse çocuk
Ay da giderdi oraya
Ay yok artık gitmek yok çocuk yok
Neler var kimse söylemek istemiyor
Burası İstanbul orası Şam
Burada çocuklar için sonsuz bir akşam
Şekersiz mi artık Şam
Yalnız şekersiz değil yalnız bu değil
Bir halk yalnızdır çocuksuzsa sokaklar

Siz hızla giderken hani birden duruyorsunuz ya kırmızıda
O sırada birkaç küçük can yaklaşıyor camınıza
Arabayı kilitleyip kendinizi müziğe verdiğiniz o an
Bir şey kırılıyor camda ama cam değil panik yok
Hasar yok kaskonuz bozulmadı
Her trafik lambasının önünde gözleri ışıklarda
Yaklaşmak için araba camlarına
Size yaklaşmak için kalbinize yaklaşmak için
Öğrenmişler nerden öğrenmişlerse duracağınızı
Daha üç yaşında gelecek bilgisi
Kayıp ve bombalanmış geçmişin yanı başında
Giden yeşil duran kırmızı
Gözleri birşeylerden kıpkırmızı
Çocuklar çocuklar çocuklar
Trafikte yeni bir kural görünümü
Kim bilir belki yeni bir haberci
Ne e-mail atabilir ne tweet
Ancak kendisini atıyor okuyabilenin önüne
Siyah ve siyah gözleriyle
Her kırmızıda tekrarlanan bir cümle
Ben buradayım Şam burada
Ben buradayım Hama Halep burada
Ben buradayım insan nerede

Ve çocuklar geldiler
Gelmiş bulundular geniş zamanlı küçük adımlarıyla
Gelmeyi sürdürüyorlar her kırmızı ışık yandığında
Gelenler burada
Gelmeyenler orada değil orada orası yok artık
Gelmeyenler iyi bildiğiniz başka bir yerde

Ne oldu Ortadoğu’da
Kuşlar sustu misketler dağıldı sokaklar yok
Sıcak ekmek kokusu ve nisanda bazı çiçekler
Gölgesi yok muydu çimlerde mutlu bir kuzunun
Bir şarkı uçmaz mıydı mavi beyaz bir evin bahçesinde sevinçle

Geri dönülemeyen bir zamanın içinde kaldı
Geri dönülemeyen bir şarkı
Büyük sessizliğimizin sonu yok
Ne oldu ki anneler ve çocuklar
Ya toprakta sessiz ya da acı içinde kaldı
Yaşananları petrolle mi açıklayacaksınız
Barbarların dijital kalbiyle mi
Kalp mi dedim hadi gülelim
Tabii böyle birşey hâlâ mümkünse

Geçelim bunları geçelim
Soğuk birşey içelim
Usta bize dört gazoz
Biri bana biri şu çocuğa
İkisi de gözlerine şu çocuğun
Sonra dört gazoz daha getir soğuk olsun
Biri çocuğun eski sokağına
Biri arkadaşı Mahmut için
Biri üzerine son yağan yağmura
Biri de gelecekteki bir pazartesi için
Sonra benim bu bitmeyen gazozumu götür dök Boğaz’a
Ege’yi geçsin Akdeniz’i geçsin
Varıp bu çocuğun kıyılarına bir şey desin çocukça

Yeşil yandı
Kimse kalmadı lambanın dibinde
Çocuktan başka
Allahtan başka

Mevlâna İdris
İzdiham

Yalnız Bir Kadın

Azize güzel bir kız. Kara kediden korkar. Şeyh Said’in karşısına oturduğunda endişeliydi. Şeyhin yabani bakan siyah gözleri, giderek artan endişeli halinden kurtulmak isteyen Azize’yi kuşatıyordu. Bakır bir kaptan yükselen tütsü kokusu Azize’nin burnunu dolduruyor, yavaş yavaş etini uyuşturuyordu.
“Demek kocanın sana geri dönmesini istiyorsun?” dedi Şeyh Said.
Azize tereddütlü bir ses tonuyla,
“Evet, bana geri dönsün istiyorum.” dedi.
Şeyh gülümsedi. Azize üzgün bir ses tonuyla konuşmasını sürdürdü:
“Ailesi onu yeniden evlendirmek istiyor.”
“Kocan sana dönecek ve bir daha asla kimseyle evlenmeyecek.” dedi Şeyh, buhurdanlığa bir parça tütsü atarken.
Vakur ve sakin sesi Azize’nin içini o denli rahatlattı ki derin bir oh çekti. Şeyhin bu durum karşısındaki sevinci yüzüne vurdu.
“Fakat bu iş çok para ister,” dedi.
Azize’nin yüzü gerildi. Bileğindeki altın bileziğe bakarak,
“Ne kadar isterseniz öderim,”dedi.
Şeyh sırıtarak,
“Küçük bir meblağ karşılığında kocana kavuşacaksın,” dedi. Sonra “Onu seviyor musun?” diye sordu.
“Hayır, sevmiyorum!” diye mırıldandı kızgın bir ses tonuyla.
“Anlaşamıyor musunuz?”
“Ailesiyle kavga ettim.”
“Göğsünde bir daralma hissediyor musun?”
“Bazen göğsümün üzerinde ağır bir taş varmış gibi hissediyorum.”
“Uykunda huzursuz edici rüyalar görüyorsun değil mi?”
“Geceleri hep korku içinde uyanıyorum.”
Şeyh Said kafasını birkaç kez sallayarak,
“Kocanın ailesi sana büyü yapmış olmalı,” dedi.
Azize korkuyla irkilerek,
“Peki, ne yapmalıyım?!” diye fısıldadı.
“Onların büyülerini bozmak on liralık tütsü gerektiriyor.”
Azize bir an sessiz kaldıktan sonra elini göğsüne uzatarak oradan on lira çıkardı ve Şeyh Said’e verdi:
“Bütün sahip olduğum bu.”
Şeyh Said ayağa kalktı, dar ve dolambaçlı sokağa bakan iki pencerenin siyah perdelerini çektikten sonra yumuşak beyaz küllerin üzerinde korların bulunduğu bakır kabın önüne oturdu. Kaba tütsü atarak, “Cin kardeşlerim ışıktan nefret ederler. Onlar karanlığı sever, çünkü evleri yerin altında.”
Odanın dışındaki gün, beyaz tenli kadındı. Güneşin sarı ışıkları sokaklarda parıldıyor, insan gürültüsüne karışıyordu. Ancak Şeyh Said’in odası karanlık ve sessizdi.
“Cin kardeşlerim kibardır. Eğer onların sevgisini kazanırsan şansın yaver gider. Onlar güzel kadınları severler. Çarşafını çıkar.”
Azize kara çarşafını çıkardı. Dar bir elbise içindeki olgun bedeni, Şeyh Said’in gözlerinin önündeydi. Şeyh Said, belli belirsiz alçak bir ses tonuyla sarı yapraklı bir kitaptan okumaya başladı. Bir süre sonra “Gel… Buraya uzan,” dedi.
Azize buhurdanlığın yanına uzandı. Şeyh Said, Azize’nin alnına elini koyarken garip tondaki kelimeleri okumayı sürdürdü. Birden Azize’ye “Gözlerini kapa,” dedi. “Cin kardeşlerim gelecek.”
Azize gözlerini kapadı. “Her şeyi unut,” diyen Şeyhin haşin ve emredici sözü yükseldi.
Şeyh’in eli, Azize’nin yumuşak yüzüne dokunuyordu. Babasını hatırladı Azize. Şeyh’in eli sert, kokusu tuhaftı. Büyük bir el. Çok kırışık olmalı diye düşündü. Şeyhin tuhaf sesi kerpiç duvarlı sessiz odada yavaş yavaş yükseldi.
Şeyh’in eli Azize’nin boynuna gitti. Azize kocasının elini hatırladı. Şeyhin eli kadın eli gibi yumuşak ve taze. Kocası, babasının bakkal dükkânında kasiyer olarak çalışıyordu. Azize’nin boynunu şefkatle okşamaya hiç yeltenmemişti. Yaptığı şey, obur parmaklarla bacaklarının etini sıkmaktan ibaretti. Şeyh, ona iki eliyle birden dokunuyordu. Elleri, Azize’nin göğsünün üzerinde, onun olgun memelerini nazikçe okşuyor, bedeninin diğer taraflarına iniyor, sonra tekrar memelere gidiyordu. Eller bu kez nezaketini kaybediyor, onları sert bir şekilde sıkıyor, Azize’yi inletiyordu. Gözlerini zar zor açan Azize, odanın boşluğuna yayılmış hafif bir duman görüyordu.
Şeyh Said, ellerini Azize’nin bedeninden çekti. Okumaya ve buhurdanlığa tütsü eklemeye devam etti. Bir süre sonra, “Şimdi cin kardeşlerim gelecek… İşte geliyorlar!” dedi.
Azizenin bedenini şiddetli bir ürperme sardı. Gözlerini yumdu. Şeyh Said’in, dünyanın ötesinden geliyormuş gibi yankılanan sesini duydu:
“Cin kardeşlerim, güzel kadınları sever. Sen de güzelsin. Seni seveceklerinden eminim. Geldiklerinde seni çıplak görmelerini istiyorum. Tüm büyüleri senden uzaklaştıracaklar.”
Azize panik içinde “Hayır… Hayır!” diye fısıldadı.
Şeyh, kararlı bir ses tonuyla hemen karşılık verdi:
“Eğer seni sevmezlerse canını yakarlar.”
Azize, bir defasında sokakta gördüğü bir adamı hatırladı. Yaralı bir hayvan gibi ses çıkarmış, yere serilmişti. Ağzında beyaz köpük, kollarını bacaklarını boğulurcasına hareket ettirmeye başlamıştı.
“Hayır… Hayır… Hayır.”
“Şimdi geliyorlar!”
Tütsünün kokusu artarak yoğunlaştı. Azize duyulabilir bir şekilde soluk alıp vermeye başladı. Şeyh Said birden fısıldadı: “Gelin mübarek mahlûklar, buyurun gelin!”
Azize, belli belirsiz gülme sesleri ve anlaşılmayan kelimeler duydu. Cüce şeklinde çok sayıda yaratığın odayı doldurduğunu düşündü. Tüm açma çabalarına rağmen gözlerini açamadı. Yüzünü sıcak sıcak nefesler yalayıp geçti. Bir ağız, alt dudağını kavrayıp obur bir şekilde bastırdı.
Çıplak sırtının altındaki kilim sertti. Tütsü dumanları toplanıp onu kolları arasına alan ve öpmeleriyle uyuşturan bir adama dönüşüyordu. Amansız bir ateş kanında dolaşırken ağız, dudağını bırakıp bedeninin diğer bölgelerine yöneliyordu. Azize, nefes nefese ve hareketsiz. Korkusu dağılıyor. Yavaş yavaş yeni bir haz veren esrik bir halin tadına varıyordu. Ohh!
Gülümsüyor. Gülüyor. Beyaz yıldızlar, masmavi bir gökyüzü, sarı ovalar ve kızıl ateşten bir güneş gördü. Azize uzaktaki bir nehrin şırıltısını duyuyor. Nehir. Uzakta. Ama artık uzakta olmayacak. Neşeyle gülüyor. Hüzün koşarak ondan uzaklaşan bir çocuk. O, şimdi büyük bir çocuk. Komşunun oğlu onu öpüp kucakladı. Hayır… Hayır! Ayıp. Evin kapısında dururken kendisine ekmekleri veren fırıncı çırağı elini uzatıp küçücük memesinin ucunu sıkmıştı. Canı yanmıştı. Kızmıştı. Heyecanlanmıştı. Nerede eli? İşte onun eli yeniden bedenine sahip oluyor. Gerdek gecesinde çığlık atmıştı. Şimdi çığlık atmıyor. Annesini, kanlı bir bezi meraklı akrabalarına gösterirken gördü. Yüzünü büsbütün saran bir sevinçle bağırıyordu: “Benim kızım kızların en şereflisi! Düşmanlar öfkeden kudursun!”
Azize, sarı tarlalara geri dönüyor. Susuz tarlalara. Bulutlar yükseklerde. Güneş, Azize’ye yaklaşan bir ateş. Kıvranıyor Azize ve şiddetli bir ateşin yakıcılığının sarhoşluğuyla olduğu yerde yığılıp kalıyor. Güneş yaklaşıp kana sızan bir ateş. Kaçmaya çalışmıyor Azize. Sarhoşluğu katlanıp katlanıp doruğa ulaşıyor. Tam bu anda yağmur boşaldı. Bütün bedeni titredi.
Şeyh Said, bir süre sonra Azize’nin çıplak bedeninden uzaklaşıp pencerelere yöneldi. Perdeyi açtı. Günışığı bir anda odaya aktı. Azize’nin beyaz teninin güzelliği parlayan ışıkla ortaya çıktı.
Azize hareket etti. Yavaşça ve ihtiyatla gözlerini açtı. Birden gün ışığını fark etti. Panik içinde ayağa kalktı. Şeyh Said “Korkma,” dedi “Cin kardeşlerim gittiler.”
Azize, bitkin bir halde ve utanarak eğilip elbiselerinden ilk parçayı aldı. Hareketsiz ve gözleri kapalı uzun bir süre öyle uzanmış olmayı ne çok isterdi!
Şeyh Said, elinin tersiyle ağzını silerek, “Korkma! Gittiler” dedi yeniden.
Azize’nin gözlerinden gözyaşları süzülürken sokaktaki bir seyyar satıcının sesi yükseldi. Ölmeyecek umutsuz bir adamın ağlamasını andıran bir sesti.
Birkaç dakika sonra, Azize dar, uzun ve dolambaçlı sokakta yalnız başına yürüyordu. Başını kaldırıp hevesle yukarı baktığında tek bir kuş bile görmedi. Gökyüzü mavi ve boştu. Hevesle başını yukarı kaldırdı ancak, uçmakta olan hiçbir kuş bulamadı. Gökyüzü, boş maviydi.

Zekeriya Tâmir
Çeviren: Mehmet Hakkı Suçin
Kaynak: mehmethakkisucin.com

Tanrım Konuş Benimle

Adam fısıldadı: ”Tanrım konuş benimle.”
Ve bir kuş cıvıldadı ağaçta.
Ama adam duymadı.
Sonra adam bağırdı:
”Tanrım konuş benimle.”

Ve gökyüzünde bir şimşek çaktı.
Ama adam dinlemedi onu.

Adam etrafına bakındı ve,
”Tanrım seni görmeme izin ver” dedi.
Ve bir yıldız parladı gökyüzünde.
Ama adam farkına varmadı.

Ve yüksek sesle haykırdı:
”Tanrım bana bir mucize göster.”
Ve bir bebek doğdu bir yerlerde.
Ama adam bunu bilemedi.

Sonra çaresizlik içinde sızlandı:
”Dokun bana tanrım ve burada olduğunu anlamamı sağla, ne olur!”
Bir kelebek kondu adamın omzuna.
Ve adam kelebeği, elinin tersiyle uzaklaştırdı…

Halil Cibran

Aralıksız Bir Acı

Bir gözyaşı her düştüğünde belleğe
Yürek sızlar
Yarın düşecek olanların
Endişesiyle.

Hulûd el-Mualla
Çeviri: Mehmet Hakkı Suçin

Kardeşim

Kardeşim! Savaştan sonra haykırsa bir Batılı zaferini
Yad etse ölenlerini, övüp-yiğitlerinin barbarlığını
Sen türkü yakma galiplere, hor görme mağlupları
Eğil benim gibi suskun, yüreğin kan ağlasın
Kara bahtına ağlayalım ölülerimizin

Kardeşim! Bir er dönse yurduna savaştan sonra
Atsa bitkin bedenini dostlarının kollarına
Sen dost arama boşuna dönersen yurduna
Alıp götürdü açlık sırdaşlarımızı
Geriye kalan ölülerimizin hayaletleri

Kardeşim! Ekip biçse çiftçi yeniden toprağını
Yeniden yapsa onca zaman sonra topun yıktığı kulübesini
Artık kurudu çaylarımız, yıkık dökük ocağımız
Bırakmadı düşman toprağımızda dikili hiçbir şeyi
Geriye kalan bize ölülerimizin leşleri

Kardeşim! Olan oldu, istemesek olmazdı
İsteseydik başa gelen çekilmezdi
O halde ağıt yakma, elin kulağı duymaz sesimizi
Gel de bir hendek kazalım kazma kürek
Gömelim ölülerimizi tek yürek

Kardeşim! Biz kimiz? Ne yer, ne yâr, ne diyar
Uyumak, uyanmak alnımıza kazınmış ar
Dünya çürüttü bizi, kokuşturdu ölülerimizi
Gel kazalım başka bir hendek, al eline bir kürek
Gömelim ölülerimizi tek yürek

Mihail Nuayme
Çeviri: Mehmet Hakkı Suçin
Kaynak: mehmethakkisucin