Cesedi Nereye Gömelim

Cesedi nereye gömelim

Bir bebeğin
Yeni çıkan dişine derim
O dişin o görünüşüne derim
Ona mor ona mavi, ona gül rengi süt versin
Ona ilk o ağızdan çıkacak kelimeler öğretsin

Ama sarıp sarmalar mı ki
Bir ceset bir bebeği

Güvenli bir yer dedim, aklımdan öyle geçti
Eşeleyen çok son günlerde gömütlükleri
Ve düşündüm
Bir yüzük bir mezar taşıdır parmakta belki

Dinle bak ne diyeceğim
Rüyamda bir deli gördüm geçenlerde
Tanıdığım bir deli
Ama görmesem hatırlamazdım bile
Geçiyordum, yol kenarında, pencereden az içerde
Bir kadının kolyesini çözüyor mu, takıyor mu?
Yüzündeki ışık değil kadının, ışığın ruhu
Duruyorum: Bu boyun onun boynu?
Soruyorum: Bu niye böyle?

Birdenbire bir koridorun sonuna çıkıyor yolum
Eski bir arkadaşın karısı bekliyor orda beni
Çok olmuş görmeyeli, böyle güzel miydi
Ve ilk kez gergin değil, bildim bileli

– Sonra bize bir haber indi
Yılların gagasındaki her şey ahenkli
Şimdi aranız nasıl diyecektim ki
Bu sözle bitiverdi üniversitenin
Cıvıl cıvıl bahçesinde rüya

Unutmak iyi geliyor kimileyin
Unutmak iyi ve belki
Neşeli cevaplar bulabilirim
Cesedi nereye gömelim sorusuna

Telesekreter mesajına örneğin
Evde yoğuz, gerçi hiç olmadık ya
Bilmiyoruz, belki biz de konuğuz burada
Not bırakın, döneriz merhaba deriz bekleriz bir ara
Sandığınız gibi değil, sesimizi duyurmadık konu komşuya

Cesedi nereye gömelim
Bir arkadaşı uğurlarken
Arkasından uzattığımız bakışa
İple çektiğimizi düşünmesin
Kalkacağı anı, merdivenlerin başında
Kovulmuş gibi olmasın kapının hemen kapanmasıyla
Evet, oraya gömeriz cesedi, üst üste binmiş
Akreple yelkovanın birbirinden ayrılmasına sonra
Sana ömrüm vefa etmesin dediğimiz aşka
Nereye gömelim cesedi başka neresi olabilir ki
Bir bardak limonataya
Bir parça buz gibi yaz sıcağında
Ve doğum günleri için meleklerin
Hazırlanmış armağan kutularına

Cesedi nereye gömelim
Vahiy almaya çıkmış bir peygamberin
Kapandığı mağaraya onu andıran bir oda varsa
Sansür meleği kılığına girebilen masa lambasına
Gebe bir kadının karnına, bir mücrim doğuracaksa
Ay ışığında parlayan o kemik tozlarına
Baba ocağına ait anıların
Sindiği kiremit aralarına
Ki onlar bakarlar oradan
Ağarken küçük birer uçurtma gibi
Kiraz ve erik dallarına takılan umutlara
Şimdi ev birden bir çocuk ağlamasıyla uyansa

Cesedi nereye gömelim
Yan yana durmuş iki teknenin
Salınışına küçük bir rüzgârla
Ve ürperişine iki kişinin
O iki tekneye baktıkça

Hatırla, su birdi
İki liman, birbirine mezar yeri
Bir gemi bekliyor uzakta
Suya indirmiş tayfalar cesetleri

Konuşuyorduk
Bir kıyıda: Acaba, hâlâ?
Mesafeleri çürüten bir koku ortalıkta
Bana sorma diyordun, sakın bana sorma
Durup dinlenen bir ırmağa benzeyen akşamda
Konuşuyorduk. Acaba, hâlâ?
Anlamını büyük bir suya bırakılışından alacak olan
Bir taş hakkında

Bir taş
İçinde uykudan uyanma sesleri olan
Bir taş
Yarıda kalmış cümlelerle bir daha katılaşan
Büyüyen gözbebeklerini gece derine daldıran
Bir taş
Bir çatlağından durmadan bir ışık sızan
En çok ölü bir güvercini andıran bir taş
Bir insanın yüzü gibi bu taşın da yüzeyi
Başkalarına yaklaşan ama hep uzaklaşan
Unutulmuş yeminlerin alınmamış öçlerin mağarası olmuş sonra
Git sırrını bir kuyuya söyle bir ağaç kovuğuna bir taşa

Bir taşa
Büyük kentlerde birden
Güneşin batışını görmek gibi bir sevinç ağırlığında
Hiç kanatmayan
Hep kanayan
Bir taş

Bir taş
İçten dışa dalgalanan
Göğe bakarken bir suç olan
Bir öğleden sonra bir koruda
Bir kadınla bir erkeğin yoluna atkestaneleri olarak çıkan
İnciten bir inci olan
Onun içine gömelim cesedi
Sorulduğunda uzaklaşan
Bir daha bulunamayan

Yüzündeki ışığa bakıyorum
Yüzünden yansıyan ışığın yansımasına sonra
Kirpiklerinin ucunda ne var, onlar
Gece ava çıkmış bir krala meşale mi yoksa
Yanıp sönüyorlar ben bir uykudan su çıkardıkça
Ayaklarını birden suya değdiren
Bir serçe gibi geçiyor üstümüzden zaman
Uzatırsan dolar kadehin kaldırırsan döner gök seninle
Sarhoş olma arzusudur seni sarhoş eden
Bir boşluğu bir boşluğa koydukça uzayıp giden
Bir aşkın boşluğunu bir başkası doldurmaz diyen
Bir kez olmuştur o olacaktır bundan böyle
Bir mezar yeri, bir başka mezar yeri arar kendine

Buna benziyor bu sessizliğimiz
Aramızdaki şeyin kendisi değil
Yanılsamayla o dediğimiz

Aradım, koyacak yer bulamadım
Her dumanı üstüne bir örtü gibi alanı
Yosunun suya inancıyla inandım
Yer açtım başka yanılsamalara
Bir ölü için yer yok mu
Gözyaşlarıyla yıpranmış
Dudaklar arasında

Bir kıştı
Su köpük köpük ve köpek gibi yaklaşıyordu ayaklarıma
Korkunç dişlerdi dalgalar ve korkunç bir havlama
– Dalga sesine sen havlama diyorsun
Hele düşün bakalım
Sudan başlıyor bozulma
Ben parmaklarımı kırdım o kış
Bahçede öteberiyle yaktım
Ve soruya tekrar döndüm işte
Adı sanı bilinmedik kişiler girdi şiirime

Cesedi nereye gömelim
Cesedi nereye gömelim, söyleyin bana
Bir kez bir tin sözcüğü görmüştüm ona
Bir kez bir kâhin sözcüğü görmüştüm ona
Bir kez bir cenin sözcüğü görmüştüm ona
Bir kez bir yasemin sözcüğü ama ona asla
Bir kez bir geyik sözcüğü, belki zamanla
Bir kez bir gece sözcüğü, uzamıştı kuşkuyla
Bir kez bir kan sözcüğü, sakın inanma
Bir kez bir yalan sözcüğü her yanda
Çıkar da koy şimdi hepsinin yanına
Bir kez bir yüz sözcüğü görmüştüm yolda
Seninle ben ikimiz eğer Allah yoksa
Bir kez çoktan sözcüğü görmüştüm bir ofis katında
Ona o sonsuz umutsuzlukla
Bir kez bir ten sözcüğü görmüştüm
Kumaşı yeni indirilmiş gök katlarından
Bir kez bir anlamak sözcüğü görmüştüm
Baktım renk gibiydi her şey sabah çayımda
Bir kez bir yaprak sözcüğü görmüştüm çırılçıplak
Hayat başladı başlayalı ta oradan buraya
Bir kez bir taş sözcüğü görmüştüm
Hedefine varmadıysa kıvrana kıvrana
Tanıdık bildik sözcüklerin
Dur gitme diyen anlamlarına
Yan yana ölüydün sen kendinle yatağında

Cesedi nereye gömelim

Yakınlardaki koruyu sevdiğini söylemiştin
Anılarını kır sepetine koyar yürürdü orda
Oraya gömelim, bir ağacın en uzak yaprağına
Ölüm, ruhunu kelebeklerle kaldırır dansa

Ama unut bunu şimdi
Bir ağacın kökleri emer gözyaşlarını belki

Ulur mu içimizde bir kurt gibi
Bahçeye gömsek dolunay gecesi
Tanrı hangi safta alır yerini
Su ve köpük dalga ve deniz
Savaşa çağırsa birbirini

Cesedi nereye gömelim
Olmaz bir sigaranın dumanına saklasak
Bir gece lambasının ışığına saklasak olmaz
Ekşi bir eriğin çekirdeği tehlikeli
Hiç olacak yer değil bir adres defteri
Hiç olacak yer değil tırnak dipleri
Hiç olacak yer değil bir el feneri
Hiç olacak yer değil
Yeni doğan güneş sesleri
Hiç olacak yer değil
Kaldırılıp katlanmış gömlek cepleri
Hiç olacak yer değil bir kadının kirpikleri
Bir yerde unutmuş gibi yapsak
Kendiliğinden olup bitse töreni
Bu gece ay tutulması var der gibi

Kafam öyle karışık ki bazen düşünüyorum
Neden anlamı olmasın
Yerini yadırgamış bir kelimenin
Bazen düşünüyorum
Ortasındaki boşluk diyorum
Compact disc’lerin
Bazen düşünüyorum
Kesilmiş bir serçe parmağın
Havada bıraktığı boşluk
Diyorum

Kafam öyle karışık ki bazen düşünüyorum
Bir sara nöbetindeki köpükler diyorum
Kafam öyle karışık ki bazen düşünüyorum
Savaş artığı bir tank namlusu diyorum
Kafam öyle karışık ki
Bir Pazar poligonda
Bize tebrikler yağdıran atışın
Hayatımızda kapattığı boşluk diyorum
Kafam öyle karışık ki
Bazen düşünüyorum
Ama olacak şey mi bu düşündüğüm
Hava yastığı otomobilin, Tanrım
Bugün seninle çarpışma günüm

Cesedi nereye gömelim
Bir ilaç kapsülü gibi altına dilimizin
Bıçağın ucuna değmiş yerine kalbimizin
Patlayan ağzına
Yazı bir dinamit gibi havaya uçuran incirlerin
Cesedi nereye gömelim

Cevdet Karal

Köpük

Portakal büyüsüdür yalayan seni beni
Kentte başlarken gece horozun terk ettiği
Bir kadını havlıyor taşıyor o ıssız köpekler ki
Kırmızı bir karpuzun ortasından kesilen o köpekler ki
Deniz mi dedin ne denizi
Ben Kristof Kolomb’un uşağı değilim
Ben ırmakçıyım denizci değilim
Kulağımda ne bir aşk ne de bir kürek sesi
Bir meydan uğultusu barbar bir inşaat sesi
Bir kere kente girdin
Bir kadını al onu yont yont anne olsun
Her kadın acıma anıtı bir anne olsun
Çocuklara açılan mavi kırmızı pencere anne
Sen bu şehrin sokaklarından geç sonsuz pencerelerle
Bir insanı al onu çöz çöz çocuk olsun
Ve sonra yıpratılan ne
Mavi bir alıkonan

Bu köpekler neyi havlıyor hangi kadını
Bu horozlar neyi ürperiyor çocukları mı
Sabah ki marul ortası kırılan bir gemi direkte
Vakit çiçek bozuğu bir akşam terkisi
Bana ayrılan hangi Arap atının terkisi
Hangi çadır düşüncesi ve çöl
Bir mermerin rüzgârdaki savruluşu çöl
Kadın giyeceklerinin kıvranışı kızılda
Bir kırmızı biber salgını develer
Yeter suyun anıtlaşması çelik çelik biatı

Bir kere kente girdin
Felçli kadın karyolaya bağlı Haliç
Engenlik gençkızlık işletmesi karyola ki
Bekâr bir ölümün fener alayı şöleni
Azrailin boyuna bülûğa erdiği gerdeği girdiği
Eleni Eleni karyolada düşünen kadın
Yalnız ve som karyolada düşünen kadın
Her erkeği papaz sanıp günah günah olarak çıkartan
Her gece güneşi ısıran
Köpekler neyi havlıyor hangi gülü
Horozlar neyi ürperiyor savaşı mı
Bir yumurta ortasında gece yarısı
Sen ey şair ki ellerini kollarını çarmıha gerdin
Ölüm ki tabiatüstü hayatların
En yeni buluşu intihardır

Pipon yanıyorsa seni ölüm çeker
Gül yetiştirmiyorsan seni ölüm
Samanyolu jet iziyse seni ölüm
Rüya bir lâğımın anıları olur
Onarılmış bir soda gün doğar kırmızı
Ölüm bana günde iki kere göz kaş eder
Gün doğarken ve gün batarken bir fil hortumunu dolar bitkilere
Sonra bir karpuz ikiye bölünür bir hasta evinde
Yenilmemek üzre için ile birlikte
İşte bunun gibi sizi aziz eden yaşlanmak
Yaşlı bir hastada tortusu olur ölmenin
Ve siz ey bir karpuzu ikiye bölmenin
Ustalığına ermiş kutsal kişiler akşam sularında
Karpuzun eskittiği gözlerim
– Kim karpuzu onarır kim kaynak atar ona –
Konuşan sessiz bir tarihi yükselten karpuzun
Kırk derece
Ölümün tantanayla gelip otağını kurduğu-
-Başarırsa gelen askeri
Başaramazsa başka yere gönderir çeriyi
Kim bitirir bu sonsuz çeriyi bu her gün yeni çeriyi
Hep planlar kurar
Aklı fikri insandadır
En yeni buluşu intihardır –
Ölüm bir ay çekimi zamanı dönemi denizidir
Kalkar kalkar seni çeker
Gül kokusunu alıyorsan seni ölüm çeker
Ölümün terkisi birden genişler
Yollarda sincap kalıntıları görürsün
Kedilerin köpeklerin aç kaldığını düşün
Koyunların develerin sıraya girdiğini kesilmek için
İntihar dedikleri patronu da sınadık
Ağzını aradık iş yok onda
Kullanışsız ve antik bir şapka
Meksikalıların şapkasına benzer
Ölümden bir demet derlenen ölümlerle
Derlenen insan ölümleriyle kervankıran yıldızına bakmak

Çıkmak Samanyolu’na
Doğu ne batı ne
Suvare ve matine
Duvarda bir resim akıyor gençliğe
Çiçeklere çiçeklerdeki mirasa
Sarı Saltık Ahi Evren çalımlı bir kiraza
Çılgın öğlende
Nerden nereye ey köprü ey iskele
Yabancılar yalancılar hırsızlar
İki yatık iki dik karşılıklı iki tahta
Arasında bir insan
Tophane ölülerine ait tabutlar da figüran
Sonra ilâhilerin paraya çevrildiği an
Sonra küçük kızlar su satan

Gelin gelinlerin gecesini taşıyalım yatağımıza
Ki ölüm insanları kıra kıra varmadan yatağımıza
Bu yatak şimdilik kutlu yataktır
Ölüm ki aç bir köpektir arar bizi
Bir köpek havlayan en çok şafak aydınlığında

Akşam kente bir Meryem gibi girer
Bir çocuk kutsal bir çocuk doğurur gibi
Her yönden bir ses yükselir bu karanlık nedir
Kurban kesilirkenki karanlık
İbrahim’in bıçağındaki karanlık loşluk aydınlık
keskin ışık
İsmail ismail bir çocuk başından serçe geçen
Mavi bir gül nöbeti sertçe geçen
Omzundan arşlar dökülen

Artık dünyanın yarısı ay yarısı güneş
Karşılıksız borçlanan ve çiçek ödeyen güneş
Ufuklara çiçek ödeyen güneş
Artık herşey öbürüne ışık tutmakla ödevli
Otomobilin ışığı yol için söz gelimi
Birinci Dünya Harbi
İkinci Dünya Harbi
Artık her şey öbürüne ışık tutmakla görevli
Işık tutmakla var ışık tutmakla ayakta
Herkes kendini kurtarabilir ancak bu karanlıkta
Öbürüne ışık tutar sade
Öbürüyse ışık tutar sade
Birer birer yakılır bütün sağlık çarşafları
Yaşlılıksa taşınacak pusat değil
Her köşe köşebaşları deniz dibi dişli köpeklere yurt
Köpekler bu dişlere sahip değil bu dişler o köpeklere sahip yani
Diş geriye geriye doğru uzamış uzamış incelmiş yumuşamış tüylenmiş de bir köpek olmuş sanki
Yoksa kıyımda mı avlıyorsun sen ey şeytan
Geçtim akrep kokan duvar diplerinden
İncir düşmüş loş yollardan
Bir haber gibiyim Musa’dan

Sabahlan moditen akşamları equanil
Geliyor boyuna geliyor yalnızlığın gülmeleri
Denize kentler çizen kent iten kentler çekenardına kentler bağlı
Kent tüküren kent soluyan bir gemi
Züiküfül Dağı’nın bahçeleri
Yalnız orda açar özel bir peygamber çiçeği
Ağız yakan özel bir peygamber çiçeği
Sultan Şehmus ve Veysel Karani
İncir yaprağıyla sildiler gözümü çocukken
Ve sen ey sıcak doğu gecelerinin bitmeyen göz ağrısı
Çocuklara mahsus çocuklara ait çocuklara dair göz ağrısı
Kırmızı mürekkebi andıran gözotu
Yalancı fakat acının yemişi kanlı göz bezleri
Türbe önlerinde sahicisinden daha gerçek
Daha fizikötesi sara taklitleri
Ve ağızlarda mecusi meşaleleri
Tembelliğin kehribarı Bitlis Saroyan
Ağızları yakan sigara ilk çağ kokan kav
Birinci Dünya Harbi namazı
Babamın namazı
İkinci Dünya Harbi namazı
Ölümsüzlük gençlik aşısı o ikindiler
Evi sokağı çarşıyı onaran yasin
Paslanan güneşi sığayan sûre
Atalara doğru yürüyen sûre
Eve ve ellere can veren sûre
Geceye zikzaklar çizdiren sûre
Güneşi batıran doğuran sûre
Hamile meryem’i doğurtan sûre
Evin taşlığına çiçekler serperek
Yağmuru çatıda döndüren sûre
Huzuru geceye ekleyen sûre
Gece gündüz bir bekçi gibi
Ebedî bir gözcü nöbetçi gibi
Evin yüreğinde bekleyen sûre

Vahşi bir kiraz yedik eski bir eskimo okulunda
Ve yeşil bir dondurma mezarlıkta
-Bir fosfor dondurması koyarak gel
Bir çocuk şapkasının içine –
Ve gül Nemrud’un yaktığı ateşte açan
Koncalanan açılan gelişen İbrahim’in elinde
Tatlı bir su içe gerçekler saçan bir mağara
Urfa’da yıldızların yıldızdan ayın aydan
Günün günden fazla bir şey olduğu orada
Uzanan bir yarı ölü eli kirazdan kiraza
Kirazsa hep aynı ıraklığı bozmamakta korumakta
İçilemeyen bir su bardakta
Aklı düzeltmenin mümkünü kutsal balıklarla

Her şey bir kere daha yanlış gibi

Şeker şeker diye soluyan şaha kalkmış
Bir tutamlık barutu kuşlara attık gibi
Bir kış gibi geçti eşeklerin aydedesi
Fıstıklarsa
-O gün kasabada bir yaz
Bağbozumu tadında
Sarhoşluğun yankısından
Şıra yosunundan çeşme ışığından
İğde sesinden bir kalabalık
Sızarak cami aralığından

Ayvalarsa
– O gün kasabada bir çarşı
Bir bayrak gibi açmıştı yası
Yas bir meşale yüzlerde
Güneşten yanmış bir harman

-O gün kasabada
Antik her şey baş kaldırmıştı
Her şey Asur’du
Rap rap rap
Duvarda bir satrap
Tavanda bir akrep
Rap rap rap
Güneşti önleyen çağın siyahını
Kafka’yı kemiren
Camus’yü tedirgin eden
Sartre’a zaman zaman yılgı veren
Heidegger’i düşündüren
Kierkegaard’ı bunaltıp
Heidegger’i düşündüren
Schopenhauer’deki öfke
Nietzsche’deki savaşçılık
Faulkner’i sarhoş eden
Van Gogh’u Van Gogh eden
Chagall’ı Chagall eden

Kirazlarsa
-O gün kasabada
Kuşluğun kuş’luk olduğu
Kuş-luğun çılgın ağaçların
Başına bir yurt olduğu
Kalp krizi
İnsanların derlenip
Bir araya gelip bir bütün
Bir tek insan olduğu
Dağ yolunu tuttukları
Durup durup Zülküfül’ün
Bahçelerini andıkları
Doruğunu andıkları
Herkesin birbirine
Güneşten bir demet
Bir kaç tüy
Bir güldeste
Bir firkete
Bir avuç çıplaklık
Ve portakal büyüsü
Ve özgürlük sundukları
Dağıttıkları
Payından pay
Ekmeğinden ekmek bağladıkları
Yas mı sevinç mi
Ölülük mü dirilik mi
Din mi barış mı
Savaş mı sevgi mi

– O gün
Başkasının düğününe giden
Kendi düğününe giden kızlar
Karacadağ pirinci ayıklamayan
Her çocuğa birden anne olmayan
Kızlar dönüp dönüp başlarını
Saklanıyorlardı

-O gün
Düğün düğün böceği ve düğün çorbası
Eşeklerin aydedesi ayın öcü alındı mı

-Depremden artakalmışlardı biz de
bir halkevi yapamamıştık da ondan
oraya gitmiştik siyah incir ağaçlarına
çıkardık ilk defa tadardık O hep Erzincan’ı
anlatırdı öğle olmadan öğle namazını kılan
öğle olduktan sonra öğle namazını yeniden kılan
büyük annesini bense oruç tutardım menengiç kah-
vesi içerdim akşamlan yolumu hep bir çocuk
beklerdi döğüşmek için
Ama ben onu dövmezdim o da beni dövemezdi
Sonra Afrika olan Ömer – çünkü biz Onu
Afrika yapmıştık oyunda -O Ömer tek başına bizi yenerdi
Yani kardeşi Avusturalya Ali’yi, kardeşim
Avrupa Ali’yi ve Asya beni
“Gider içerde güçlenir güçlenir gelirdik”
Ama Afrika Ömer O hep kış yaz tarlalanan
Dağlarda koyunlara çiçeklere ateş yakan
Böcek ezdiren bütün düğün böceklerini ezdiren
Ve hep düğün çorbası içen O Afrika Ömer
Hepimizi tek başına yenerdi
Barbar kıvırcık saçlarına
Narlar nardan taçlar takardı
Koparır koparır narları yerdik
Çubuklarımızı vişneyle tazelerdik
Yalnız nar ateşini ve vişne alevini severdik –
-Düğün düğün kızların koşup katıldığı
Düğün düğün son kızlardan bir kokteyl

-O gün kasabada bir düğün
Ölümün düğünü
Herkesin düğünü
Çocukların kağıttan
Çerden çöpten ve taştan
Kaldırım taşlarından düğünü
Deniz kabuklarından
Bir uygarlık taşıyan çemberleri
İçi boydan boya ta temele görünen evleri
Çatısız yapıları
Bir düğünü ateşleyen
Ona buna bulaştıran gözleri
Çocuklar geceye çan
Geceye karşı itfaiye erleri

-O gün kasabada
O gün kasaba
O gün kasap

Ben ölmedim yalnız kaldıysa da ayaklarım
Eridiyse de başım inceldiyse de üst yanım
Bir porsuk karnını geceyi deşip buraya çıktım
Daha dün kirecin rüyası bu kente indim
Gün doğmadan kiralık ev aradımŞehzadebaşı’nda
Geceye bir kartal gibi çarparaktan
İsa bu gelip konmuş elime Ayasofya’dan
Kirli sarı çıkıp bir giysiden
Vakte bakan zeytin yaprağı serabından
Şarabın arabından
Bir zenci sancısından
Bir düşün dişinden
Karlar eridikte yönelirdik kadınlarla
Kuzeye batıya dağa doğru
Yüzümüzü biçerdi yıllanmış soğuk
Su kıyısına dizilirdik yandan önden arkadan ışık
Kâbe yüzüklerindeki ışık
Çamaşır yıkardı kadınlar kızlar
Biz çocuklar suda kışın giden
Büyüklerden bize bulaşmış ölüm tüveyçlerini
Yıkardık ısınırdık
Kızlara vuran ışık yalnız o ışık artardı
Annelerde derinleşen kış çizgileri
Biz çocuklar buğulu

Çul ve su
Dağ suları dereler koyun çiçekleri
Yalnız erkekler çarşıda ve yosun tutmuş hastalar yataklara bağlı
Bir bahar boyu yıkar kasarlardı kadınlar kızlar çamaşırları
Çık arı sudan ey el değmemiş boya
Kasabaya inmemiş yani ölmemiş boya
Ey bâkire su kasar yapan Meryemlerinle
Işığa bakan ışıklı kızların gölgesini
Suya iten biz çocuk isalarınla
Seni andım ve ölmedim
O kadınlar çömelmiş olarak
O kızlar eğilmiş olarak
O çocuklar ayakta
Hepsi aynı yöne bakarken
Hepsi doğuda olan bir yağmur savaşma dönükken
Yalnız o ebedî kasarlar anımda
Şimşeklerin dere kıyısına iliştirdiği o kızlar
Suyun ayaklarından okşadığı o çocuklar
Her çamaşır atışında tek bir kelime
Söyleyen kıyı ağaçlarına o kadınlar
Yataklarında küflenen hastalar
Eriyen karlar içinde pazarlık yapan
O çarşı yemişi erkekler
Yalnız bu değişmeyen haki tablo aklımda

İsa bu saçaktan saçağa atlarken
Eteklerinden bahçelere kan dökülen
Saçından sakalından geceye bir çiğ düşen
İsa’dır bu benim yanımda oturmuş bir taşa
İki bin yıllık bir hece taşma
Taş nerde bitiyor nerde başlıyor isa
Sürekli bir alışveriş var aralarında

(1964)
Sezai Karakoç

Düşleri Çıkmayan Kadınlar

ona göre biri, istediği
diyebilse, diyemiyor
çarpıcı bir işaretle kayboluyor
sonra döner gibi uzaklaştığında
ılık yumuşak hüzünlü

Onu düşünmemek istiyor
onu düşünmeden edemiyor
biri ve öteki biri ve öteki
an mı saatlar mı ne önemi var
giderek dönerek durmadan
yaşıyor acıyla bölündüğünü

kapı merdivenler işte şimdi sokak
gözleriyle gördü uzaklaştığını
sorsalar demesi gerekir, “o gitti”
ama kim var orda, kim dedi
kim ona sevgilim dedi

Gülten Akın
-Uzak Bir Kıyıda-

Sevgilim Ne Zaman Sokaktan Geçse

Sevgilim ne zaman sokaktan geçse
serçeler barıştı güvercinlerle.

İncelikle basar basmaz kaldırıma
güzel ayak bileği ışıldadı usulca.

Efil efil titreşince omzu
baktırdı arkasından bir çocuğu.

Yürüdü salınarak – lâmbalar yanmaya
ve bakmaya başladılar hayranlıkla.

Ve güldü hepsi, umurlarında değildi
o benim doldurmuşsa yüreğimi.

Kollarımda salladığımı titizlikle
korktum elimden alacaklar diye!

Ama onların bu keyifli halleri
yok etti içimdeki kıskanç çiçeği.

Ve sevgilim yürümeyi neşeyle sürdürdü,
ardından incecik bir yel kıvrılıp büküldü!

Attila Jozsef
Çeviren: Kemal Özer

Şiir Sanatı

Şairim ben; ama şiiri
Kendisi olarak umursamam bile.
Gece ırmağının taşıdığı yıldız
Çirkinleşir göğe tırmanmak isterse.

Zaman damla damla eriyip gitmede
Karnım tok sütüne masalların
Ben gerçek ve elle tutulan bir dünyayla beslenmekteyim
Göğün köpükleridir yükselen üstünde o dünyanın

Girip yıkanasın diyedir kaynak
Orada ürpertili ya da dingin sular
Birbirlerine karışıp sarmaşırlar
sevimli, akıllı şeyler konuşarak

Birtakım şairler- ırak olsunlar benden-
Tepeden tırnağa çamur içinde
Yalandan bir sarhoşluğun imgelerini kusarak
Yolculuk etmedeler birinci mevki bir esrimede

Meyhaneler de ırak olsun benden
Ben akla giderim ve daha öteye…
Hiçbir şey ruhumu alçaltamaz
Dalkavukluğa, ikiyüzlülüğe…

Sev, ye, uyu, iç: kendine
Ölçü olarak evreni almalısın.
Bizi yoksul ve tutsak kılanlara
Bir zerresini bağışlamam yaşama hakkımın.

Hiçbir uzlaşmaya yanaşmadan
Mutlu olma hakkımı haykırırım
Kızarır yanaklarım tutkudan
Tutuşur ateşler içinde kanım.

Hiç kimse beni susmaya zorlayamaz
Bilimdir bana omuz veren çünkü.
Çağ beni koruyor, onun oğluyum ben
Beni düşünüyor sürerken sabanını köylü.

İşçinin içine doğan şey benim
Mekanik iki hareket arasında
Şu hırpani kılıklı delikanlı
Beni bekliyor sinema kapılarında.

Ve benim yakıcı dizelerimi
Vurmaya kalkıştığında alçaklar
Yola çıkar kardeş tanklar
Gümbürdeyerek şiirlerimi

İnsan çocuk daha, bunu biliyorum
Ama büyümek istiyor, işte bu onun deliliği.
Ebeveynleri sevgi ve akıl
Ona göz kulak olsalar bari…

Attila Jozsef
Çev: A. Behramoğlu

Geçiş

Çok yıllar önce,
Geçmiştim bu sulardan;
İşte, günbatımında parıldayan o kale,
İşte, su bendi, her şey yerli yerinde.

O zaman sandalda benimle,
İki arkadaşım daha vardı;
Birini severdim babam gibi,
Umut dolu ve gencecikti diğeri.

İlkinin dingin bir yaşamı vardı,
Öylece de ölüp gitti sonra. Diğeri,
Yerinde duramaz, hep öne atılırdı;
O da, bir savaşta yitirdi canını.

Böyle özlerim hep işte,
Geçmiş günleri düşündükçe;
Ölümün elimden aldığı,
Sevgili dostlarımı.

Dostları bir araya getiren ve
Dostlukları yaşatan,
Ortak coşkulardır aslında; ben de hala,
Aynı coşkuyla bağlıyım dostlarıma.

Al öyleyse kaptan, al geçiş ücretini,
Üç kişilik olsun, ödüyorum mutlulukla;
Say diğer ikisini,
Ölmüş dostlarının ruhlarına.

Johann Ludwig Uhland

Mutlu Olanlar

Oturdum, o ıhlamur ağacının yanına,
O sevdiğim kızla;
Oturdum, el ele onunla.
Tek yaprak kımıldamadı rüzgarda;
Tatlılıkla parıldıyordu güneş,
Dingin kırsalda.

Sessizce oturduk,
İçten ve özel bir hazla;
Kalp atışlarını duyabiliyordu rahatlıkla.
Ne gerek var sözlere,
Ne gerek var sorulara;
Bildiklerimiz yetiyordu bize,
Birbirimiz hakkında.

Her şeyimiz vardı,
Sarsamazdı bizi hiçbir özlem;
Aşk, yanıbaşımızda olduktan sonra.
Sevgi dolu gözlerden bir selam,
O güzelim ağızdan bir öpücük;
Seve seve veriyorduk birbirimize.

Johann Ludwig Uhland

Sadece Birkaç Saatliğine

Oğlum
Geçen yılın
8 Mayısından beri kayıp
Sadece birkaç saatliğine aldılar
Söylediklerine göre
Sadece olağan sorgulamalar için..

Araba gittikten sonra
O plakasız araba
Hiçbir şey oğrenemedik
Onun hakkında.

Ama şimdi durum değişti
Duyduk ki bir arkadaştan
Yeni çıkan birinden
Beş ay sonra
İşkence ediyorlarmış ona
“Villa Grimaldi”de
Eylül’ün sonunda
Sorguya çekiyorlarmış
Bir zamanlar Grimaldi’lerin olan
O kırmızı evde
Söylediklerine göre sesinden,
Çığlıklarından tanımışlar onu
Öyle diyorlar.

Kuzum söyleyin bana
Ne günlerde yaşıyoruz
Bu ne biçim dünya
Nasıl bir ülke ?

Soruyorum size
Nasıl oluyor da
Bir babanın
En büyük sevinci
Bir ananın en büyük sevinci
Onların
Onların hâlâ işkence ettiklerini
Öğrenmek oluyor
Oğullarına?

Demek ki hâlâ yaşıyor
Beş ay sonra
Ve en büyük umudumuz
Gelecek yıl sekiz ay sonra

Ona hâlâ işkence edildiğini düşünmek
Kim bilir belki de sağdır yaşıyordur
Ölmemiştir diyebilmek.

Ariel Dorfman
Çeviri: Gönül Çapan

“30 yıldır evine sıva yaptırmamış Berfo ana, oğlu gelir de evini tanıyamaz diye. evde kimse yokken evden çıkıyorsa kapıyı kilitlememiş, oğlu kapıda kalmasın diye.”

“Düşünce Özgürlüğü”

Ağzını düşündüğüm vakit
bana bir şey anlatır biçimde
işte o zaman düşünürüm
sözlerini
ve düşüncelerini
ve ifadesini
gözlerinin
konuşurken

Erich Fried

Sevgiliyi anmak ve düşünmek de onun için “düşünce özgürlüğü“ kapsamında ve o denli önemli bir eylemdir.

Ali Osman Öztürk

Sözcükler

Sözcüklerimin heceleri döküldüğünde yorgunluktan
ve saçma sapan hatalar başladığında daktiloda
uykuya dalmak istediğim
dünyada olup biten
ve engelleyemediklerime
yas için nöbet tutmak istemediğimde artık

orada burada bir sözcük süslenip şarkı mırıldanmaya başlar
ve yarım bir düşünce saçını tarayıp
daha demin yutamadığı birşeyden yutkunan
şimdi bakınıp
ve o yarım düşünceyi elinden tutup ona:
Gel
diyen başka birini arar

Ve sonra o yorgun sözcüklerden birkaçı
ve kendine gülen birkaç tuş hatası
o yarım ya da tüm düşüncelerle birlikte ya da onlarsız
şu Londra sefaletinden kalkıp denizi ve ovayı ve dağları aşarak
uçarlar hep aynı yere

Ve sabah bahçeye açılan merdiveni inip
öylece durup baktığında dikkatlice
orda oturmuş çırpınırken görürsün onları
biraz üşümüş ve belki biraz da kaybolmuş gibi
ve gerçekten senle oldukları için şaşırmışlar gibi mutluluktan

Erich Fried