İnsanoğlu şahsiyetinin ve talihinin yarıda kalmasına razı olmaz

Hayır, asıl seyahat imkânlarını sanatkârlarımıza, bizi kendimize ve dünyaya tanıtacak olanlara vermeliyiz. Çünkü asıl yaşatacak olan sanattır.

İnsanoğlunun garip bir hasleti vardır. Açlığa razı olur; fakat şahsiyetinin ve talihinin yarıda kalmasına razı olmaz. Yetişebileceğini bilen bir sanatkâr yetişmezse ıztırap çeker, kendisini ve etrafını zehirler. Sanat heyecanı tersine çevrilmeyegörsün.

Şüphesiz ki sanatkârlarımız fakir bir milletin çocuğu olduklarını, bulunduğumuz yapıcı devirde bir yığın imkânsızlık içinde çırpındığımızı, iki asırlık bir mazi seyyiesinin hesabını ödediğimizi, hülâsa ancak yirmi senenin içinde hayatımıza düzen vermeğe çalıştığımızı, buna rağmen sanatın her vakit ön plânda düşünüldüğünü biliyorlar.

Fakat kendi kudretlerini de biliyorlar; bu memleketin ekonomisine henüz açılmamış bir liman gibi, işlenilmeyen bir maden gibi dâhil olduklarını da biliyorlar. İçlerinde bütün bir kudret çağlıyor. Bu kudret ya dışarıya çıkacak, ya kendilerini olduğu yerde boğacaktır. Halbuki zengin olmadığımızı hepimiz biliyoruz.

***

Memleketimizde 12 yıl oturup bize hayran giden ressam Leopold Levy bir gün bana şunu söylemişti: «Siz ferd olarak, cemiyet olarak sayısız meziyetleri bulunan bir milletsiniz. İçinizde biraz yaşayıp da sizi sevmemek imkânsızdır. Yalnız bir acayip huyunuz var. Daima bir şey bekliyormuş gibi yaşıyorsunuz. Bir şey ki size her şeyi toptan düzeltmek, değiştirmek imkânını verecek ve o olana kadar siz biraz da hayatınızın  dışında yaşıyorsunuz. İşte tek anlamadığım tarafınız budur. Hayat yaşanmak içindir, beklemek için değil.»

Şark ya alışılmışa gömülü yaşar, yahut hayale kaçar. Daha doğrusu alışılmış ile rüyada yaşar. Gerçek bizi biraz sıktı mı, derhal hayatımızı kirpiklerimizin arkasından hiç eksik olmıyan çok değişik ve mesud bir beş on sene sonrasına, yani uzak ve müphem bir zamana naklederiz. Bunu yapar yapmaz da bugünün baskısı üzerimizden kalkar, kuş gibi hafifleriz. İçimizde daima aralık duran bu firar kapısı yüzünden tecrübe denen şeyin hayatımızda bir türlü sarih bir yeri olmamıştır. Son Bursa yangını cinsinden felâketlerin hakikî sebebi realiteye sarahatle bakmamamızdır.

Ahmet Hamdi Tanpınar
Yaşadığım Gibi

Paris’te İlk Günler

Her cinsten, her milletten, her yaştan bir insan kalabalığı, gece en geç vakte kadar dolup boşalan kahveler, dansingler, tiyatrolar, en unutulmuş semtlerden nehrin iki yakasına doğru akan ve orada sahafların kasalarında biriken kitaplar, resimler, prodüksiyonlar, antikacı dükkânlarının, galerilerin, sergilerin bitmez tükenmez bolluğu, Pigalle’in, Monmartre’ın, Clichy’nin şehri hiç durmadan ve daima bir Dufy kompozisyonunun hafifliği ile, renkli kadın çamaşırları gibi geceye fırlatan ışıkları, garların her nefeste önlerindeki meydanları, kahvelerin tenteleri ve apartmanların çatılariyle beraber yutan, sonra lâhzasında korkunç bir sallantıda yerlerine iade eden dev ağızları, binlerce ağızdan sakızlanan fransızca, zenci âşık, şimalli sevgili, önünüzde bir takunya gibi tıkır tıkır yürüyen Japon kızı, yanıbaşınızda dikilen ve bir metre tepenizden size yolunu soran İskoçya’lı rahip, adım başında beyaz perde ciddiyetiyle öpüşen çiftler ve kahvelerin mahremiyetinde pek inanmadan onları taklit eden yaşlılar, san’at eserlerini lüzumsuz kılan vitrinler, büyük bahçelerin gök yüzünü mavi bir kumaş gibi kesip biçen hendesesi, küçük meydanların eski gravür sükunetleri, fıskiyelerin yalancı elmas çağlayanları, Louvre’dan Etoile’e doğru Bonnard renkleriyle kabaran akşam ve birdenbire bulunduğunuz caddeyi sarışın tebessümünün etrafında toplayan genç kadın ve onun insaniyet namına sizinle dostluğa hazırlanan at yapılı köpeği… İşte ilk günlerin Paris’i.

Henüz hiç birini kendi zamanımıza katmak fırsatını bulamadığınız, araya eşya ve insanlara hem kendileri, hem de sizden bir parça olmak imkânını veren o derunî fasılayı koyamadığınız için hepsi beraber ve iç içedir; hepsi birbirinden doğar ve birbirinde kaybolur. Hugo’nun evinin önünde akasya, Arc de Triomphe’un boşluğundan fırlar, Belford arslanı Delacroix’nın atölyesinin önündeki küçük meydanda mübalağalı yelesini kabartır. Sainte-Chapelle bir yangın feneri gibi Eiffel’in tepesine asılır ve Notre-Dame ile Louvre birbirine yapışık yürürler. Yalnız Seine nehri kendisidir. Her aralıktan bulanık ve uslu suların can sıkıntısını tekrarlar. Elinizdeki rehber istediği kadar bulvarları, caddeleri, sokakları başladıkları, bittikleri sokak, cadde ve bulvarlarla size anlatmaya çalışsın, hiç bir şeyi birbirinden ayırmak, sökmek kabil değildir. Bu acaip ve sürekli bayramda, bu üst üste ve cömert ziyafette birdenbire hiç bir şey düşünemez ve hatırlamaz olursunuz. Sanki çok hafif ve sihirli bir içki ile sarhoş olmuşsunuz. Etrafınızda bir yığın gizli varlık vardır. Girdiğiniz kahvelerde, anlattıkları hasret bir bıçak gibi tene yapışan Fransız türkülerinin acılığına benzeyen bir acılıkla içinize yerleşen, onlar gibi size hiç yaşamadığınız bir mazinin hasretini aşılayan, keskin kokulu Gauloise dumanlarının doldurduğu havada hakikaten görmekte olduğunuz çehrelerden büsbütün başka çehreler yüzer, çok âşinâ bakışlar sizi takip eder, fakat hiç birini tutamazsınız. Çünkü isimler de eşya gibi birbirine takılmış gelirler. Çünkü şehir hiç unutmadığı mazisini de yaşadığı an gibi size toptan verir; bu yüzden hiç bir hayal, tam ve bütün değildir; hiç bir düşünceyi sonuna götürmek imkânı yoktur. En iyisi, her şeyi bırakmak, yeni doğmuş bir insan gibi bu selde sürüklenmektir. Bir an bu zenginlikten sıyrılmak ve sadece kendiniz olmak için olduğunuz yerde gözlerinizi kaparsınız. Fakat kabil mi?

Hemen gene o an kulağınızda başka ve ikinci bir Paris, kendi içinden büyüyen sular gibi çağlıyan, değişen, yırtılan, küçük kıyamet uğultularıyla çöken, gizli maceralarda kaybolan, sonra iç içe ve renkli kavislerde, çılgınca cesur köprülerde, bir anlık sütun ve mabetlerde yeniden kurulan seslerin Paris’i başlar.

Garip değil midir ki asıl Paris, sizde sonradan bu şehirden kalacak büyük hayal, bu ilk günlerde sizi içten içe rahatsız eden, size düşünmek, kendiniz olmak, herşeyi olduğu gibi tanımak imkânım vermeyen bu karışıklıktadır. Vâkıa ondan kurtulduğunuz zaman bir nevi’ berraklığa erersiniz, hayatınız daha çok rahatlaşır, fakat şehirler şehri de artık muhayyelenizin bir cümbüşü, sinir cümlenizin malı olmaktan çıkar.

Bir gün ufak bir hâdise, bir yolun ortasında ayaklarınızın birden sızlayışı, sürekli bir yağmur, hülâsa çok basit ve tabii birşey, bu karmakarışık bütünlüğü birden kırar, o kadar hazla sahip olduğunuz Paris, birdenbire taşları kararmış yarı başka edalı ondokuzuncu asır binalarının arkasına çekilir ve siz ortada yapayalnız, sadece bulunduğunuz yerle ve karşınızdaki insanla başbaşa kalırsınız.

Bu seyahatinizin en tehlikeli anıdır. Dönüş imkânlarınızın içinizden doğru, en yüksek, en kandırıcı sesi ile konuşmağa başladığı an. Günler birdenbire kısırlaşır. Sert bir çakıl yaralar gibi etrafa bakarsınız. Bu muydu, dersiniz, Paris bu muydu?

İmkânsız bir can sıkıntısıyla bulvarların bir lâhzada birbirine benzeyiveren kahvelerine bakarsınız, vitrinlerin güzelliği çarçabuk çözdüğünüz bir renk bilmecesi olur. Meydanlar resmî nutukların tatsız belâgati ile sizi kaçırtır. Sanki şehir bütün güzelliklerini sizden gizler, ne kadar çirkin ve biçimsiz tarafı varsa önünüze yayar. Klâsik devir ve Napoleon zamanı hatıraları adımlarınızı artık bırakmaz. Hakikaten sevdiğiniz, sevebileceğiniz şeylerse filimlerde alışılan, kitaplarda okunan, disklerde dinlenen, hülâsa bildiğiniz şeylerdir. Kendi kendinize «matbaa ve sinema seyahati öldürmüş!» diye herkesin malı bir hikmet savurursunuz. Ve bu şüphede yıpranmış bir hava gazı borusu gibi her şeyi kaçırmağa başlarsınız. Louvre’un galerilerinde askerî bir kıt’ayı merasim icabı teftiş eden misafir devlet adamının o takma mevcudiyetiyle, hiç bir şey görmeden, fakat hepsini nezaketle, dikkatle selâmlayarak dolaşırsınız. Küçük mukayese egzersizlerinde, muhakeme çabalayışlarında, katı inkârlarda kendinizi bulmağa çalışırsınız. Bu daüssılanın sizi yavaştan yavaşa yokladığı zamandır. Birgün yolunuzun üstündeki lâleleri sizin gibi gurbette bulacaksınız, ertesi gün Nedim’in ve Yahya Kemal’in olduğu kadar Ronsard’ın ve Mallarme’nin de malı olduğunu bildiğiniz gülün gurbet-zedeliğine acıyacaksınız. Geçtiğiniz sokakta birdenbire işittiğiniz bir horoz sesi sizi bir lâhzada en fazla kendinizin olan bir İstanbul sabahına taşır. Boğaz denizi içinizde bin ayna birden kırılmış gibi dört yanınızı parıltıya boğar. Halbuki o dakika midenizde birkaç saat evvel yediğiniz muhteşem salçalı bir Fransız horozu tatlı ve buruk bir tıkanıklıkta size hazmın bütün gevşekliklerini tattırmaktadır. Zaten içtiğiniz sigaranın paketi bu hayvanın yalnız bizim olmadığını günün her saatinde size hatırlatabilir. Bir aceledir sizi yakalar; bir rapor hazırlayacakmışsınız gibi her şeyi çarçabuk görmeye çalışırsınız. Ve hep bir kaç gün evvelki hâle, o acaip bayrama, görülmemiş hayat ziyafetine, o zihnî cümbüşe hasret çekersiniz. Kendi kendinize «yazık, bu kadar çabuk mu kaybedecektim… Paris bu kadarcık mıydı?» dersiniz. Neden sonra anlarsınız ki o günlerde hiç ‘de Paris’de değildiniz, hatta hiç bir yerde değildiniz. Sadece, yadırgama, itiyatlarından kopma denen acaip, kapalı bir yalnızlık memleketindeydiniz.

Bu ikinci safhaya, dostum doktor Laroza ile Chartres ve İlliers’ye kadar yaptığım bir gezinti son verdi. Döndüğüm gecenin sabahında yatağımda tam Parisli olarak uyandım. Adımlarım kahvaltımı yapacağım kahveyi kendiliğinden buldular, çöreklerimi getiren garson, benim için hemen hemen eski bir dosttu. İkide bir yanıbaşımda duruyor, iki eli masamda birşeyler anlatıyordu. Beni bırakınca yanıbaşımdaki masada durmadan fransızca çalışan Alman kızı ile konuşmağa gidiyor. Sarışın, güler yüzlü, gri gözlü, henüz uzviyeti ile mütareke halinde bir çocuk. Bulvar, kahvelerin tenteleriyle bir Van Gogh tablosu cünbüşünde alabildiğine uzanıyor. Ellerinde boş tuvaller, gazetelere sarılı bitmiş tablolar, bir yığın genç kız ve delikanlı birbirleriyle konuşarak, gülerek, kucaklaşarak geçiyorlar. Vâkıa Montparnasse artık yirmi sene evvelin Montparnasse’ı değil. Resim o zamanlarda olduğu gibi hayata her gün yeni bir hastalık aşılamıyor. Fakat Paris gene resmin bir numaralı payitahtı. Model olduklarını geldiğim gece öğrendiğim iki genç kız arkamdaki gençleri görür görmez yollarından döndüler. Tekrar öpüşme faslı ve bir yığın konuşma. Ne oturmağa razı oluyorlar, ne de gitmeğe. İslim üzerinde yolcu boşaltan bir vapur gibi acele acele havadislerini veriyorlar. Sık sık Zadkine’in, Pignon’un, Hartung’un adları geçiyor. Zadkine’i, birkaç gün evvel karşıki kahvede tanımıştım. Yan gözle konuştuğumuz yere sanki mühim bir şeymiş gibi bakıyorum. Koyu bir güneş lekesi masayı, hasır iskemleleri adeta eritmeye, bir palet haline getirmeye çalışıyor. Zadkine, o gün bende büyük bir sanatkârdan ziyade, bir sanat mütekaidi, zeki bir iş adamı tesirini uyandırmıştı. Halbuki bir tesadüfle gördüğüm iki tablosu çok hoşuma gitmişti. Fakat, o şimdi daha ziyade heykeli ile meşhur. Pignon’u daha tanıyamadım, tek resmini biliyorum. Bir gemi iskeleti gibi bir şeydi. Üzerimde yapmaktan fazla bozmakla elde edilen tesirlerin peşinde hissini bırakmıştı.

Hartung’u da tanımıyorum, fakat biliyorum ki o büyük ressam. İkinci Dünya Harbi’nden sonraki devrin belki en şaşırtıcı adamı. Paris’e geldiğimin ikinci günü ressam Selim’le beraber gittiğimiz bir galeride grisi ve siyahı bol bir tablosunu görmüştüm. Non-figüratifin bu kadar derinden konuşan eseriyle ilk defa o gün karşılaşmıştım. Deniz ortasında bir gemi yangını gibi bir şeydi. Böyle de değil, bir deniz felâketi bekler gibi bir şey… Herhalde deniz, ay ışığı ve insan kaderi hiç bir şekilsiz bu çizgi ve leke yığınında, hiç bir reel unsuru içine almıyan bu maddesiz rüyada birbirleriyle sarmaş dolaştılar. Biraz ötedeki masada tek başına oturan İngiliz, olduğu yerden bütün bulvarı zaptetmek istiyormuş gibi ayaklarını uzattı ve iki kolu ile gerindi. Sonra gözlerini kapattı; dudaklarındaki belirsiz tebessüm, gözlerinin etrafındaki o memnun kırışıklık olmasa uyuyor diyeceğim. Hayır uyumuyor, sadece bütün vaziyetiyle seviniyor. İçinde bütün sene yalnız bu kahvede şu anı düşündüğü, onu hazırladığı ne kadar belli. Ben de onu taklit ediyorum. Ayaklarımı uzatabildiğim kadar uzatıyorum ve gözlerimi kapıyorum ve «Paristeyim» diye düşünüyorum. Bu kaynaşma, çok derin bir sevince benzeyen bu akış, günlük şeylere sinmiş bu sanat lezzeti, bu iç içe devran Paris’tir. Herşeyde bir uçurtma hafifliği, sevildiğini bilen kadınların neşesine benzer bir şey var ve bu benim de içime yavaş yavaş yerleşiyor. Olduğum yerde içimden gelen bir sıcak dalgası ile ısınıyorum. «Paristeyim!..»
Birdenbire genç bir adam, arasam idarehanesini ve matbaasını onbeş günde bulamıyacağım bir gazeteyi burnuma dayıyor; arkasından rahibe kılıklı bir kadın bir katolik gazetesini uzatıyor, onun arkasından bir broşür: (Bugünün sefaletlerinden nasıl kurtulabiliriz!), altında, büyük harflerle «İsa aramızdadır, ümit kesmiyelim!..» Genç, esmer, orta boylu bir adam bana acele acele selâm verip geçiyor. Neden sonra hatırlıyorum; baştan aşağı yeniyi tutan o küçük sanat gazetelerinden birinde resim münekkitliği yapan, arasıra sergi hazırlayan bir Iraklı. «Fransızca’sı benimkinden daha berbattı. Acaba nasıl yazıyor?» Fazla düşünmüyorum, bütün suallerin cevabı kendiliğinden hazır: Paris’teyim.

Yavaş yavaş yerimden kalkıyorum, sıkıldığım için değil. Belli bir yere de gitmek istemiyorum. Hiç bir programım yok. Sadece kendime yeni ve başka tesadüfler yaratmak istiyorum. Çünkü Paris’teyim.

Ahmet Hamdi Tanpınar

(Cumhuriyet, 16 Mart 1954, nr. 10643)

Yorumsuz

Kül Rengi

martılar karalardan denizlere dönüyor
denizlerde dalgalar yosunlar ve köpükler
kimsesiz günlerimizin kırılmış gönülleri
sizi bekleyen vardır aynı düzen içinde
fırtına sonrasının durulmuş denizleri

bir göç var uzaklara yorulmuş kanatlarla
yarı yolda ölmenin korkusu içimizde

mavi denizler vardı sokakların sonunda
bu kentin kederinden
bizi çekip götüren
mavi denizler vardı sokakların sonunda

çok eski yıllardan için için duyduğu
bir özlemdin artık sen
çok eski yıllardan için için duyduğu

ben o uçsuz sularda yosun bile değildim
sonra sensizlik diye bir kederle yaralı
aynı sokaklardan aynı denize vardım

ve dalgalar kıyıya vura vura kırıldı

Eray Canberk

Kavuşmalarımız ağır aksak, ayrılıklarımız koşar adım

Kavuşmalarımız ağır aksak, ayrılıklarımız koşar adım.
Cahit Zarifoğlu

Bu gece en hüzünlü dizeleri yazabilirim

xx.

Bu gece en hüzünlü dizeleri yazabilirim

Şöyle diyebilirim: ”Yıldızlı bir alemdir gece,
Ve o mavi kümeler titreşir uzaklarda.”

Bir şarkı tutturmuş dolanır gökte gece rüzgarı.

Bu gece en hüzünlü dizeleri yazabilirim.
Sevdim onu ben, severmiş o da beni meğer.

Böyle gecelerdeydi, sardım onu kollarımın arasında.
Öptüm, kim bilir kaç kere, altında sonsuz göğün.

Sevdi beni o, meğer ben de sevmişim onu.
Yürek bu, nasıl dayansın o iri, durgun gözlere.

Bu gece en hüzünlü dizeleri yazabilirim.
Düşünüp benim olmadığını. Hissedip yitirdiğimi.

Kulak vermek engin geceye, daha da engin o gidince.
Ardından bir dize düşer gönle, çimende çiğ misali.

Ne gelir elden sevdam onu tutmaya yetmediyse.
Yıldızlı bir alemdir gece, yoktur yanımda o sevgili.

İşte hepsi bu. şarkı söylüyor biri uzaktan uzağa.
Yitirişimle onu ruhum da yitirdi neşesini.

Gözlerim arar onu peşinden yetişsin diye.
Bu yürek arar, ama yoktur artık o sevgili.

Aynı gecedir ağartan aynı saçları.
Biz eski biz değiliz ne var ki.

Sevmiyorum artık onu, doğrudur, ama ne sevmiştim.
Gözlerdi sesim kendini ona götürecek yeli.

Ne çare başkasının olacak. Öpüşlerimden önceki gibi.
Sesi, pırıltılı bedeni. o sonsuz gözleri.

Sevmiyorum artık onu, doğrudur, derim de yine bilemem.
Kısacık bir sevdanın unutması böyle seneler mi sürer.

Budur bana çektirdiği acıların sonuncusu,
Ve bunlar onun için yazdığım son dizeler.

Pablo Neruda
Türkçesi: Adnan Özer

Metruk Şiir

Beyaz şehrin akşamından geceye doğru
Her şeyden vazgeçmenin arifesinde
Vazgeçilmişliğin ertesinde
Bir pencerenin altında dikilip kaldığında
Soğuk, hançer gibi sokulur bağrına.
Uğultu sarar geceyi, toprak kımıldar; dal kımıldar, damar kımıldar…
Beklersin,
Pencereden bir hayal gibi gözüksün.
Bir peri gibi görünüp kaybolsun perdelerde.
Soğuk zannetsin. İçi titresin senin gibi.

Üşürsün…
Üşüdüğünden ateşin haberi yoktur…

Vicdanı da yoktur aşkın…
Kendinden başka yar kabul etmez

Şehirden çıkamazsın, geceden de
Ama bir kalpten çıkarılmışsındır, ansızın.
Sus, diye başlıyor artık adın. İsimlerin bile yok.
Hiç yaşanmamış gibi
Bir varmış bir yokmuş gibi
Her şey’in hiçbir şey’e eşdeğer
Metruk bir han gibisin.

İzaha lüzum kalmaz, musibet en iyi öğretmendir.
Kendini bildirir, uyandırır uykusuz gecelerinden
Ve bir gece gönül, tüm suretleri çıkarır hevesinden
Asla rûcu eder.

Sokağın bittiği yerde, gecenin bittiği yerde,
Belki de ömrün bittiği yerde
Bir mescit seni bekler…
Avlusunda bir çınar, dalları beyaz.
Avlusunda bir adam, saçları beyaz.
Tüm mecburiyetlerinden sıyrılır.
Ellerini açar göğe:
Elif, lam, mim
Allah her şeye yeter.

Kazandığı, kaybettiklerine değmiştir.

Adige Batur

Ölür oğlum bu kuş

8 ya da 9 yaşında olmalıyım. O yıl sabahçıyım. Dedemin tabiriyle ‘yarım’da bitiyor okul. Mahallenin uygun arsalarında çılgın maçlar için yeteri kadar süre var yani.

O gün okul dönüşü beyazlı grili bir güvercin çekiyor dikkatimizi. Arkadaşlarımdan biri ‘kumru oğlum bu‘ diyor. ‘Kumru’ ne demek bilmesem de bayılıyorum bu uçmayan kuşa. Uçmuyor, çünkü kanatlarından birini çırpamıyor. Biraz da kan görüyoruz kanadının altında. Yürümeye dahi mecali yok. O tümsekte öylesine duruyor.

Yukarı mahallenin bebeleri vurmuştur la‘ diyor bir arkadaş. ‘Yok oğlum. Kedi kapmış bunu‘ diyor bir başkası. Benimse aklımda bir cümle: ‘Ölür oğlum bu kuş.’

Arkadaşlarımdan birinin kurduğu ‘pişirek mi la?’ cümlesiyle kulaklarım zonklamaya başlıyor. Sapandaki taşı sadece cansız hedeflere atabilen bir çocuğum zaten. O küçücük kuşu ‘pişirme’ teklifi beni çileden çıkarıyor. Arkadaşlarımdan kuşa bir zarar gelebileceğini düşünüyorum: ‘Kimse dokunmasın. Ben ona bakarım.’

Bir koli yetiyor aklımdaki yuvayı yapmaya. Altına gazete seriyorum özenle. Koliye, kuş hava alabilsin diye küçük delikler açıyorum.

Annem, kuşun yaralı olduğunu görünce eve getirmeme ses etmiyor. Hatta nerden buluyorsa buğday buluyor biraz. Eline alıp ıslak bir bezle kanını siliyor. Yaramazlığı ile meşhur kardeşimi sıkı sıkıya tembihliyorum: ‘Sakın kuşa dokunma.’

Sabah bakıyorum. Sanki biraz toparlanmış. Önündeki buğdayları da yemiş epeyce.

O gün okulda ne yaptığımı bile bilmiyorum. ‘Bir an önce zil çalsa da eve gitsem‘ diye bekliyorum. Bir vaktin gelmesini bu denli beklediğim tek bir hadise olmuştu daha önce. Dedemlerin hacdan dönüşünü beklemiştim.

Nihayet zil çalınca ok gibi fırlıyorum yerimden. Bütün bir yolu koşarak dönüyorum eve.
Merdivenleri ikişer ikişer çıkıp kuşun yuvasına yetişiyorum.

Anne, niçin hareket etmiyor kuş?’

Çenem titriyor. O an gözyaşlarımı salıvermiyorsam tek bir umudum olduğundan… Annem mutfaktan gelecek, koliye bakıp ‘uyuyor yavrum‘ diyecek.

Bunun yerine elini başıma götürüp saçımı okşuyor annem. ‘Ölmüş‘ kelimesini duyup sarılıyorum anneme. Dakikalarca hıçkırarak gözyaşı döküyorum.

Kendimi toparlıyorum. Koliyi öylece alıp karşıdaki arsaya gidiyorum. Elimle bir çukur kazıp kuşu gömüyorum. Toprakla mezarını yükseltip bir Fatiha okuyorum. Mezarını okşuyorum ellerimle. ‘Sana söz, seni hiç unutmayacağım‘ diyorum.

Hayat o an çok anlamsız geliyor. Maç yapmak istemiyorum. Yukarı mahallenin çocuklarıyla kavgaya tutuşmak istemiyorum. Hani o dakika babam gelip ‘Gençlik Parkı’na gidelim mi?‘ dese kabul etmeyeceğim.

Çok sonraları, Peygamber Efendimiz(sav)’in Medine’de kuşu ölen bir çocuğa taziyeye gittiğini öğrendiğimde tam olarak kavrıyorum Efendimiz(sav)’in bunu niçin yaptığını… O, kuşu ölen çocuklar adına, o esnada yaşıtımız olan bir çocuğa gitmiş ve hepimize en derin, en kalbi taziyelerini sunmuş. Çünkü çocukların hayatı, hayatın elinizden kayıp gittiğini, ölümü, ölümün benzersizliğini en çok kuşları öldüğünde anladığını biliyor.

İsmail Kılıçarslan

Tardiyye

Hoş geldin eyâ berîd-i cânân
Bahşet bana bir nüvîd-i cânån
Cân ola fedâ-yı iyd-i cânân
Bîsûd ola mı ümîd-i cânân

Yârin bize bir selâmı yok mı

Ey Hızr-ı fütâdegân söyle
Bu sırrı edip ıyân söyle
Ol sen bana tercemân söyle
Ketm etme yegân yegân söyle

Gam defterinin tamâmı yok mı

Yârabbi ne intizârdır bu
Geçmez nice rûzgârdır bu
Hep gussa vü hârhârdır bu
Duysam ki ne şîvekârdır bu

Vuslat gibi bir merâmı yok mı

Çıktım ser-i dâra hemçü Mansûr
Âvâzım ezân-ı nefha-i sûr
Gam kıldı gülümü şâh-ı mansûr
Oldum sipeh-i belâya mahsur

Ol pâdişehin peyâmı yok mı

Kâm aldı bu çerhden gedâlar
Ferdâlara kaldı âşinâlar
Durmaz mı o ahdler vefâlar
Geçmez mi bu ettiğim duâlar

Hâl-i dilin intizâmı yok mı

Dil hayret-i gamla lâl kaldı
Gâlib gibi bîmecâl kaldı
Gönderdiğim arz-ı hâl kaldı
El’an bir ihtimâl kaldı

İnsafın o yerde nâmı yok mı

Şeyh Gâlip

Yaşım Su

önüme düşüyor
dünyanın dönerken çıkardığı ses
sonra bir mümkün kapısında
birdenbire kayboluyor
ve bütün hızımla üşüyorum.
seninle sevişirsem geçer diye
düşünmem neye yarar
anlıyorum ki öğrenememişim
bir nehrin neresinden akacağımı
ve bir bulut tam o sırada
şaşkınlığıma dökülüyor
yaşım su
dağlardan geliyorum
belli ki daha geçmemiş acemiliğim
fakat seni çılgınca seviyorum

Kin-Yeh

Me-ti ile Kin-yeh, Lai-tu’nun güzelliği üstüne konuşuyorlardı. Me-ti, gülümseyerek şöyle dedi: “Bence mutlu insanlar bize hep güzel görünüyorlar. Sen de Lai-tu’yu mutlu ediyorsun.” Kin-yeh: “Hayır”, diye karşılık verdi, “onu mutlu eden ben değilim; o kendisini benim için mutlu ediyor.”

(Me-ti’den)