Sessizlikten bir önceki söz

Bazen fısıltıların sesi, kulakları sağır edecek bir yüksekliğe erişebiliyor.

Duyduğum bunca şey arasından hangisine, gerçekten hangisine ses denebilir?

Hiçbir zaman söyleyemeyeceğini bildiği binlerce sözle, hiçbir zaman durduramayacağını bildiği koca bir karmaşanın içinde yaşayıp gidiyordu.

İçini dökecek bir yer bulamayanlar, ömür boyu o ağırlığı içlerinde taşıyarak yaşamaya mahkûm oluyor.

Sanki sonsuzca sükut edip dinlemeye amade bir sahilmişim de, deniz beni orada yüzüstü bırakıp gitmiş gibi…

“Bizler, uçmak isteyen balıklar gibiyiz, elden ne gelir ki!” diyor Rilke hikâyelerinden birinde.
Ne çok insan, ne çok başka insanın içinde umutsuzca kök salmayı bekliyor.

Sadece kendisini hatırlatınca hatırlanan da aslında unutulmuşa dahildir.

Ne zaman “Kimim ben?” diye sorsa, etrafındaki hazırcevaplar hemen bir cevap tutuşturuyordu eline; kendi cevabını düşünmeye hiç vakti olmadı bu yüzden.

Dünya meşguliyetleri her gün insanlardan daha erken uyanıp bütün yol başlarını tutuyor.

Bulmayı umarak yöneldiği yerde, ne olmuşsa olmuş, kendini büsbütün kaybetmişti.

“Aradığım hiçbir şeyi yerinde bulamıyorum!” dedi biri. “Çünkü yerinde olmayan sensin!” dedi yanındaki.

Sırf bir daha bulamam korkusuyla, içindeki sonsuz sıkıntıya sımsıkı sarılan insanlar da var.

Küçük heyecanlar için büyük anlamları feda etmeye ne kadar çabuk alıştık!

Anlamı ustaca cilalanmış bunca artistik sözü, dev bir anlamsızlık yapbozunun parçaları olarak bir araya getirmediğimizden emin olabilir miyiz?

Nefes kesici herhangi bir güzelliğin ya da sarsıcı herhangi bir hakikatin, her şeyden önce hayrete düşürmesi ve dilsiz bırakması gerekmez miydi bizi?

İnsan ilahî ahengin bir parçası olduğunda hakikatin, aksi halde o hakikatin doğrulayıcısı olan yalanın bir parçası olur.

Sanma ki güneş, bir insanın doğumunu hayranlıkla izlemez!

“Hakikat, insanın sebeb-i vücududur; büyüklüğümüzü oluşturur ve küçüklüğümüzü bize gösterir” diyor ‘Yansımalar’da Frithjof Schuon, yani İsa Nureddin, rahmet olsun.

Hakikat hep bizimle; ama çoğu zaman biz onunla değiliz!

Sağda solda ne kadar oyalanırsak oyalanalım, coşkun bir nehir gibi akıp gitmekte olan hayat bizi bir yerde durur bekler zannediyoruz.

Kaybedilmiş hiçbir ânın yedeği yoktur!

“Kaybolmak istemiyorsan” dedi meczup, “bütün hayatını, en son nefesinden bir önceki nefesinde yaşa!”.

Gökhan Özcan

Şehir ve Doğa Burcundan

Kimi kımıltılı kimi hareketsiz
Kimi konuşa

Kimi kımıltılı kimi hareketsiz
Kimi konuşan kimi sessiz
Bu insanlarda yenilmeyen bir güç var
Çobanların ruhu nasıl sığmazsa kırlara
Bu insanlar da sığmıyor meydanlara.

Yüzlerde okunan sadece
Kararsızlık, tedirginlik, endişe
Ve içsel yalnızlığın hüznü
Ve asla dinmeyen sıla özlemi.

Sıla, ey ruhumuzun coğrafyası!

Hep bir hazırlık kargaşasında büyüyor halk
Şehrin sokaklarında, caddelerinde
Meydanlarında

Evlerin önünde bahçelerde
Çoğalıyorlar
Her yerde ve her şeyde
Büyük bir göçün telaşı var!

Atlar kişnemeye başladı
Sabahı selamlıyor horozlar
Yer yer tütmeye başladı bacalar
Şehri denetleyen bir dev gibi
Yükseliyor ufuktan güneş
Işığının değdiği her şey
Parlıyor
uyanıyor
canlanıyor.

Hep yarınları bekledi bu insanlar
Geldiğini hiçbir zaman farketmediler
Hep arkalarında yas tutan bir sevgilileri
kalmış gibi!
Hep önlerinde kendilerini bekleyen
bir özülke varmış gibi
Beklediler.

Telefon tellerine konmuş bu kuşlar
Hangi habere ayarlanmışlar?

Bu gelen esinti bir haber mi getirdi
Sevinçle ürperen doğaya?

Yaşayıp durduğumuz anların
Uçsuz bucaksızlığında
Yükseliyor güneş
Yükseliyor umutlar!

Bütün canlılar
Aşkla mest, aşkla diri
Yağmurun sesini dinler gibi
Dinliyorlar birbirlerini.

İnsanlar kıvılcımlanıyorlardı
şehrin meydanlarında
Çağırıp duruyordu ıssız kırlar onları
Nehirler gülümseyen sevgililerin
gamzeleri gibi

Girdaplar oluşturarak akıyorlardı
İnsanlar fısıldaşıyorlardı
İnsanlar kıvılcımlanyorlardı
Yazgılarına inanıyorlardı
Aşklarına güveniyorlardı
Sırlarına sadıktılar!

Sonra ölmüş bir boğanın donmuş
gözlerinde
Kaynayan kurtçuklar gibi
Kaynaştılar şehrin içinde
Sonra koşuştular
Kendilerini kırlara vurdular
Susamış bir davar sürüsünün
Su yatağına koşuşu gibi.

Yürüdüler insanlar
Dizi dizi, sıra sıra, konvoy konvoy
Biteviye yürüdüler

Güneş adeta bir vicdan azabı gibi
Her an biraz daha ağır
Çöküyordu omuzlarına
Dallarından ölü ağırlıklar sarkar gibi
Durup duruyordu meyve ağaçları
Buğday başaklarının
Ayakta durmaktan yorgun düşmüşler gibi
Eğilmişti başları
İnsanların sanki toprağa yapışıyor gibi
Kalkmaz olmuştu yerden ayakları.

Her an büyüyen bir susuzluk gibi
Yakıcı bir özlem;
İçlerinde büyümeye başlamıştı insanların.

İpek bir dokumanın havada dalgalanması gibi
Kanın damarda ılık ılık akması gibi
Şehirlerin düzeni, evlerin gizemi, odalarının
mahremiyeti
Yataklarının derinliği, yorganlarının serinliği
Çağırıyordu onları.

Tepelerin ardında bekleyen yalnızlık
Ürkütüyordu onların bedenlerini
Doğanın kendine mahsus diriliği
Ürkütüyordu bedenlerinin ölümcüllüğünü.

Ey kabına sığmayan kırlar!
Ey kabuğunda can çekişen kent!

Kimsenin efendisi değilsin kırlarda
Kendinin bile
Her şeyin kölesisin şehirlerde
Kendinin bile!

Ey insan niçin?
Tedirginsin dişi kuşlar gibi
Fırtına öncesinde.

Ey şafak uyandır bizi öperek alnımızdan
Ey doğa emzir ruhumuzu
Ey şehir kovma bedenimizi kapından
Ey aşk merdiveni ulaştır bizi cennetine!

Erdem Bayazıt

Kime gönül verir isem benim ile yâr olmadı

Kime gönül verir isem benim ile yâr olmadı
Hâlim bilip derdim sorup bana vefâdâr olmadı

Hak’dan meğer takdîr idi gönül sana âşık idi
Hiç kimsene bencileyin derde giriftâr olmadı

Aşkdan değil şikâyetim kendi tâli’imden durur
Kendi yolun aramayan câhildir ol er olmadı

Aşk bir ulu hil’at durur bir niçeye verdi Çalap
Bir niçeler mahrûm kalıp aşktan haberdâr olmadı

Aşk bir ulu nazar durur âşık cânı dîdâr durur
Aşkı olmayan gönüller vîrânedir şâr olmadı

İbrâhîm’e Nemrûd odun aşkdır gülistân eyleyen
Aşkdan çün erdi bir nazar gülzâr oldu nâr olmadı

Yaratıldı yer ile gök Muhammed dostluğuna
Levlâk ana delîl durur onsuz yer ü gök olmadı.

Aşkda kahırlar çok olur aşk erine gayret muhâl
Yûnus âşık oldun ise âşıklarda âr olmadı

Yûnus Emre

Yûnus Emre ile Aşk Yolculuğu
Mustafa Tatçı / h Yayınları / 2015

Tabiat Bize Gülüyordu

Gün henüz aydınlanmamış… Karanlık ile aydınlığın ayrılacağı son dakikaları yaşıyoruz.

Tecde Fidanlık mevkiinde, yürüyüş için ilk adımlarımızı attığımızda bizi pürüzsüz, berrak ve temiz bir havanın beklediğini gördük.

Bugünkü yürüyüşümüzün çok neşeli ve mutlu geçeceği belliydi.

Havamız yerinde idi.

Manzara ile temiz hava bir araya gelince, gökyüzü bize nimetini yağdırıyordu.

Yüce Allah, bereketini ve sihirli iksirini işte bu vakitlere sığdırmıştı. Rızk ve kuvvetin gizlendiği önemli saatlerdi. Biz bunu keşfeden ender insanlardan biriydik…

Allah’a ne kadar hamdetsek azdır.

Hastalıkları şifaya çeviren, güçsüzlere güç veren, huzursuzlukları def eden, insanı adeta kanatlandırıp uçuran müthiş bir zaman dilimiydi.

Hele bir de bugünkü gibi berrak ve temiz, okjiseni bol bir havaya denk gelirse…

Hele bir de Banazı tarafına yürüyorsanız…

Hele bir de mevsimler sonbaharsa…

Bu kadar çok mutluluk bir insan için fazlaydı.

Mutluluk zehirlenmesi yaşayabilirdik.

Yağmur sonrası tabiat bütün toz-çamurundan arınmış, sanki banyo yapmış, şimdi kurulanıyordu.

Tabiat bize gülümsüyor, bize tertemiz sinesini açıyor, bizi adeta kucaklıyor, okşuyor, seviyordu.
Tabiat bizim biricik dostumuzdu.

Seviyorduk biz sararmış yapraklarıya ceviz ağacını, kızıla bürünmüş kayısı yapraklarını, kıpkırmızı rengiyle yemişenleri, taa uzaklardan gelen horoz sesini, pır diye yanıbaşımızdan uçup giden kuşları, Banazı deresinde akıp giden suyun sesini…

Seviyorduk, seviliyorduk.

Tabiat ile konuşuyorduk.

Bizi alabildiğine mutsuz eden kişilere ve olaylara inat tabiatla sıkı bir dostluk kurduk.

Yalnız değildik.

Tefekkürün, şükrün zirvesi tabiat bizim sadık ve temiz bir dostumuzdu.

Yürürken alnımızdan damlayan ter damlası ile yağmur sonrası yemişenlerin üzerinden akan yağmur damlası birbirine çok benziyordu.

Alişan Hayırlı

SENİ İÇİME GÖMDÜM BİR ACI ROMAN; BİR SIR, TANRIM, KURTAR BENİ BU AŞKTAN…

Sevgili Tomris Uyar’ın Adnan Semih’in düşünsel etkisinde kalarak Andrew Jolly’den çevirdiği bu biçim olarak küçük ama içerik olarak dev yapıt Kafka, Camus ve Dostoyevski karışımı bir estetik tatla kimlikleşiyor, belleklerimizde bir hüznün romanı olarak irileşiyor.

Yapıtın yazarı hakkında yeterli bilgiye ise ulaşılamamış. Ancak bu bilge başka bir roman daha yazmış bu bilgiye ben ulaşmadım çünkü araştırmadım. Araştıranlara bin selam olsun. Diğer kitabının adı; A Time of Soldiers. Başka kitapları var mı? Bilmiyorum. Bilen varsa beri gelsin, dergimizin önümüzdeki sayılarında bunu konu edinsin. Belki de konu edinen olmuştur. Onlar bağışlasın beni.

Seni İçime Gömdüm, yaşamın odağında parçalanan aşk, sevgi değil ama bunların üstünde ya da bunların da anlamlandıramadığı psikososyal bir sürece denk geliyor. Yüreğe gömülen bir sevda neye denk gelir? Bence en acı ayrılıklara... Yapıt, ötekilerin romanı. Kavminden sürülmüşlerin…

Bir çığlığın romanı: Seni İçime Gömdüm (Lie Down In Me). Yalın! Romanın erkek kahramanlarından Kabrero, kimdir ne iş yapar varlığını nasıl tanımlar ona da bakalım inceleme boyunca. Ama bir sevdanın ardı sıra sürüklenen bir insana bakar gibi.

Roman: “Tan ağarırken ölmüştü kız.” cümlesiyle başlar. Kızılderili olan bu kız, hastadır. Bakıma muhtaçtır. Yaralıdır. Hasta bir kıza tutkuyla eğilişin alanı bir evliliğe kayar. “Karı” olarak kendi topraklarının kızlarından birisini seçmez kahraman. Eski kamyonlar yağlı çadırlar misalidir hayat… O yüreğindeki yangına tutkundur.

Ağabeyine, sevdiği kızın ya da takıntılı bir şekilde içerikleştirdiği kadının hastalığından söz bile etmez:

“Ağabeyine yaradan söz açmayı düşünmedi bile. Duygularını tıpatıp açığa vuracak sözcükleri bulabilse de -diyelim ki vardı böyle sözcükler- yine bir işe yaramazdı; onun sözcükleriyle ağabeyinin aklından geçenler, birbirini tutmuyordu ki.”

Ağabeyi Kızılderili sosyal kişilik/toplum yaşantısını kendi deneyimsel ve kültürel bilgisince gördüğü için kardeşinin vazgeçmesi yönünde düşünce belirtir. Ne kötü, rahip de aynı düşüncededir. “Rahip bir konuda daha uyarmıştı: Her şeyi göze alıp kızla evlenmeye kalkışırsa, kendisi de Kilise’nin üyesi sayılamayacaktı. O zaman kasabada hiç kimse bakmazdı yüzüne. Korku ve karanlık içinde tek başına yaşardı bundan böyle.”

Sosyal dışlanma adına sosyolojik olarak kendi kavminin dışından biriyle; bir Kızılderili kızıyla olan “kendisine özgü duygudurum” içinden çevresine bakan dost adam, kızın ölümünde de o yalnızlıkta buluşur. Kendi bir yalnızdır ki yalnızlıklar ortasında.

Eşinin cenazesini dışlanarak yaşadıkları dağ kulübesinden kasabaya taşır. Geceleri hep onun yanına uzanır…

Bir sabah gümüş haydutları karısının cesedini çalarlar. Söylenmesi gereken nedir: “Kim çalmıştı onu? Bir adamın ölü karısı kimin işine yarardı ki? Kendisinden başka kimin gözünde bir değeri vardı zaten?” Gümüşçülerin…

Sanki tabutta gümüş gizlidir. Öyle de sanılmıştır. Ne ki gerçeği haydutlar öğrenirler. Çıkan hengâmede ise roman kahramanını yaralamışlardır. Olan olur, haydutlar ölü kadını geri verdikleri gibi yaralının da yarasını temizlerler. Yani Dağlı anlamında gelen Kabreros’un…

Kabreros ağbisinin yaşadığı kasabaya gelir. Zaman pek geçmez, haydutlar da arkasından. Ve haydutlardan biri: “Neye yaradı peki?” diye sordu. “Nereden bileyim?” “İyi ama bu işe girişen sensin. Bir erkeğe, bir kadının ölüsünü koskoca bir dağdan aşağı sürükleten sevgi, nasıl bir sevgidir ki?” “Bilmiyorum. Başka sevgi tatmadım ben.” Tadılmamış bir sevgi için her şey…

Öyle ki, hayduda yani yabancıya açılan roman kahramanı içsel bir sürüklenişe girer: “Ona karımı sevdiğimi söylemek zorunda değildim. Bunu karıma bile söylememiştim, birlikte yaşadığımız iki yıl boyunca bir kere sözünü etmemiştim, gereği yoktu çünkü. Bu yabancıya açılmamın nedeni, belki de inancımı yitirmeye başlamamdır…” Ve sürer gider…

Kasabada, tabuttaki cesede inanmayanlar orada avlanmış olan bir yırtıcı kedinin gizlendiği dedikodusunu bile üretirler böbürlenerek… Ağbisine karısının öldüğünü bile zor da olsa kanıksatır. Ne ki ağbisi onun dağa gömülmesinin daha uygun olacağını belirtir. Ama o kişilik olarak; pek kimsenin yapmayı düşünemediği şeyleri gerçekleştirmenin pratiğidir.

Rahibin bir inanan olarak söyledikleri ise “din” olgusunun “egemen” olanla ilişkisi açısından bir bakış açısı sergilemeye yetecek şekildedir:

“İki gündür yoldayım. Yarın üç gün oluyor.”

Rahip başını tabuttan yana çevirdi. “Üç gün ha? Onu hemen çıkarmalısın kasabadan.”

“Gömmek için getirdim.”

“Olamayacağını söyledim.” Tartışma sürer. Rahip din hizmetlerinin bir ayrıcalık olduğunu savunmanın aktörüdür artık:

Kahraman, cesedin gömülmesi için çareler üretir: “Öyleyse ben de babamın aldığı yeri, çitin dışında Amerikalıların yanıbaşındaki ufacık yerle takas ederim.”

“Amerikalılar Protestandırlar gerçi, ama vaftizliydiler.”

“Öyleyse vaftizli olmayan Kızılderililer için de özel bir yer açın.”

“Sonra ne olacak? Merkeplerle köpekler keçiler için, bütün canlılar için ayrı yerler mi açacağız?”

Görünen o ki, eşitsizlik iki kişi arasındaki bu konuşmada da en bağışlanamaz yanlarıyla sergilenmektedir.

İnanılır gibi değil.” Roman kahramanının yaşadığı süreç…

Yeni günler başlayıp bitiyor. İnsanlar korkularına yenikler. İnsanlar yenik! Korkusuna yenik insandan her şey beklenir. Korku ölümü, öldürmeyi getirir beraberinde.

Bir yandan ölen babalarının maddesel varlığını sürdüren ağabeyi onun aksine koşullarını genişletmiş refahını yükseltmiştir. Söz geçirdiği alanlar sistem içinde kardeşininkinden daha fazladır. Maddeyle gelen kimlikler, yüzyılımızı da yabancılaştıran, insanı insana kırdıran ideolojilerin teorik beslenme kaynaklarıdır.

Ceset dağlara gitmelidir. İnsanların kurduğu yasaların istediği budur.

“Karısı Kızılderili olduğuna göre kendi vahşi toprağına dönsün mü demek istiyordu? Oraların toprağı acımasızdı, çirkindi doğru. Ama onların aşkıyla ne ilgisi vardı bunun? İki yıl yeşil bir sevecenlik içinde yaşamışlardı orada? Oysa karısı ne kadar inceydi; aşkları, yumuşak, sevecen bir yaraydı. Sabahleyin güneş, eğreltiotlarını aralardı onları uyandırmak için. Vahşilik neredeydi? Az rastlandığı için mi vahşiydi bu aşk yoksa? Onu sevdim diye nelere katlanacağım Tanrım? Tanrım, kurtar beni bu aşktan! İşte budur Kabrero!

Öyle ki kahraman bir bunaltıya düştüğü an kasabanın genelevine gider; bir ilişki yaşamaz. 16 yaşındaki genç orospu “çeyizini” biriktirmek için bu işi yapmaktadır. Ama hayat kadını: “Onu
öldürdüğünü söylüyorlar.” Şeklinde bir duyumunu paylaşır. Düşünün Kabrero artık şu düzleme gelir: “Onu sevmekten korkuyorum artık.” Utanç ve pişmanlığın romanı mıdır yoksa… Haydutların arkaik
inançlarının mı?

Haydutlar kasabaya geri dönerler. “Sen ve karın olmadan bu iş yürümez!” derler. Ağbisini, cesedi ve onu da alıp dağa doğru yollanırlar. Ne demeli haydutlardan biri de yaşam tarzını meşrulaştıran dinamikten gelen bir öğretmendir. Bu kişinin eşkıya olması tanık olduğu bir olayla ilgilidir. Jandarma tarafından on yaşında tecavüz edilen bir kız çocuğunun hatırasınadır. Jandarmanın yaşadığı toplumda sergilediği zulüm belki de bu kişiyi sosyal bir eşkıya yapmıştır. Kuşkusuz haksızlığa karşı gelip sosyal haydut olmuştur. Ancak bu tanımlamanın yerine oturması için gerekli olan birtakım veriler romanda eksik verilmiştir. Sosyal eşkıyalık geçiş toplumu özelliklerine sahip olan Türkiye’de, Yaşar Kemal’in İnce Memed ve Çakırcalı Efe romanlarında işlendiği gibi Latin Amerika edebiyatında da karşımıza çıkmaktadır. Tolstoy’da Hacı Murat. Mario Puzo’nun Sicilyalısı akla gelen örnekler arasında değerlendirilebilir.

Dağlara geri dönüş başlar. Acıyla indirilen ceset gerisingeri dağlara sürüklenir. Oysa o, bir kutsal mezara gömüp aşkına da acısına da son vermeyi düşünmüştür. Umudun çaresizliğini yaşamaktadır.

Yolda köylüler ve jandarmaların saldırısına uğrayan haydutlardan birisi ölür. Uzun boyunlu öğretmen olan, Kabrero’nun ufak bir oyunuyla uzaklaşır gider; eşinin cesedine haydut süsü vererek yamaçtan
yuvarlar. Ve kendilerini pusuya düşürenler tarafından haydut öldürülmüş olacağı sanısıyla özgürlüğüne kavuşur.

Çatışma bitip ortalık durulduktan sonra uçurumun dibine iner. “Karısının parçalanmış, yağmalanmış ölüsünü kollarına aldı…” Ve dedi ki: “Yat sevgilim. Kıpırdama. Yat bir tanem. Seni içime gömdüm.”

Camus, Kafka, Dostoyevski’nin iç bunaltan roman kahramanlarından biri mi desek bu da böyle işte “yakar” ve geçer. Varoluşun kapısını, anlamını ömrünün geldiği zamana kadar, sızısını daha önce yaşamadığı bir duyguyla aralar. Sonu ölüm ve ayrılık da olsa…

Jolly, Andrew: Seni İçime Gömdüm. Çev. Tomris Uyar. Ayrıntı Yay.
İstanbul, 1998

Aziz Şeker

Bana Bir Şimşek Çak

bana bir şimşek çak
ortalık fena karanlık
yüreğim örtülüyor
ağır bir dalgınlığa genişliyorum
durmadan değişen o mevsimde
dağlarda kalın
omuz omuza bulutlar
çok fena kalabalık
ellerim çıplak
bana bir şimşek çak
kötü bir tuzaktayım
bilmem ne yapsak
aklımda fikrimde onlar
yaşlı ve genç
erkek ve kadın
korkularıma tutsak

bana bir şimşek çak
içim içime sığmıyor artık
vahim bir çağrışımdan
daha vahimine atlamaktayım
bana bir şimşek çak
belki fena halde
yanılmaktayım
o ince kız çocuğu
gün doğmadan her sabah
bir hapisaneden bir nezarethaneye
kelepçeli götürülüyor
dudakları titrek
gözlerinde buğu
bilmem ki nasıl anlatayım
bağışlanmaz suçu dünyayı sevmek
bir de o
adını bile bilmediği
kıvırcık saçlı’devrimci’öğrenciyi
fakülte kapısında vurulmuş
yağmurun altında
çıplak
bana bir şimşek çak
çok yanlış anlaşılmaktayım
hesabım yanlış bir mahkemede görülüyor
içimdeki zemberek
boşandı boşanacak
yaşamak mı gerek
yoksa unutmak mı
şaşırmaktayım
galiyef yoldaş ne olacak
galiyef yoldaş sibirya sürgünü
sanki yalın bir bıçak
kayarak
bir kırlangıç hızıyla
bulutların arasından
karanlığın böğrüne saplanacak

galiyef yoldaş ne olacak
galiyef yoldaş sibirya sürgünü
elinde bir mektup eski yazıyla
artık yüzünü bile unuttuğu
karısından
burnunda sadece kokusu var
ilkbahar kadar müşfik
sonbahar kadar yumuşak
galiyef yoldaş ne olacak
avrasyada hala mazlumların uğultusu
kısa bozkır atlarının nallarından
gizli kıvılcımlar ki etrafa saçılıyor
azadlık mermileridir
çekirdekleri çelik
cehennem gibi sıcak

bana bir şimşek çak
sala veriliyor görünmez minarelerden
İzmir de istibdat’ı yaşamaktayım
bir yangın soluğu sokak içlerinden
kordonboyunda muzaffer atlılar
fahrettin paşanın süvarisi
bana bir şimşek çak
yolumu aydınlatacak
gazi’nin gözlerinden
mavi bir şimşek
kuva-yı milliye mavisi
aynı emaneti taşımaktayım
‘hürriyet ve istiklal benim karakterimdir’
çünkü hain sinsi ve korkak
aynı düşmana karşı
savaşmaktayım

Attila İlhan

Şair

bir şair kendinden başka
nereye gidebilir ki

Arif Damar

Sarmaşık

Arsız bir sarmaşık gibiyim
Ta çocukluğumdan
Binbir düşe
Umuda
Sıkı sarılan
Güzde bütün yapraklar
Sarardıkları zaman
-Hemen dökülecekler-
Benimkiler güneş vurmuş
Kızıl bakırdan.

Arif Damar

Vezn-î Âhâr

Adem oldur   cümle halka   her zamanda  dâd eder
Cümle halka  cân ü dilden   rahm edip      imdâd eder
Her zamanda rahm edip       bî-kesleri      dilşâd eder
Dâd eder        imdâd eder    dilşâd eder     irşâd eder

Asaf Yahya

***

Sanma şâhım   herkesi sen          sâdıkâne      yâr olur
Herkesi sen      dost mu sandın   belki ol        ağyâr olur
Sâdıkâne          belki ol               âlemde bir   dildâr olur
Yâr olur           ağyâr olur           dildâr olur   serdâr olur

(Yavuz Sultan Selim / Kanunî Sultan Süleyman ve Ziya Paşa’ya izafe edilir)

***

Ol peri rû       çeşm-i âhû      mehlikâlar    cânıdır
Çeşm-i âhû    zülfü hoş-bû   cânımın         cânânıdır
Mehlikâlar     cânımın          eğlencesi       candan aziz
Cânıdır           cânânıdır        candan aziz   mihmânıdır

Mübtelâ-yı    derd-i aşkı     ol perînin    cism ü cân
Derd-i aşkı    kim çekerse   istemez       mülk-i cihân
Ol perînin      istemez          üftâdesi      bağ-ı cinân
Cism ü cân    mülk-i cihân  bağ-i cinân kurbânıdır.

Hal ü hattı    nâzenindir        her edâsı    dil-rübâ
Nâzenindir   şûh-ı mümtâz   neş’edâr     sâhip vefâ
Her edâsı      neş’edâr           âyine-veş   ibret nümâ
Dil rübâ        sâhip vefâ        ibretnümâ  ünvânıdır

Hamd-i bîhad    tâzelendi          sâyesinde      bezm-i Cem
Tâzelendi          câm-ı gül-gûn  zümre-yi       âlî himem
Sâyesinde         zümre-yi           uşşâk bütün  erbâb-ı dem
Bezm-i Cem     âlî himem         erbâb-ı dem   meydanıdır

Ey Huzûrî         bârekallâh     yazdı kâmil     nazm-ı ter
Bârekallâh        kadri vardır   her sözün         manend-i zer
Yazdı kâmil      her sözün      hikmette bir     mûciz eser
Nazm-ı ter        mânend-i zer mûciz eser       divânıdır

Yusufelili Huzurî

***

Güzel mislin     bulunmaz hiç       güzel içre            sadâkatde
Bulunmaz hiç   gözüm nûru          sana akrân          velâyetde
Güzel içre         sana akran            ne mümkündür   nezâketde
Sadâkatde         velâyetde              nezâketde            halâvetde

Gel ey dilber     ruhın ahmer         lebin sükker         yanağın gül
Ruhın ahmer     ruyın enver          kokar anber          saçın sümbül
Lebin sükker     kokar anber         dehânın ter           dilin bülbül
Yanağın gül      saçın sümbül       dilin bülbül           fesâhetde

Bizi gamdan     halâs eyle             visâlinle               gel ey âfet
Halâs eyle        dil ü cânım            kerem kıl             gel peri sûret
Visâlinle           kerem kıl              gel tulû eyle         kamer tal’at
Gel ey âfet        peri sûret              kemer tal’at          saâdetde

Şehâ Kenzî       kulun kemter        sana çâker            inâyet kıl
Kulun kemter   atâ ister                 vefâ göster           adâlet kıl
Sana çâker        vefâ göster            şeh-i kişver          şefâ’at kıl
İnâyet kıl          adâlet kıl               şefâ’at kıl             kıyâmetde

Kenzî

***

Ey vasl-ı cennet      kıl câna minnet      vay serv-i kâmet      cân içre cânsın
Kıl câna minnet      vay serv-i kâmet    can içre cansın         nevres fidansın
Vay serv-i kâmet    cân içre cânsın       nevres fidansın        şûh-i cihânsın
Cân içre cânsın       nevres fidânsın      şûh-i cihânsın          gözden nihânsın

Üftâden oldum       gül gibi soldum      sor bana n’oldum     cevrinle cânân
Gül gibi soldum     sor bana n’oldum    cevrinle cânân         oldum perîşân
Sor bana n’oldum   cevrinle cânân        oldum perîşân          ey fitne devrân
Cevrinle cânân       oldum perîşân         ey fitne devrân        ahir zamansın

Bir hûb edâsın       pek dil-rübâsın        lîk pür-cefâsın         sırrın bilinmez
Pek dil-rübâsın      lîk pür-cefâsın         sırrın bilinmez         nakşın alınmaz
Lîk pür-cefâsın      sırrın bilinmez         nakşın alınmaz        mislin bulunmaz
Sırrın bilinmez      nakşın alınmaz         mislin bulunmaz     bir nev-civânsın

Âşüfte hâlim         ref’et melâlim           gel beri zâlim          lutfet ne dersem
Ref’et melâlim      gel beri zâlim           lutfet ne dersem       ol bana hem-dem
Gel beri zâlim       lutfet ne dersem       ol bana hem-dem    gönlümde her dem
Lutfet ne dersem   ol bana hem-dem     gönlümde her em    günden aynasın

Ettimse âhi            fethetti mâhi            aşk-ı ilâhî                 var sende gayet
Fethetti mâhi         aşk-ı ilâhî                var sende gâyet        Hak’dan hidâyet
Aşk-ı ilâhî             var sende gâyet       Hak’dan hidâyet       NÛRÎ nihâyet
Var sende gâyet    Hak’dan hidâyet      NÛRÎ nihâyet          sâhib-dîvânsın

Tokatlı Nurî

Şairler

Ne gördükse iyi kötü
Ömür biter biz hâlâ
Söyleriz.

Ne varsa şu dünyada
Türlü görüntüler
Gelsek de sonuna
Söyleriz.

Bazan boş günler
Geçer birden dolunca
Söyleriz.

Ne biter
Ne kalır geçmiş kitaplarda
Ölümden sonra da
Söyleriz.

Behçet Necatigil