Hoşçakal aşk mektubu, hoşçakal

Hoşçakal aşk mektubu, hoşçakal,
Ne kadar ağırdan aldımsa da,
Ne kadar istememiş olsam da,
Elim emrediverdi,
Bütün mutlulukları ateşe vermeyi.
Ama yeter, vakit tamam;
Yan aşk mektubu!

Hazırım, aldırmaz artık ruhum hiçbirşeye.
Hırslı alevler,
Çoktan sardı sayfalarını.
Bir dakika!
İşte parladı,
Cayır cayır yanıyor…
Hafif bir duman,

Bükülüp kıvrılarak kayboluyor gözden.
Pahalı taşlardan yapılma,
Sadık bir yüzüğün
Hatırası çoktan unutulmuş.
Erimiş mühür mumu, köpürüyor.
Ah!
Sağduyu!

İşte bitti hepsi,
Kapkara artık tüm yapraklar.
Hafif küller üzerinde,
Gizli saklı çizgileri beyazlanıyor…
Göğsüm daraldı.
Sevgili kül,
Hazin kaderimdeki sefil lezzet,
Acılı göğsümde,
Asırlarca kal benimle.

Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Çeviri: Halûk Madencioğlu

Esedullah Galib Divanı’ndan Seçmeler

Benimle ilişkini kesmeyesin sakın
Hiç ilgin yoksa bile varsın husumet olsun.

Kim o sabır ve dayanma iddiasında olan?
Aşk için sabır, sükun, metanet lafları nedir?(21)

Ya Rab! O beni ne anlayabildi, ne anlayabilecek
Bana başka bir lisan vermezsen ona başka bir kalp ver.

Ne kadar tatlı dillisin ki rakip
O kadar küfretmenden bile alınmadı. (26)

Allah’ın huzuruna getirdiğim hediye, utancımdır.
Yüzlerce farklı günah kanına bulanmış bağlılığımdır. (24)

Her gönülde Rabbim yerin, sen benden razı gelirsen
Bilirim ki bütün dünya bana lütufta bulunacaktır. (25)

Umursamazlığı benimsemekte maksadın ne?
Ey nazlı daha ne kadar diyeceksin, ‘Derdin nedir?’

Korkun ne? Sorumlusu benim buraya bak
Bakışının öldürdükleri için kan pahası nedir?

Ölüyorum sesine, varsın başımın kesilmesi söz konusu olsun
Ama cellada hep desin ki; ‘ bir daha vurun başını, bir daha’. (62)

Ey rahatlık kenara çekil! Ey intizam git başımdan!
Çılgın gözyaşı selimle evin her şeyi yıkacaktır bugün.(54)

Aşığın öldüğün yerin metrelerce çevresinde kına bitmekte
Bu ne yüce sevgili ayağını öpme hasretiyle ölmektir. (39)

Yüzlerce kez aşk bağından kurtulduğumuz oldu
Ama ne yaparsın gönül özgürlük düşmanıdır. (33)

Kıskançlığım onun salınarak yürümesine dayanamaz
Yüzümdeki her damla teri onu seyreden hayran göz sandım (34)

Niye yanmadım yarin yüzündeki yakıcılığı görüp?
Şimdi yanıyorum seyretmedeki dermanımı görüp.

Beni katletmeye geliyor nihayet, ama ben
Kıvılcımdan öldüm, yarin elindeki kılıcı görüp

Eyvah! Yar cefa çektirmekten elini çekti
Benim cefa çekmekten zevk aldığımı görüp

Ayaklarımdaki su dolu şişlerden tasa ederken
Mutlu oldum yolu dikenlerle kaplı görüp.(60)

Ey gönül ölmek için başka çare bir çare düşün
Sende katilin şanına yakışır hal kalmadı.(41)

Kapanıverdi gözlerim Galib, açılır açılmaz
Dostlar yari yanıma getirmişler, ama ne zaman. (52)

Pervane hasretinin derdi seni yedi bitirdi, ey şule!
Titremenden belli, meşalen güçsüzleşmiş halde. (75)

Benim yürek yaramı över, ne büyük yaradır bu diye,
Yarama basmak için beni çağırır her nerde görse tuz. (77)

Vefalı olduğu yanılgısına ölümüne balıdır gülün
Gül, bu alışverişe gülmektedir bülbülün. (80)

Beni yaban ellerinde öldürdü, memleketten uzakta,
Allah’ım kurtardı beni kimsesizlik utancından.

O kıvrımlı zülüfler idam ilmeğidir. Ey Allah’ım!
Benim özgürlük iddiamı kurtar utancımdan. (83)

Derin uykudaki talihimden biraz borç uyku alsam
Ama korkum şudur ki Galib, geri nasıl öderim. (84)

Yaralarımı diktirdim diye beni yererler.
Sanırlar mı ki lezzet yoktur yaraların sızlamasında.

Öyle naz baharı bir sevgili için ölmüşüm ki
Kabrimde toprak yoktur gül cilvelerinden başka. (87)

Nazlıyı methetme işini bir türlü yapıp bitiremedim
Eğer bir tek edası olsaydı onu kaderim bilirdim.

Ben ve yürek dağlayan yüzlerce figanım
Sen ise bir tekini bile duymazsın ne diyebilirim?

Zalim! Sana sair düşüncemden dolayı utandır beni
Allah göstermesin, ben sana nasıl vefasız diyebilirim?(88)

Her sözcüklerle teşekkür edeyim onun özel ilgisine
Halimi hatırımı sordu, ama sözle değil.

Soruyor ki ‘senin kaderinde ne yazılmış acaba?’
Sanki alnımda o puta ettim secdelerin izleri yok. (91)

Çöl gezginlerine hiçbir engel önlem değil
Ayağımdaki bir alışkanlıktır, zincir değil.

Acı çekme hasreti içimde kalacak
Vefa yolu kılıç keskinliğinden geri değil.(92)

Gözümün içinde gözbebeği olduğunu sanmayın,
Gözün kalbindeki siyahlıkta ahlar toplanmıştır. (93)

Ah ve figanıma kanıt ararsan yürek yaramda ara
Zira hırsızı yakalamak için ayak izlerine bakarlar.(96)

Onu bekleyip uyumayayım ömür boyu diye
Geleceğine dair söz verdi gece rüyamda.

Ben ve vuslat hazzı! Allah’ın inayeti bu
Canımı sunmayı unuttum ona ben o şaşkınlıkla

Binlerce cilveleşmesinden ala, bir göz kaçırması
Süslenmesinden çekici, yüzünü dökmesi kızgınlıkla.

Feryat onun kalbinde çöp kadar yer etmez,
Ki o feryat güneşte kocaman delik açmakta. (97)

Kıskançlık bırakmaz ki senin adını söyleyeyim,
Herkese soruyorum ‘nereye gideyim ben?’

Al işte! Diyor ki; ‘Neyi var, malsız mülksüz bu adam’
Bilseydim evimi barkımı yoluna feda eder miydim ben?(99)

Ey zulüm mucidi! Figan ince bir talepten başka şey değil
Cefa isteyişimdir, yoksa cefadan şikayet edişim değil.

Geri değil viranelikte o da, ama enginliği malum
Çölde öyle rahatım ki evim aklımda değil.

Cıvıl cıvıl oluşuyla cennet senin sokağından geri değil
Görüntü aynı, ama orası bu kadar kalabalık değil.(101)

Yabancının şirin dili onun üzerinde etkili oldu,
Ben dilsizin, ona aşık olduğunun farkında değil.(103)

Sarığına işlenmiş mücevherlere ne diye bakayım,
Ben inci ve pırlantanın yüksek bahtına bakarım.(106)

Yazık ki kapında sürekli kalıcı değilim ben
Böyle yaşama lanet ki eşiğinin taşı değilim ben.

Ayaklarını görme şerefinden neden mahrum gözlerim?
Rütbe bakımından ay ve yıldızlardan aşağı değilim ben.(110)

Gönül nasıl çalınır diye ona ne diye sorayım, gerek yok
Yaptı her bir işareti sanki der ki, bak işte böyle.

Dedim ki, sevgilim mahfil yabancılardan arınmalıdır
Bunu duyan o zalim beni dışarı attı dedi ‘işte böyle.’(116)

Aramızda aşk yoksa da varsın olmasın,
Düşmanlık olsun, ama bir ilişkimiz olsun.(119)

Nasıl bir çölde gezinme tutkusudur ki öldükten sonra
Kendiliğinden kıpırdar kefenin içinde ayaklarım.(121)

Sevgili kalp çarpıntısına tutulmuş, ben utanç içindeyim
Sakın bu benim ah ve figanlarımın etkisinden olmasın. (122)

Yarin örtüsü içinde bir tel kabarmış durmakta
Ölürüm kıskançlıktan, sakın birisinin bakışı olmasın?(124)

Mektubunla teselli bulurum düşüncesi yanlış değildir
Görme isteklisi gözler bununla yetinmese ben ne ederim?(125)

Dert hanemin kapısını, bacasını bitkiler sardı
Baharı böyle olan yerin hazanını hiç sorma.(129)

Keşke feryat etmeseydim. Nerden bilirdim ey dost
İçimde derdi artırmaktan başka işe yaramadı o da.(132)

Bir daha bana, ‘sen benim hayatımsın’ deme
Bugünlerde hayatın kendisinden bezginim.(143)

Ben vefadan asla vazgeçmeyeceğim
Aşk olmasa da varsın yerine musibet olsun.(148)

Yarin göndereceği haberin mutluluğundan geçti Esed
Ulağı kıskanmaktadır, soru cevap sohbetinden dolayı.(152)

Kısmetime bak ki, kendi kendime gıpta ederim
Onu seyredeyim, edemem kendimi kıskandığımdan.

Tutku her an ah ve figan etme arzusunda
Yürek ise korkmaktadır nefes almaktan. (153)

Parçalandı bağrım, ne güzel! Artık özgürlük
Yürek yaralarımı saklama zahmeti bitti.

Ayak izlerinin çekiciliğindeki güzelliğe bak
Yarin süzülerek yürümesi ne büyük zarafetti.

Geçmiş gelecek ayrımı silindi birden
Dün sen gittin ya, benim için o gün kıyametti. (158)

Teskin için sızlanmam, sevgiliye kavuşayım yeter.
Cennet hurilerine senin yüzünü göstereyim yeter.

Beni katlettikten sonra kendi sokağına defnetme sakın
Ziyaret bahanesiyle halk senin evini öğrenecektir.

Sana da ben göstereyim Mecnun’un neler yaptığını
İçimi yakan gizli dertlerden eğer fırsat bulursam.

Ey sevgilinin sokağında ikamet edenler! İyi bakın,
Oralarda bir yerde perişan Galib’e rastlarsanız.(159)

Ey zalim! Şikayet etme izni ver bana
Böylece sen de çektirdiğin acıdan zevk alasın. (163)

Onun ziyaretiyle yüzüme renk geldi
O da sanıyor ki hastanın hali iyidir. (164)

Şikayet imasında bile sevgili rahatsız olur
Bu lafı sakın deme, dersen o da şikayet olur. (167)

Bedenimin yandığı yerde kalbim de yanmıştır.
Şimdi külleri karıştırırsın! Aradığın şey nedir?

Damarlarda akıp dolaşmasına kanmam ben
Gözlerden damlamıyorsa eğer, kan nedir?(178)

Mektup yazacağım, gerçi yazacak yeni bir şey yok
Ben aşığıyım aslında defalarca adını yazmanın.

Gözlerim gönlümü nasıl tuzağa düşürdü
Onlar da halkaları mı yoksa senin tuzağının?(180)

O rüyama girip ıstırabımı hafifletebilir ama
İçimdeki yangın uyumama fırsat vermiyor.(193)

Öldürme anında ona bakma arzum yarım kalacak,
Ey kem talih! O katilin hançerini keskin bileli olmasın.(200)

Kendimi toplamama izin ver ey ümitsizlik, bu ne bela!
Böyle giderse sevgili hayali bile kopup gidecek benden

İtiraf etmeliyim ki ben de seyredenlerden biriyim ama
Onun seyredilmesine seyirci kalmam nasıl beklenir benden. (205)

İlgisizlikten şikayet etmeye gittim yanına
Tek bir bakışlık ilgiyle toprak oldum.(210)

Katilim kavga eder haşir günü, niye kalktın diye
Belli ki duymamış sesini Sur’un. (231)

Mirza Asadullah Han Galib
Urdu Dilinin Türk Asıllı Dahi Şairi Yazan: Celal Soydan
Kaynak: intifada61

Çaadayev’e

Aşkın, umudun, dingin şöhretin
Aldatısı uzun sürmedi,
Dağıldı şölenleri gençliğin,
Uyku gibi, sabah dumanı gibi
Umudun azabıyla beklemekteyiz
Kutsal özgürlük dakikalarını,
Nasıl beklerse genç âşık
Şaşmaz buluşma anlarını
Arkadaş, inan: er-geç doğacak
Büyüleyen mutluluğun yıldızı 
Puşkin

Nigâr-ı Gülizâr Âteş

Tecellâ-yı cemâlinden habîbim nev-bahâr âteş
Gül âteş bülbül âteş sünbül âteş hâk ü hâr âteş

Şua’ı âfitâbındır yakan bi’l cümle uşşâkı
Dil âteş sîne âteş hem dü çeşm-i eşk-bâr âteş

Hayal-i şem’-i rûyinle aceb mi yansa cân u dil
Nigârım gel de gör kalbimde âteş âh u zâr âteş

Ne mümkün bunca âteşle şehîd-i ışkı gasletmek
Cesed âteş kefen âteş hem âb-ı-hoş-güvâr âteş

Ben el çektim safa-yı hatır u ârâm-ı canımdan
Safa âteş cefa âteş firar âteş karar âteş

Ne yapsam bu dil-i mahzûnu mesrur eylemem şahım
Gam âteş gam-güsar âteş temenna-yı mesar âteş

Ümid-i afiyet besler mi Es’ad yârdan hâşâ
Saçar oldukça gözden ol nigâr-ı gül-i zâr âteş

Erbîlî Şeyh Mehmed Es’ad Efendi

Yaşamak / Cahit Zarifoğlu

İSTANBUL 1968. Neden diye sormayın hemen. -Onu ben kendi kendime de açıklayabilmiş değilim henüz.

Kişinin ihtiyaç duyunca aramasının binlerce çeşidi olmalı.

Aradığımızın ne olduğunu biliyorsak, arayacağımız yer bellidir. Bakınırız ve onun işaretlerini tanımakta güçlük çekmeyiz. Az sonra karşımızdadır o, merhamet bile olsa. Hemen fiyatını sorar bazılarımız, ama bazılarımızca da hayat pazarlık etmeye değmez. Söylenen ücreti her zaman açık duran cüzdanlarından çıkarır, -bütün dikkatleri ellerindeki YENİ’nin üzerinde olduğu için-dalgınlıkla karşılarındakilere teslim ederler.

/ Kandırılanlar aldanmamaya çalışanlar olmalı. Bırakın ihtiyacınız olanı fazla kazanarak karşılasınlar

Bir kravat alırken sevinin ve deyin ki “aradığımı biliyorum”

Bu ona erişmenizin garantisi değildir ama, sıkıntımızın kaynağını bilmemiz bakımından tahammülümüzü artırır. Ama o bir düşünce belirmemişse kötü şekilde kaynağın açığındayız. “Sıkıntımın nedenini bilmiyorum” demekteyiz.

Şu an da ne var?

Burada niçin’im.

Sıkıntı kollarımı göğsümde kavuşturmuş. Soluk alırken, genişleyip daralan kaburgalarım, zamanın boşuna ve nedensiz geçtiğini biliyor.

Bütün bir hafta nasıl geçmiş farkında değilim. Hatırlamaya, hayalimde yeniden yaşamaya değer ne var. Unutmayı arzu edecek bulanık, kötü bir saatim olsaydı bari.-

Anlamsız geçen bir hafta, ötekilerle birlikte içimde bir hava kabarcığı gibi dolanıyor. Ona nasıl hâkim olunacağını bilmiyorum. Onu rahatça dışarı atabilmem için herkes gibi benim de sırtımda, iki kürek kemiğinin ortasında bir aralık olmalıydı.

Kardeşim Bodler, o kabarcığı bir türlü dışarı atamadığı ve o, bütün vücudunu dolduracak kadar büyüdüğü için öyle olmadı mı?

Çoktandır yabancı bir cismin kalbime sürtünmekte olduğunu biliyorum.

Tecrübesiz olsaydım kalbimi seçmelerindeki düşmanlığı anlayamazdım.

-Ona acımadan söyliyelim: Hedeflerinde doğrudurlar. Farkında olmadan, kendimizi ordan oraya atarken, aslında kalbimizi kaçırmaya, hedeften çıkarmaya çalışıyoruz.

Buraya niçin geliyorum sanki.

Her seferinde aynı yorgunlukta ayağa kalktığım, ve ana yola giden önemsiz yokuşu denize inen dalgalara karşı koyar gibi çıktığım halde.

Şehre yürümek kolay mı?

Oturuyorum öylece.

Havanın, denizin, denizdeki hareketin, dizlerime sürtünerek koşan çocukların, sessizlikle önüme bırakılan çayın, motor gürültülerinin, ıssızlık içinde korku doğurarak kayan yelkenlilerin, sağ omuzumu ağırlaştırarak ufka inen güneşin, ve gelip giden insanların hayata doğru kımıldatamadıkları bir varlığım şimdi.

Yine de biri çıksa, nasılsın dese alışkanlıkla iyiyim diyeceğim.

Kederli olduğum da söylenemez zaten. -Buna sebepte yok çünkü. Ne taze bir ölüye sahibim, ne felaket geçirenlerim var.

Dedim ya oturuyorum öylece. İyi ki etrafımda kalbimi tanıyanlar yok. Ağırlıksız duran bedenimi küçümsiyeceklerdi. Sonra da birbirlerine dürterek, ya da ilerdeki arkadaşlarına göz işareti vererek beni gösterecekler, “kalbini yok etmişin haline bakın, hınzır pek de pratik, belli etmiyor hiç” diyeceklerdi.

Ama iyi ki yoklar.

Yüzümü saklamayı düşünmeden durabiliyorum.

Fakat hayret önümde bir çocuk düştü.

Dizi kanadı. bunun bir başlangıç olacağını düşünmüyordum.

Bir çokları dönüp baktılar. Çocuk düşerken bağırdı galiba. Ya da aynı anda bir sandalye devrildi. Yan masalardan ufağı kaldırmak için doğrulanlar oldu. Ben bile kımıldadım.

Ama uzakta olmasına, dostları ile hararetli hararetli çene yapmasına rağmen anne yetişti ona. Hatta denebilirki sırtı dönüktü, hiçbirşey görmüyordu. ama yinde de o yetişti. Daha kaldırırken, o ancak bir saniyelik zamanda her noktasını gözden geçirdi. Bakışları diz’den geçerken kanı gördü, orayı tespit etti, çabucak başka yerlere atıldı. Yüzünü, ellerini, avuçlarını, başını endişeyle sımsıcak dolaştığını onu emniyete aldığını gördük. Sonra bir eli ile çenesinin altından tutup acı çekiyor mu diye gözlerine baktı.-Çoğu zaman çocuğun yüzünde aceleyle kıpırdayan, acının şiddeti ile hiç orantısı olmayan, daha çok mahiyeti bilinmeyen korkulara dayanan ifadeler ne çabuk, içten gelerek inanırlar. Ama o ifadeleri yumuşatmak, gözyaşlarını durdurmak ne kadar da kolaydır onlar için. Yaranın üzerine eğilerek, oradaki ızdırabı yukarılara gitmemesi için tehdit ederler.

Karşımdaki anne de sesini çocuğunkine benzeterek, iyice büzüp öne doğru uzattığı dudakları ile
-Uf mu oldu, diye söylendi.

Çocuk, kendi küçük hayatına yaklaşmaya çalışan bu kocaman varlığın aradaki mesafeyi kapayışındaki hünere hayran kaldı ve sustu. -Bu kez de o, başını anneninkine yaslayarak yaranın üzerine eğildi, acı kendi dizinde değil, bir oyuncak bebeğin, ya da acı çekmeyen bir eşyanın üzerindeymiş gibi, kayıtsız, anneyi taklit ederek dudaklarını büzdü.

-Uf uf oldu, dedi.

Anne parmağının ucuyla dize yapışıp kalan minik taş parçalarını düşürmekte, tozu silmekteydi. -Çocuk anneden, onun parmaklarından, yüzündeki ifadeden emindi. Acı bunların arkasında kalmıştı. –Fakat bir ara başını çevirdi çocuk, yöresindekilere baktı.

/ Böyle durumlarda, herkesin anneyle aynı oyunu oynaması gerekli.

Beceremeyenler başlarını çevirsin.-

O gözlüklü, siyah mantolu yaşlı kadın, çocuk tam düşerken yüzüne gelen, yaşlılığından ve şefkatinin büyüklüğünden dolayı orada derin izler bırakan korkulu endişeyi silkip atmayı ihmal etmişti. Onun için, onu oradan silmek büyük yorgunluğa malolabilirdi anlaşılan. -Çocuk gördü bu yüzdeki ifadeyi, kandırıldığını sezdi ama şimdilik anneye güveni daha fazlaydı, yine de şüpheyle ikinci bir yüz aradı. Yan masadaki amca, o kalbi boşalmış olan, anneyi anlamasına rağmen, ona katılma esnekliğini kaybetmiş, o, kalbi boş amca da kendilerini katı bir yüzle izlemekteydi. Sonra o başlarına gelip dikilmiş, biraz önceki oyunlarını ebediyyen unutmuş gibi durup, bakan çocuklar. Hele o sarı saçlısı, sert bakışlısı. -Evet, evet  çocuğun şüphesi yoktu artık, anne onu kandırmaktaydı. -Böyle olunca da acı, onu tutmuş olandan kurtuldu, süratle parmağın ucuna geldi ve oradan -toplu iğne başı gibi incelip sivrilerek- çıktı yeniden yaraya girdi. O zaman hızla ağlamaya başladı çocuk. Anneyse yarayı temizlerken ihtiyatsizlik ettiğini zannetti.

Fakat acıyı başıboş bırakacak değildi.

-Bu mu yaptı sana, bu mu diyerek, şimdi de çocuğun düştüğü yeri dövmekteydi anne.

-Oh olsun sen nasıl kanatırsın nonoşumun ayağını, ha! söyle çabuk… Çocuk bir süre yere acır gibi baktı, fakat sonra da dizlerini bükmeden, beceriksizce eğilerek, avucunun içiyle toprağa vurmaya çalıştı.

Acı yeniden annenin eline geçmişti. -Ve bu kez daha htiyatlı davrandı. Çocuğu kaldırdı yerden, etrafındakileri görmemesi için avucuyla küçücük yüzü örterek, göğsüne bastırarak götürdü. Böyle oldu. Ve ben

Bunun bir başlangıç olacağını düşünmüyordum.

Biraz ilerdeki masada, sırtın bana dönük oturuyordun. O gözlüklü mütecessis nine ve orta yaşlı iki bayanla birlikte. Çocuk önümde düşmüştü ve herkesle birlikte sen de döndün. Henüz farketmemiştim seni. Bir çokları gibi herhalde dönmüş sende bakıyordun. Olay ikimizin ortasındaydı tam. -Çocuk ilk ağlamasını kesip yöresine bakışını kaldırınca, ve galiba yaşlı nineye bakıyordu, ben de onunla baktım ve gördüm. -Kadının yüzündeki ifade, çocuğa annesi tarafından kandırılmakta olduğunu, aslında acı’nın devam ettiğini ilham eden ifade sanıyorum tam anlamı ile yeni değildi. Eski senelerden kalma başka ifadelerle de karışmıştı.

Hiç beklemiyordum, birden kadın bana çevirdi bakışını. Tanrım ne büyük bir merak içindeydi bu bakış. Durmadan sormaktaydı. Hayattan ne beklediğimi sormaktaydı. Beni önce, mutlaka bir şey beklemek gerektiğine zorluyor, sonra da alay ediyordu. -Tanrıya inanıp inanmadığığımı sormaktaydı. Ölebilmek için her ihtiyacımı tamamlayıp tamamlamadığımı sormaktaydı. / Anlaşılan kendisi bu bakımdan bazı hatalar yapmıştı. Günü birlik yaşama içinde elde edilebilen sayısız imkanlar kaçırmıştı. İlerlemiş yaşına rağmen kendine iyi gelen bir ölümü sağlayamadığını, göçmekte zorluk çekeceğini anladım.

Bu durumda ona bakmak zordu. Huzursuz kımıldayarak ondan kurtulmaya çalıştım. Fakat bakışımı tutmuştu. ondan ayrılamıyordum, tanışmıştık bir kere. -Tekrar karşılaştığımız takdirde, sorularını, ikinci kez tekrarladığını bilerek, düşündü mü der gibi, başkalarının öğrenmelerine duyulan güvensizlikle, yine alay ederek tekrarlıyacağını düşünüyordum. -Fakat umulmadık bir anda başka, herhangi bir şeyle ilgilenmeye başladı. Ne kadar usta, ne kadar biliyor diye düşündüm. Birden sahipsiz kalmıştım. Bakışım, yere paralel durmak zorunda bulunan, fakat içindeki sertlik süratle yumuşayan bir bakır tel gibi eğiliyordu boyuna. Durumumun saçmalığını kavrayıncaya kadar bir an bocaladım. -Bu belki de devam edecekti ama, seni hissettim. Evet bakıyordun, yanılmamıştım. Başkaları çocuğa ve anneye bakarken sen artık bendeydin. Bunu hissetmemden ne kadar önce başlamıştım bilmiyorum ama, bakışlarımız karşılaşınca kaçtın, önüne döndün. Oysa çocuk henüz bitmemişti ve dönmen için zamanın vardı. Fakat dönmüştün. –Omuzlarından bana dokunup kaldığını anladım.

Görüyordun, beni hissediyordun.

Ve o zaman başladı.

İşte yine birşey var.

Bakıyordum sana.

Kalkıp gidenler şimdi önemle kalkıp gidiyorlardı. Garsona seslenmeleri önemliydi. Denizdeki hareket önemliydi. Yörem çoktandır aldırmaz olduğu muhtevasını elde ediyor, onu ağır ağır kazanmaya çalışıyordu. Bunun sana baktıkça gerçekleşmesi şaşırtıcıydı. Oluyordu. -Hayatı yeniden elde ediyordum. O anla değişebileceğim şey ne olabilir.

Farkına varmadan “bütün bunların, hatırasız haftaların, kalbimi farketmelerinden korkmamın sebebi var” diyordum.

Şimdi birşeysin benim için… Varsın.

Fakat bocalıyordum.

Gizlice düşündüğüm, farkedilmesinden korktuğum hakikat sen miydin, yoksa ben, hatırasızlığı, boşluğu, en ucuz şekilde, sırtımdan korkakça, hiç bir teşebbüste bulunmadan birden bire atmak için yine hayal mi kuruyordum.-

Dedim ya işte, bocalıyordum.

Yeniden yaşamaya başlamak kolay mı?

Cahit Zarifoğlu / Yaşamak / s. 171-177
Beyan Yayınları / İstanbul

Ve sevdiğim herşeyi yalnız sevdim

Başkaları gibi değildim çocukluktan beri,
Görmedim başkalarının gördüğü gibi-
Ortak bir pınardan almadım tutkularımı,
Aynı kaynaktan almadım kederimi.
Uyandıramadım yüreğimi sevince aynı seste
Ve sevdiğim herşeyi yalnız sevdim.
Sonra çocukluğumda kasırgalı
Bir yaşamın şafağında iyinin ve
Kötünün her türlü derinliğinden
Çekildi hala bağlayan gizem beni.
Selden ya da kaynaktan-
Kızıl uçurumundan dağın,
Güneşten, Ağustosun altın rengiyle
Çevremde dönen–
Gökteki şimşekten uçarak
Beni Geçerken-
Gökgürültüsünden, fırtınadan
Ve o buluttan
-Maviyken göğün kalan kısmı-
Gözümde bir şeytanın şekline giren.

Edgar Allan Poe
Çeviri: Oğuz Cebeci

Biz Olmadan

Bir sabah
Uyandık ki
Her taraf kar kar
Uyuyorduk hepimiz
Ah
Nasıl yağar
Hiçbirimiz olmadan

Cahit Zarifoğlu

Köyünü Bırakanın Ağıdı

Gördüm
Bilirim
Gülümser cefayla ölenler
Yüktür cesetleri cellatlarına
Ve sevdiklerinden uzak
Mezarsız gömülenler
Gözleri yarı örtük
Güneşle dönerler
Kır lalelerine

Vay bana!
Sevdiklerim mezarsız
Mezarlarım ıssızdır!

Bilirim
Süsüdür saçı kadının
Uzatılır
Sevdaya, duvağa ve kefene
Örtmez aklı
Kestim örgülerimi gömdüm
Bahçeme
Duvağımın ve sevdamın
Kalsın izi
Kefenim kimbilir nerde
Değer toprağa

Ah!
Sesim bana düşman
Uykum yabandır

Sennur Sezer

Sert Erkekler Şiir Yazar

Sean Penn’in gözünden Charles Bukowski

Interview, Eylül 1987.

Editörün notu: Time dergisi Charles Bukowski’yi “Amerikan ayak takımının mümtaz şairi,” olarak nitelendirdi. Ancak şair gerçek hayran kitlesini Avrupa’da bulmuş. Bukowski bugün dünyanın en çok okunan şairlerinden biri. Kitapları sadece Almanya’da iki milyonun üzerinde satmış.
Bugün 66 yaşında olan Bukowski’nin 32 şiir kitabı, 5 öykü derlemesi ve 4 romanı var. En iyi bilinen eserleri Ekmek Arası, Kadınlar, Sıcak Su Müziği, Ölüler Böyle Sever, Postane, Sıradan Delilik Öyküleri ve Bana Aşkını Getir.

İlk senaryosundan yapılan film Barsineği sonbaharda tüm ülkede gösterime girecek. Başrollerinde Mickey Rourke ve Faye Dunaway’in oynadığı, yönetmenliğini Barbet Schroeder’in yaptığı film Bukowski’nin gençlik döneminden birkaç günü kapsıyor. Barsineği’nin iki esas karakteri Henry ve Wanda Amerikan toplumunun yakasına yapışan mumyalanmış yaşam tarzından kaçmaya çalışan iki kişidir,” Bukowski’ye göre. “Henry ile Wanda teslimiyetin canlı ölümünü kabullenmeyi reddederler. Bu film onların cesur deliliklerine odaklanmaktadır.”

Oyuncu ve şair Sean Penn’den Bukowski’yi ziyaret etmesini ve büyük adamın cesur deliliğine odaklanmasını istedik.

I.

BARLAR ÜZERİNE:
Barlara pek gitmiyorum artık. Sistemimden çıkardım onları. Şimdi bir bara girdiğimde öğürüyorum, O kadar çok bar gördüm ki, yetti bana -gençken yapılacak iştir bara gitmek, biliyor musun, bir hatun kaldırmaya çalışmak, birileriyle dövüşmek filan, bütün o maço saçmalık – benim yaşımda yapılacak iş değil. Barlara işemek için giriyorum artık. Yıllarımı geçirdim barlarda. Bara girip kusmak için doğru helaya giderdim, oraya varmıştı iş.

ALKOL ÜZERİNE:
Alkol bu dünyaya gelmiş en muhteşem şeylerden biri muhtemelen -beni saymazsak tabii ki. Evet… bu dünyaya gelmiş en muhteşem iki şeyi saptadık. İşte… iyi anlaşırız ben ve alkol. Çoğu insan için yıkıcıdır. Ben onlardan biri değilim. En yaratıcı yazılarımı sarhoşken yazmışımdır. Kadınlarla bile, ben biraz çekingenimdir sevişme konusunda, bu yüzden alkol bana cinsel olarak daha özgür olma olanağı tanımıştır. Alkol özgürlüktür benim için, çünkü ben esas olarak içine kapanık, mahcup biriyim, oysa alkol bana bir kahraman olma, pervasızca işler yapıp uzay ve mekanda uzun adımlarla yürüme fırsatı tanır… bu yüzden seviyorum… evet.

SİGARA İÇMEK ÜZERİNE:
Seviyorum sigara içmeyi. Duman ve alkol birbirlerini dengeliyor. Eskiden deli gibi içtikten sonra uyanırdım ve ellerim nikotinden sapsarı olurdu, eldiven gibi… kahverengi nerdeyse… içimden, ” Hasiktir… ciğerlerim ne haldedir kim bilir? Aman Allahım!” diye geçirirdim.

DÖVÜŞMEK ÜZERİNE:
En iyisi kimsenin döveceğini tahmin etmediği birini dövmektir. Öyle biriyle kapıştım bir keresinde, bana kafa tutup duruyordu. “Tamam lan, gel bakalım,” dedim. Fos çıktı herif -hiç zorlanmadan marizledim. Yerde öylece yatıyordu. Burnu kan içinde filan. Şöyle dedi bana: “Hay Allah, o kadar ağır hareket eden birisin ki seni kolaylıkla pataklarım sanmıştım. Ama dövüş başlayınca ellerini göremedim, o ne hızdı öyle. Ne oldu?” Ben de, “Bilmiyorum, moruk, bu iş böyledir,” dedim. Saklarsın. O an için saklarsın.

KEDİLER ÜZERİNE:
Kedilerin arasında olmak çok iyidir. Kendini kötü hissediyorsan kedilere bakar ve kendini çok daha iyi hissedersin, çünkü onlar her şeyin olması gerektiği gibi olduğunu bilirler; öyle fazla heyecanlanmak ya da üzülmek için bir neden yok. Onlar bunu bilirler. Kurtarıcıdır kediler. Ne kadar çok kedin varsa o kadar uzun yaşarsın. Yüz kedin varsa on kedin olduğunda yaşayacağının on katı daha uzun yaşarsın. Bu gerçek bir gün keşfedilecek ve herkesin binlerce kedisi olacak ve kimse ölmeyecek. Gerçekten çok saçma.

II.

PSİKİYATRİ ÜZERİNE:

Psikiyatri hastalarını ne bekler? Fatura.

Psikiyatr ile hastası arasındaki temel sorun psikiyatrın kitabı harfiyen uygulamasıdır, oysa hasta hayatın ona yaptıkları için oradadır. Kitapta bazı doğrular olmakla birlikte, sayfalar hep aynıdır, oysa her hasta biraz farklıdır. Kişisel sorunların çeşitliliği sayfa sayısından çok daha fazladır. Anlıyor musun? “saati şu kadar dolar, zil çaldığında seans bitmiştir,” diyemeyeceğin kadar çok deli var ortalıkta. Bunu duymak insanı yarı yarıya delirtir zaten. Tam kendilerini daha iyi hissedip açılmaya başladıklarında psikiyatr, “Hemşire, bir sonraki randevuyu ayarlayın,” der ve hasta buz gibi kalır. İğrenç bir dünya. Tek düşündükleri paranı almak. Seni tedavi etmek değil. Para, para. Zil çalınca bir sonraki deliyi getirin. Hassas deli zil çaldığında bir güzel düzeleceğini bilir. Deliliği tedavi etmenin sınırı yoktur, faturası da olmamalı. Benim gördüğüm psikiyatrların çoğunun birkaç tahtası eksik zaten. Ama fazla rahatlar… hepsi fazla rahat. Bence hasta biraz delilik görmek ister, çok değil ama. Offf! (Sıkılıyor) PSİKİYATRLAR TAMAMEN YARARSIZDIRLAR! Sıradaki soru lütfen?

İNANÇ ÜZERİNE:
İnanan insanlar için iyidir inanç. Benim sırtıma yüklemeyin ama. Bir tesisatçıya kutsal ruhtan daha fazla inancım var benim. Tesisatçılar son derece yararlı bir iş yaparlar. Bokun akmasını sağlarlar.

OLUMSUZLUK ÜZERİNE:
Her zaman olumsuz olmakla suçlandım. Çamur atma sanatından başka bir şey değildir olumsuzluk. Zayıflıktır bence. ” Her şey yanlış! HER ŞEY YANLIŞ!” demekten başka bir şey değildir. “Bu doğru değil!” “O doğru değil!” İnsanın o anda olup bitene uyum sağlamasına engel olan bir zayıflıktır olumsuzluk. Evet, kesinlikle zayıflıktır, aynı iyimserlik gibi. “Güneş parlıyor, kuşlar ötüyor, gülümse.” O da palavra. Gerçek ikisinin arasında bir yerde yatıyor. Her şey olması gerektiği gibi. Baş etmeye hazır değilsen… geçmiş olsun. 

GELENEKSEL AHLAK ANLAYIŞI ÜZERİNE:
Cehennem olmayabilir, ama yargılayanlar bir tane yaratabilir. İnsanlara çok fazla şey öğretildiğini düşünüyorum. Her şey fazla öğretiliyor. Başına gelenlerden öğrenebilmelisin, tepkinden. Tuhaf bir sözcük kullanmak zorundayım burda… “İyi”. Nerden geldiğini bilmiyorum, ama hepimizin içinde doğuştan bir iyilik damarı olduğunu düşünüyorum. Tanrı’ya inanmıyorum, ama içimizdeki o iyilik damarına inanıyorum. O damarı beslemek mümkün. Tampon tampona trafikte biri sana yol verdiğinde sihirdir her seferinde… Umut verir insana. 

III.

KADINLAR VE CİNSELLİK ÜZERİNE:
Şikayet etme makineleri diyorum ben onlara. Erkek ağzıyla kuş tutsa yaranamaz kadına. Bir de isteri krizlerini hesaba katarsan… unut gitsin. Dışarı çıkıp arabaya atlar ve gazlarım, nereye olursa. Yoktur başka yolu. Yapıları farklı galiba, değil mi? İsteri krizine girerler… konuşamazsın. Sen gitmeye kalkarsın, anlamazlar. (Bir kadının tiz sesiyle:) NEREYE GİDİYORSUN? “Kaçıyorum burdan, bebeğim!” Benim kadın düşmanı olduğumu düşünüyorlar, ama değilim. Kitaplarımı okumayıp duyduklarıyla karar veren insanlar bunlar. “Bukowski kadın düşmanı bir domuzdur!” Bunu duyuyorlar ama işin aslı nedir diye merak etmiyorlar. Evet, zaman zaman kadınları aşağıladığım doğru, ama erkekleri de aşağılıyorum. Hatta herkesten çok kendimi aşağılarım. Birinin aşağılanmayı hak ettiğini düşünüyorsam aşağılarım -erkek, kadın, çocuk, köpek, fark etmez. Kadınlar fazla hassas, ayrımcılığa maruz kaldıklarını sanıyorlar. Onların sorunu da bu. 

İLKİ:
İlkini düzmek gerçekten tuhaftı -bilmiyordum- bana yalamayı filan öğretti. Hiçbir şey bilmiyordum. “Hank,” dedi, “büyük bir yazarsın, ama kadınlar hakkında bir bok bilmiyorsun!” Ben de, “Ne demek istiyorsun, bir sürü kadınla düzüştüm ben,” dedim. “Hayır, bilmiyorsun, izin ver de sana öğreteyim,” dedi. “Pekala,” dedim. Sonra, “Sen çok iyi bir öğrencisin, hemen kapıyorsun,” dedi. Bu kadar -(Biraz utanıyor. Ayrıntılardan değil, hatırlamanın duygusallığından daha çok.) Ama yarık yalamak filan bir süre sonra insana kendini uşak gibi hissettiriyor. Kadınları memnun etmek hoşuma gidiyor, ama… Cinsellik çok abartılıyor, moruk. Seks sadece abazansan harika. 

AIDS’DEN ÖNCE SEKS VE EVLİLİĞİ ÜZERİNE:
Hayatımın yarısı yatakta geçiyordu bir ara. Bilmiyorum, bir trans haliydi galiba, düzüşme transı. Düzüş, düzüş… (gülüyor)… Öyleydim! (gülüyor)
Ve kadınlar, birkaç laf ettikten sonra bileklerinden kavrarsın, “Hadi, güzelim.”Yatak odasına götürüp düzersin. Ve itiraz etmezler, moruk. O ritme girdikten sonra takılırsın. Çok fazla kadın var ortalıkta. İyi görünürler, ama kopmuşlardır. Tek başlarına yaşarlar, işe giderler, eve dönerler… Birinin onları öyle götürmesi büyük şeydir onlar için. Bir de oturup içiyor ve konuşuyorsa, iyi vakit geçiriyorlar demektir. İyiydi… şanslıydım. Çağdaş kadınlar… söküklerini dikmezler ama… onu unut 

IV.

GÜZELLİK ÜZERİNE:
Güzellik diye bir şey yok, özellikle insan yüzünde… fizyonomi dediğimiz şey. Hatlar arası uyum söz konusudur, matematikseldir. Burun fazla göze batmasın, yanlar modaya uygun olsun, kulak memeleri fazla iri olmasın, saçlar uzun… Genellemelerden oluşmuş bir serap. Kimileri bazı yüzleri harikulade bulur, ama gerçekte, son kertede, değillerdir. Sıfıra eşitlenmiş cebirsel bir denklem. “Gerçek güzellik”, tabii ki, kişilikte yatar. Kaşların biçiminde değil. Pek çok kadın bana beni harikulade bulduklarını söylemiştir… oysa benim yüzüme bakmak bir kase çorbaya bakmaktan farksızdır. 

ÇİRKİNLİK ÜZERİNE:
Yoktur çirkinlik diye bir şey. Biçimsizlik vardır, ama dışa dönük bir çirkinlik yoktur… Ben konuştum.

BİR ZAMANLAR:
Kışın ortasıydı, New York’taydım. Yazar olmaya çalışıyor, açlıktan ölüyordum. Üç-dört gündür ağzıma lokma girmemişti. Sonunda, “kocaman bir torba patlamış mısır yiyeceğim,” dedim. Tanrım, uzun zaman olmuştu bir şey tatmayalı, lezizdi. O patlamış mısır tanelerinin her biri biftekti sanki! Çiğniyordum ve zavallı mideme iniyorlardı. “TEŞEKKÜR EDERİM TEŞEKKÜR EDERİM TEŞEKKÜR EDERİM!” diyordu midem. Cennetteydim. Yürürken iki kişi geçti yanımdan ve biri diğerine “Tanrım!” dedi. Diğeri, “Ne oldu?” diye sordu. O da “Patlamış mısır yiyen adamı görmedin mi? Tanrım, korkunçtu!” Patlamış mısırın tadı biraz kaçtı bunu duyduğumda. Ne demek, korkunç, diye geçirdim. Korkunç mu? Cennetteyim lan ben. Biraz pejmürde bir halim vardı gerçi. Hapı yutmuş birini hissederler onlar.

BASIN ÜZERİNE:
Saldırıya uğramaktan hoşlanırım aslında. “İğrenç Bukowski!” Gülümserim bunu görünce, biliyor musun, hoşuma gider. “Ah, berbat bir yazar!” Bu beni daha da sevindirir. Beslenirim bununla. Ama biri bana, “Hey, seni bilmem hangi üniversitede ders olarak okutuyorlar,” dediğinde ağzım açık bakakalırım. Bilmiyorum… fazla kabul görmek ürkütücü. Bir yerlerde yanlış bir şey yaptın demektir. 

Hakkımda söylenen kötü şeyler eğlendirir beni. Kitap satışlarını artırır ve beni kötü kılar. Kendimi iyi hissetmeye ihtiyacım yok, çünkü iyi biriyim zaten. Ama kötü? Bu yeni bir boyut katıyor bana. (Sol elinin serçe parmağını kaldırarak) Bu parmağı fark ettin mi daha önce? (Parmak felce uğramış gibi aşağı doğru kıvrık) Bir gece sarhoşken kırdım. Nasıl kırdım bilmiyorum, ama doğru kaynamadı gördüğün gibi. Gel gör ki klavyenin “a” tuşu için mükemmel… ve neden gizleyeyim… kişiliğime katkıda bulunuyor. Gördün mu, şimdi hem kişiliğim hem de farklı bir boyutum var. (Gülüyor.)

CESARET ÜZERİNE:
Cesur insanların çoğunun hayal gücü zayıftır. İşler yolunda gitmezse başlarına gelecekleri kestiremezler sanki. Gerçekten cesur olanlar hayal güçlerini yenip yapmaları gerekeni yapanlardır.

KORKU ÜZERİNE:
Hakkında hiçbir şey bilmiyorum.

ŞİDDET ÜZERİNE:
Şiddetin çoklukla yanlış yorumlandığını düşünüyorum. Belli bir şiddet gereklidir. Hepimizin içinde çıkmayı talep eden bir enerji var. O enerji bastırılırsa deliririz. Hepimizin arzuladığı o mutlak huzur hali arzulanacak bir bölge değildir. Bir şekilde yapımıza uygun değil. Boks maçlarını seyretmeyi bu yüzden seviyorum, gençliğimde de bu yüzden severdim arka sokaklarda dövüşmeyi. “Enerjinin şerefli bir biçimde dışa vurulması,” bazen şiddet olarak yorumlanır. “İlginç delilik” ve “iğrenç delilik” vardır. Şiddetin de iyi ve kötü biçimleri var. Yani belirsiz bir sözcük şiddet. Başkalarına fazla zarar vermedikçe yerine göre iyi olabilir.

FİZİKSEL ACI ÜZERİNE:
Çocukluğumda matkapla deldiler beni. İri çıbanlarım vardı. Fiziksel acıya karşı dayanıklılık kazanabiliyorsun. Hastaneye gidiyordum ve beni deliyorlardı, bir gün içeri biri girdi ve “ömrümde matkaba bu kadar dayanıklı birini görmedim,” dedi. Cesaret değil bu -çok fazla fiziksel acıya maruz kalırsan, teslim olursun- bir süreçtir, uyum sağlarsın.

Zihinsel acıya uyum sağlanmaz ama. Benden uzak olsun

V.

HİPODROMDA TANINMAK ÜZERİNE:
Geçen gün tribünde oturuyordum, birinin bana baktığını hissettim. Başıma gelecekleri bildiğimden yer değiştirmek için ayağa kalktım. “Affedersiniz?” dedi. “Evet, ne istiyorsun?” diye sordum. “Siz Bukowski misiniz?” dedi. “Hayır!” dedim. “İnsanlar bunu size sürekli soruyorlardır herhalde?” dedi. “Evet!” dedim ve uzaklaştım. Biliyorsun, daha önce de tartıştık bunu. Mahremiyet gibisi yoktur. Ben insanları severim, biliyorsun. Kitaplarımı sevmeleri filan güzel… Ama ben kitap değilim, anlıyor musun? Ben o kitapları yazan kişiyim, ama yanıma gelip başımdan aşağı gül yaprakları filan dökmelerini istemiyorum. Soluk almak istiyorum. Benimle takılmak istiyorlar. Beraberimde birkaç çılgın fahişe getireceğimi, birilerini yumruklayacağımı filan düşünüyorlar herhalde. Öyküleri okuyorlar! Lanet olsun, o anlattıklarım yirmi yıl önce, otuz yıl önce olmuş şeyler, birader!

ŞÖHRET ÜZERİNE:
Öğütür insanı. Fahişedir, kancıktır, tüm zamanların en büyük öğütücüsüdür. Ben şanslıyım, çünkü Avrupa’da büyük bir şöhretim var, burdaysa fazla tanınmıyorum. Dünyanın en talihli adamlarından biriyim. Şanslı bir köpek. Şöhret korkunç bir şey gerçekten. Sıradanlık cetvelinde bir ölçüdür, birinci viteste çalışan beyinler. Değersizdir. Seçkin bir seyirci çok daha iyidir.

YALNIZLIK ÜZERİNE:
Hiç yalnız hissetmedim kendimi. Bir odada tek başıma kaldım, intiharın eşiğinde. Kendimi çok kötü hissettiğim oldu, ama hiçbir zaman birinin odaya girip kendimi daha iyi hissetmemi sağlayacağını düşünmedim… ya da birkaç kişinin. Başka bir deyişle, yalnızlık beni hiçbir zaman rahatsız etmemiştir, çünkü yalnız kalmaya doyamam. Ben kendimi insan dolu bir odada ya da tezahürat yapan seyircilerle dolu bir tribünde en yalnız hissederim. Ibsen’den bir alıntı yapacağım: “En güçlü insanlar genellikle yalnızdır.” Hiçbir zaman içimden, “şuh bir sarışın içeri girip beni düzecek, taşaklarımı ovacak ve kendimi daha iyi hissedeceğim,” diye geçirmedim. Hayır, onun hiçbir yararı olmaz. İnsanları bilirsin, “Hey, Cuma akşamı, ne yapacağız? Burda kös kös oturacak mıyız?” Evet, kesinlikle. Çünkü yok dışarıda bir şey. Aptallık sadece. Aptal insanlarla fingirdeyen aptal insanlar. Geceye koşa koşa çıkmak gibi bir ihtiyaç içinde olmadım hiçbir zaman. Barlarda gizlendim, çünkü fabrikalarda gizlenmek istemiyordum. Hepsi bu. Milyonlarca insan adına özür dilerim, ama ben kendimi hiçbir zaman yalnız hissetmedim. Kendimden hoşnutum. Bildiğim en iyi eğlence kendimim. Biraz daha şarap içelim!

TEMBELLİK ÜZERİNE:
Önemlidir -tembellik etmeyi bilmek lazım. İşin özü tempodur. Yaptığından tamamen uzaklaşıp doğru zamanda mola almazsan her şeyi kaybedersin. İster aktör ol, ister ev kadını, fark etmez… Doruk noktalarının arasında hiçbir şey yapmadığın boşluklar olmalı. Yatağa uzanıp tavanı seyret. Bu çok, çok önemlidir… Hiçbir şey yapmamak, çok çok önemli. Ve bu çağdaş toplumda kaç kişi yapıyor bunu? Çok az. Bu yüzden herkes kaçık, saldırgan, öfke ve nefret dolu. Eskiden, evlenmeden önce, bütün perdeleri çekip yatağa girer, üç-dört gün yataktan çıkmazdım. Sıçmak için kalkar, konserve fasulye yiyip tekrar yatağa girerdim. Üç-dört gün yatakta kalırdım. Sonra kalkar, giyinir ve dışarı çıkardım. Pırıl pırıl bir güneş olurdu dışarda, harikulade sesler. Güçlü hissederdim kendimi, şarj edilmiş bir akü gibi. Ama canımı sıkan ilk şey ne olurdu, biliyor musun? Kaldırımda gördüğüm ilk insan yüzü. Şarjımın yarısını kaybederdim o anda. Kapitalizmle yüklü devasa, boş, aptal ve duygusuz bir yüz -“öğütülmüş” Ve içimden, “Ahhhh, yarısını götürdü!” derdim. Yine de değerdi ama, öteki yarısı benimdi. Evet, tembellik. Öyle derin düşüncelere dalmaktan filan da söz etmiyorum. Serbest düşünce, bir yere varmaya çalışmadan… salyangoz gibi. Harikuladedir.

VI.

MİZAH VE ÖLÜM ÜZERİNE:
Çok az mizah var. Sıkı mizahçı diyebileceğim son adam James Thurber’dı. Ama mizahı o kadar muhteşemdi ki gözardı edildi. Bu adam çağın psikolog/psikiyatr’ı diyebileceğimiz biriydi. Kadın erkek ilişkisini çözmüştü. Her derde deva. Mizahı o denli gerçekçidir ki çılgınca rahatlama çığlıkları olarak çıkar kahkahalar içinden. Thurber’dan başka kimse gelmiyor aklıma… Bende de bir parça var… Onunki gibi değil ama. Benimkine mizah denmez aslında. Ben ona… “komik bir uç,” diyorum. Tutkunum o komik uca. Ne olursa olsun… mutlaka saçma ve gülünç bir tarafı vardır. Nerdeyse her şey gülünçtür. Biliyorsun, her gün sıçarız. Bu da saçma sapandır. Öyle değil mi sence? İşemek zorundayız, yemek yemek zorundayız, kulaklarımızdan bal mumu çıkıyor, kaşınıyoruz. Gerçekten çirkin ve aptalca, biliyor musun?

Ucubeyiz. Bunu idrak edebilsek kendimizi sevmeyi becerebileceğiz belki… içimizde dolanan bağırsaklarımızla, birbirimizin gözlerine bakıp, “seni seviyorum,” derken içimizde yavaşça karbona dönüşen bokumuzla… ve birbirimizin yanında osurmayız. Her şeyin komik bir yanı var…

Sonra da ölürüz. Ama, ölüm bizi hak etmiyor. Biz ölüme bütün delilleri gösterdik, ama o bize tek bir delil bile göstermedi. Doğarak hayatı hak mı ettik? Hayır, ama o orospu çocuğu ensemize yapışıyor. Kızıyorum ölüme. Hayata da kızıyorum. İkisinin arasında sıkışıp kalmış olmaya kızıyorum. Kaç kez intihara kalkıştığımı biliyor musun? Zaman tanı bana. 66 yaşındayım henüz. Hâlâ çalışıyorum.

İntihar kompleksin varsa hiçbir şey seni rahatsız etmez… Hipodromda kaybetmek dışında. O insanın canını sıkıyor. Neden acaba?… Çünkü hipodromda yüreğini değil de beynini kullanıyorsun.

Hayatımda hiç ata binmedim.

Beni asıl ilgilendiren doğru veya yanlış karar vermek, atlar umurumda değil.

HİPODROM ÜZERİNE:
Bir ara hayatımı hipodromda kazanmayı denedim. Acı verici. Heyecan verici. Her şey sınırdadır -kira- her şey. Ama, fazla ihtiyatlı olmaya başlıyorsun… aynı şey değil.

Bir keresinde tam dönemecin önünde oturuyordum. On iki at vardı o koşuda ve dönemece geldiklerinde kopma yoktu, sıkı bir grup halinde koşuyorlardı. Çılgın bir görüntüydü. Atların kıçlarına baktım ve içimden, “Delilik bu, tam bir delilik!” diye geçirdim. Ama dört yüz-beş yüz dolar kazandığın günler de vardır, arka arkaya sekiz koşuyu bilirsin ve kendini Tanrı gibi hissedersin, her şeyi biliyormuş gibi. Her şey bu işin bir parçasıdır.
(Bana dönüyor:)
CB: Bütün günlerin iyi geçmez, değil mi?
SP: Hayır.
CB: Bazı günler iyi mi?
SP: Evet.
CB: Çoğu mu?
SP: Evet.
(Kısa bir sessizlikten sonra şaşırmış bir biçimde gülüyor)
CB: Sadece birkaçı demeni bekliyordum… Hayal kırıklığına uğrattın beni!

İNSANLAR ÜZERİNE:
İnsanlara fazla bakmam. Rahatsız edicidir. Birine çok fazla bakarsan onun gibi olmaya başlarsın derler. Zavallı Linda.

Fazla gereksinim duymam insanlara. Beni doldurmazlar, boşaltırlar. Kimseye saygı duymuyorum. Böyle bir sorunum var… Yalan söylüyorum, ama inan, doğru.
Hipodromdaki parkçı çocuk iyidir. Bazen, hipodrom çıkışında şöyle bir konuşma geçer aramızda:
“Hey, n’aber, moruk?” diye sorar.
“Bıçağı gırtlağıma dayamak üzereyim… Beyaz bayrağı sallamaya hazırım. Benden bu kadar.”
“Adam sen de! Bir gece birlikte çıkıp içelim. Bu geceye ne dersin? Birkaç kişiyi marizleyip birkaç hatun düzeriz.”
“Şu işi bir düşüneyim, Frank.”
“Biliyor musun, işler ne kadar sarpa sararsa, ben o kadar akıllanırım.”
“Sen hayli akıllı bir adam olmalısın, Frank.”
“İyi ki seninle gençliğinde tanışmamışız.”
“Evet, biliyorum ne diyeceğini. İkimiz de şimdi San Quentin Hapishanesi’ndeolurduk.”
“Doğru!”

VII.

YAZMAK ÜZERİNE:
Küçük bir kıza tecavüz eden bir adamın bakış açısından bir öykü yazdım. İnsanlar beni suçladılar. Biri söyleşiye geldi. “Küçük kızlara tecavüz etmekten mi hoşlanırsınız?” diye sordu. “Tabii ki, hayır,” dedim, “ben hayatı fotoğraflarım.” Yazdığım bir sürü şey yüzünden başım belaya girdi. Öte yandan, bela kitap sattırır. Ama, işin esasına inersek, ben kendim için yazarım. (Sigarasından derin bir nefes çekiyor.) Böyle. “Duman” benim, kül küllüğün… budur yayınlanmak.
Asla gündüz yazmam. Çıplakken alış veriş merkezinde koşmak gibi bir şey gündüz yazmak. Herkes seni görür. Gece… işte o zaman numara çekebilirsin… sihir.

ŞİİR ÜZERİNE:
İlkokulun bahçesindeyken “şair” ya da “şiir” sözcüğü telaffuz edildiğinde bütün çocuklar gülüp alay ederlerdi. Şimdi anlıyorum nedenini, çünkü sahte bir üründür şiir. Yüzyıllardır sahte, züppe ve kökleşmiş. Aşırı-hassas. Aşırı-değerli. Çöp yığını bana sorarsan. Yüzyıllardır şiir niyetine çöp üretiliyor. Sahtekarlık, kalpazanlık. 

Birkaç iyi şair var tabii ki, beni yanlış anlama. Li Po adında Çinli bir şair var örneğin. Çoğu şairin kendi bokuyla on iki-on dört sayfada katamayacağı kadar duygu, gerçeklik ve tutkuyu dört-beş yalın dizeye sığdırabilen bir şair. Şarapçıydı da üstelik. Şiirlerini tutuşturup nehirde yüzdürür, şarap içermiş. İmparatorlar onu çok severmiş, çünkü ne dediğini anlarlarmış… Ama, tabii ki, sadece kötü şiirlerini tutuştururmuş. (gülüyor)

Benim yapmaya çalıştığım, affına sığınarak, hayatın fabrika işçisi boyutunu edebiyata katmaktır… işten eve döndüğünde dırdır eden karısı. Sıradan insanın gündelik gerçekliği… yüzyılların şiirinde pek söz edilmeyen bir şey. Yüzyılların şiirinin bok olduğunu söylediğim kayıtlara geçsin. Utanç verici. 

CELİNE ÜZERİNE:
Celine’i ilk okuduğumda yatağa bir kutu Ritz krakerle girmiştim. Onu okurken bir yandan da kraker yiyordum. Sonra gülmeye başladım, krakerleri çatır çatır yerken bir yandan da kahkaha atıyordum. Bir solukta okudum romanı. Bir kutu krakeri bitirdim, moruk. Kalkıp su içtim. Görmeliydin beni. Kımıldayamıyordum. İyi bir yazar işte böyle yapar adamı. Öldürür nerdeyse… kötü bir yazar da.

SHAKESPEARE ÜZERİNE:
Okunurluğu zayıf ve fazlasıyla abartılmış bir yazar bence. Ama kimse bunu duymak istemiyor. Görüyor musun, tapınaklara saldıramıyorsun. Yüzyıllarla yerleşmiş bir yazar Shakespeare. “Kanımca bilmem kim kötü bir aktör!” diyebiliyorsun. Ama Shakespeare boktan bir yazardır diyemiyorsun. Bir şey ne kadar eskiyse züppeler ona o kadar yapışır, vantuz gibi. Züppeler bir şeyin emniyetli olduğunu hissetmesinler… yapışırlar. Onlara gerçeği söylediğin zaman da delirirler. Kaldıramazlar. Bütün düşünce sistemlerine saldırmış olursun. Tiksindiriyorlar beni.

OKUMAKTAN EN ÇOK HAZ DUYDUĞU ŞEY ÜZERİNE:
The National Enquirer’da şöyle bir şey okudum: “Kocanız eşcinsel mi?” Linda bir keresinde bana, “İbne gibi sesin var!” dedi. Ben de, “Öyle mi, hep merak ederdim,” dedim. (Gülüyor) Bu makale şöyle devam ediyor. “Kaşlarını yoluyor mu?” İçimden, hasiktir, ben bunu hep yapıyorum, diye geçirdim. Artık ne olduğumu biliyorum… İbneyim! Tamam. The National Enquirer’a bana ne olduğumu söylediği için müteşekkirim.

VIII. 
SÖYLEŞİLER ÜZERİNE: 
Köşeye sıkışmak gibi. Mahcubiyet verici. Bu yüzden her zaman bütün doğruyu söylemem. Doğrunun etrafında dolanıp kafa bulmayı severim, bu yüzden de eğlendirmek ve palavra adına bazen yanlış bilgi de veririm. Beni tanımak istiyorsan asla söyleşilerimi okuma. Bunu da yok say.

şimdi biliyorum ki kazanamayız

hayır
kazanamayız mümkün değil
kazanamayacağımıza karar verdim
bi an için kazanabileceğimizi sanmıştık
ama sadece bi an için
şimdi biliyorum ki kazanamayız
hareketsiz dursak da kazanamayız
koşsak da
doğru davransak kazanamayız
hata yapsak kazanamayız
başka biri kazanacak
o yüzden başka biri orada
ve biz de buradayız…

Charles Bukowski