Şaşırdım Kaldım İşte

Sözde, senden kaçıyorum dolu dizgin atlarla..
Bazen sessiz sedasız ipekten kanatlarla..

Ama sen hep bin yıllık bilenmiş inatlarla..
Karşıma çıkıyorsun en serin imbatlarla..

Adını yazıyorsun bulduğun fırsatlarla..
Yüreğimin başına noktalarla.. Hatlarla..

Başbaşa kalıyorum sonunda heyhatlarla..
Sözde, senden kaçıyorum doludizgin atlarla.

Ne olur bir gün beni kapında olsun dinle..
Öldür bendeki beni..
..Sonra dirilt kendinle!

Çarpsan karasevdayı en azından yüzbinle..
Nasıl bağlandığımı anlarsın kemendinle..
Kaç defa çıkıp gittim buralardan yeminle..
Ama her defasında geri döndüm SENİNLE..

Hangi düğüm çözülür.. Nazla.. Sitemle.. Kinle..
Ne olur bir gün beni, kapında olsun dinle..

Şaşırdım kaldım işte, bilmem ki n’emsin..?
Bazen kızkardeşimsin.. Bazen öpöz annemsin..
Sultanımsın susunca, konuşunca kölemsin..
Eksilmeyen çilemsin..
Orada ufuk çizgim, burda yanım yöremsin..
Beni ruh gibi saran sonsuzluk dairemsin..

Çâresizim.. Çâremsin..

Şaşırdım kaldım işte bilmem ki neyimsin…

Yavuz Bülent Bakiler

Bir damla su

Ben didinirken bir ara yavaşça elime dokunduğunu hissettim. “Oğlum bırak. Bardak doldu artık. Ömrü tamam oldu. Bir damla istiyordu, o da damladı işte.”

KÜTÜPHANE 

Aralıksız yağan kar tüm kasabayı kalın ve şefkatli bir yorgan gibi örtmüş. Halk kütüphanesine çıkan yüksek merdivenlerin sokağa kavuştuğu yerde, sırtımı duvara yaslamış, kapının açılmasını bekliyorum. Az sonra kütüphanenin yaşlı odacısı Yaşar Efendi, yanımdan geçerek merdivenleri tırmanmaya başlıyor. Yan gözle bana bakıyor, hissediyorum. Kütüphanenin kapısında bekleyen cılız bir çocuk! İki üç basamak arkasından, aynı yavaşlıkta merdivenleri çıkarak takip ediyorum onu. Kapının önündeki sahanlıkta biraz oyalandıktan sonra büyükçe bir anahtarla kapıyı açıyor. İki kanatlı ahşap kapının önünde duran, mazgal tarzındaki metal paspasa ayakkabılarını iyice sürterek temizliyor sonra. Bu hareketin aslında bana yapıldığını çok iyi biliyorum. Şimdi içeri girdi ve kapının yanında dikiliyor. Eski ve ıslanmış ayakkabılarımı defalarca paspasa sürtüyorum. Yüzünde hiç değişmeyen bir ifadeyle sessizce izliyor beni. Bir süre daha baktıktan sonra yeterli olduğunu düşünmüş olmalı ki içeri gidip kayboluyor. Artık girebilirim. İçerde kimse yok. Pencerenin yanındaki masaya gidip oturuyorum. ‘Esrarlı Ada’ yarım kalmıştı, kaldığım yerden devam edeceğim. Kitabı alıyorum raftan ve doğru kayıt defterinin olduğu masaya. Yaşar Efendi, sobanın yanında elinde kömür kovasıyla durmuş, beni izliyor. Kızmak için bir şey arıyor ama şu ana kadar hiç hata yapmadım. Her şey onun istediği gibi oldu. Yerime geçiyorum ve ah, işte. Ağır sandalyeyi çekerken istemeden çıkan bir gıcırtı sesi. Öfkeyle baktıktan sonra başını sallayarak sobaya kömürleri dolduruyor. Olsun, kitabıma kavuştum nihayet. Çok geçmeden küçük kütüphane iyice ısınıyor ve içerisi gürültücü, üşümüş çocuklarla dolmaya başlıyor. Öksüren, gülüşen, birbiriyle itişerek kıkırdayan bir topluluk. Hepsi de arkadaşım. Eski ceketlerinin içinde kaybolmuş, çelimsiz ve kavruk gövdelerini nasıl taşıyacaklarını bilmeden, buldukları ilk sandalyeye oturur ve hemen etrafa bakınmaya başlarlar. Havada, ıslak ayakkabı ve çorap kokusuyla salınan bir uğultu. Girenler, çıkanlar, kapıyı açıp bir süre bakındıktan sonra kaybolanlar, sıklaşan sandalye gıcırtıları. Giderek artan gürültü ve itişmelerle baş edemeyen Yaşar Efendi, salona bitişik olan küçük odanın kapısından bir an kaybolur sonra. Kapı cızırtıyla yeniden açıldığında, eşikte kütüphanenin kadim müdürü Mehmet Bey dikilmektedir.
Mehmet Bey, hiç unutmadığım repliğini her seferinde aynı cümle ve tonlamalarla tane tane söylemeye başlar:
“Bardağı suyla doldurursunuz. Dolar ama taşmaz. Ağzına kadar doldurursunuz, yine taşmaz. Ama bir damla daha koyarsanız, işte o zaman taşar. Sadece bir damla. Biliyor musunuz, bardağın taşmasına bir damla kaldı!” 

SARMISAK 

Yaşlı adam, şişmanlığını saklayan sevimli, çevik gövdesi ve ablak, kırmızı çehresiyle bir haftadır dahiliye servisinde yatıyor. Yüksek tansiyon ve kalp yetmezliği var. Uzunca boylu, esmer, çopur yüzlü karısı da refakatçisi. Adamın benimle ve hemşirelerle arası pek iyi. Bekâr olduğumu bildiği için, serviste çalışan hemşirelerin içinden kendince en güzelini seçmiş, çöpçatanlık yapıyor. Beni de gelip gittikçe ikna etmeye çalışıyor. Eşi, sessizce ve garip bir tebessümle izliyor yaşlı adamın çocuksu hallerini. 
Hemşire hanım beni çağırdığında babama mektup yazıyordum. Koşarak gittim. Yaşlı adam epeyce kusmuş ve kendinde değildi. Mide kanaması mı geçiriyor? Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken ilk fark ettiğim şey, odadaki kesif sarmısak kokusu ve eşinin hiçbir şey olmamış gibi sessizce Kuran okumasıydı.
Muayene ederken dahiliyecinin çabuk gelmesi için de dua ediyordum içimden. Kontrol altına aldığımız bir hasta niye böyle olmuştu. Hemşire, ben sormadan konuştu: “Efendim ben söyleyecektim ama fırsat olmadı. Sabah bir avuç sarımsak yedirirken yakaladım yakınlarını. Tansiyon çabuk düşsün diye. Galiba üç dört gündür hastaya avuç avuç sarmısak yedirmişler.” Tam bu sırada, yaşlı adamda kalp ve solunum durdu. Kaybediyorduk adamı. Telaşla kalp masajına başladım. Yatağın üzerinde bir yandan kendime yer açmaya çalışıyor, bir yandan da masaj için uğraşıyordum. Tüm bu telaşın ortasında hiçbir şey yokmuş gibi davranan tek insan adamın karısıydı. Ben didinirken bir ara yavaşça elime dokunduğunu hissettim. Bir an göz göze geldik. Baktım, bir şeyler söylüyor: “Oğlum bırak. Eziyet etme adama. Bardak doldu artık. Ömrü tamam oldu. Bir damla istiyordu, o da damladı işte. Uğraşma.” 
İhtiyar adamı kaybettik. Tansiyon ve kalpten değil, mide kanamasından.

KOMUTAN 

Bir bayram günüydü. Erkenden kalkmış, ellerini öpüp, bir köşeye çekilmiştim. Sitenin bahçesinden telaşlı çocuk sesleri geliyor. Annemin dudakları kıpır kıpır, kim bilir hangi duanın peşinde. Babam ilaçların kaşıntı yaptığını söylüyor sürekli. “Hepsini bıraksak ne olur oğlum. Hiç içmesem?” dedi kendi de inanmayarak. Biraz durdum ve “İyi baba, bırakalım, hiç içme” dedim. Öylece baktı yüzüme. Kızdığımı düşünüyor, biliyorum. “Baba, biliyorsun ilaç içmeden olmaz” diyerek yumuşattım sesimi. Pencereden dışarı baktı ümitsizce ve askerdeki komutanı Semih Bey’den söz etmeye başladı: “Atış yapılacak; hedefi tutturan nişancılar mükafat iznine gönderilecek” dediler bir gün. Herkes heveslendi tabii. Atış yerine giderken ayağıma vurdu Semih Bey, “Karavana at, karavana” dedi. Niye dediğini anlamadım ama ben hep karavana attım. En iyi nişancılar Kürtlerden çıkardı hep. Yine öyle oldu. Birincilerin hepsini de doğudaki eşkıya takibine gönderdiler.” 
Mükafat izni beklerken akrabalarını öldürmeye gönderilen askerler ağlıyormuş giderken: “Vallah komutan, bizi öldür amma, gönderme.” 
“Hepsinin de künyesi geldi sonra” dedi babam hüzünle. 
Tuhaf bir sessizlik çöktü salona. Canım sıkılmıştı doğrusu. “Baba, Semih Bey nerededir şimdi” diye sordum. “Mersin’deydi galiba” dedi ve elini ceketinin iç cebine sokarak zorlukla cüzdanını çıkardı. Böyle anlarda yardım etmem lazım, biliyorum. Cüzdanı elinden alarak, emekli maaşını aldığı bankamatiğin altına yerleştirdiği kartvizitleri sıralamaya başladık. Evet, işte Semih Bey’in kartviziti. Yıllar önce yaptığı Mersin ziyareti sırasında komutanını bulmuş, sohbet etmiş, bu kartviziti de o sırada almıştı.
“İstiyorsan bulayım, ne dersin?” dedim.
“Öyle mi, bulunur mu?” dedikten sonra, sessizce beklemeye başladı. Kartvizitteki telefon ve bilinmeyen numaraların da yardımıyla, komutanın kızına ulaştım. “Babam iki sene önce öldü” dedi. Hiçbir şey söylemedim ve annesinin telefonunu aldım. Az sonra, komutanın eşi telefondaydı. Babamın oturduğu yere kadar taşıdım telefonu ve uzattım ona. Titreyerek ayağa kalktı, 85 yaşındaki parkinsonlu babam: “Efendim benim, Mevlüt ben.”
Diyafonu açmıştım. Belli ki yaşı babamdan daha küçük olan hanım, “Mevlüt, evladım” diye konuşuyordu. Semih Bey’in vefat haberini verince sarsıldı babam.
“Öyle mi, komutanımı kaybettik öyle mi?” dedi birkaç kez.
“Sen nasılsın evladım, sağlığın nasıl?” diye sordu, Semih Bey’in eşi. 
Babam, her duyduğumda beni şaşırtan bir güce sahip o cümleyi tekrarladı komutanının eşine: 
“İyiyim efendim. Yaşlılık işte. Bardak doldu, ama damlası eksik. Onu bekliyorum efendim.”

Ercan Kesel

Mağaradakiler

Bir mağara düşün dostum. Girişi boydan boya gün ışığına açık bir yeraltı mağarası. İnsanlar düşün bu mağarada. Çocukluktan beri zincire vurulmuş hepsi; ne yerlerinden kıpırdamaları, ne başlarını çevirmeleri kabil. Yalnız karşılarının görüyorlar, ışık arkalarından geliyor. Uzaktan, tepede yakılan bir ateşten. Ateşle aralarında bir yol var, yol boyunca alçak bir duvar. Göz bağıcıları seyircilerden ayıran setleri bilirsin, üzerlerinde kuklalarını sergilerler, öyle bir duvar işte… Ve insanlar düşün, ellerinde eşyalar: Tahtadan, taştan insan veya hayvan heykelcikleri, boy boy, biçim biçim. İnsanlar duvar boyunca yürümektedirler, kimi konuşarak, kimi susarak. Garib bir tablo diyeceksin, hele esirler daha da garib, doğru. Ömür boyu başlarını çeviremeyecek; kendilerini de, arkadaşlarını da, arkalarından geçen nesneleri de duvara vuran gölgelerinden izleyecekler. Şimdi de mağaranın yankılandığını düşün. Dışarıdan biri konuştu mu, esirler gölgelerin konuştuğunu sanır, öyle değil mi? Kısaca, onlar için tek gerçek var: Gölgeler.

Tutalım ki zincirlerini çözdük esirlerin, onları vehimlerinden kurtardık. Ne olurdu dersin, anlatayım. Ayağa kalkmağa, başını çevirmeğe, yürümeğe ve ışığa bakmağa zorlanan esir, bunları yaparken acı duyardı. Gözleri kamaşır, gölgelerini görmeğe alıştığı cisimleri tanıyamazdı. Biri, ona: «Ömür boyu gördüklerin hayâldi. Şimdi gerçekle karşı karşıyasın» diyecek olsa, sonra da eşyaları bir bir gösterse, «bunlar nedir» diye sorsa, şaşırıp kalır; mağarada gördüklerini, şimdi gösterilenlerden çok daha gerçek sanırdı.

Bir de düşün ki tutsağı mağaradan çıkarıp dik bir patikadan güneşin aydınlattığı bölgelere sürükledik. Bağırdı, yanıp yakıldı, öfkelendi… Kulak asmadık. Gün ışığına yaklaştıkça gözleri daha çok kamaştı. Hiç birini seçemez oldu gerçek nesnelerin. Sonra, yavaş yavaş alıştı aydınlığa. Önce gölgeleri fark etti, arkasından insanların ve cisimlerin suya vuran akislerini. Akşam olunca göğe çevirdi bakışlarını, ayı gördü, yıldızları gördü. Zamanla güneşin sulardaki aksine bakabildi. Nihâyet gökteki güneşe çevirdi gözlerini. Ve düşünmeğe başladı. Ona öyle geldi ki mevsimleri de, yılları da güneş yaratıyor, görünen dünyanın yöneticisi o. Esirlerin mağarada gördükleri ne varsa onun eseri. Ve eski günlerini hatırladı. Ne kadar yanlış anlamışlardı bilgeliği. Mutluydu şimdi, mağarada kalan arkadaşlarına acıyordu. Eski hayâtına, eski vehimlerine dönmemek için her çileye katlanabilirdi.

Adamın mağaraya döndüğünü tasavvur et. Karanlığa kolay kolay alışabilir mi? Dostlarına hakikati söylese dinlerler mi onu? Ağzını açar açmaz alay ederler: «Sert dışarıda gözlerini kaybetmişsin, arkadaş. Saçmalıyorsun. Biz yerimizden çok memnunuz. Bizi dışarı çıkmağa zorlayacakların vay hâline.»

İşte böyle aziz dostum. Sana anlattığım hikâye kendi hâlimizin tasviridir. Yer altındaki mağara: Görünürler dünyası. Yücelere çıkan tutsak, meseller (idea’lar) âlemine yükselen ruh.

Eflâtun, Devlet

Mağaradakiler, Cemil Meriç

Şiir Gönlün Dili

Şiir Gönlün Dili

İrfan coğrafyası da iki bölgeye ayrılmış. Birincinin kültürü kıyasa, ikincinin saza dayanır. Avrupa’da kültürün aracı akıl, Asya’da coşku. Aklınn dili söz, coşkunun mûsiki. Avrupa’da söz, mûsikiden kopmuş; Asya’dan mûsikinin kendisi. Yunan’da mezamir yok, Asya’da trajedi. Avrupa’da söz, bir izah cehdi, bir deliller resmigeçidi, istidlaller arasında bir çatışma, kaynaştırmaz ayırır. Asya’da kelâm, sonsuz makamları olan bir beste. Avrupa, zekânın vatanı; Asya gönlün. Zekânın dili nesir, gönlün şiir.

Biz de Asyalıyız. Türkün serâzat ruhu aruzda kanatlandı. Cedlerimiz, ihtiyar şarkın köhne mazmunlarına bekâret kazandırdılar. Şiir, mûsikinin bir devamı idi. Mûsiki mutlakın ve ezelinin sesi: Ezan, tecvit, mevlid ve aruz.

Şiirle mûsiki bir elmanın iki yarısı. Mûsiki daha müphem, daha dalgalı. Şiir daha aydınlık, daha düşünce. Mûsiki saf, şiir karışık; mânânın ahenkle izdivacı. Şiir de mukaddesin emrindedir, mûsiki gibi. Ve ondan uzaklaştıkça ciddiyetini kaybeder. Bir oyun olur. Oyunların en güzeli, en muhteşemi. Ama oyun.

Dil, nazım sayesinde kıvamını bulur. Ama nazım, düşüncenin emeklemesidir. Şuur nazımda kanat çırpar, vecdin, rüyanın sisli dünyasında serazat ve serseri bir cevelân. Düşünce, nesirde rahatlar.
Nazmın esrarlı kayıtlarından sıyrılmadıkça kendisi olamaz. Nazım, düşüncenin fecir pırıltısı. Coşku, sokağın diliyle anlatılamaz. Nazım telkindir, çağındır, büyüdür. Toplumlar da, kişiler gibi, çocukluklarında şairdirler. Nesir, ihtiyar medeniyetlerin meyvesi. Müşahedenin, kıyas ve istidlâlin, bir kelimeyle, ilmin ve tekniğin dili. Çıplak, kuru, berrak. Zekânın son fethi. İnsanlık, uzun arayışlardan sonra nesri keşfetti. Kelimeler, cüruflarından sıyrılıp bir elmas pırıltısı kazandılar. Ve nesir, şuurun ifadesi oldu. Sadık ve kesin bir ifade.

Sınıflı Toplumların Kanunu

Batıda bir silâhtır kelime, bizde bir ses, yani bir nota. Batıda insann ezelî bir kavga içindedir. Ferdin fertle, ferdin toplumla ve tabiatla kavgası. Kelimeler ideolojilerin emrinde birer dinamit. Rahip, toprak kölelerini kelimelerle zincirler. Toprak köleleri şatoyu kelimelerle devirir. Şatoyu ve kiliseyi. Sınıflı toplumların kaderi ölmemek için öldürmektir. Topla, tüfekle veya kelimeyle. Goethe: Ya örs olacaksın, ya çekiç demiyor mu? Tefekkür, bir zevk olmaktan çok bir mecburiyet-i elîme. Batılı, tarihini kuşatan bu çetin kavgada yok olmamak için düşünmek zorundadır. Osmanlı bahtiyar bir toplum. Tezatları kılıçla çözmeye alışmış. Hakikati bulanların, aramağa ne ihtiyaçları var? Tefekkür tereddüttür, şüphedir; inkârla iman arasında bocalayıştır. Avrupa’da şiir düşüncenin emrindedir, bizde düşünce şiirin emrinde, şiirin yâni mûsikinin. Nesir, Tanzimatın çocuğu. Hantal, cılız, hastalıklı. Mûsikiye dayanan bir medeniyet, kelimeye dayanan bir medeniyetle karşı karşıyadır. Uçurumun önünde  uyanan şuur, yolunu bulmak için nesrin çiğ, sevimsiz, yalın kelimelerine muhtaç. Dil, zevkin ve güzelin emrinde değildir artık. Sertleşmek, katılaşmak; bazen bir zırh, bazen bir kale, bazen bir kılıç olmak zorundadır. Uzun bir zaman gerektiriyordu bu istihale. Kurbanlar gerektiriyordu. Çağdaş nesrin kurucularına bakın. İfade, lâfız sanatlarının yükü altında ezilmiştir. Düşünce, kadidleşmiş mazmunların, hâyide kalıpların mahpesinde çırpınıp durur. Kelimelerde ne kat’iyet vardır, ne vuzuh. Tanzimat üslubu bir arayıştır: Kâh cesur, kâh çekingen, kâh başarılı, kâh talihsiz bir arayış. Düşünce bir türlü kendisi olamaz.

Kafiyenin tahtına seci’ kurulmuştur. Terkiplerin çelik korsesi içinde bocalar düşünce. Edebiyat yine oyundur. Daha tatsız, daha yavan bir oyun. Yazarın başlıca kaygusu bin kere söylenmiş hakikat veya yalanları yeniden kalıba dökmek. Yazar, bir düşünce fatihinden çok, bir kuyumcudur yine. Tanzimat, Avrupa’dan mefhum, kelime, bir parça da teknik aktarır. Mefhumlar karanlık, kelimeler kaypak, teknik yetersiz. Doğunun, kokusunu kaybetmiş yapma çiçeklerine zaman zaman damlatılan egzotik bir parfüm: Avrupa. Karşımızda yabancı bir dünya vardı; medeniyetiyle, ruhuyla yabancı ve düşman. Bu yamyamlar ülkesinde beşerîyi arıyorduk. Beşerînin altında millî ve dinî yatıyordu. Beşerî, hasis çıkarları, sinsi emelleri gizleyen bir paravanaydı sadece.

Tanzimat nesri, şaşı bir nesir. Bir gözü doğuda. bir gözü batıda. Âbâni sarık, samur hırka ve pantolon.

Kırılan Rebab 

Hülasa edelim: XIX. asır, bir felaketler çağı. Devlet-i aliye, düşman bir dünya ortasında yapayalnız. Öyle bir hengâmede, şâir rebabını kırmak ve kavgaya karışmak zorundadır. Tanzimat Türkiye’si, ferdî tahassüslerin loş pırıltılarına değil, mantığın çiğ ve keskin ışığına susuz. Divan şiiri, bahtiyar çağların sesiydi, müşküllerini kılıçla çözen nesillerin sesi. Devlet-i aliyenin bu şahane oyuna harcayacak zamanı yoktu artık. Bir entellektüel hastalığı olan nazımperdazlığa vedâ edecektik ister istemez. Zaten ilham kaynakları kurumuş, mazmunlar hâyideleşmiş, şiir kendi kendini tekrarlamağa başlamıştı. Bu ölüm kalım savaşında birer çığlık olmalıydı terennümler. Bütün zekâlar aynı hedefe yönelmeliydi: aydınlanmak ve aydınlatmak. Oysa çağın şairden istediği: çağ-dışı hezeyanlar. Namık Kemal’i dinleyelim:

«Şair nedir? Tabiatın en sevdalı zamanlarındaki hazin hazin tebessümlerden yaratılmış bir mahlûk… Tabiata her mahlûktan ziyade esir iken tabiatın fevkine çıkmak ister. Kendi vücudunu lâyıkıyle idareye muktedir değil iken kürre-i zemini zaif kollarıyla sürükleye sürükleye başka bir nokta-i feyze, başka bir merkez-i kemale götürmeye çalışır.» Başaramayınca feryada başlar: bazen «kafes arkasındaki bülbüller» in enîni kadar hazin, bazen arştan toprağa süzülen şahinlerin «sedası kadar acı». Şimdi de, Divan edebiyatının son büyük temsilcilerinden birine soralım şâiri. İşte Yenişehirli Avni Beyin cevabı:  «Şairlerin tab-ı selimi cihanı yaratanın ilhamlarını aksettirir», üstâda göre:

Bin safsata bir mısra-ı bercesteye değmez 
İndimde esâtir-i Felâtun hezeyandır. 
Şâir o hümadır ki iki âleme pinhân 
Bir cevv-i mukaddesde hafiyyu’ttayyârândır. 
Amma ki bu târif olunan şâir-i mâhir 
Nâdir bulunur cevher-i nâyâb-ı zamândır.

Midhat Efendi, bu marazî şiir anlayışına isyan eden sayılı aydınlardan biri. Naci’ye Tercüman-ı Hakikat’ın kısm-ı edebîsini tevdi eden Efendi, şâirin inkâr edilmez kabiliyetlerini herkesten çok takdir ediyordu. Ama, ilham perilerinin bu sevimli gözdesi başka bir dünyadan geliyordu, başka bir dünyadan yani başka bir manevî iklimden. Bir an’anenin devamcısıydı. Naci, Tercüman-ı Hakikat’ın kısm-ı edebîsini rindâne gazellerle dolduruyordu:

     «Ol kadar çaktım ki, tersazadegânın aşkına Berka döndüm, neşr-i emvar eyledim meyhanede.» diye nârâlar atıyor;

     «Meyperestim. mukim-i meygedeyim Lâmekânilerin budur vatanı.»

diye ağlıyordu. Şiir, bir oyundu Naci için. Şairin tek mesuliyeti, teraşîde bir gazel söylemekti. Elden ele dolaşan bu gazeller, bütün bir nesli büyülüyor ve edebiyat meyhane kokuyordu. Türk okuyucusunda bir zevk ve irfan inkılâbı yaratmak isteyen hâce-i evvel damadının hafifliklerine elbette ki sinirlenecekti. Nasıl sinirlenmesin ki bu meş’um temayül, edebiyatı salgın bir hastalık gibi kemiriyordu. «Udebâmız meyperestliği», şiirin vazgeçilmez icabı sayıyordu.

Mithat Efendi, yazarın mesuliyetini müdrik bir düşünce adamıdır. Ama belki de nazmın tehzibinden geçmediği için üslubu derbeder, lâubâlî, perişan. Şiirbazlığa savaş açan bir başka yazar da Beşir Fuat, onun da nesri kuru ve topal. Suavi’ye gelince bir parça Midhat, bir parça Fuat, bir parça medrese nesri. Sezâî’ye, Cenâb’a, hattâ Nazif’e rağmen dilimiz aydınlık ve berrak bir ifadeye kavuşamamıştır.

Servet-i Fünun’a kadar nesir, ikinci kemandır. Fikret’in olgun, ustaca yontulmuş mısralarına kıyasla Halid Ziya’nın nesri ne kadar zavallı. Nesir, ancak İkinci Meşrütiyet’ten sonra nazmın esaretinden kurtulmağa başlar. Ama edebiyat denince ilk akla gelen Hamit veya Fikret’dir. Sonra Haşim ve Yahya Kemal. Dili şairler yoğurmuş, şairler ehlileştirmiş. Aruz Fikret’le Akif’in elinde düşüncenin bütün kıvrımlarını, bütün medd-ü cezirlerini ifade edebilecek kadar uysallaşmıştır. Ne var ki, Batı düşüncesi hiçbir zaman fethedememiştir şiiri.

Tekâmül seyrini takibeder, kelimeler sâbit ve aydınlık birer mefhum haline gelir, başka bir deyişle lâfızlar dolarken alfabe devrimi, arkasından dil devrimi, düşüncenin yeni fetihlere kanatlanmasını önler. Hafızasını kaybeden nesiller yeni bir dil öğrenmek zorundadırlar. Anlamak, fikrî bir ihtiyaç olmaktan çıkar, söylememek için konuşulur. Kitaplar, sesli bir sükûtun abidesidirler.

Doğudan kopmuştuk. Batıyı tanımıyorduk. Medeniyet bir hamlede fethedilemez. Tercümeler, yabancı bir dünyanın döküntülerini aktarmıştı yurdumuza. 

Nazım Hikmet, şiirin kapısını düşünceye açan adamdır. Heyecanı ile dili ile yerli, kullandığı malzeme ile beşerî. Sosyalizm bir rüyadır, coğrafî sınırlara hapsedilemez. Aydınlık düşünceye yabancı bir toplumda, Batının bu son teklifi ancak müphem, seyyal bir ifadeyle yayılabilirdi. Şairin tecessüsü, cenneti dünyada gerçekleştireceğini söyleyen bu çağdaş dine büyük bir özleyişle eğildi. Sosyalizm, Tanzimat’ dan beri pervanesi olduğumuz batının, insanlığa sunduğu en lezzetli, en gözalıcı meyve. Üstelik yasaktı da. Hem teceddüd ihtiyacını karşılıyordu, hem ilmî olmak iddiasındaydı. Şair, kahraman demektir. Prometeliğe ezelden talip olmasa meçhule kanatlanamaz.

Sosyalizm, Batıda görülen, Doğuda gerçekleşen veya gerçekleştiği vehmedilen bir rüya. Ondokuzuncu asır ilimciliği ile Rus mistiğinin izdivacı. Belki ateizm, ama mistik bir ateizm. Nâzım, bu mistik ateizmi bütün sıcaklığı ile yaşadı. cihanşümul bir dindi sosyalizm. Şair, çoktandır kaybettiği mâverâ inancıyla, çoktandır büyülendiğimiz Batı ilimciliğini buluyordu sosyalizmde. Liberal Avrupa’nın kavgasını yaptığı dâvâlar egoist ve gayri insanî idi. Katı, rezil, riyakâr ve yabancı. Sömürgeci Avrupa, düşüncemizi zenginleştirmemiş, şiirimizi kanatlandırmamıştı.

Nâzım, ilk defa olarak, kökleri tarihin karanlıklarına ve insan ruhunun derinliklerine dayanan bir dünya görüşünü bütün ruhuyla benimsiyor, onu, ülkesinin mustarip insanlarına tanıtmağa çalışıyordu.
Dilimiz, düşünceyi düşünce olarak keskin çizgileri ve hendesî düzeniyle belirtemezdi. Şiirin kalıpları, geniş bir tefekkürün kanat açmasına elverişli değildi. Nâzım, tanıtıcısı olduğu yeniyi, yeni bir sesle haykıracak, nesirle nazmı karıştırarak, Kitab-ı Mukaddes’in dalgalı ve seci’li üslubunu hatırlatan bir dil yaratacaktı. Başka bir deyişle hem şiirde, hem düşüncede müceddit. Fikret’in osmanlıcası, osmanlıcanın kemali, Yahya Kemal, kuğunun son şarkısı. Nâzım’ ın türkçesi, dilin varabileceği bütün sınırları zorlayan ve daha sonraki nesillere yol gösteren bir türkçe. Ne var ki, şairi geniş hazırlıklı, soğukkanlı bir düşünce adamı sanmak da yanlış. Sıhhatli bir çocuktu Nâzım. Aşırılıkları, ihtiyatsızlıkları ile çocuk. Ve yalnızdı. Bence Türk şiiri Nâzım’la biter, Avrupaî düşünce Nâzım’la başlar. Paytak, acemi, elyordamıyla ilerleyen bir düşünce. Biraz Heine, biraz Nietzsche, biraz Mayakovski; biraz divan, biraz halk, biraz Fikret, biraz Akif. Ama yine de KENDİSİ.

Cemil Meriç / Mağaradakiler / İletişim Yayınları

Efsane

Bekler o kız akşamları yaslı
bir yalnızlık içinde; mutluluk özler.
Yuva kurmuş gözlerinde kaygı:
dönmeyen sevgiliyi gözler.

Karanlık rüzgârdı, gecenin birinde
büyü yaptı, kız şimdi bir fener.
Mutludurlar fener alevlerinde
seviyorum seni! diye fısıldayan kişiler.

Wolfgang Borchert

Çeviri : Behçet Necatigil

Bir yosma çıkmasın karşılarına

Bir yosma çıkmasın karşılarına,
Gözleri parlar bilgelerin.
Sevgilim derler, canım derler, överler de överler.
Saçları ipektir, gözleri yıldız.
Nasıl çıldırtır insanı aşk.
Canım dedikleri pasaklı bir kız.
Düşünür efkârlanırız.
Görünce kalbimiz çarpar, kopacak gibi.
Dokununca çılgına döneriz.
Sonra da sevgilim deriz.
Bunun nesi sevgili?

Bhartrihari
Çeviren: Cemil Meriç

Boşuna kokluyorsun çiçekleri

Boşuna kokluyorsun çiçekleri
Onun soluğundaki tatlılık yok bahar rüzgârlarında.
Kuşları dinlemeyin boşuna, rebaplar sussun.
Nağmelerin hiçbirinde yok, şarkılarındaki füsun.
Ne sularda bulursun dudaklarındaki tadı, ne meyvelerde.

Bhartrihari

Çeviren: Cemil Meriç

Haberci Bulut (Mega-Duta)

Seninle döner sılaya
Gurbettekiler,
Gönüllerde ümit tomurcuklaşır
Hasretler diner,
Toprak çiçek çiçek güler,  yağmurlarında.
Sevgilim uzaklarda haber bekler,
Onun da gönlüne sular serp bulut.

Kalidasa
Çeviri: Cemil Meriç

Sana

Her kimsen korkuyorum sen rüyaların adımlarıyla yürürken
Korkuyorum bu sözde gerçekler ellerinin ve ayaklarının altında erirken,
Hatta şimdi yüzündeki parçalar, sevinçlerin, sesin, evin, işin, tavırların, sıkıntıların,
budalalıkların, giysilerin, suçların senden dağılıp harman olurken,
Gerçek ruhun ve bedenin önce bana görünüyor,
Onlar korkulardan, ticaretten, dükkânlardan, çalışmadan, çiftlik elbiselerinden, evden, alıştan,
satıştan, yemeden, içmeden, acı çekmeden, ölümden ileriye fırlıyor.

Her kimsen ellerimi üzerine kapatıyorum, böylece benim şiirim oluyorsun,
Kulağını dudağıma alıp fısıldıyorum,
Tek bir kadın ve erkeği bile daha çok sevmedim senden.

Ah ben üşengeç ve dilsizdim,
Çok daha önceden yolumu doğrudan sana çevirmeliydim,
Hiçbir şeyi değil seni ifşa etmeliydim, hiçbir şeyin değil senin şarkını söylemeliydim.

Ne varsa terkedip geleceğim ve senin şarkılarını söyleyeceğim,
Kimse seni anlamadı, yalnız ben anlarım,
Kimse sana adil davranmadı, sen bile kendine adil davranmadın,
Herkes seni kusurlu buldu, oysa yalnız ben sende bir kusur aramam,
Herkes seni tabi kılmaya çalıştı, fakat yalnız benim, seni kendime tabi kılmaya rıza
göstermeyecek,
Yalnız benim, senin üstüne efendi, sahip, iyi, tanrı, senin yaradılışının ötesinde bekleyen ne
varsa işte onları yerleştirmeyen.

Ressamlar kendi arı kovanlarını çizdiler ve hepsinin ortasında ana kraliçe,
Başından altın renkli bir hale demeti yayılırken,
Fakat ben sayısız baş çizerim ve hepsinin başında altın renkli hale demetleri,
Ellerimden, her erkeğin ve kadının beyninden sonsuza dek parıldayıp dalgalanırken.

Ah ben, hakkındaki güzellikleri ve övgüleri dillendirmeliydim!
Henüz kim olduğunu bile bilmiyorsun, bir ömür kendi üstüne uyukladın,
Göz kapaklarını bile hep aynı şekilde kapattın,
Şimdiye kadar ne yaptıysan anlamsızlaştı zaten,
(İraden, bilgin, duaların anlamsızlaşmadıysa, peki ne oldu?)

Anlamsızlaşan sen değilsin,
Onların altında ve içinde seni pusuda beklerken gördüm,
Seni daha kimsenin aramadığı yerlerde arayan benim,
Sessizlik, masa, aptalca sözler, gece, alışılmış işler, eğer bunlar diğerlerinden gizliyorsa seni
ya da kendinden, benden gizleyemezler,
Tıraşlı yüz, oynak göz, murdar ten, eğer bunlar diğerlerini duraksatıyorsa, beni
engelleyemezler,
Arsız elbise, çirkin tavır, sarhoşluk, aç gözlülük, zamansız ölüm, bunların hepsini bir kenara bıraktım.

Hiçbir erkek ve kadında bulunmaz, sana bağışlananlar
Ne erdem ne güzellik, sende durduğu gibi tek bir erkek ve kadında durmaz,
Ne cesaret ne de sabır sende olduğu kadar diğerlerinin hiçbirinde olamaz,
Diğerlerini hiçbir mutluluk beklemezken benim mutluluğum bekliyor seni.

Bana kalsa kimseye bir şey vermeden sevgimi yalnız sana veririm,
Hiç kimsenin hatta Tanrı’nın bile övgülerini dillendirmeden hemen senin övgülerini
seslendiririm.

Her kimsen! kendi bahtına düşecek olanı talep et!
Doğunun ve batının bu görünüşleri seni taklitten ibaret,
Bu yoğun çimenler, bu tükenmez nehirler, sensin onlar kadar yoğun ve tükenmez olan,
Bu taşkınlıklar, unsurlar, fırtınalar, doğanın hareketleri, apaçık yokoluşun şiddetli sancıları,
işte onların üzerinde bey ya da hanım olan her kimsen sensin,
Doğanın, unsurların, acının, tutkunun, ölümün üzerine bey ya da hanım olmak senin kendi
hakkın.

Bileklerindeki zincirler düştüğünde tükenmeyen bir yeterlilik bulacaksın,
Yaşlı ya da genç, erkek ya da kadın, kaba, aşağı ya da diğerlerince reddedilmiş, her kimsen
bunu herkese duyuracaksın,
Anlamları açıklanmış doğumla, yaşamla, ölümle, cenazeyle, sınırlanmamış bir şeylerle,
Öfkeyle, kayıplarla, hırsla, cehaletle, usançla, bu yolda neyi seçme hakkın varsa işte onla.

Walt Whitman
Çeviri: Kadir Yılmaz
Mağaradakiler Dergisi, Sayı 7

Herkimsen şimdi ellerinde tutuyorsun beni

Herkimsen şimdi ellerinde tutuyorsun beni,
Biri dışında faydalı olmayacak hiçbir şey,
Dürüstçe uyarıyorum seni bende daha fazla ilerlemeden önce,
Her ne sanıyorsan onun çok uzağındayım.
Kim o takipçim olmaya gelen?
Kim o kendini muhabbetime soyunduran?
Yol belirsiz, sonuç kesin değil, hatta yok edici,
Bunların hepsini bir kenara koysan bile, yalnızca ben senin biricik ve seçilmiş miyarın olmayı
umarım,
Çıraklığın çok daha uzun ve yorucu olabilir,
Hayatının bütün geçmiş kuramları ve etrafında yaşanan tüm biteviyelikler yasaklanabilir,
Bu yüzden daha fazla zarar vermeden kendine terk et beni, çek ellerini omuzlarımdan,
Bırak beni ve yürü git yoluna.
Ya da ne bileyim gizlice bir ormanda,
Ya da açık havada bir kayanın arkasında,
(herhangi bir evin raflı odasında asla ortaya çıkmam, ya da bir toplulukta
Ve kütüphanelerde tıpkı bir ahraz, bir ahmak, bir doğmamış veya bir ölü gibi yalan söylerim,)
Fakat seninle sadece, etraftan ilk bakışta kimsenin görüp fark edemeyeceği yüksek bir tepenin
üstünde mümkün,
Ya da denizde açılırken veya bir deniz kıyısında veya ıssız bir adada,
Razıyım, buraya, üzerime kapat dudaklarını,
Refikin uzun süre akılda kalan öpücüğü ya da yeni evlenmiş bir kocanınkiyle,
Çünkü yeni koca da benim, refik de.
Ya da eğer istersen, bana güvenip çıkar elbiselerini
Kalp atışlarını ve kalçalarının üzerinde kalan her şeyi hissedebilirim belki,
Uzak topraklara ya da deniz aşırı yerlere giderken yanında götür beni;
Bu yolla sana dokunmam yeterli, en iyisi,
Böylece, sana dokunarak sessizce uyuyabilirim ve bitimsiz gidebilirim.
Fakat bu üçkâğıtçı yapraklar seni tehlikeye atar,
Bu yapraklar ve benim yüzümden anlayamazsın,
Bunlar en başta sana unutturur ve sonrasında daha fazla, kesinlikle aklını başından alırım,
Açıkça beni tuttuğunu düşünüyorsan bile, seyret!
Zaten göreceksin senden kaçtığımı.
İçine bir şeyler kattığım için bu kitabı yazmış değilim,
Sen de okudun diye ona sahip olacak değilsin,
Ne insanların beni tanıyıp hayran olmaları ve beni takdir etmeleri için,
Ne de benim sevgimi isteyenleri (az da olsalar) utkulu ispat için,
Şiirlerim bir işe yaradığı için de değil, onlar zaten daha berbat eder, belki de fazlası,
Örtülü dokundurmalarımı birçok kere belki tahmin etmen ve fakat tutturamaman dışında hepsi
faydasız;
Bu yüzden bırak beni ve yürü git yoluna.

Walt Whitman
Çeviri: Kadir Yılmaz