Deniz

Boğuldum karanlık gecelerin serin rüzgârında
Oturdum babamla Karaköy sahile
Denize karşı Ahmet Kaya Arka Mahle
Babamın elinde bi yirmilik rakı
Benimse avuçlarıma düşen bi kaç damla göz yaşı
Girdim onbeş yaşıma
Gittikçe daha çok yaklaşıyorum Deniz Abimin asıldığı yaşa

16.08.2015

Murat Can Koyutürk

Kendi feryadımdır ancak ses veren feryadıma

Kendi feryadımdır ancak ses veren feryadıma!
Kimseler yok âşinâdan, yârdan hâli diyar..
Nerde yârânım? dedikçe ben bülent âvaz ile..
Nerde yârânım diyor vadi beyâbân kühsâr…

Ebü’l-Alâ el-Maarrî
Çeviri: Mehmet Akif Ersoy

Çok sürdü bu âlemde konukluk

Çok sürdü bu âlemde konukluk,
Tam zamanı artık mutlak bir kucaklaşmada
Bedenimin çölü bu beldeye egemen olmalı.

Midemi bulandırdı bu dünyada yaşamak.
Öyle bir milletle birlikteyim ki
Kötü yönetmekte hükümdarları.
Bit gibi ezmekteler zavallı kullarını,
Aldatmaktalar saf insancıkları
Saygı duymaksızın hak ve çıkarlarına.

Ama gel gör ki koyun benzeri bu insanlar
Kulluk etmekte zalim hükümdarlara.

Ebü’l-Alâ el-Maarrî
Çeviri: Özdemir İnce

Bab Aziz

“Dünyadaki ruhlar kadar Allah’a giden yol vardır.”

Çöl, arayış. Toz bulutlarıyla raks. Kendi müpheminde boğulma gayesi. Zahirî olan çöle inmez, batınî olan görünmez. Çöl, ruhların kemâle erme girdabındaki son durak, son öğreti. Çöl, sonsuzluğun sonu, sonsuzluktaki zaman… Çöl, ‘ Bir ben var, benden içerû ! ‘ Çöl, şiirin son hali, girift, muğlak, namütenahi… Çöl, ruhun özünü doya doya yaşadığı yer, her şey namevcut; kum, güneş, ‘ben’ hariç… Çöl ve çöle inen hakikat avcısı; yol ve yolsuzluk… Çöl Şark… Çöl, Masal…
Sokrates’in talebesi,  Aristo’nun hocası olan Eflatun(Platon) Batı felsefesinin ilk noktası ve kurucusu sayılır. Bu düşünce ustası talebeleriyle oturmuş ‘ gerçeğe’ dair sohbet ederken, gerçek olmayan her şeyin yalan olmak zorunda olmadığını anlatır. Eflatun’un bu tespitine enfes bir örnek vardır: Şark Masalları. Gerçek değiller ama yalan olduğunu da kimse iddia edemez. İşte Bab’ Aziz böyle bir film. Yönetmen koltuğunda NacerKhemir var. NacerKhemir, Tunus-Kurba’lı bir sinemacı. 60’ını geçmiş bu Derviş sanatçının yönetmenlik geçmişinde çektiği film sayısı sadece 3’tür. ‘’Çöl İşaretçileri’’ , ‘’ Kayıp Güvercinin Gerdanlığı’’ ve ‘’ Bab’ Aziz’’ filmlerinden oluşan Çöl Üçlemesi… Bab’ Aziz’in dilimizde tam karşılığı yok ama belki ‘ Bilge Dede’ demek doğru olabilir. Yani İrfan, yani hikmet bir anlamda Doğu…

2006 yılında İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilen filmin gösterimi sırasında kendi filmi hakkında bir de konuşma yapan  Khemir  şunları söyler : ‘’Bu film bir sorudan çıktı aslında: Babanız, yanınızda yere düşse ve yüzü çamurlansa ne yaparsınız? Ben olamasam bile benim babam tam bir Müslüman’dı ve şu sıralar onun yüzüne (dinine) çamur çalınıyor durmadan. Ben bu filmle babamın yüzünü silmeye, temizlemeye  çalıştım. İslam’ın Batı tarafından sunulan yüzünü değil, bilinmeyen,  es  geçilen  ve unutturulan yüzünü göstermeye çalıştım.’’ Muazzam bir duruş, görkemli bir mantık ve saygı duyulacak bir yaklaşım… Bu yaklaşım filme de aksetmiş, nitekim Bab’ Aziz filmi ilk karesinden finaline kadar her zerresinde İslam’ın, imanın ve irfanın inceliklerini görsel bir şölenle önümüze seriyor… İbret  aynasında  hayretle  seyrediyoruz  kendimizi.
Besmele ile açılıyor film ve ardından muhteşem bir tilavetle bizi büyülü bir çöl atmosferine götüren     Âliİmrân  suresinin 33, 34, 35, 36.  ayetleri:
‘’ Gerçek şu ki Allah, Âdem’i ve Nûh’u, İbrahim soyunu ve İmrân soyunu bütün insanlığın üzerinde bir konuma çıkardı, tek bir soy zinciri halinde. Allah her şeyi işiten, her şeyi bilendir. Bir vakit İmrân ailesinden bir kadın, ‘’ Ey Rabbim! Rahmimdeki çocuğumu senin hizmetine adayacağıma söz veriyorum. Benden bunu kabul et: Doğrusu, yalnız Sen, her şeyi duyan, her şeyi bilensin! ‘’ diye Rabbine yakarmıştı. Fakat, çocuğu doğurunca, ‘’ Ey Rabbim!  dedi, ‘’ Bak, bir kız çocuk doğurdum.’’ Halbuki Allah, neyi doğuracağını ve onun aslında istediği erkek çocuğun hiçbir zaman bu kız çocuk gibi olmayacağını bilmekteydi; ‘’ ve ona Meryem ismini verdim. Lânetlenmiş Şeytana karşı onu ve soyunu korumanı diliyorum.’’

Hemen ardından şu epigraf ile zihnimize bir çivi daha çakılıyor: ‘’Dünyadaki ruhlar adedince Allah’a giden yol vardır!’’ Yönetmen diyaloglarını Mevlânâ, Feridüddin-i  Attar, Muhyiddin İbn Arabi, İbn-i Ferid, Gazali, İmam-ı Rabbani, Bediüzzaman Said Nursi’den aldığını ve hikmetli sözleri 1001 Gece Masalları’yla süslediğini söylüyor.
Filmin konusu  hakkında bir şeyler söylemek lazım : Bab’ Aziz metaforlarla işlenmiş , çölde geçen, bir yol  filmi. Gecenin karanlığında çölde bir silüet belirir; bir çoban silüetidir bu ve ardından bir kız topraktan çıkar diri diri. Kız çocuklarını toprağa diri diri gömen cahiliye devrine yapılan alegorik bir atıftır bu. Başlangıç ve son… İslamiyet ve Cahiliye… Sonra secde hâlinde kum altında kalan ‘bilge dede’ de çıkınca karşılıklı konuşmalarla filmin o muhteşem atmosferine gireriz. ‘’Dedeciğim tek başımıza bu çölde yolumuzu nasıl bulacağız, ya kaybolursak?’’ – ‘’ İnancı olan kişi asla kaybolmaz, küçük meleğim!’’ 
Ve yürür  Bab’ Aziz, ‘’ Yürümek yeterli, davet edilenler yolu bulacaktır.’’ deyip yoluna devam eder, görmeyen ama hep gökleri süzen gözleriyle.  ‘’Herkes yolunu bulmak için en değerli hediyesini kullanır, senin ki sesindir.’’ dedi Zeyd’e. Belki de Bab’ Aziz’n de Rabb’ine giden yolda hediyesi küçük torunu Ishtar’dı. Filmin başında okunan ayetlerin sırrı da buydu belki de. Rabb’e armağan olarak sunulan Meryem gibi. Film tarihten telmihlerle ve eleştirilerle ilerler. Bu sırada çölün ortasından külüstür bir otobüs geçer tozu dumana katarak, Ishtar arkasından koşar yetişemez, düşer yere… Yüzü gözü toz içinde kalır. Külüstür otobüs Batı’dır. Masumiyet olan Ishtar, yani Doğu. Sonra Masumiyet ve Hikmet el ele devam ederler yola, başlangıç ve son, hayat ve ölüm… Ishtar ve Bab’ Aziz.
Sonra masallar başlar bize dair. Unuttuğumuz, kaybettiğimiz masallar. Filmin içinde birbirinden farklı ama birbirine bağlı altı hikaye anlatılır.
(Not: Yazının Bundan Sonraki Kısmını Filmi İzledikten Sonra Okursanız Daha Makbul Ve Muteber Olur. Tılsımını Hissetmeden Okumuş Olursunuz, Sonra Bana Kızmanızı İstemem Doğrusu!)

İlk hikaye: Prens 

Eğlence ve rehavetin içinde iken çadırından atının gittiğini fark eder,  düşer peşine,  o esnada gözleri bir ceylana değer ve başlar yolculuk gizin peşine doğru. Kaybolur Prens çölün gizeminde. Halkı kandillerle aramaya koyulur bir çöl gecesinde. Aranan bulunur ama bulunan kaybolan değildir. Zahiren O’dur ama batınen  O değildir. Leylâ’sını yitirmiş bir Mecnûn misali dalmış gözleri suya. Ahu gözleriyle suya bakar derin derin… ‘’ Sence suyun dibindeki tezahürünü mü seyrediyor?’’ – ‘’Belki de  gördüğü tezahürü değildir. Yalnızca âşık olmayan kendi tezahürünü görür orada.’’ – ‘’ Öyleyse ne görüyor?’’ – ‘’ O şimdi kendi canını seyretmede.’’  Terk eder herkes Prens’i  -yaşlı derviş hariç- Terk eder Prens’i Dünya, Ukbâ hariç. Ve uyanır Prens, geride sadece dervişin hırkası ve asası kalmıştır. Manevi dünya için maddi dünyadan vazgeçen Prens, giyer dervişin kıyafetlerini ve kaybettiğini aramaya başlar. Mavlânâ’nın deyişiyle , ‘Şeb-i Aruz’ vaktine kadar sürecek bir arayış. Hikayeler iç içe geçer, zaman algısı bambaşkadır, kronolojik ilerlemez. Şarkın masalına atıf vardır, Batı’nın zaman algısına da eleştiri gelir. Bab’ Aziz torunuyla oturup Prens’i anlatırken kucağında bir ceylanı sever. Ishtar’a ‘Biz uzun zamandır tanıyoruz birbirimizi’ der. Prens aslında Bab’ Aziz’in gençliğidir, -İbrahim Ethem gibi gözleri bambaşka bir âleme açmanın simgesidir- bir ceylanı takiple başlayan, maddi âleme kapanırken manevi âleme açılan gözlerin sahibi bir yolcudur o. Âmâdır Bab’ Aziz, maddeye kapalı, manaya açık gözleriyle…
İkinci hikaye: Osman 

Kum taşıyıcılığı yaparak baba mesleğini devam ettiren Osman babasının ölümünden sonra artık bu işi bırakmak ve kumsuz bir ülkeye gitmek için para biriktirir. Ayrılmadan önce, en iyi müşterisi olan Katip’in mektubunu götürmesi gerekir. Yasak aşkın elçisidir, gözlerinde şehvet vardır mektubun ulaştığı kadının yanındayken. Kadının kocasının gelmesiyle kaçarken kuyuya düşer ve farklı bir âleme geçer. Bir saraydadır ve âşık olduğu Zehra’yı görür orada. Zehra onu çölde yanan ateşe bakmaya gönderdiğinde orada sadece yanan bir palmiye görür, başka hiçbir şey göremez. Durmadan arar ama bir de bakar ki ne Zehra kalmıştır ne de saray. Bir damla suyun peşindedir, Bab’ Aziz onu nehre davet eder. ‘’ Anlat evladım, kalbin rahatlar!’’ Ancak filmin sonunda, Osman’ın hikayesine değinilmez ve biz onun bir damla suda mı kaldığını yoksa nehre mi vardığını bilemeyiz.


Üçüncü hikaye: Zeyd – Nur 

Uluslar arası ilahi söyleme yarışmasına  katılan Zeyd, birinci olur ve yarışmacılar tarafından muhabbet meclisine davet edilir. Meclisin başında bir genç kız/Nur vardır, okunan şiirleri dinleyen. Nur’la o geceyi birlikte geçirirler, çünkü okuduğu şiir, Nur’un kaybettiği babasının şiiridir. Bunu babasından işaret olarak algılayan Nur, sabah kestiği saçları ve geride bıraktığı kedisiyle Zeyd’i terk eder, babasını bulmak için yollara düşer. Nur, Zeyd’in pasaportunu da almıştır yani kimliğini, yani benliğini. Zeyd’de onu bulmak için yollara düşer. Zeyd’in aşkı, bir insana duyulan aşktır, Bab’ Aziz bunu, herkesin yerine getirmesi gereken bir görevi vardır, diye açıklar. Çünkü herkesin payına düşen aşk, ilahi aşk değildir. Herkes dünya çölünde kaybettiğini arar, ama herkesin kaybettiği farklı farklıdır. Pervane olmak herkesin payına düşmez.
Dördüncü hikaye: Hüseyin- Hasan 

Camiiden çıkmayan Hüseyin’in, meyhaneden çıkmayan ikiz kardeşi Hasan. Hüseyin ölmeden evvel ölmeyi tercih edenlerdendir. Kızıl saçlı dervişten bunu ister. Neden ölmeyi  tercih ettiğini anlamak için, görüntü kadar arka planda çalan müziği ve içinde geçen dizeleri de görmelidir izleyici:


Zaman neşelidir/ Biz ikimiz vuslata erince/ Sen ve ben/ İki ayrı suretiz/Fakat tek bir can/ Sen ve ben / sen ve benden kayıtsız/ Aynı neşenin sevinci.

Sonra Hasan çöllere düşer, kardeşini öldüren Kızıl saçlı dervişi aramak için, kendinden geçmiş ve çırılçıplak kalmışken çölde, derdin, kederin, intikam ateşinin içinde kaybolmuşken, hayatından vazgeçmişken, intikam almak istediği derviş tarafından kurtarılır ve kardeşinin ölümünün kardeşinin tercihi olduğunu öğrenir.  Aslında burada, Hasan ve Hüseyin, ruh ve nefis gibidir. Ruhun yokluğunda, nefis payına düşenin ölüm korkusu ve çaresizlik olduğunu;  nefsin, dünya çölünde yapayalnız ve kaybolmuş bir şekilde amaçsız dolaştığını hissederiz; biri olmadan diğerinin neşeden yoksun kaldığını ve kaybettiğini bulamadan o neşeye bir daha asla sahip olamayacağını. Sonuçta ruh ve nefis, tek bir can değil midir?

Beşinci hikaye: Kızıl Saçlı Derviş

Filmin başında sema ederken kendinden geçen, kendini mecnûn gibi aşka adayan, ‘’ Canınla süpür cananın eşiğini, ancak o zaman gerçek âşık olursun’’ diyerek canından, canan için vazgeçen bir derviştir. Sanki kainatı süpürüyor o tertemiz kalbiyle. Pervanedir, aşktan yanan. Sevgilinin kapısında bir kıtmir. Filmin içinde ama dışındadır/filmden bağımsızdır aynı zamanda. Her yerdedir ama hiçbir yerdedir. Varlığı, bir hikayeye dayanmaz diğer kahramanlar gibi. Bir hâlin aktarımıdır o. Aşkınlığı ve taşkınlığı  temsil eder.


Altıncı hikaye: Bab’ Aziz – Ishtar

Tüm bu hikayelerin merkezinde duran, onlarla yolları kesişse de, farklı bir yoldan yoluna devam ederek kendi yolculuğunu yapan âmâ (kör)  derviş  Bab’ Aziz. Torunu Ishtar’la dervişlerin toplantısına katılmak için yolculuk yaparken aslında o, hayatının en  önemli anına yolculuk etmektedir.  Düğününe, doğumuna, kavuşmaya. Yeni bir hayata doğmak için, dolma vaktini bekleyen kabrini aramaya çıkan derviştir o. Kaybettiğini bulma anıdır ölüm. Tam bu ana geldiğinde Hasan’ı çağırır yanına, henüz hamdır Hasan, ölümden korkan, hayata anlam verememiş. Bab’ Aziz’in hikayesinin bitimiyle Hasan’ın hikayesi başlar filmde. Hasan onun kıyafetlerini giyerek ve asasını eline alarak, kaybettiğini aramaya yollara düşer. Dervişlik bir elden diğerine geçer.


Bu dünyanın insanları, Bir mumun alevi önündeki üç pervane(kelebek) gibidir.
İlk olan yaklaştı ve : ‘ ben aşkı biliyorum’ dedi. Bu, Osman’dır.
İkinci olan kanatlarıyla azıcık aleve dokundu ve: ‘ben aşk ateşinin nasıl yaktığını biliyorum’ dedi. Bu, Zeyd’dir. Üçüncü olan kendisini alevin kalbine attı ve alev tarafından tüketildi. Hakiki aşkın ne olduğunu sadece o bildi… Bu Kızıl Saçlı Derviş ve Bab’ Aziz/Prens’tir.

Filmde görüntüler kadar müzikler, kostümler, şiirler, hikayeler de önemlidir. Bir bütün oluşturduklarında anlamlıdırlar. Zor bir konudur anlatılmaya çalışılan, aslında birden çok konudur anlatılan. Doğu’nun Mesnevisi, ezgisi, şiiri, kelimesi, geleneği, sanatı, kültürü nakşedilir. Sadelikten uzaktır bu yüzden. Alabildiğine görkemli ve ihtişamlıdır. Dervişlerin toplantısına ulaşmak için, herkes kendi yolunu, kendi amacını, kendi armağanını kullanır, çöllerden geçer, farklı rotalar çizer. Zaman zaman kesişse de yollar, herkes kendi yolundan gitmelidir ve filmin başlarında  denildiği gibi:

‘’Dünyadaki ruhlar adedince Allah’a giden yol vardır!’’
Sona gelinir, sûfîlerin müzikli ve danslı buluşma sahnesi Cenneti andırır, Bab’ Aziz’in burada olmayışı da Yunus’un  ‘Cennet cennet dedikleri/ Birkaç köşkle birkaç huri/ İsteyene ver onları/  Bana seni gerek seni’ anlayışıyla açıklanabilir.
Tüm bunların üzerine finalindeki muhteşem diyalog nasıl bir filmle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor aslında:
‘’ Hassan..seni bekliyordum.’’
‘’Beni mi bekliyordun?’’
‘’Ölümüme şahit olman için.’’
‘’Neden ben? Ben ölümden çok korkarım..’’
‘’Biliyorum. Anne karnında karanlıktaki bebeğe denseydi ki: ‘’ Dışarıda aydınlık bir dünya var, yüksek dağlarla dolu, büyük denizleri olan, dalgalanan düzlükleri olan, çiçekleri açmış güzel bahçeleri olan, dereleri olan, yıldızlarla dolu bir gökyüzü ve alevli güneşi olan… Ve sen, bu mucizelerle yüzleşmek yerine, karanlıkla çevrilmiş oturuyorsun.. ’’Doğmamış çocuk, bu mucizeler hakkında hiçbir şey bilmediği için, hiçbirine inanmayacaktır. Tıpkı ölümü karşılarken bizim gibi. İşte bu yüzden korkarız. Ölüm nasıl olur da son olur Hassan oğlum? Benim düğün gecemde mutsuz olma. Sonsuzlukla olan evliliğimin artık zamanı geldi.’’

* Sanatın amacı insanı ölüme hazırlamaktır.

“İnsan nasıl da biraz durup varlığının anlamı konu­sunda mevcut diğer görüşlerden herhangi birisine eğilmek ihtiyacı duyuyor. Doğu her zaman ebedi gerçeğe Batı’dan daha yakındı ama Batı uygarlıkları maddi hayat beklentileriyle Doğu’yu yutuverdi. Bunu anlamak için doğu müziğiyle Batı müziğini karşılaştırmak yeter de artar bile. Batı, ‘işte ben buyum!’ diye bağırıyor. ‘Ba­na bakın! Dinleyin, hem sevgiden hem acıdan nasıl da anlıyorum! Nasıl hem mutlu hem mutsuz olabiliyorum! Ben! Ben! Ben!’ Doğu ise kendisiyle ilgili tek bir kelime bile söylemez. Kendini, Tanrı’nın, doğanın, zamanın içinde yeniden bulur. Her şeyi kendi içinde keşfetmesini bilir. Doğu uygarlığının görüşleri bir sonuçtur, topraktaki tuzun tuzudur, gerçek bilgi ancak ondan fışkırır.”(AndreyTarkovski)

* Sinema salt görüntü yahut müzik ya da sözden ibaret değildir. Filmlerinde üç boyutlu bir derinlik yakalayan Nacer Khemir’ı  bir gün gerçek sinemanın tartışıldığı günler gelirse eğer, o zaman çok fazla konuşacağız.

Bülent Özdaman

Çalışma

Van Gogh kulağını kesip
bir
orospuya verdi
orospu
hunharca fırlattı
kulağı
sokağa tiksinerek.

Van,
orospular
kulak
istemezler
para isterler

sanırım bu yüzden
muhteşem bir
ressamsın sen
başka
birşeyden
anlamadığından…

Charles Bukowski

Siz Aşk Nedir Bilmezsiniz

Siz aşk nedir bilmezsiniz dedi Bukowski
Ben elli bir yaşındayım bir bakın bana
Genç bir güzele aşığım
Kötü saplandım bu işe ama O’nun da hali kötü
Fakat olacaksa böyle olsun
Kanlarına giriyorum onların ve kurtulamıyorlar benden
Her şeyi deniyorlar kaçmak için
Ama sonunda hep geri dönüyorlar
Hepsi geri dönmüştür bana
Ama gördüğüm bir tanesi dışında
Ağlamıştım ardından
Ama kolay ağlardım o zamanlar
Çocuklar sert içkileri yaklaştırmayın yanıma
Acımasız oluyorum o zaman
Burada oturuyor bütün gece
Bira içebilirim siz hippilerle birlikte
Bu biradan on beş litre içerim ve
Bana mısın demem, su gibi gelir bana
Ama bir defa koklatın sert içkileri
Pencereden dışarı atmaya başlarım insanları
Kim olursa olsun fırlatırım dışarı
Bunu yaptım daha önce
Ama siz aşk nedir bilmezsiniz
Bilmezsiniz çünkü hiç aşık olmamışsınızdır
İşte iş bu kadar basit
Genç bir fıstık buldum şimdi, öyle güzel ki..
Bukowski diyor bana, Bukowski diyor o minicik sesiyle
Bense ne var diyorum
Ama aşk nedir bilmezsiniz siz
Size ne olduğunu anlatıyorum ama dinlemiyorsunuz
Aşk buraya kadar gelip kıçınızı dürtse
Bu odada içinizden birinin ruhu duymaz
Şiir okuma toplantılarının boktan bişey olduğunu düşünürdüm
Bana bak ben elli bir yaşındayım ve çok dolaştım
Boktan diyorsam öyledir
Ama sonra dedim ki kendime Bukowski
Aç kalmak daha boktan
Sonuçta işte buradasın ve hiçbir şey olması gerektiği gibi değil
O adam neydi adı Galway Kimel
Bir dergide resmini gördüm
Yakışıklı bir suratı var ama öğretmen
Tanrım düşünebiliyor musunuz
Eyvah sizler de öğretmensiniz
Size de küfrediyor oluyorum o zaman
Hayır o adamın adını hiç duymadım
Ne de ötekinin, hepsi birer asalak
Belki egom yüzünden artık çok fazla okumuyorum
Ama, şu ünlerini beş altı kitap üstüne
Kuran insanlar var ya,
Hepsi birer asalak
Bukowski diyor bana bu kız
Niçin klasik müzik dinliyorsun bütün gün
Sizi şaşırttım değil mi
Benim gibi kaba ayyaş birisinin
Klasik müzik dinleyeceğini düşünmezdiniz
Brahms, Rachmaninoff, Bartok, Tdeman
Kahretsin burada yazamıyorum
Çok fazla sessiz, çok sayıda ağaç var burada
Şehirleri severim, en uygun yerler benim için
Her sabah koyarım klasik müziğimi
Ve oturup yazı makinemin başına
Bir puro içerim bakın işte böyle
Ve Bukowski derim sen şanslı bir adamsın
Bukowski bu belaların hepsini atlattın
Ve sen şanslı bir adamsın
Ve mavi duman yayılır masamın üstüne
Ve pencereden dışarı Delengpre Caddesi’ne bakarım
Ve derin nefes alır ve yazmaya başlarım
Bukowski işte yaşam budur derim kendi kendime
Yoksul olmak iyidir, basur olmak iyidir, aşık olmak iyidir
Ama siz nasıl bir şey olduğunu bilmezsiniz
Sevgilimi görseydiniz ne dediğimi anlardınız
Buraya gelince baştan çıkacağımı düşündüm
Tam böyle olacağını bildi, böyle olacağını bana söylemişti
Allah kahretsin ben elli bir yaşındayım o ise yirmi beşinde
Birbirimize aşığız ve o beni kıskanıyor, Tanrım bu güzel bir şey
Buraya gelip baştan çıkarsam, gözlerimi oyacağını söylemişti
Alın işte aşk sizlere
İçinizden hangisi bilir böyle bir şeyi
Sizlere bir şey söylemeliyim
Öyle adamlarla tanıştım ki hapishanede
Üniversitelere ve şair toplantılarına giden
İnsanlardan çok daha fazla yol-yordam bilen insanlardı
Kan emicidirler onlar, bütün görmek istedikleri
Şairin çorapları kirli midir acaba ya da koltuk altları kokuyo mudur
Ama sizden şunu hatırlamanızı istiyorum
Bu odada yalnız bir tane şair var bu gece
Belki de bu ülkede yalnız bir tane şair var bu gece
O da benim
İçinizden kim biliyor yaşamı, içinizden kim biliyor herhangi bir şeyi
Hangi biriniz hayatında işinden kovuldu?
Ya da sevgilisine dayak attı ya da sevgilisinden dayak yedi
Beş defa kovuldum ben Senis and Rocbuck’tan
Kovmuşlar, tekrar kovmuşlardı beni
Otuzbeş yaşındayken tezgahtarlık yapıyordum onlara
Sonra kurabiye çalarken yakalandım
Ben nasıl olduğunu bilirim çünkü onlardan geliyorum
Elli bir yaşındayım ve aşığım
Şu gencecik güzel şey diyor ki bana: Bukowski
Ve ne var diyorum, O ise
Sen pisliğin tekisin diyor bana
Ve bebeğim beni anlıyorsun diyorum
Bu dünyadaki tek güzel şey O
Kadın ya da erkek bu tür hareketine katlanacağım tek kimse
Ama siz aşk nedir bilmezsiniz
Hepsi geri döner bana sonunda, her biri geri döner
Yalnız o sözünü ettiğim bir tanesi,
Hani o sözünü ettiğim bir tanesi
Yedi yıl birlikte yaşamıştık, çok içerdik
Bir avuç memur görüyorum ben bu odada
Şair filan yok aranızda, hiç şaşırmadım bu işe
Şiir yazmak için aşık olmak gerekirdi
Ve siz aşık olmak nedir bilmiyorsunuz ki
Sizin derdiniz bu!
Şu ağır içkiden verin biraz bana
Tamam buz istemem güzel
Güzel işte çok güzel böyle
Haydi bakalım gösteriye başlayalım
Ne dediğimi hatırlıyorum
Ama bir tek atacağım yalnızca
Ne de güzel tadı var şu meretin
Haydi uzatmadan bitirelim bu işi
Yalnız bundan sonra kimse durmasın
Açık pencerenin yanında

Charles Bukowski

Orşilim Kızları

Gitti genç delikanlılar Babil’e;
Gitti erkek çocuklar bile;
Bir solukta boşaldı Ken’an ili.

Düştü yollara Orşilim kızları
Al benizleri şimdi süzgün, sarı;
Gözkapakları isli, mor sürmeli.

Dallarında kalan turunçlar gibi
Durdular senelerce tunçlar gibi;
Elde başka ne var ki, çağ durmadı.

Çöktü ayrılık ayrılık üstüne.
Servi boylar eğildi günden güne;
Körpe çağları Tanrı durdurmadı.

Bağ bozuldu, kesildi ırmakta su
Sürgülenmedi gitti bir tek kapu;
Dört bucakta açık saçık gezdiler.

İnci dişli kızıl dudaklar kuru,
Gözlerinde yosun, bakışlar duru,
Bellerinde birer düğümsüz kemer.

Ayrılan gün olur döner sandılar;
Hep bugün’le yarın’la aldandılar;
Kırka, kırk bine yardılar bir kılı

En sonunda duyuldu gökten dilek
Döndü beli iki kat, ayak sürterek
Dolduran delikanlı, yetmiş yılı.

Gül sarardı, döküldü koklanmadan;
Söndü her kurulan ocak yanmadan;
Artık esmedi Sahyun’un rüzgarı.

İhtiyarladılar, harab oldular
Hurma bahçelerinde ceylan kadar,
Put kadar güzel Orşilim kızları.

Mustafa Seyit Sutüven

Akdeniz Şiirleri

Dalarım engine
Ki yaşadığım
Anıladığımdır.

Roma’yla Kartaca’nın arasında
Yüzer, sevgi sevgi
İstanbul.

Böler bir kuş düşüncemi ikiye
Maviden
Yarıda kalır içki.

*

Sen Deniz Gök,
Bir an dursanız uykuda
Büyür bir yosun geceye karşı.

Tedirgin olur ölüler
Bir an yaslansanız karanlığa,
Sen Deniz Gök.

*

Dersin ki
Ellerimize değecek
Yıldızlar
Büyüyecek büyüyecek de.

Dersin ki
Bir aydınlığı var
Sevgililer için,
Karanlık sessiz de.

Dersin ki
Uyuyamıyorum
Yalnızız
Gece, mavi de.

*

Sessizdi yeryüzü
Yeryüzünde biricik Akdeniz vardı
Akdenizde
Yalnız ikimiz.

Beni seviyor musun dedim,
Yumdu gözlerini uzaklığa,
Tam sorulacak an, diye gülümsedi,
Tam sorulacak yer.

*

Bir kocaman yeşil bir kocaman boz
Yellerde
Çarpar birbirine çarpar enginlere dek.

Dalgaların ucunda yıldızların ucu
Her köpük bir fırtına
Her köpük bir evren.

Şu deniz şu gök gizlenebilir
Seni sevdiğim
Gizlenemez.

*

Havaya da yalıma da ağaca da benzer ama
En çok suya benzer
Sevgimiz.

Morluğun acısı var sonu yok
Karışır yaşamımıza
Kendiliğinden.

Herkes ölünce toprak olurmuş
Hayır hayır
Bizim su olacağımız besbelli.

*

Akdeniz enginlerde kararmaktadır
Ama
Ben
Öyle maviyim ki.

Akdeniz bir gitmişlikle eski, uzak,
Ama
Ben
Sahibi gibiyim yıldızların.

Akdeniz seni bir daha yaratamaz
Ama
Ben
Seni bir daha sevebilirim.

*

Duymuştun
Bu türküyü
Çok eskiden de.

Bu türküyle anılarsın yelden
Yeşilden
Kadırgaların dibindeki sessiz yosunları.

Bu Akdeniz dalgalarında bu türküde sen
Varsın ışıl ışıl
Ve yoksun biraz.

*

İyice düşün bu bütün yaşamamızdır.

Fazıl Hüsnü Dağlarca

Kocaman Bolu

Kuşlarda ses yellerde ses, dağda ses,
Bir türküdür aramızda akan şey.

Toprakların birliğini demez mi
Ayvaların sarılığı kardeşim?

Burda duyduğum duyduğum
Nane kokusu kokusu.

Hadi beni sevmediniz
Getirdiğim maviliği alsanız ellerimden.

Fazıl Hüsnü Dağlarca

Bu Eller miydi?

Bu eller miydi masallar arasından
Rüyalara uzattığım bu eller miydi.
Arzu dolu, yaşamak dolu,
Bu eller miydi resimleri tutarken uyuyan.

Bilyaların aydınlık dünyacıkları
Bu eller miydi hayatı o dünyaların.
Altın bir oyun gibi eserdi
Altın tüylerinden mevsimin rüzgarı.

Topraktan evler yapan bu eller miydi
Ki şimdi değmekte toprak olan evlere.
El işi vazifelerin önünde
Tırnaklarını yiyerek düşünmek ne iyiydi.

Kaybolmus o çizgilerden
Falcının saadet dedikleri.
O köylü çakısının kestiği yer
Söğüt dallarından düdük yaparken…

Bu eller miydi kesen mavi serçeyi
Birkaç damla kan ki zafer ve kahramanlık.
Yorganın altına saklanarak
Bu eller miydi sevmeyen geceyi.

Ayrılmış sevgili oyuncaklardan
Kırmış küçücük şişelerini.
Ve her şeyden ve her şeyden sonra
Bu eller miydi Allaha açılan !

Fazıl Hüsnü Dağlarca