Yalın Ölüm

“Beni hatırlayın dostlar” demeden
Hatırlanmayı bir küçük çocuğun,
Bir insan ömrü kadar ancak yaşayacak
Beynine bırakır ve ölür kanarya…
Bizim ömrümüzün son buluşu, kalın
Bir cilt gibi…
Oysa bir gül yaprağı gibi ince ve yalın
Olmalısın Ey Ölüm.

Hüsrev Hatemi

Son İtiraf

Yıllar geçti, sevgili Manuel Valadares. Şimdi kırk sekiz yaşındayım ve zaman zaman, özlemimden, hep bir çocuk olduğum izlenimine kapılıyorum. Birden ortaya çıkıverecekmişsin, bana artist resimleri ve bilyeler getirecekmişsin gibi geliyor. Hayatın sevilecek yanlarını bana sen öğrettin, sevgili Portugam. Şimdi bilye ve artist resmi dağıtma sırası bende, çünkü sevgisiz hayatın hiçbir anlamı yok. Ara sıra sevgimle mutluyum, ara sıra da yanılıyorum; bu daha sık oluyor.

O çağlarda, bizim çağımızda yani, yıllar önce bir Budala Prens’in, mihrabın önünde diz çökmüş “Budala”nın, gözleri yaşlarla dolarak ikonlara şunu sorduğunu bilmiyordum.
“OLUP BİTENLERİ ÇOCUKLARA NİÇİN ANLATMALI?”

Gerçek, sevgili Portugam; bunları bana çok erken anlatmış olmalırıdır.
 Hoşça kal!

Ubatuba, 1967

(şeker portakalı’ından)
Jose Mauro de Vasconcelos

Sarnıç

   Dağın eteğine beyaz minareleriyle sarılmış bu şehrin lisesi, zaman geçtikçe daha canlı, daha berrak hatıralarla bize döner, bizi tekrardan içine alırdı. Biz, herhangi bir sınıftık. Herhangi bir son sınıf olduk. Ön avlusu, aynı zamanda burunları, kolları kırık heykellerle süslü bir müze bahçesi, ancak son sınıf talebeleriyle muallimlerin gezindiği bir yer olan liseyi, bir gün ardımıza dönüp bakmadan başkalarına bıraktık. Bir daha buraya ömrümüzün sonuna kadar talebe olarak giremeyeceğimizi bile bile. Bu müthiş bir şeydi! Biz ne kadar seviniyorduk!.. Sanıyorduk ki, mütemadiyen bir güzel şeyi geride bırakacak, bir daha ona sürünemeyecek, onun içine giremeyecek, bir anı bir daha yaşayamayacaktık.
   Önümüzde hayat… Her gün bir başka uykuya yatıp bir başka rüya göreceğiz. Halbuki zaman, ağır ağır bizimle beraber akan nehir, bir göle varıyordu. Bu gölde artık biz akmıyor, dalgalanıyorduk. Yahut bana öyle geliyordu. Çoğumuz evlenmiştik. Birbirimizi liseden beri bırakmayan dört arkadaş hepimiz birer kız almıştık. Aynı mahallede oturuyorduk, aynı yolları tepiyor, evimize varıyor; aynı kadını her akşam daha fazla sevmeye çalışıyorduk. Aynı mezarlık karşımızda idi. Seneler böyle geçtiği halde aynı sarışın, esmer, ayakları çıplak çocuklar hiç büyümeden aynı servi ağaçlarına tırmanmaya çalışıyorlar, aynı ölülerin taşları arkasında saklambaç oynuyorlardı. Birdenbire her şeyin bir saniyede duruverdiğini görmüştük. Daireden evimize, ticarethanemizden fakirhanemize iki arkadaş döndüğümüz günlerde bir mahalle mescidindeki iptidai mektebini, bahçesinde bir Roma belediye reisinin burunsuz heykeli dikili lisemizi, İstanbul’u, darülfünunu, bir iki darülmuallimat kızını hatırlar ve bu kadar süratle geçmiş bir zamanın hesabını tutardık. Arkadaşım:
   — Hatırlar mısın? derdi. İptidai mektebimiz Kirazlı Mescit’ti. Bir gün Şeker Hoca derste idi. Bizim Şükrü, minareye sabahleyin kimse görmeden çıkmış, paldır küldür iki teneke devirmişti. Hoca ile beraber sokağa nasıl fırladığımızı hatırlamaz mısın?
   — Hatırlamaz olur muyum? Hatırlamaz olur muyum?
   — Şeker Hoca mektebin karşısına dikilmiş, biz arkasında… O bir şeyler mırıldanır, sureler okurken birden Şükrü, mektep kapısında, elinde tenekeler gözüküvermişti.
   –Ya! Ya! Ama iyi adamdı!.. Şükrü’ye ceza bile vermemişti. Saçlarını çeker gibi okşamış, “Yaramaz,” demişti, “bir daha yapma emi! Bizi korkuttun.”
   Bu sözlere ikimizin de gözü yaşarırdı.
   Niçin? Sanki o günler şimdiki kadar güzel miydi? Acaba o günler de bugünküler kadar durgun değil miydi? Her gün, her saat aynı hocayı görmez miydik? Senelerce aynı mektebin eşiğini aşındırmamış mı idik? Aynı mahalle imamının sesini, minareden, aynı saatlerde duymaz mıydık?
Evimizin arkasında bir türbe vardı. İçerde kandil yanar, yeşil sandukaların içinde kocaman, minare boylu ölüler yatardı. Ölülerin kocaman kavukları vardı. Bir odanın içinde karı-koca yatarlardı. Ve bir kandili her akşam beyaz sarıklı bir ihtiyar yakardı.
   Kış geceleri dar sokaklar birbirine yapışır, bir ölü aydınlık sokaklara iner; yalnız türbenin içinden ılık bir ahret ve sakin ölüm havası eserdi. Sokaklarda çıt yoktu. Sonra birdenbire insanlar yatsıdan dönerlerdi. Keskin bir öksürük sesi duyardık. Kulak verirdik. Karları bir lastik ezer; odada beyaz başörtülü, rastıklı bir taze bir sakız patlatırdı. Benim bir ablam vardı… Davut’un bir büyük ağabeyi vardı. Biz Davut ile beraber ağabeyinin bizim evin erik ağacında saatlerce beklediğini, karın üzerine iki karış yağdığını, ders çalıştığımız odada ışığı söndürerek, birbirimize sokularak, nefes almadan rüya görür ve hiçbir şey anlamaz, birçok şeyler sezer gibi seyretmemiş miydik? O Davut kimdi? Kimin çocuğu idi? Niçin onu hatırladıkça içimde bir şeylerin sökülüp koptuğunu, başımın birdenbire dönüp bir müddet sustuğunu duyuyorum. Bu Davut kimdi? Kaçıncı sınıfta iptidaiyi bıraktı? Üzerine iki karış kar yağan delikanlı, acaba ablamı Davut’un söylediği gibi hakikaten öptü mü? Ablamın duru beyaz yanaklarını bu elleri, kafası, saçları ve ensesi büyük delikanlının, beyaz köklü kocaman dişleri gözüken ince dudaklı, geniş ağzı tükrükledi mi? Sonra benim o duru beyaz renkli, iki kaşı birbirine değen etli dudaklı ablam ne oldu? Bu şimdi bazan evinin önünden geçtikçe uğradığım kocaman memeli bir hâkim karısı olan kadın, benim uzun ve kardan bacaklı ablam mıdır?
   Harp zamanındaydık… Anam bir sabah ekmeğin üstüne belli belirsiz tereyağ sürmüştü. Bütün ömrümce bol tereyağlar sürülmüş ekmek yedim. Fakat o günkü tereyağın sevincini duyamadım. Gün oldu ki, halkla bu çarşıları, sefil dükkânları, pis aşçıları, kışlaları ve tezgâhları dolduran halkla aram bir uçurum gibi açıldı. Kocaman kahvelerde kravatları düzgün, boğazları tok gençlerle bilardo oynadım. Öyle lokantalarda yemek yedim ki, bir öğle yemeği parasıyla beş kişi bir hafta doyardı. O tiyatrolarda, o koltuklarda oturdum ki, etrafımda beyaz kadınlar dünyanın en kokulu lavantasını sürmüşlerdi, erkeklerin yüzlerinde ise bir tek kıl yoktu. Herkes, her şey pırıl pırıldı. Ama neden her zaman küçük, mütevazı köşeler aradım? Dostlarımı, en sevdiklerimi bu çarşı içlerinin kara çocuklarından seçtim. Bir tiyatronun galerisinde tanıştığım birisi, en iyi arkadaşım oldu. Bir tezgâhta tülbent dokuyan narin bir kıza âşık oldum. Onun ayaklarını ellerimin içine aldım. Onu paltomun içine saklayarak kış geceleri tenha sokaklarda yürüdüğüm zaman saadeti, ilk defa vücuduma bir 36.5 derece hararetle sindirdiğimi hissettim. En çok zevki kasabanın bayram yerlerinden, halkın tatil günleri serpildiği çayırlıklardan aldım. Kayalara, dağlara, baharın ve yabani kokuların rüzgârla beraber dolaştığı tepelere tırmanıp küçük çoban çocuklarıyla konuştum. Bir keçi kokusu sarmış ağıllarda çobanlarla arkadaş oldum. Dert dinledim. Onların sefaleti ile kederlendim. Saadetleriyle coştum. Her umumi ve herkese açık yol, aşçı dükkânı, bahçe, kır benim oldu. İnkaya yollarının rengini ezberledim. Gölge görmeyen yollar benim gölgemle doldu.
   Köylülerle beraber demir parmaklıklara asılıp içkili belediye bahçesinin içinden saz dinledim. Açık yerlerde oynayan sinemaları parasız seyredenlerle yaz günleri birbirimizi ittik.
   Mahalle kahvesinde yirmi lira maaşlı posta müvezzileri, balıkçılar, dostsuz mütekaitler, zebun ve sessiz kahvecilerle altı kol iskambil oynadım. Dünya benimdi!
   Yine öyle zaman oldu ki, bir partiden insanlar, öteki taraftan olanları yağlı iplere geçirdiler. Her ikisine de acıdım. Vurulanla vurulduğum, ölenle öldüğüm günler oldu.
   Kimdim, neydim, kimi seviyordum?
   Her barınacak, her çorbası tüten, her sobası yanan evde bir kederin, bir bilinmez yaranın korkusunu gördüm. Hatırlarım: Günlerden bir gün, dünyanın en şehvetperest insanı olmuştum. Ne görsem almak, neye baksam kucaklamak, ısırmak, sevmek, koklamak, neyi sevsem kıskanmak, başkalarına koklatmamak isterdim. O zaman sarhoş olmaya giderdim. Durmadan içerdim. İçtiğim zaman her şey güzeldi. Her şeyi kucağıma alabilirdim. Her şeyi ısıtabilirdim!
   Bu, yalnız bir hayvani his miydi? Yoksa bunun gerisinde saklı, açık bir insanlık sevgisi var mıydı?      Beni idare edemeyen neydi? Bu dünya insan için kâfi idi. Bu dünyada insan en güzel, en büyük, en bahtiyar olacak mahluktu. O halde, niçin sokakta çıplak çocuklar, aç gezenler, işsiz delikanlılar, titreşen köylüler, yalnız namazlarını ve torunlarını seven ihtiyarlar vardı?
   Mütemadiyen sual sorup hiçbir cevap almadan evime döndüğüm akşamların birinde karımı oturmuş ağlar buldum.
    — Karı, dedim. Ocağın mı yanmaz? Çorban mı tütmez? Başında ağrı mı var? Hasta mısın? Ne ağlayıp duruyorsun?
   — Efendi! Sayende, dedi, hiçbir eksiğim, gediğim yok… Ne açım, ne açığım, halime şükrederim. Ama kürklü mantom yokmuş. Baloya gitmezmişim. Haftada bir defacık sinemaya da gidemiyormuşum. Bunların ziyanı yok!..
   — Öyle ise nedir? dedim. Derdin ne Fitnat?..
   — Anamı babamı göreceğim geldi, dedi.
   Karım, vakti hali oldukça yerinde İstanbullu babasını görmeye gideli tam bir sene oldu. Dönmedi.      Babası bana birkaç satır yazdı:

   “Muhterem damadım,
   Rızam olmaksızın sana varan sevgili kızım bana avdet etti. Çektiği sefaleti anlattı. Hatırıma şu darbı mesel geliyor: ‘Kendi geçememiş, kuyruğuna da kabak bağlamış.’ Şimdilik karını göndermiyorum. Boşanmak istersen avukatım gelip seni görecektir. İstemezsen ben gelip seni göreceğim. Bâki selam.”

   Onun beni görmemesi için, dünyada yapmayacağım hiçbir şey yoktur.
   Dünya birdenbire değişivermişti. Artık ne lise hayatı, ne geçmiş arkadaşlıkların sarhoş edici hatıraları, ne de Kirazlı Mescit’teki iptidai mektebi kalmıştı.
   Şimdi uzun boylu, ipince bir İstanbul kızını boş bir odadan, yağan kara bakarak, hatırlıyor, kimseye anlatamayacağım, gizli, egoist bir hayatı yeniden yaşayarak sac sobaya bir iki odun daha atıyor, kurumuş hatıralar sarnıcına gizli, bilinmez bir membadan akan şarıl şarıl su sesleri duyuyorum. Bu son hatıralarla sonuna kadar idareye çalışıyorum.

Sait Faik Abasıyanık

Yollar ve Zaman

sen bir yalnızlığı koşup gittin de
bir yerde buluşulur diye, belki de…

elbet buluşulur, orda, o yerde…
bir hüzün töreniyle kutlanır
bulunur birşeyler ve saklanır
saklanan Zaman mı, yoksa yol mudur
aranır bahçelerde ve şiirlerde

kimbilir ki dündür, olgundur kalbimiz
yollarsa her zaman biraz küskündür
yokuşlarda ve inişlerde…
Zaman’dır seni sardığım kumaş
bekledin, örtülsün ki yavaş yavaş…
erguvandın, kayboldun dilegelişlerde

Hilmi Yavuz

Nâzım Hikmet

hüzün ki en çok yakışandır bize
belki de en çok anladığımız

biz ki sessiz ve yağız
bir yazın yumağını çözerek
ve ölümü bir kepenek gibi örtüp üstümüze
ovayı köpürte köpürte akan küheylan
ve günleri hoyrat bir mahmuz
ya da atlastan bir çarkıfelek
gibi döndüre döndüre
bir mapustan bir mapusa yollandığımız

biz, ey sürgünlerin nâzım’ı derken
tutkulu, sevecen ve yalnız
gerek acının teleğinden ve gerek
lâcivert gergefinde gecelerin
şiiri bir kuş gibi örerek
halkımız, gülün sesini savurup
bir türkünün kekiğinden tüterken
der ki, böyle yazılır sevdamız

hüzün ki en çok yakışandır bize
belki de en çok anladığımız

Hilmi Yavuz

“Keşke rüya olsa”

   

Uyku tutmaz bu gece, gözler dolar taşar boşalır… Yine yürüsek Taksim’de ne değişecek??… Kadın her geçen yıl daha değersiz bu ülkede… Biliyorum daha da sertleşecek her şey… Yine hafifletme, yine kadında suç arama, yine bulunur bir bahane… Yine aşağılanma… Yine mide bulantısı…. Kadın olmak zor, güzel bir kız olmak çok zordur ülkemde... Bugün o güzel yüze baktıkça neler neler geçiyor aklımdan: İlkokulda etek açmayı oyun yapan sınıf arkadaşlarımın hedefi olmak, okul eteğiyle eve yürürken yediğim onca laf, dersane dönüşü karanlıkta hızlanan adımlarım, göğsüme bastırdığım kitaplarım, taksilerin arkayı izlemek için ayarlanan aynaları, çıkma teklifini kabul etmediğim için canımı acıtan okul arkadaşlarım, ev telefonundan yapılan sapık konuşmalar, peşimden apartmana girip 15 yaşındaki bana ereksiyon halindeki cinsel organını gösteren o çoçuğun yüzü, ellerim titreyerek eve kaçışım ve bunu kimseye anlatmayışım, kıçımı hem de bir kanal gecesinde elleyen sarhoş bir kanal yöneticisiyle tartışmam, sevgilisi olmamamı gururuna yediremeyen partnerler, arkadaşımın evinde tuvalete dalıp zorla dudaklarıma yapışan bir oyuncuyu itişim, mesleğim yüzünden yaftalanışım, aylarca peşimden koşan birini sanki ben sevgilisinden ayırmışım gibi tam sayfa haber yapışları, gizlice çakallıkla çekilip servis edilen göğüslerimin silüeti davası mavası, bilir kişi raporu lehime çıkınca geri çekilen davaya kocası araya girdi barıştırdı haberi, daha bugün fermuarım açık kalmış haberleri, aman ne önemli!!! Kadına, bedenine, seçimlerine, haklarına saygı göstermeyen kafalar! Rağmen çok şanslıymışım diyorum artık, hep teğet geçmişim. Tecavüz, bıçaklanma, kesilip bavula tıkıştırılma, otobüs durağına komada bırakılma, yakılma yaşamadım. İnsanlık suçlarına göz yummak suçtur!!!! Bir gün hesap sorulur!!!! Cinsiyet ayırmaksızın her vatandaşın canını ve haklarını korumak görevinizdir!!!!!! Dilerim son gününü hiç hatırlama Özgecan hayallerinle huzur içinde uyu.

İslam dünyasının bugünkü görüntüsü Batı’nın Ortaçağ’ını andırıyor

BİR yandan Kuran-ı Kerim’den alıntılayarak “Bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmek gibidir” diyoruz, bir yandan da son 10 yıl içerisinde İslam dünyasında hayatını kaybetmiş 2 milyon insan ile Paris’te öldürülen 12 kişi arasında mukayese yapıyoruz. “12 kişi için yürüyenler 2 milyon karşısında neden sessiz kaldılar” diyerek…

Sorunun cevabı açık oysa…

Unutulanı, geçmişe bakarak hatırlatayım: Batı Ortaçağ’ı karanlıktır. Hurafelere sahip çıkan din adamları etkisinde kalan Batı insanı, Haçlı Seferleri’yle dünyanın bir başka ucuna ölüm kusmaya giderken, kendi coğrafyasında din adına kan döküyordu.

8 yıl savaşları… 30 yıl savaşları… Jeanne d’Arc… İngiltere, Fransa, İrlanda, İskoçya ve Danimarka’da iç savaşlar… Bütün bunlar değişik dönemlerde Batı’da boy gösteren ve çok sayıda canlar alan din savaşlarıdır. Bunlara ek olarak, 200 yıla yakın sürmüş bir dönemde (1096-1291), kutsal topraklara (Kudüs ve çevresi) doğru düzenlenen Haçlı Seferleri’nde öldürülen yüz binler…

Göğüslerine “haç” takılı, Tanrı’ya bağlılık yemini etmiş barbarların, çekirge sürüsü gibi, dünyaya kan ve ölüm saçtığı dönemler…

Aynı dönemlerde İslam dünyası bugün bile kendileriyle övündüğümüz uygarlık numuneleri veriyor, Müslüman ilim adamları keşifler ve icatlarda ön alıyor, din bilginleri ve filozoflar aydınlık düşünceleriyle Batı’nın sonradan “reform” adı verilen ayağa kalkışına malzeme sağlıyorlardı.

Reform ve Rönesans’a ışık sağlayan eski Yunan’a dair eserleri, orijinal dilinden Arapça’ya çevirerek koruma altına alanlar da İslam dünyasının bilginleriydi.

Ortaçağ, İslam dünyası için, yalnızca fetihlerle Dar-ül İslam’ın genişletilmesi anlamına gelmez; zihinleri açık, akılları tutulmamış, hoşgörülü İslam bilim dünyasının coğrafya tanımayan hükümranlığına da sahne teşkil eder… Neredeyse 500 yıl İslam dünyasının parçası olmuş Endülüs (İspanya), her dinin mensuplarının ortak uygarlığı da sayılabilir…

Endülüs uygarlığını sona erdiren, engizisyoncu, endülüjanslı, dinde baskıcı zihniyet uzun yıllar Avrupa’yı egemenliği altında tuttu.

Sözün kısası şu: Avrupa ve Avrupalı, din savaşlarının yok edici etkisini bilir ve günümüzde bundan kaçınır. İhtilaflarını savaşsız sona erdirmenin gerekliliğini de, geçen yüzyılın 60 milyon insanın canına mal olmuş iki dünya savaşıyla öğrenmiştir Batılı…

İhtilafsız bir dünyanın temel kurallarını, Batı, demokrasi ve en geniş biçimiyle özgürlükler olarak belirlemiş, bunlara yönelik tehditler için tedbirler de almıştır.

Geçen yüzyılın iki dünya savaşında birbirini yok etmeye çalışmış Almanya ile Fransa’nın Avrupa Birliği çatısı altında buluşması, Merkel ile Hollande’ın, Charlie Hebdo saldırısını kınamak için Paris’te kol kola girip yürümesi, bir kararlılık gösterisidir.

Herhalde burada sorulması gereken soru şu: Batılılar birbirlerini gırtlaklar, gözlerini oyar, din uğruna hayatlarını feda ederken, dinlerinden aldıkları ilhamla insanlığa büyük katkılarda bulunma yolunu seçmiş olan İslam dünyası, bugün neden farklı bir durumda?

Neden İslam dünyasının bugünkü görüntüsü Batı’nın Ortaçağ’ını andırıyor?

Üzücü, ama sanıyorum gerçekçi bir tablo bu çizdiğim…

Batı, bugün, kendi kayıplarına ağlıyor ve bizim de ağlamamızı bekliyor; bizim kayıplarımız karşısında ise sağır ve dilsiz. Çifte standartlı. Bütün bunlar tamam; ancak bizim durumumuz da fazla iç açıcı değil. Batı’nın Ortaçağ’da düştüğü çukura illa bizim de -hem de bugün- düşmemiz mi gerekiyor?

Aklımızı başımıza toplamalıyız.

Fehmi Koru

Yasaların vicdanların içinde çalışıyor olması gerek.

Devletimiz zeval görmesin. Milletimiz necip, güzel bir millet. Güzel gönüllü insanlar var. Bir çok haber kanalından konuşmak için, röportaj yapmak için geliyorlar ama hiç birini kabul etmedim fakat böyle bir konuşma yapmak mecburiyeti aslında doğuyor. Ben öncelikle kendim için şunu söyleyeyim; ben günahkarların günahkarı, fakirlerin fakiri, acizlerin acizi bir garibim. Rabbim özel yaratmış, güzel yaratmış, çok sevdi yanına aldı. Bu memlekette artık ikilik olmasın. Bu vahim olayı yapan insanlara da zulmedilmesin, adaletin karşısına çıkıp cezalarını çeksinler. Allah onların analarına, babalarına da yardımcı olsun.

Sevmekten başka bir çıkar yolumuz yok. Teslim olursak içimizdeki bütün güzellikler ortaya çıkacak. Savaşırsak, sonunda nefsimiz kazanacak ve analar, babalar ağlayacak, meleklerin kanatları koparılacak, meleklerin çığlıklarını kimse duymayacak. Duyduğumuz kulaklarımızın, gördüğümüz gözlerin aslında bir anlamı yok. Memlekette herkes bir şey söylüyor; biz ne ocuyuz, ne bucuyuz, şanı yücelerden yüce olan Türk milletinin bir ferdiyim, evladıyım. Allah devletimize zeval vermesin. Güzel gönüllere sahip olan bu milletten Allah razı olsun. Devlet büyükleri, ali cenapları teker teker herkes aradı, baş sağlığında bulundu. Hepsine ayrı ayrı şükranlarımı ve minnetimi bildirmek istiyorum.

Ben milletimizden çok şey bilmem ama, Ma’un Suresi’nin, Ali İmran Suresi’nin 103. ayetini ve Asr Suresi’ni okumalarını tavsiye ediyorum. Bu ayetler bana göre çok önemli. Doğru yolu bulmak, doğru yolu seçmek, doğru yolda yürümek çok zor. Malum, dünya geçimini sürdürmek için çalışıyoruz. Gözümüz körleşiyor, kulaklarımız sağırlaşıyor. Herkes kalbindeki sesi iyi dinlesin. Bana yıllarca neler olabileceğini anlattılar ama ben anlamadım. Gözlerim kör, kulaklarım sağır vaziyette dünyanın peşinde koştum durdum.

Siz hiç mucize gördünüz mü? Şu an bir mucize gerçekleşiyor. Olayın tüm Türkiye’ye mal olmasının bir hikmeti var.

Masallarla büyüdük. Bir varmış, bir yokmuş. Bir Özge varmış, bir Özge yokmuş. Sevgi geldi saygı geldi cihana, biz yarattık dediler. Bizler sevmesini saymasını öğretmeye geldik cihana.

*

Anadolu Nuh’un gemisi gibidir. Bu geminin kapısı açılmıştır. Bu gemiye bu vesile ile içinde güzellik, sevgi, hoşgörü taşıyan herkes alınacak. Direnenler geride kalacak. O direnenlerin başına da benim meleğimin başına gelen gelebilir. Melekleri yasalar ile korumak mümkün değil. Yasaların vicdanların içinde çalışıyor olması gerek. Vicdanların içinde bir şeyler çalışmıyor ise hiçbir yasa kâr etmez. Çocuğumun üzerinden her hangi bir idam çıksın istemiyorum, ilgilenmiyorum. Bu geminin Allah’ın takdir ettiği illa ki bir kaptanı vardır. Takdir edilmiş olan kaptan ve görevlilerin en güzelini yapacaklarına şüphem yok. Erzurum’dan bir vatandaş aradı. ‘Allah onu meleği yaptı, kendisi için yaratmış. Onu kendi cennet bahçesine aldı’ dedi. Katılıyorum ben de. Memleketimizin böyle bir durum karşısında, böyle bir birleşmeye vesile olduğu için Allah’ın hikmetinden sual olunmaz. Bu olayın bu şekilde tecelli etmiş olması, bütün insanların bu olayın etrafında sevgiyle, hoşgörüyle, saygı ile birleşmiş olması önemli. Benim çocuğumun başına böyle bir şey gelmiş olması beni kıymetli kılmaz. Ben günahların günahkârı, acizlerin acizi, fakirlerin fakiriyim. Benim kalbimi söksünler, bedenimi çöpe atsınlar. Hiçbir şey ifade etmez. Aklım hikmetin karşısında çaresiz.

Gam diyarında kodu gittiyse cananın garib

Gam diyarında kodu gittiyse cananın garib,
Nale-i cangahdan olmaz dil ü can garib.

Şahsar-ı gülde hoş tut bülbül-i şeydaları.
Kalmasın ey bağban, gülberk-i handanın garib.

Evvela gör küfr-i zülfün sonra inkarın yetür:
Bari sufi, durmasın göğsünde imanın garib.

Su dök ey saka-yı dü çeşmim hemişe payına,
Bağ-ı dilde saye-i servi-yi hiramanın garib.

Sorma zahm-ı gamze-i huban-ı asrı Zihni’den
Kes ilâcımdan tabîb, destin dermânın garîb.

Bayburtlu Zihni

Geldi gam padişahı mahkeme-i hicrane / Yazdılar kayd-ı ebed hicrine eyyamım gel

Geçti sensiz güzelim hicr ile eyyamım, gel,
Fark olunmaz gam ile sabahtan akşamım gel.

Şamdan zülf-i hayalinle seher-bidarım,
Şeb-i zulmetteyim ey şem-i şeb-i aramım gel.

Geldi gam padişahı mahkeme-i hicrane,
Yazdılar kayd-ı ebed hicrine eyyamım gel.

İki kat etti beni hasretin ey kaşı keman,
Uzadı servi kaddin tek bu serencamım gel.

Zihni sayen gibi bir âşık-ı üftadendir,
Vakt-i nev-ruzdur ey serv-i gül-endamım gel.

Bayburtlu Zihni