Bahar Yok

Erguvanlar açmış
Yastayız yine
Bahar yok
Ülke yok
Ve her yer kan içinde

Bejan Matur

Şapka

Seyit Rıza ve Dersim’e

Dün burada
Yaşlı bir adam
Bir şapka istedi.
Sabah vakitsiz
Ve erkendi.
İnce elleri
Ve yitirdiği görkem için
Tarihte yerini alacak olan.
Kim kaybedecek belli değil
Hangi mağarada
Hangi meraklı gözler?
Ve açlık
Bir bilinç gibi
Hiç unutturmayan kendini.

Dün burada bizden çalınmış
Bir gizi fark ettim
El ele ölüme giden
Bir baba ve oğul.
‘Oğlumu benden önce almayın’ diyen
Yaşlı bir adamın bakışları
Karanlıkta
Vicdan gibi.

Şimdi buradayım
Dağların yüzü gülüyor
Yankılanıyor dağların yüzü.
Ve sen
Geride bir oğul bırakmışsın.
Bel çizgisi ince
Parmakları uzun.
Dağların yüzü kederde.

Dün burada
Beyaz eteklerin
Ve şık tayyörlerin
Cumhuriyetinde
Namlular
Medeniyeti gösterdi.
Köprüler kurulmuş evet
Ve Milli Şef teftişte.
Öyle ya
Geleceğin ülkesi
Sağlam olmalı
Ama gerçeksiz.

Dün burada
Yaşlı bir adamın
Bomboş bir meydana
Kederli gözlerle
Baktığını gördüm.
‘Evlad-ı Kerbela’ya’ seslenişi
Bir farın ışığında büyürken
Yürek gibi inip kalkan yeryüzü.

Dün burada
Dağların anahtarı olan
Bir oğulun
Tarihin derinlerinde
Nasıl parladığını gördüm

Uzakları gösteriyor bir el
Yerine ne kurulacaksa
Hangi tokluk silecekse geçmişi
Ama geçmiş kalır
Ve ertelenen gelir
Bir baba ile oğulun
El ele ölüme gittiği an
Dünyada hep ilk kezmiş gibi
Yaşanır.

Bejan Matur

Eylül 2009, İstanbul

Annesi Çalışan Çocuğun Ağıdı

Attım. Boyalar ne işe yarayabilir
Yalnızlık için karadan başka
Hangi rengi kullanabilirim
Kuru masa, donuk tavan, somurtuk halı
Solgun durmalı resimlerim

Pencerem kuşları çekmiyor
Soluğu azaldı nergislerin
Üç tarak olsa taranmaz Yuku-Lilinin saçları
Ben annesi çalışan bir çocuğum

Yollarda damlarda eski yazdan kalma
Mavi çizgileri kar gelir kapatır
Sustum. Sevincin sesleri de
Bir iki deneyip susacak
Duvar diplerinde kedisel çığlıklar
Bahçelerde çirkin kasımpatları açmalıdır

Gülten  Akın

Seamus Heaney


Gunnar
yatıyordu ay parçası gibi
içinde mezarının,
bir şiddet kurbanı olmasına
ve öcü alınmadan bırakılmasına karşın.

Denilir ki, dizeler söylermiş
onur üzerine
ve dört ışık yanarmış
her köşesinde yatak odasının:
mezarı açıldığında çevirmiş başını
neşeli bir yüzle
ayı seyretmek için.

Seamus Heaney
Çeviren: Mümin Hakkıoğlu

Yapı İskelesi

Duvarcılar, bir yapıya başlarlarken,
İyice gözden geçirirler iskeleleri;

Fazla basılan yerlerdeki kalaslar kaymasın,
Merdivenler sağlam mı, çiviler iyi çakılmış mı.

Gene de hepsi sökülür bunların işleri bitince,
Sağlam, güven veren duvarlar çıkar ortaya.

İşte, sevgilim, bazan bizim aramızdaki köprüler de
Yıkılıyormuş gibi görünseler de,

Hiç aldırma sen. Varsın yıkılsın iskeleler,
Biz duvarımızı ördüğümüze güveniyorsak eğer.

Seamus Heaney
Çeviren : Cevat Çapan

Yarim Çiçek Olmuş Burnumda Tüter: Mehmet Âkif’in Mektupları

Mehmet Âkif’in yüzünün güldüğü bir fotoğrafı hiç görmedim. Hemen her fotoğrafında devasa yüklerin altındaki bir adamın sorumluluğu ya da derin bir hüznün ağırlığı okunabilir. Kendini değil milletini yaşayan bir adam olarak gördüğümüz Âkif’te belki de bu yanı kanıksadık ve bu yüzden fazla da dikkatimizi çekmiyor. Milletinin hayatını yaşayan bu adamın elbette hepimiz gibi bir ailesi de vardı. Bu çevre içinde Âkif’in yaşadığı acılar, endişeler, sevinçler ve sıkıntılar da vardı. Âkif’in kızına ve damadına 1928-36 yılları arasında Mısır’dan yazdığı yazdığı mektuplarda şiirin kayıtlarından âzâde ve Âkif’in kamuya yansıyan yüzünün daha mahrem yanları var.

Mehmet Âkif’in yazdığı mektuplar pek çok açıdan konuşulabilir. Ancak bu yazıda Âkif’in mektuplarına yansıyan ekonomik sıkıntılar, bir aile büyüğü olarak kızına ve torununa duyduğu sevgi ele alınacak. Tabi ki bir de Âkif’in bazı sosyal meselelere dair düşünceleri…

Mehmet Âkif’in mektuplarını okurken yaşadığı malî sıkıntının izlerine, kızına verdiği öğütte rastlıyoruz. Şöyle diyor Âkif: “Dünyada para kadar lüzumlu bir şey daha olmadığı için onu idare ile harç etmek en ziyade aranılacak bir meseledir. Biz bu hakikati pek geç anladık.” Aynı konu birkaç yıl sonra yazdığı bir mektupta da “…yazdan biriken borçları ödemekle meşgulüm.” cümlesiyle tekrar karşımıza çıkar. Âkif Mısır’dadır ve ihtiyarlığına rağmen kendilerine yardımcı olacak birini tutmaya gücü yetmez. Bu dönemde Âkif, “Ben de çay, bulaşık işlerini kemal-i intizam ile görüyorum.” diye yazar. Bir başka mektubunda, “Yemeğimi pişiriyorum. Ortalığımı süpürüyorum. Bir evde ne vazife varsa hepsini kendim yapıyorum.” diye yazar. Bunları yazdığında Âkif, altmışını geçmiştir. Mısır’da 1935 yılında aileye bir ev tahsis edilir. Mektubundaki “…kira derdi olmaması ne büyük bir saadetmiş.” cümlesi Âkif’in yaşadığı maddi sıkıntıları göstermesi bakımından kayda değer.

Akif’in yaşadığı gurbetin derinliğinin en çok hissedebileceği mektup belki de bahar ve bülbülden bahsettiği mektuptur. Âkif’in bülbül şiirinin başlangıcında, yemyeşil bir tabiatta defalarca bülbül sesi dinlemiş bir şairin bakışı vardır. Aynı şair, bakınız Mısır’ın kavurucu sıcağında neleri özlemiş: “Hesapça baharınız gelmiş olacak… Civardan bülbül sesleri geliyor mu? Yoksa bizim gibi sizler de o mübarek sese hasret misiniz? Mısır’da hiç bülbül yoktur. Bazıları İskenderiye civarında tek tük bulunduğunu söylüyorlar. Bizler alışık olduğumuz için bülbülsüz bahardan zevk alamıyoruz.”

Ancak tüm bu olumsuz şartlara rağmen Âkif şikayet eden bir ruh hâli içinde değildir. Hatta Yahya Kemal’in şiirinden ödünç alarak söylersek, Âkif’e mektuplarında “mümin, mütevekkil” bir ruh hâli hakimdir. Belki de en çok tekrarladığı ve beğendiğini söylediği söz şudur: “Bir yiyip bin şükretmeli… Şair ‘şükr-ü nimet dahi bir nimettir’ diyor ki en beğendiğim sözlerdendir.” Kendinin ve kızının durumundan bahsettikten sonra şükür sadedinde şöyle der: “Allah, odunu, kömürü, yiyeceği, giyeceği kıt olan kullarına yardımcı olsun, âmîn.” Bu satırlarda hayatla iç içe, hayatın gerçeklerini gören ve son derece insanî bir şekilde onlarla hemhâl olan bir Âkif görüyoruz.

Âkif’in mektuplarının en duygulu yanı belki de torunu hakkında yazdıklarıdır. Hemen her mektubunda sözü hemen ona getirir ve ayrıntılarıyla onun hakkında bilgi verilmesini ister. Daha üç dört yaşından itibaren ona Ferda Kadın diye takılır. Kendi ifadesiyle artık yaşlı bir adam olan Âkif, torunu söz konusu olduğunda âdeta çocuklaşır. İşte torunu için yazdığı cümleler: “Elhamdülillah mektubunuz geldi. İçinde fotoğraflarınızı görünce dikiş kala sevincimden çıldırıyordum. …Benim kıymetli minicik Ferda’m maşallah enikonu büyümüş, o benim pek sevgili ve pek kıymetli bir malımdır. Onun güzel, zeki gözlerinden şapır şapır benim için öpünüz! Olmaz mı?

Son olarak, Âkif’in mektuplarında geçen ve onun çağını aşan ufkunu yansıtan birkaç konudan bahsetmekte fayda var. Âkif’in damadının tayini Beytüşşebab’a çıkar, İstanbul’da yetişmiş biri için muhtemelen Beytüşşebab’ın şartları zordur. Kızına yazdığı ve torunlarının Kürtçe öğrenip öğrenmediğini sorduğu mektuplarından birinde şunları söyler: “Yurdun her tarafını dolaşmalı, her tarafına hizmet etmelisiniz. Vatan bir küldür ki tecezzi kabul etmez: şarkı, garbı, şimali, cenubu nazarımızda bir olmalıdır. Uzak, yakın, soğuk, sıcak dememeli; elimizden geldiği kadar, hatta bunun fevkinde olarak fedakârane çalışmalıyız. Başka türlü ne yaşamak, ne memleketi yaşatmak ihtimali yoktur.” Âkif’in 1935’te kendi çocuklarına verdiği bu öğütleri, aradan yaklaşık yüz yıl geçmesine rağmen benimseyememiş olmamızı nasıl açıklamak gerekir, bilemiyorum!

Benzer bir düşünceyi yine kızına yazdığı mektupta, İngilizleri örnek göstererek ifade eder. Âkif, Mithat Cemal’den ödünç aldığı bir ifadeyle, “Bizler dünyaya gelmemişiz, İstanbul’a gelmişiz.” der. Bu sözü dünyayı tanımadığımız, farklı coğrafyalara gitmediğimiz, her yerde olmadığımız için kendi vatanımızda da rahat edemediğimiz sadedinde söyler. Âkif, İngiliz hakimiyetinin ardındaki itici gücü kolaya kaçarak sadece sömürgecilikle açıklamaz. Uzunluğuna rağmen Âkif’in nesrini ve düşüncelerini çok güzel yansıttığı için mektubun bu kısmını buraya alabiliriz: “Bugün yüzlerce milyon efrad-ı beşere hakim bulunan İngilizleri gözümüzün önüne getirelim. Acaba heriflerin bu kudretleri, bu muvaffakiyetleri tesadüfen mi oluvermiş, yoksa milletçe birçok mesaiye, birçok şedaide katlanmak sayesinde mi elde edilmiş? Londra’da naz ü naim içinde büyümüş, ebeveyninin milyonları sayesinde her türlü ihtiyaçtan fersahlarca uzak bir lordun oğlu kalkıyor, Sudanlara, Afrika’nın en yaşanmaz, en cehennemi bucaklarına giderek gençliğinin en kıymetli çağlarını İngiltere hesabına o kumlara gömüyor. Vatanı uğruna çektiği tahammülsüz meşakkatleri hiçe sayıyor. Daha doğrusu kendine şeref biliyor. Biz biçarelerse İstanbul’dan çıkıp Bursa’ya gitmeyi felaket telakki ediyoruz. Bizim Mithat Cemal ‘Bizler dünyaya gelmemişiz, İstanbul’a gelmişiz.’ der ki pek doğrudur.”

Âkif, milletini yaşamış büyük bir insan. Merasimlerde okunan şiirleri dâhil, Âkif’in hâlâ hakkıyla anlaşılmadığını görüyoruz. Onu okudukça yepyeni söyleyişlerle, yepyeni tecrübelerle, yepyeni bakış açılarıyla karşılaşıyoruz. Bu nedenle Âkif, sadece bir kere değil tekrar tekrar okunması gereken biri. Mektupları da Âkif’in bu zengin yönünü yansıtan bir metin ve mutlaka okunmalı.

Doç Dr. Zekeriya Başkal

Kızı Suad Hanım’a yazdığı başka bir mektubunda şöyle sesleniyor:

“Biz cümlemiz iyiyiz. Sizden iyi haberler aldıkça büsbütün iyi oluyoruz. Mektupların arkasının kesilmemesine, aralarının da açık olmamasına lütfen itina ediniz. Validen Suad fodulu oldu demiştim ya, şimdi o fodulluk bir kat daha arttı: Geçen gün ‘Suad nerde, biliyor musun?’ diye sordu. ‘Türkiye’de’ dedim. ‘Hayır, işte buracıkta’ diye burnunun ucunu gösterdi. 
Yarim çiçek olmuş burnumda tüter! Gündüzleri hülyasında, geceleri rüyasında Ferda Kadın’la Suad Hatun’dan başkası yok.”

*

Dünyada ne mesud kimseler vardır ki: Saadetlerinden haberleri yoktur, kendilerini bedbaht sanır dururlar! Galiba Suad Hanım da yavaş yavaş onların sürüsüne katılacak! Bugün dünyanın garbı, şarkı, cenubu, şimali gûn-a-gûn buhranlarla kıyamete dönmüş; yüzlerce milyon benî Âdem sefaletin, işsizliğin, ümidsizliğin pençeleri altında kıvranıyor; mahşer meydanı gibi kimse nefsinden başkasıyla katiyyen meşgul değilİşte o zavallıları göz önüne getirmeli de insan bir yiyip bin şükretmeli. Hamdolsun bizlerin hiçbir şeyimiz eksik değil.”

Ön Niyaz

1
şarkı ne kadar bana aitse
         dilime inmeden önce
ondan daha fazla yer buluyor
dünyanın dile gelip
söylendiği köşesinde
telden çıkan ses bana ait
nağmesi duyulmadan daha
suçsuzluğun bekçisidir
       yaşadığım serüvende

toprağın kanı gibi, öyle ki
buz, su halini gözlemede
kaçırmayacağı ilk fırsatın peşinde
yağmurdu doluydu demeden
iklimleri dolaşıyor buharı düşlemekle
topraktaki buzun özlemi su olmaya
kaderine razıdır dondurucu havada
kızarmış dudaklarla konuşurken
hayatdoluluğa niyet tutan
bizlere düşense duyabilmektir
bulutlar arkasından güneşi
tomurcuklanırken su, buz saçaklarında
böyle böyle giderir toprağa özlemini
tamamlar elimizden tutarak
bize öğretir toprağın kanı
hayat vermek için girdiği
bitkilerde ve insanda tükenmesi imkânsız
kelimeler halindeki büyük çevrimi

kışın tatlı deminde kalıyor su
baharda besliyor ağaçları, cinsine göre
dudakları çatlatan yarı buz
çözülüyor dile dönüşen bir güç olarak
hakiki niyetlere cesaret veriyor
ve niyazıma dillensin diye
saf cana dönüşmüş anlamı bağışlıyor
buzlu kar tabakasını kırıyorum nazik yerinden
sözün yürümesi gerekiyor aynı şekilde
bir mucizeyle kendisini
açmamı bekleyen kutu gibi sessizlik
bana geliyor beyazlık halinde

otlar da az solmamış büzülmemiştir
az sancı çekmemiştir, karlar altında
sızısında pişenleri ağaç, kış boyunca
kendisine yaklaşan birine verecektir
çilesini bitirmek için çileye düşmüşlerin
sevecenliği, meyveden önce gelir meyvelerin
tat olarak devreder onu insanlara

2
mesele, sözün ağızdan çıkması değil
onun kalpte hasıl ettiği titreşimdir
muhayyilede bıraktığı kalıcı izdir
başka türlü inmez bir imge, hayalin bahçesine
nakışlar da nakış olarak durmaz
kalıcı hale gelemez aksi halde

güneş batıdan doğmadığına göre
tövbe karşılık bulabilir hâlâ
geri dönüş mümkündür, vakit var
ruhun eski halini alması mümkün
yağmur, buhar buz, bulut
ve suyun dolambaçsız tabiatıyla
döne döne beslediği toprak
ve olduran güneş, ehlileşmiş ateş
bedeli oluyor yüksek geçişlerin
kısırdöngü değildir bu yolun izlenmesi
devridaimlerde bulurken biri diğerini
tabiata can veren
ritmin mucizevi görkemi
hayal kurdurur kısır döngüyle bakmaz
yeniden yaratılmadır aslı, hayatdoluluğun
                                 hayaldedir verimi

3
aç kilidini ey kelime!
anlamın baskıladığı duygular var üzerimde
farzet ki acıkmış haldeyim ezeli esrimeye
doyumdan doyuma geçiş duygusuyla gelen
tatlı baskı halinde aynı gün
söze dönüşmek zorunda, kabarmış gonca gibi
dilim açsın diyorum kilidini
kaldır, zan üstündeki baskısını endişenin!
kısılmış ışığa fer ver, çekilmiş fitili aç
uyku özgür bıraktığı zaman
geceden çıkış olur rüya, sabah güneşiyle
kapısından girmek isteyenler için
üstüme üstüme gelen anlam yükünün
kapalı yerlerde solmuş güzelliklerin
geri gelsin zarafet günleri
uykuda bırakılmış mumunu uyandırayım, yardım et!
anahtarı olsun sözüm, ağıttan sonra gelen övgülerin
uçuran arzuların elinde

Ebubekir Eroğlu

Unutkan Yürek

Yanlış yolun karanlığından
Kandırıp ateşli sözlerimle
Alçalmış ruhunu kurtardığımda
Derinden acı çekerek
Seni saran utancı,

Lanetledin pişmanlık içinde.
Unutkan yüreğini
Cezalandırmak için anılarla
Benden önce olup biteni
Anlatırken bana bir bir
Aniden yüzünü kapadın ellerinle
Ruhunda başlayan isyanla
Utançla ve dehşet içinde sarsılarak
Gözyaşlarına boğuldun.

Nikolay Alekeyevich Nekrasov

Dağınık Terim

Sen bağırdığında dünya susar: kendi dünyanla uzaklaşır.

Her zaman alamadığından daha fazlasını ver. Ve unut. Böyledir kutsal yol.

Dikeni çiçeğe çeviren, şimşeği köreltir.

Şimşeğin bir tek evi vardır, birçok patikası. Ev yükselir, patikalar kırıntısız.

Küçük yağmur yaprakları sevindirir ve geçip gider kendini adlandırmadan.

Yılanların mahkum ettiği köpekler olabilir ya da ne olduğumuzu susturabilirdik.

Akşam kurtulur çekiçten, insan yüreğine zincirlenmiş kalır.

Yer altındaki kuş, yeryüzündeki yasın şarkısını söyler.

Yalnız siz, çılgın yapraklar, siz doldurursunuz yaşamınızı.

Bir kitabın ölmeye geldiği bir plajı alevlendirmeye bir demet kibrit yeter.

Açıktaki ağaç yalnız. Rüzgarın kucaklaması ondan daha fazla yalnız.

Şimdiki zamanın kuşkusu ve sözünün hiç kazınmadığı uzakta kızıllığın
bu kör kayası olmasaydı, meraksız gerçek  kansız  kalırdı.  Her sözü
kendimize vaadederken, onu terkederek ilerliyoruz.

René Char
Çeviri: Aytekin Karaçoban

Hapisteki Genç Kadın

Başak gelişir, oraklar biçmeye kıyamaz;
Üzüm, içer fecrin nimetlerini bütün yaz,
Ezileceğini hiç düşünmeden.
Ben de o kadar gencim, bende de var o füsun,
Zaman ne kadar kötü, tatsız olursa olsun,
Ölmek istemiyorum erkenden.

Varsın koşsun ölüme, gözü pek Stoalı;
Ben de o kadar gencim, bende de var o füsun,
Başımdan esen kara bir poyraz.
Zaman kötüymüş… Gün iyi de olur, fena da;
Hiç acısı olmayan hangi bal var dünyada?
Hangi denizde fırtına olmaz?

Göğsümde bereketli bir hayal dünyası var;
Boşuna, beni boşuna sarar bu dört duvar;
Kanatlarım var benim, ümitten.
Zalim avcının elinden kurtulursa eğer,
Bülbül daha bir canlı, daha bir mesut öter,
Gök kırında süzülüp giderken.

Ben nasıl ölürüm? Rahat yatıyorum işte.
Uyanıyorum gene rahat. Uyanıkken de,
Uyurken de huzur içindeyim.
“Günaydın” diyor her tatlı bakış sanki bana;
Halimle, ümidimle kasvetli alanlarda
Neşe yaratan bir meşaleyim.

Güzel yolculuğumun sonuna daha çok var.
Yürüyorum, yolumun kenarında ağaçlar;
İlklerimin önündeyim daha.
Yeni yeni kuruluyor hayatın sofrası;
Dudaklarıma ancak bir an değdirdim tası;
Bardağım dolu, avuçlarımda.

Henüz baharımdayım, güzü görmek isterim;
Yılımı, tıpkı bir güneş gibi, mevsim mevsim,
Yaşayıp bitirmem gerek.
Pırıl pırılım dalımda, bahçenin gülüyüm;
Sabahın kızıllıklarıdır ancak gördüğüm;
Günümü yitirmem gerek.

Acelen ne ölüm? Çekil buradan, çekil git;
Git başka kalpleri, ümitsiz kalpleri avut,
Korku, dehşet içinde ezilen.
Ne yeşil köşelerim olacak daha benim.
Ne ahenklerim, ne çılgınca sevişmelerim.
Ölmek istemiyorum daha ben.

İşte benim sazım da böylece dertli dertli,
Sesini, şikâyetini duyup dile geldi,
Hapiste yatan bir genç kadının.
Atarak günlerin yorgunluğumu üstümden,
İnledim şiirimde güzel ağzımdan dökülen
Ahengini acı feryadının.

Bu şarkılar, sesten şahitlerini zindanımın,
Bir merak uyandıracaktır; o güzel kadın
Ne oldu acaba en sonunda.
Alnını, sözlerini nurdan bir hale sardı;
Yanındakiler mutlak korkmuş olmalılardı,
Kendi sonlarını görüp ondan.

Andre Chenier
Türkçesi: Orhan Veli (S. Ayoba takma adıyla)