Ne o beni kandırmıştı.
Turgut Uyar
Şub 23
Şub 23
1.
böyle , bu sazlı bahçe neresi ?
nasıl da içiyorum , ölürcesine.
sahnede bir bezgin kadın,
bir gariplik vermiş sesine.
o niçin şarkı söylüyor şimdi ,
ben neye ağlıyorum ?…
II.
elbet hep böyle geçmeyecek ömrüm, biliyorum
bu çeşit yaşamak, zor.
kimbilir tanrım, kimbilir
hangi güzel yerde beni,
hangi ölesiye sevda bekliyor?..
Turgut Uyar
Şub 23
Bu yaşa geldim içimde bir çocuk hala
Sevgiler bekliyor sürekli senden.
İnsanın bir yanı nedense hep eksik
Ve o eksiği tamamlayayım derken,
Var olan aşınıyor zamanla.
Anamın bıraktığı yerden sarıl bana.
Anılar kar topluyor inceden,
Bir yorgan gibi geçmişimin üstüne.
Ama yine de unutuş değil bu,
Sızlatıyor sensizliği tersine.
Senin kim olduğunu bile bilmezken.
Sevgiden caydığım yerde darıl bana.
Metin Altıok
Şub 23
Şub 23
Şub 23
Çalıntı bir hikâyeyle girdim hayatına
Aslında ben yoktum
Ya da
Yasal değildim
Dokundum bedeli ödenmemiş hikâyene
İçim titredi
Sokuldum
Canım yandı
Çekiliyorum
Durduramadığım titremeler
Üşümekten değil dişlerimin heyecanı
Bir sarmaşığım
Hikâyesine dolanamayan
Ellerimdeki kızıl dua
Ağırlığı içimi yakan
Ne olur ‘’olma’’sınlarım,
Riya
Olsun diyemeyen dilime hüküm
Sus
İçinde kalan bir ahın dumanı son nefes
Kıvrılan
İnce ince zehir
Derince sızı
Tepeden tırnağa ihram
Tepeden tırnağa
Siyah
Aşk
Hep ertelenen düşler ülkesinde terkedilmiş yalnızlık
Zencefil kokulu sersemlik ayakuçlarıma düşen
Su, ışık ve aşk hangisi daha sır
Sır mıdır?
Sırra saklanan günah
Bahtıma düşen
Süveyda ah !
Neftî susuşlar bıraktı
Sol yanımdan yaktı
Söz
Çekiyorum hüzün kokulu sözcüklerimi
Gözlerine bayat imgeler saplı çocuk
Yokum ben hadi bul beni diyor yutkunuşlarım
Sığınaklarım yok
Saklayamadığım düşlerime sığıntı ol
Sen de çöreklen en diplerine
Gülüşlerimde dondu kaldı soluğum,
Eteklerimden döküldü kuş uçumu özlemler
Söyleyemediğim heyecanlarıma mı yansam
Gözlerimden kaçırdığım umuda mı korksam
İsmin, her sabah korkulara uyanan yanımdır terk edemediğim
Suça ortak susuşlarına kıymet, gönlüme söz yetiremediğim
Al işte
Hayatın ta kendisi
Bıçak gibi
Kesiyor gerçeği
Koyuyor önüne
Neresinden tutunacaksan orasından tutun şiire
Selma Özeşer
Şub 23
bu yalnızlık yok mu
akça bir dolunay gölgesinde
dere başında hışır hışır
köklerim bir arguvan türküsü
kirpiklerim yağmur kokuyor
üstüm başım rüzgar
çocukluğumdan kalma bilirim
bu ağlamaklı his
bu yorgun sonbahar
nerden başlasam bilmem ki
öyle anlatılmaz çalakalem
öyle söylenmez ağdasız
bastığım taşlar ağlayan su
gecelerim uğul uğul
hınzır çocuk uykusu
ne hüzünlü kuşlar dinledi beni
gittiğinden beri
gözlerinde türkü söndürülmüş
bir ihtiyarın kanatsız sözleri gibi
yalın
üryan
ah bu yalnızlık yok mu
taze gelin koynundan
kına toplayan yetim kadar
içimde koyun koyuna
kandilsiz iki mezar
birine beni gömdüm
biri yalnızlığım kadar
ahmet uysal eylül/08
Şub 23
Her insanın, başkalarının bilmediği, görmediği gizli bir görüntüsü yansır kendi içine.
Bu görüntü, çırpıntılı bir suya vuran gölge gibidir, kendi içimize eğildiğimizde kendimizi her an aynı biçimde görmeyiz, sürekli kıpırdayan duygularla oynaşan o sudaki aksimiz bize bazen zaaflarımızı, bazen gücümüzü, bazen eksikliğimizi, bazen fazlalığımızı gösterir.
Sürekli değişen o çalkantılı gölgeyi alır, onu, herkese göstereceğimiz bir resim haline getirmeye uğraşırız.
İçimizdeki kıpırtılı gölgeyi dışarıya, aklımızın fırça darbeleriyle değiştirip kıpırtısız bir tablo olarak yansıtırız.
Sadece kendimizin gördüğü içimizdeki gölgeyle, dışarıya yansıttığımız, herkesin gördüğü resim arasındaki farklar, bizim sırrımızdır.
Bu sır, hepimizi kuşkulu, kırılgan, endişeli yapar.
Sürekli taşıdığımız bu kırılgan yaradan kurtulmak, dışarıya yansıttığımız resmin asıl kimliğimiz olduğuna hem kendimizi hem de başkalarını ikna etmek için uğraşmak, sanırım hayatımız boyunca hiç bitmeyen, tükenmeyen gizli ve tehlikeli maceramızdır.
Başkalarını inandırmak belki daha kolaydır.
Ama kendimizi inandırmak?
Asıl zor olan odur.
Gördüğümüz gölgenin beğenmediğimiz kırılmalarının gerçek olmadığına, beğendiğimiz her kımıltısının ise gerçek olduğuna inanmamız için başka birinin yardımına muhtacızdır.
Bizi sevecek, bizi içimizdeki yansımanın, görmek istediğimiz tabloya uygun olduğuna inandıracak birine ihtiyaç duyarız.
Beğenmeleri yetmez bizi ikna etmeleri, sevmeleri gerekir.
Kendi gerçeğini bilen, gören, hisseden ve bu gerçekten kurtulmak isteyen insanoğlunun tek tedavisi, başkasının kendisine duyacağı sevgidir.
Dünyadaki bütün insanlar arasından bir tanesini seçeriz, bizi, bizim çırpıntılı ve değişken bir gölge değil, iyi boyanmış, güzel ve çekici bir tablo olduğumuza inandırması için.
O insanı nasıl seçtiğimizi bilmiyorum.
Kimin “o insan” olması gerektiğine nasıl karar verdiğimiz, en azından benim için bir meçhul.
He zaman merakla baktığım ama asla çözemediğim bir bilmece gibi durur bu soru önümde, “kimi, niye seçiyoruz?”
Bunun, yeryüzündeki her seçimi açıklamaya yetecek tek bir cevabı olduğunu sanmıyorum.
Doğrusu, henüz farkında olmadığımız “gizli bir haberleşme” yöntemimiz olduğuna inanmaya daha meyyalim, aklın ya da duyguların değil, bilemediğimiz birçok algıdan süzülen bir “sezginin” bizi bu seçime götürdüğünü düşünüyorum.
“Bir şey” bize, “senin içindeki sürekli kımıldayan kuşkulu gölgenle, dışındaki resmini birleştirecek, teke indirecek olan budur” diyor sanki.
Ve, işin acıklı yanı, o “şey” her zaman da doğruyu söylemiyor, bazen yanlış seziyor, yanlış seçiyoruz.
İşte, o zaman dram başlıyor.
Bizi “birleştirmesini, teke indirmesini, kuşkularımızı gidermesini” istediğimiz insan bizi sevmediğinde, kendi içimizdeki o sürekli değişen görüntülerden yapıp dışarı yansıttığımız parlak tablo paramparça olur, içimizde kıpırdanıp duran çalkantılı görüntünün gölgeleri artar, bizi endişelere sevkeden karanlıkları çoğalır, kendimizle ilgili kuşkular büyük bir salgın gibi her hücremizi esir alır ve bütün ruhumuz sürekli sancıyan büyük bir yaraya dönüşür.
Mantıklı davranış, “bu değilmiş” deyip yoluna devam etmektir ama bunu diyemeyiz, çünkü mantığımız da o ateşli hastalığın etkisiyle kuruyup kavrulmuş, bizim için bütün inandırıcılığını kaybetmiştir.
O zaman, kendi üstümüze kapanıp bir hayvan gibi yaramızı yalayarak kendimizi iyileştirmeye uğraşırız.
Ya da…
Yaralı bir hayvan gibi saldırırız, kendi gücümüzü kendimize, bizi sevmeyeni cezalandırarak göstermek isteriz.
Bu ikinci yolu seçecek kadar ilkel olanların önünde vahşete giden ürkütücü bir yol açılır.
O yolun çeşitli merhaleleri vardır ama son menzil ölümdür.
Yol boyundaki hiçbir durağa uğramadan o son menzile ulaşanlar bizim gibi toplumlarda çok olur, onlar öldürürler, kendi ruhlarını kurtarabilmek için başka bir ruhu yok ederler.
Bıçaklarlar, döverler, vururlar, bazen sadece birini değil, Osmaniye’deki korkunç olayda olduğu gibi o“birinin” yanındakileri de öldürürler.
Bunun cezası ağırdır ama asıl ceza bütün ömrünü hapiste geçirmek değildir.
Bence asıl büyük ceza, “sevilmeyen” birinin cevabını en çok merak ettiği sorunun, “beni niye sevmedi” sorusunun gerçek cevabını bilen tek kişinin de ebediyen susmasıdır.
Öldüren insan, ölene kadar o soruyla yaşar:
“Beni niye sevmedi?”
Onun için ben, katillerin öldürmelerine değil, bu sorunun cevabını ebediyen bir karanlıkta bırakmayı göze almalarına şaşarım.
O soru orada öyle dururken bir daha asla gölgesiyle resmini birleştiremeyecek, hep paramparça kalacaktır çünkü.
Ahmet Altan
Şub 23
Hayatımız boyunca duyduğunuz bütün sesler arasında en
Az tanıdığımız,daha doğrusu hiç tanımadığımız tek ses,
Kendi sesimizdir. Başka sesler bize birçok şeyi hatırlattığı
Halde kendi sesimiz bize hiçbir şey hatırlatmaz. Sesimiz,
Hafızamızda tek bir ışık bile yakmaz.
Kendi sesimiz bize yabancıdır
Kendi kokumuzu da alamayız.
Kokumuz da yabancıdır bize.
Bu kadar yakın olup da sesine ve kokusuna yabancı
Olduğumuz tek insan kendimiziz. Belki de bu yüzden
Kendimizi tanımayız. Belki de bu yüzden bir başka insanın
Sesine ve kokusuna bu kadar çok ihtiyaç duyuyoruz. Belki
De bu yüzden aşık oluyoruz. Belki de, bir başkasının sesini
Ve kokusunu kendi sesimizin ve kokumuzun yerine
Koymaya, bir başkasının sesini ve kokusunu bir parçamız
Gibi hissetmeye aşk diyoruz. Belki de, sevdiğimiz insanın
Sesine doğru akıp gitmemiz, aslında kendimize doğru
yaptığımız bir yolculuk.
Kendi sesimize ve kokumuza hafızamızda yer yok.
Biz kendimize yabancıyız.
O yüzden başkalarının sesiyle sevinip, başkalarının sesiyle
acı duyuyoruz.
Aşkı aramak, hep kendi sesimizi, kendi kokumuzu aramak
belki.
Hafızamızda bizi dolaştıracak bir kılavuzu bulmaya
çalışmak.
Terkedildiğimizde duyduğumuz acı, bir parçamızı
kaybetmekten.
Terkettiğimizde ardımızda bıraktığımız keder, terkettiğimiz
İnsanın sesini ve kokusunu kendimizle birlikte götürerek
Geride bıraktığmız boşluktan.
Aşkı yaşarken bunu hiç bitmeyeceğini sanmamız, bize
Bağışlanan büyük yanılgı sonucu, aşık olduğumuz insanın
Sesini ve kokusunu kendi parçamız sanmamızdan.
Sesler ve kokular olmasa geçmişimiz olmazdı.
Sesler ve kokular olmasa aşklar olmazdı.
Sesler ve kokular olmasa acılar ve sevinçler olmazdı.
Aşk kendimizin sandığımız bir sesin ve kokunun aslında
Bize ait olmadığını, bir başkasının sesi ve kokusu olduğunu
Anladığımız zaman bitiyor. Yanıldığımız sürece aşığız biz.
Seslerini kokularını istediklerimizin, vücutlarını da
İsteyeceğiz. Seni seviyorum dediğimizde, sen benim sesim
Ve kokumsun demek isteyeceğiz. Kendi hafızamızda
Başkalarının sesleri ve kokularını kılavuz yapıp
Dolaşabileceğiz ancak. Kendi geçmişimize ancak
Başkalarıyla ulaşabileceğiz.
Aşk tanrısı, dünyayı yanılın emriyle yaratacak.
Hep yanılacağız.
Hep yanılıp yanıldığımız için hep acı çekeceğiz.
Ama sevinçlerimizi de bu yanılgıya borçlu olacağız.
Yanıldığımız sürece seveceğiz.
Sonra yanıldığımızı anlayacağız.
Ve gidip yeniden yanılacağız…
Ahmet Altan