kurumuş ve ağacından ayrılmış bir yaprak gibi

sana her geldiğimde ölüm hissiyle
kurumuş ve ağacından ayrılmış
bir yaprak gibi
geri veriyorsun hayata beni
saçlarımdan ve gözlerimden öperek

ayrılığın oğulusun sen
ağacın toprakta gördüğüsün
seni ben ufalayamam
sen ben dağıtamam
ben sana hiç kıyamam
seni toprak çürütsün
ağacın toprakta gördüğüysem
bilirim dal ile toprak arasını da

Mehmet Can Doğan

Eyvallah Üzerine

   Kültürlerin ortaya çıkışında dilin etkisi aksi iddia edilmeyecek bir  gerçektir. Lisan ile sembolize edilen sözler, kelimeler, kavramlar; maddi ve manevi birikimin seviyesini, kalitesini ortaya çıkarır. Ve yine hiç şüphesiz sözcüklerin yüklendiği manayı kavramak, o lisanın mefkûresini ve  ıstılahatını anlamaktan geçmektedir. Bu anlayıştan tecrit edilerek sarf edilen terimler ya kısır ifadelerde hapsolunup kalmış, yada maksadının  dışına telakki edilir bir hale bürünmüştür.  Halbuki tabiatı icabı dil, canlı ve dinamik bir yapıya sahiptir. Kendisini  doğasına aykırı bambaşka bir kültürün içinde bulan lisan yavaş yavaş  zenginliğini ve canlılığını kaybeder, sudan çıkmış bir balık misali her ne  kadar kalıbı ortada olsa da. Bununla beraber detaylı olarak incelendiğinde  dilin tarihi süreç içerisinde deformasyondan en az etkilenen kısmının mânevîyat alanı olduğu görülür. Zira bu alan kendi kültürel birikimini  ortaya çıkarırken doğrularını aktarmadaki hata kabul etmeme anlayışını da  geliştirmiştir, mâneviyat dünyası ilk bakışta lisanı net ve kesin sınırlarla  çevirip disiplinize eder gibi gözükürse de dili farklı tesirlerin  tahribatından nispeten korumakla kalmayıp, kelimeleri deyimleri mânâ  kesâfetiyle sınırlarının ötesine taşımış latif bir halde aklın hudutlarını  aşan bir hürriyetle buluşturmuştur. Herhangi bir kültüre vakıf olmanın  sadece o kültürün dilini bilmekle olmadığı artık herkesçe malum olan bir  gerçektir. Belki o dilin toplumun dimağında veya tahayyülünde çağrıştırdığı  mefhum ve mefkûreyi kavramakla bu mümkün olabilir. Bunun yolu da o kültürün beslendiği kaynak unsurları (din gibi,tarih gibi) çok iyi bilmekten geçer. İşte tasavvuf hem inancın hem de bu itikâdi anlayışın ma’kes bulduğu  cemiyetin renklerini devamlı irşad ekseninde taze tutmaya çalıştığından, en  önemli anlaşma unsuru olan dile çok ehemmiyet vermiştir.

   Tabiri caizse bir  söz saltanatı kurmuş ve bunu herkesçe güzelliği teslim edilen eserleriyle de  ortaya koymuştur. İnsanı beka âleminin iklimine sevk eden bu eserler inancın  ve ilahi aşkın tohumlarından kökleşerek insan mefkûresinin ufkunu saran bir  bereketli ağaç gibi her dalında her meyvesinde kendi özüne işaret eden bir  haldedir adeta. Muhabbet tohumlarını barındırabilecek bereketli kalp  toprağına sahip talipleriyle ta günümüze kadar dinamizmini hayatiyetini ve güzelliğini devam ettire gelen bu lisanî anlayış, zamanları mekanları hatta kalpleri ve ruhları aynı sevgi etrafında birleştirerek latif bir hale bürünmüştür. İnşallah biz bu yazı dizisinde tasavvufî kültürün tabirlerini  kavram ve sembollerini siz okurlarımızla paylaşacağız. İlk sayımızda sıkça  duyduğumuz bir sözle başlamak daha isabetli olur düşüncesiyle “Eyvallah”  tabirine dikkat çekmek istedik. Eyvallah; çoğu kimseler tarafından yerli yersiz, gelişi güzel kullanılmasına rağmen yine de işitildiğinde veya söylendiğinde ruhlara serinlik ve rahatlama bahşeden tılsımlı bir söz.

 Söz ola kestire başı.
 Söz ola kese savaşı

 diye koca Âşık Yunus’un ifade buyurduğu kabilden asık çehreleri mütebessim  kılabilecek hatta yerinde sarf edildiğinde fitneyi fesadı bir anda kesebilecek bir söz Eyvallah. Günlük hayatımız da ve tasavvufî hayatın  pratiğinde sıkça söylenilmekte olan eyvallah’a öyle eyvallah deyiverip  geçmemelidir. Mânevî terbiyeyi insani hayatta nakış nakış işleyen ve inceleyen tasavvuf, bu hassasiyeti konuşma üslûbunda da göstermiştir.

   Bu sözün mânevî derinliklerine dalmadan evvel, şöyle bir lügat ve gramer  yapısına göz atalım.  Eyvallah, üç ayrı kelimeden oluşan Arapça bir cümle. “Ey-iy”,   “vallahî”…hemen ifade edelim ki Osmanlıca günümüzdeki körü körüne  taklitçilik gibi başka kültürün materyallerini aynen alıp yamamamıştır.

   Kültürler arası tabii etkileşim sürecini kendi bünyesinde hazmetmiş, Osmanlı  kimliğiyle onları Türkçeleştirmiştir. Sözgelimi birçok Arapça kökenli  kelimeyi Osmanlı öyle kullanmıştır ki, Arapça konuşan birisi o kelimeyi  bizim anladığımız mana ile asla anlayamaz. Ancak Osmanlı Türkçesi’ni bilmesi  icap eder. Yani lafız aynı olsa da anlaşılan manalar farklıdır.
 
   Kaldığımız  yere tekrar dönersek ey veya -iy, Evet, tabi gibi anlamlara gelir.

   Bilhassa vavla beraber kullanıldığında şüphesiz evet dilimizde ki ifadesiyle  aynen öyle, tastamam gibi manaları içine almaktadır. Tamam peki manasına  pratik Arapça’da hali hazırda eyva şeklinde söylenişine halkımız aşinadır.

   Bazen ayvaa olarak müstehzi bir edayla fevkalade kötü taklitlerini de  duyduğumuz bu kelam esasında Allah lafzı düşünülerek bizdeki eyvallah’ın  Araplardaki söyleme tarzıdır. “ve” harfine gelince. Sadece gramer açısından  incelendiğinde en az on iki ayrı işlevi olan bu harfi, kültürel boyutuyla  ciltlerle kitapla ifade etmek mümkün. Bu tabirde geçen vav için çeşitli fikirler öne sürülmüş. Bazıları cevabı kuvvetlendirmek için bazıları da  yemin manası için kullanıldığını öne sürmüşlerse de, maiyyet yani beraberlik  bildirmek için kullanıldığı fikri ağır basmıştır. İkinci kelime olan Allah ki daha çok lafzatullah şeklinde ifade edilir. Cenab-ı Hakkın yüzlerce ismi olmasına rağmen Allah ismi gibisi yoktur. Çünkü Zât-ı Ehadiyyetin kendisini tesmiye ettiği isimdir. Öyle bir zat ismi ki, semavi kitap ta beyan edilen bu isim etimolojik olarak bile incelense, eşi benzeri olamayan bir kelime olarak kalmayıp, ayrıca ikiliği ve çoğulluğu kabul etmeyen bir yapıya  sahiptir. Yani her haliyle tek bir isimdir. Bu ismin gramer yapısını incelemektense, bizdeki çağrıştırdığı manayı düşünmekle siz kıymetli  okurlarımızı baş başa bırakmak isteriz. Sadece içinde geçen lafzatullah bile  eyvallah’ın aleladekullanılmamasına yeter bir sebeptir.

   Beklide gündelik  Arapça’da eyvaa olarak ifade edilmesi bundan kaynaklanıyordur.  Söz söylemek, konuşmak, icraata nispetle (gerçi konuşmakta bir icra  şeklidir) kolaydır. Amma buna rağmen konuşmak, hele yerli yerince konuşmak  hiç de kolay bir iş değildir. Hele ki bizlerin köklü ve geniş bir kültürün  varisi olduğumuzu göz önüne alırsak bu daha da titizlik ister. Aman efendim  siz böyle anlatıyorsunuz da yani başka bir şey kalmadı da işlenecek bir  eyvallah mı kaldı diye sorulabilir. Buna da eyvallah.

   Zaten biz nazar-ı  dikkatleri yaygın ve gözümüzün önünde olduğu halde fark edemediğimiz önem  vermediğimiz değerlere çekmeye çalışıyoruz. Ekseriya derviş keşkülünden bu tür şeyler çıkar zaten. Eyvallah’ın yukarıda geçen manasıyla beraber  tasavvuftaki ıstılâhî sahasını mülahaza edersek bu gerçek daha bariz bir hal alacaktır. Hakla kabul ettik, haktandır manasını ihtiva ettiğinden eyvallah, sufîyyede hemen hemen her halde zikredilir, bir virddir adeta.

   Her tecelli  eden, madem ki Cenab-ı Hakk’ın takdiri ve muradıyladır, o halde hakla kabul  ettik “eyvallah”. Şu anda anlayabildiğime, yahut sonra idrak edeceğim irfana  şimdiden eyvallah. Güzel çirkin diye tavsif ettiğimiz velakin hepsinde gizli  ve aşikar olan hikmete gördüğüm görmediğim esrar-ı ilahiyeye eyvallah. Bir  kıssa anlatılır.

   Eyvallahı meşhur bir derviş baba, mahallesindeki  kahvehanenin önünden geçiyormuş, orada bulunanlardan biri bizim derviş  babayı işaret ederek;

“Bu adam var ya bu adam, başına ne gelirse gelsin ne  görürse görsün eyvallah Allah’tandır deyip geçer” demiş.

Kahvehaneye yeni yeni alışan çaylaklardan biri de

“Yani ben şimdi şu ensesi kalın kocaman  adama bu çelimsiz halimle gidip bir tokat atsam Allah’tandır deyip eyvallah mı edecek” demiş.

“Ne zannettin” demiş diğeri.

Adamın merakı etrafın  tezahüratıyla pekişince denemeye karar vermiş. Usulcacık derviş babanın arkasına kadar yaklaşmış. Birdenbire zıplayarak dev cüssenin taşıdığı kafanın ense köküne şamarı yapıştırmış. Boyu yetmediğinden olacak elinin  ayarı da bir hayli kaçmış. Tokadın sesi yankılanırken hazret hışımla  arkasına dönmüş. Korkudan dizlerin bağı çözülen acemi çaylak güç bela
“Baba erenler Allah’tan Allah’tan” demiş, amma tesir edeceğine ihtimal vermez ve  hayatından ümid keser haldeymiş ki, baba erenler

“Korkma korkma, Hak’tan  olduğunu biliyorum” demiş ve
“Ben, hangi yezidi musallat etti diye bakıyorum” demiş.

   Fıkra bir yana anlaşılan her makamın, her derecatın her  derekatın kendine göre bir eyvallahı var. Ve olmalıdır da.

  Eyvallahın ruhuna nüfuz edebilir içine samimi bir tasdik havası barındığını  fark edebiliriz. Samimi içten kabulleniş ancak muhabbetle olur. Zaten din de, bu muhabbetin tesiri içindir. Öteki türlü, inanç sistemini sadece bir  dizi ameller olarak algılamak ki menzile yani o rızaya asla ulaştıramaz.  İkilik de burada başlar bu muhabbet olmazsa her muhatap kalınan emrinde o  bir sen olmuş olur ki, kişi bu durumda ibadet ederken ikilikten kurtulamaz.  Halbuki muhabbetle teslimiyet gerçek birliği sağlar. Eyvallah böyle bir  halin nişanesidir. Bu mefhumu ile alakalı Kitap’tan ve sünnetten pek çok  örnek vardır.

   Mesela Bakara sûresinde anlatılan Hz. Mûsâ (a.s.)’ın kıssasında; Hz. Mûsâ (a.s) kavmine Hz. Allah’ın bir inek kes emri verdiğini söylediğinde onlar

“Sen bizimle alay mı ediyorsun” diye karşılık verirler. Mûsâ (a.s)’ın işin ciddi olduğunu belirtmesi de ikna olmalarına yetmez.

“Bu ineği bize anlat,  rengi nedir neye benziyor, şöyle mi böyle mi?” gibi sorularla işi yapmamak için kırk dereden su getirirler. Maide sûresindeki kıssaya göre ise bu önce  Allah’tan doymak için rızk nimet isterler, kendileri kudret helvası ve  bıldırcın eti ile nimetlendirilmeleri ve bu mucize karşısında sayısız hamd ü  sena edip Hak Teala’ya şükredecekleri yerde, bu sofrada soğan, sarımsak yok  diyerek onda bile kusur bulurlar. Yani anlaşılan ne emirlere karşı, ne de nimetlere karşı eyvallah diyerek bir teslimiyet göstermezler. Zaten bu gibi  hususlarda çok fazla itiraz etmelerinden dolayı Cenab-ı Hakk’ın Yahudi  şeriatını çok ağır kıldığını söylemişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadis-i  şeriflerde geçen bu ve benzeri misaller tecellileri eyvallahla  kabullenemeyişin Mevlâsı ile kulu arasındaki muhabbet bağını nasıl kopma  noktasına getirdiğini ibretle göstermektedir. Dînî kaynaklarda ve  kültürümüzde ahlaki güzellikte numune teşkil edebilecek âbidevî  şahsiyetlerin hep eyvallahın o tasdiki ruhuna ermeleriyle bu derecelere nail  olduklarına işaret vardır.

Bendeniz ihtiyarların sohbetlerinden hatırladığım bir latifeyi sizlere nakledeyim. Güya büyük şeytan askerlerini toplamış.  Rapor alıp yeni vazifeler veriyormuş. Bu esnada yoldan çıkartamadıkları bir  zahidin durumu görülmüş. Şeytan çok güvendiği yeni birini görevlendirmiş. O  da insan suretinde bu zahide gelmiş. Hatta zekasıyla arkadaşlık kurmayı bir  şekilde becermiş. Başlamışlar beraber gezip tozmaya. Ama şeytan durur mu, durmaz. Yavaş yavaş huysuzluk yapmaya, muhalefet ederek sürtüşmeye gayretle  hep tartışma çıkartacak zemin hazırlıyor, zahid sağa gitse sola gidelim,  oturalım dese kalkalım diye itiraz ediyormuş.Gelin görün ki bizim zahid  eyvallah veya pekala eyvallah dediğinden bir türlü niza çıkmıyormuş. Bu halden iyice sıkılan şeytan dayanamayıp esas suretine dönerek “eeeeh sen  nasıl edeceksin be adam, sende fısk-ı fücura kabiliyet yok ki azdırayım”  diyerek savuşup gitmiş. Belki bu, işin latifesi. Ama fevkalâde düşündürücü.  İnsan birçok musibete ben belasından, çekişmekten dolayı uğramız mı?. Başka  bir ifadeyle inayet-i Hak’la, halkla yaşamayı kendisine şiar edinerek  eyvallahı vird edinen kolay kolay gaflete hırsla kavgaya düşer mi?.  Adım adım benlikten kurtulmaya basamak olan Eyvallah, hak suretinde bâtılın  ayrılmasına vesile olduğu gibi, haktan ve hak ilminden ayrı düşmeye de lâzım  bir virddi. Kişi böylesi bir hakikat rehberine erişirse, eyvallaha iyi  tutunmalı der sofiler. Hz. Mûsâ (a.s.)’ın Cenâb-ı Hızır ile olan arkadaşlığı bu mevzuya pek güzel misal teşkil eder.

 Bir zata sormuşlar. Her şeye  eyvallah, peki gafilin gafletine de mi eyvallah? Cevaben, “Gaflete eyvallahımız yoktur, fakat gafil bir kimse gördüğünde, bu benim halim de  olabilirdi, ama Cenâb-ı Hak şu an beni muhafaza etti diye tefekkür edersin.  Ve ibretle eyvallah dersin” demiş. “Peki, yanlış olan şeyi nasıl  düzelteceğiz?” diye sormuşlar. O zat devamla, “Kendi acizliğini hatırına  getirerek karşısındakini ikna etmen daha kolay olur, sen kendi egonu aradan  çıkarırsın, böylece sözünün tesiri olur” diye cevaplamış. Cenâb-ı Pir Mevlana Celaleddin-i Rumi (kds)’nin oğlu Sultan Veled, şahane  bir beytinde bu güzellikleri özetlemiş.

 “Bize ne irs-ı peder, ne servet ü ne cah kalmıştır,
 Şuûr-ı hikmete karşı bir Eyvallah kalmıştır”

 (Bizlere babamızdan maddi bir miras, büyük bir servet ve makam kalmadı.
 Bizlere kalan (bunlardan çok daha kıymetli, bizleri evvelkilerin mevkiine  erdiren) Hakk’ın hikmet tecellilerini eyvallahla karşılama hali kalmıştır)

Kuru kuruya taklit etmekle değil sözün hakikatini idrak ederek söylenmelidir eyvallah. Sadece taklitle bu sözler söylenirse, folklorik motif olarak kalmaktan öteye geçemez. Daima gözle, gönülle; hakkı, hakikati, sezinlemeye gayret etmekle, yakınlığa etmek isteyişin eseri olursa bu durumda adım adım benlikten kurtulmaya vesiledir eyvallah. Taklidimizin tahkike erdirilmesi niyazı ile…

M. Fatih Çıtlak

Ölü Sirenler

Gerçekte duymadığım sesler bitti
Öğleye doğru bir gök gürültüsü yalnız
Karıştırdı ortalığı bir süre
Gök akıttı bir parça yağmurunu
Ve deniz kuşları umutsuz
Arıyorken kokularını gölgelerinde
Sıyırdı bir iki bulutu güneş de
Yığılıp kaldı yorgun
Denizin gözbebekleri üstünde.
Bir uyum muydu durgunluk, fırtınayı
Gök gürültüsünü de barındıran içinde
Duyuyorum o tanıdık sesi yeniden
Tiz bir çıngırağı andıran
Benzeyen zil sesine de
Daha önce unutmuşum gibi denizde
Yankılanıp durdu ara vermeden.

Hangi dili öğreniyordum? Mutluluk
İki tek ağustosu çarpıştıran
Sızdıran kanını bu yaz gününe
Yaşayan bir mutluluk? Ve işte
kaç yerinden kesilmiş ki ellerim
Bekletip durdu da acısını bunca yıl
Şimdi bir gülümseme gibi sindi yüzüme.

Görmüşüm daha önce de bir Lidya kralının boynunda
Bilmekti yazgısını ölümünü, gene de
Yıllarca beklemişti kendini
Yeşimden sapı olan bir kılıçla
Bense ne içimi yakan rüzgarı
Ne denizdeki yangını, ne gök gürültüsünü
Duymuş gibi olduğum sesleri de değil
Yaşamın gövdesini arıyordum yalnızca
Bir çürük dişle alnımdaki
İki üç kırışığı yedeğine takmış da.

Özledim ilkelliğimi dalgalarında
Buldum savaşı bitmez derinliklerini
karıştırdıkça bir kargının ucuyla
Gördüm, bekliyordu kendini de o da
Germiş de al kıskacını Lidya kıralı gibi
O turuncu ruh, değişken
İzledim onda ilk oluşumu sanki
Hafifçe kesilmiş gibi oldu dudağım bir yerinden.

İşledim payıma düşen her görüntüyü
Kamaştı gözlerim kıyıya varınca
Rüzgarın itişiyle kumlarda
Durmadan yer değiştiren
Sayısız siren iskeleti
Çın çın ötüyordu sessizlik kaburgalarında
Dedim, besbelli başıboş bırakmışlar da korkuyu
Tarihin onlara bağışladığı
Bu garip rastlantıdan
Doğma bir rahatlıkla parıldıyorlar şimdi
Kemikleri som altından.

Sığındım çatısına bu yok olmuş şehrin.
Şehir ki herkesin bir şehir düşündüğü gibiydi
Tanrım! tunç bir kapı kilidi
Bronz bir sokak
Kumlar içindeydi. Ve bu çakıl taşı
Kim bilir kimin külrengi kalbi
Tanrım!
Neden herkes başka tarafa bakıyor
Neden herkes başka biriydi.

Yıkıntılardan geçtim, eski mezarlardan
Şimdi artık bir anımsamada yeri olmayan
Arı kümeleri taşların arasında
Ve yukarıda kuşlar yanmış kağıt parçaları gibi
Uçuşuyordu da
Ağır ağır yanıyordu da şehir
Yanmayan kadınlar gördüm
Nasıl görünürse dünya gözyaşının altından
Tam öyle, dönüp duruyorlardı bu cehennem oyununda
Ve büyümeyen adamlar gördüm, hiç şaşırmadım.
Konuşuyorlardı sırayla, ilgisiz
Ağaçlara asılmışlardı bir yandan da
Bir kapı kirişine asılmışlardı ve ufka
Ölüm müydü konuştukları? Ölümdü anlaşılan
Silince bir aynayı çıkıveren karşılarına
Bir ölümdü ki, işte bir muska asılı dururdu duvarda
Bir büyü gösterilirdi
Bir kuyu sezdirilirdi
Hiç yoktan bir zincir boşalırdı avluda.

Akşam geri verince bana gözlerimi
Şehir de kayboldu, denizin durgunluğu da
Bir anka kuşu yeniden karıyorken küllerini
Bir kaya oyuğu kendini alıştırıyorken boşluğa
Dedim, deniz de bendim, düşleyen de denizi
Ve sabah olur olmaz üstünde derinliğimin
Bir gülümseme gibi bulacağım kendimi.

Edip Cansever

Seniha’nın Günlüğünden 6

— Kapının arkasında ne var
— Hiç!, hiçliğin adı
— Kapının arkasında ne var
— Kapının arkasında mı? tanrı
— Kapının arkasında ne var, kapının
— Bilmem ki ne var arkasında kapının
— Kapının arkasında ne var
— Bir bahçe, bir su kovası, içi boş
— Kapının arkasında..
— İncil
— Kapının arkasında ne var
— Bir tepe, boşaltılmış onun da içi
— Kapının arkasında ne var
— Bir duvar, tuğlasız, unutmuş dülger malasını
— Kapının arkasında ne var
— Havası kaçmış bir deniz yatağı
— Kapının arkasında ne var
— Bir çift kadın ayakkabısı —siyah—
— Kapının arkasında..
— Sökülmüş bir laterna, kutusu kalmış
— Kapının arkasında ne var
— Kurumuş böcek kabuklan, suyu çekilmiş bir deniz
— Kapının arkasında..
— Bir kuru kafa
— Kapının arkasında ne var
— Kapının arkasında mı? hiç!.
Belli belirsiz bir şarkı.
Odamdan çıktım
Koridoru geçtim —kimseler yoktu—
Merdivenleri indim —kimseye rastlamadım—
(Muhassen’den son kez çıkarken
Kimseye rastlamadım)
Bara baktım —kimseler yoktu—
Bir kadeh aldım, konyak doldurdum
Kadehi iki parmağım arasında tuttum tuttum
Kısarak gözlerimi kendime baktım
Otel, Ben, Konyak —neden olmasın—
Tanrı – İsa – Ruhülkudüs, dedim
Ben böyle dedim, acaba
Kimlerin avuntusuydum.

Dünyaya bir kere daha baktım cam kapının ardından
Dünyanın kokusunu duydum
Kendi kokumu?
Elbette duydum
Geçmeyen bir kokuydu —yaşlılık kokusu mu—
Çıkardım çantamdan Chanel’imi
Biraz süründüm.
Dedim ki, bugün de bitti gündüzüm
Otel, Ben, Konyak
Tanrı-İsa-Ruhülkudüs
Vahşetin son öyküsüyüm
Belki ilk öyküsüyüm
Işığımı söndürdüm: beyaz karanlık.

7
Özür dilerim dünya
Ben bu otelden çıkamam
İmza: Seniha

Edip Cansever

Seniha’nın Günlüğünden 5

İşte
Gördün
Demek ki böyle
Pencere pervazını —kirli çok—
Boyası dökülmüş yer yer
Lekeler lekeler lekeler
İşte, gördün, demek ki böyle
Koruklar sarkmış her yandan
Donuk, tozla kaplı koruklar
Ve lacivert bir görülmeyle
Ve
Limanın insan kokulu gürültüsüyle
İşte
Gördün
Demek ki böyle.
Gördün, görüverdin hemen
Demir arabayı rayların üstünde
Ve tahta bacaklı adamı —güneşe bakan—
Bakışlarında bir zamandışılık —öyle—
Gördün
Demir arabayı
Rayların üstünde
Ve tahta bacaklı adamı
Gürdün, görüverdin hemen.

Duydun
Duydun ki o boşluk sendin. Katedral
Ayrıca bir boşluktu senin içinde
Senin senin senin
Hayır!
Dudaklarını büzme
Ayaklarını —evet— daya oraya
Oraya oraya
Tezgaha: koy dirseğini —koydun mu—
İyi tut bardağını —iyi tut—
Bir iki kez döndür avucunda
Seniha!
Gördün mü bak
Buğulu bir hiçliktir, değil mi
Aynada titreşen bardak
Ve her şey
Değil mi, budur
Bir ölünün bir ölüye sorduğunu sormak.

Üç çiçek koymuşlar üç ayrı vazoya
Şuraya şuraya şuraya
Kalbindeki buruk pembelik
Bundan
İşittin işitmedin —ne çıkar—
Konuşur gibi onlar satıcısıyla.
İki kişi durmuş köşede —tam köşede
Düzenli bir biçimde konuşuyorlar
Sen dişlerini vuruyorsun birbirine
Titreyerek yalnızlıktan
—Sanki İstinye’yi dönünce
Porselenler yapıştıran bir ermeni var-
Kuşlar kuşların yanına, yapraklar
Yaprakların yanına
Hiçbir şey yalnız kalmıyor
İnsandan başka dünyada
Seniha!
Duymuyorsun sen kendini
Başıboş bir müzik gibisin kırlarda,
Gün kendini yiyor —gün bile—
Üç çiçekle akşam oldu, ne yapsan
Kapıdaki çıngırak., yaşam ne çabuk geçiyor
Çıngırak
Gün erkek oldu Seniha
Denizden çıktıktan sonra
Giyinmek kadar güzel
Gün erkek oldu
Gün senin oldu Seniha
Upuzun gözlerin ki —lacivert—
Örtüldü akşamın asmalarıyla
Unutma, yaşamından iyisin
Yaşamın senden iyi
Kutsalsın, görkemlisin, kendine verilmişsin.

Edip Cansever

Seniha’nın Günlüğünden 4

‘Ve ölüm bahçesini buldu’

Oteller imzamdır benim
—Ah güzel yaşam! sevgilim ölüm!—
Şimdi bir otelin apacı sevinciyim.

Ey bardak taşıyanlar, kış ustaları
Sonbaharda ne yaparsınız
Ben ne yaparım
Kendime başka biriymiş gibi bakmaktan
Arta kalan bir çift gözü de
Kimbilir nerde bıraktım.
Ah güzel yaşam! sevgilim ölüm!
Göğsümden bir düğme daha çözdüm
Saçlarımı taradım
Yüzümdeki beni koyulaştırdım
Pudra süründüm biraz —hayır, iğrenmiyorum artık-
Kırıştı göz kenarlarım çoktan
Çantamı açtım kapadım —neler yoktu ki—
Bir ayna
Bir katedral fotoğrafı —renkli—
Sonbahardan da büyük
Boş bir tabut deseni
Anahtarsız bir anahtarlık
Adresler —hepsini yırttım attım—
Bir şiir kitabı Nerval’den
—Ölünce tanrının
Bir ikinci yaşamım
Yaşamayı uman Nerval’den—
Telefonu açtım —bilmem ki neden—
Rastgele çevirdim: iğrenç bir kadın sesi
Tanrım!
Hemen kapadım.
Ah güzel yaşam! sevgilim ölüm!
Ben yalnız ikinize hayranım
Bilin ki gitmiyorum ‘başka evler’e artık
O günden bugüne hiç çağrılmadım
Kapandım kapandım kapandım
Kabuklu bir deniz hayvanı gibi demin
Yağmurluğumun içine
Fırladım caddelere çıktım
Günaydın, dedim.sütünü esirgemeyen
Eski bir mezar taşına
Günaydın!
Ne güzel bir duruşun var senin
Doğayı kımıldatmadan
Islandım
Kıyılara indim, ıslak kumlara bastım
Ayak izlerimi sevdim, okşadım
Dolaştım dolaştım
Bir bankaya girdim çıktım
Biri bacağımı elledi tramvayda
Ses çıkarmadım
Ah güzel yaşam! sevgilim ölüm!
Seniha!
Seni bugün kıskandım
Otele döndüm akşama doğru.

Not: Ben bugün biraz
Yaşamı kımıldattım
Bir bardak konyak içtim ve
Ölüme kurulandım.

Edip Cansever

Seniha’nın Günlüğünden 3

‘Evler’den birindeyim, dışarda kar yağıyor
Üstüme kar yağıyor. Kalbimin
Atışlarında eriyor kar
Üşümüyorum, üşümek elimde değil
Hiçbir şey elimde değil
Sevmek istiyorum, sevemiyorum
Çarpıyor birbirine kalbimin kapıları
Gülmek istiyorum, gülemiyorum
Öne geçiyor acılarımın çizgileri
Vermek istiyorum, veremiyorum
Geri çekiyor beni tenimin güçlü dokusu
Konuşmak istiyorum, konuşamıyorum
Kapanıyor büsbütün dudaklarım
—Demiştim, pembe bir çizgi olsun
Düğün çağrımızda o gün—
‘Evler’den birindeyim, dışarda kar yağıyor
Aynada kar yağıyor parıltılarla
Abajuru yakıyorum: sarı kar
—Üç parmakla bira bardağını
Hafifçe tutan elim—
Dudağımı boyuyorum: pembe kar
Cemal’i düşünüyorum: acı kar
Ester’i düşünüyorum: kar duruyor
Cemile?
Kar yağmadı sanki. Kar
Duygulara göre bir yağıp bir duruyor
—Demiştim o gün, o gece
Ve sonraları
Kan karda kaldı—
Kurtuluş’ta kar yağıyor—ne zaman yağsa—
Şöyle bir koltuğa çökerdim eskiden
Bacak bacak üstüne atardım
Hemen bir sigara yakmak gelirdi içimden
(Oysa şimdi yataktan yere değen bacaklarımın
buruşuk bir etekliğe sarınıp da tozlu bir
halıya basması biçimindedir her günkü
oturmam kalkmam
Ve içime doğru yürüyen bir ağrı duyarım ne zaman
kırmızı bir elmayı .soysam
Ve şimdi
Her yengi, her yenilgi
Her tutarsızlık, her ikilem
Güzelliğimi doldurur benim
İstesem de eskiyemem
Ve artık
Çok sesli bir müziğimdir ki ben
Tek zevki duyarken gövdemde
Kendimi kendime sunarken.)
‘Evler’den birindeyim, bir org sesi bu
Yağdıkça yağan kardan
Çoktan eskimiş olmalı, diyorum katedralim
Ya da çökmüş olmalı çoktan
(Aşağıdan çağırıyorlar, usul usul iniyorum
merdivenleri, basarak çiçekli karların üstüne,
rengarenk. Karşımda cüce bir kadınla kambur
bir kadın ayaklarının altından gülüyorlar bana.
Gülüyorum ben de yağan kara ve çöken katedrale
ve onlara. Söyleşiyoruz ayaklarımızın altından
Ve
Geldikleri gibi gidiyorlar, hiçbir iz bırakmadan,
hiçbir iz bırakmadan, hiçbir iz bırakmadan.)

Giyinip dışarı çıkıyorum hemen
Ben bu ‘evler’e sığamam.

Edip Cansever

Seniha’nın günlüğünden 2

Bir ruh mu bu kadın —Cemile—
Nereye değdirsem ellerimi
Masaya, perdeye, konsola
Onunkine değmiş oluyor biraz
İnatla çekiyorum. Ellerimi çoğu kez
Gizlemem bundan.

Tren istasyonlarına gidiyor —nedense—
Bir başına oturuyor parklarda
—Cemalle bazan—
En çok da akşamüstleri
Bilmem ki bu gizemli saatlerde ne buluyor
Dolaştığı yerleri mi süslüyor
Doğayla, kentle süsleniyor mu yoksa
Birini mi bekliyor —kimbilir—
Kendiyle değil, sadece duruşuyla
—Vakitsiz çiçek açmış bir nar ağacı
Bulanık günün içinde—

Ve ağır ağır, bir ibre gibi
Tam kendine dönüyor ki
Eve koşuyor acele
Odasına kapanıyor
Yazıyor yazıyor yazıyor
Kitliyor çekmecesine yazdıklarını
Telaşla çıkıyor odasından
Cemile, diyorum, derdemez
Yüzüme bakmadan rakısını dolduruyor
Ester’se bir ucunda salonun
Bakıyor bakıyor bakıyor bize
Cemile’ye
O kadar bakıyor,ki
Sanki yazdıklarını okuyor
Saat on yedilerde böyle oluyor.

Masa ortüsündeki kırmızı lekeyi
Yıllardır silemedim
—Şarap lekesi? belki
Değişti rengi artık—
Anımsıyorum
Kimin vurduğunu o tavşanı
Bembeyaz bir kayanın dibinde
Ve bembeyaz bulutlar vardı gökte
(Ölen her canlının son sesi
Bir yaşam dolusu sesten
Daha çok akılda kalıyor)
İşte bu onun sesi
Elinde bir tüfek, utkuyla bağırıyor
İzmir’de, Karşıyaka’da
Saat on yedilerde
Olursa bir de böyle oluyor.

Fransız okulunda bir öğle sonrası
Bütün yüzlerde bir öğle sonrası
Şiirler okuyorum Rimbaud’dan
«Bir akşam kucağıma oturttum güzelliği
Acı buldum onu, sövüp saydım.»
Anımsayamıyorum gerisini
—Kaç yıl mı geçti?—
Elimi tutmuştu o oğlan
Gözleri griyle karışık mavi
Yüzünde güneşle parlayan çiller
—Kaç yıl mı geçti?—
Gelip çatlıydı o düğün günü
Pera-Palas’ta bir akşam
Akşamın en ince köşeleri
Kimler yoktu ki —o zamanlar çok kalabalıktık—
Bir fotoğrafta tam on yedi kişi
Fotoğraflar..

(Yaslamış bir ağaca omuzunu
Ben
Birlikte bir gülü tutuyoruz
Onunla ben
Bir vapur güvertesinde, denize bakıyor
Ben
Bir otel kapısındayım, izmir’de
Ben.)
Zamanlar geçtikçe neden
Mutluluk mahzunluk oluyor fotoğraflarda
Acaba
Keder mi, acı mı, hüzün mü dünyanın rengi
Mahzunluk mu yoksa yaşam
Ve doğruyu söyleyen yalnız
O mu, Rilke mi
Ölümünü içinde taşıyan.

Aşk mı yok ettiydi kocamı
—Ah, aşkların çocuk bahçesi
Neden ömrün çok kısa—
Oysa
Başlamak ne kadar güçtür, ne kadar incelikli
Sürdürmek, sadece sürdürmek
Öylesine kolay:
Hiçbir şey olmamış gibi
Kalp atışları, saat zembereği
Yıllar yıllar yıllar
Çözülmemiş bir bıkıntıyla birlikte
Kalıcı bir gülümseme yapıp da sevgisizliği..

Ek: bugün pazartesi, belki de pazartesi.

Edip Cansever

Taburcu

topraklarınız ayaklarımı terk etti
şımarık çocuk gibi hata duvarına tırmandığımda
insanın yaratıldığı toprağı
çamur sanan bir kavimle yaşamak zorunda kaldım
havva da yaratılmasaydı
nasıl sızlardı kaburgaları insanın
kuşlar! Gökyüzü size tokat atsa ne yapardınız?
başınızı kaldırmanız yasaklansa.
kanatlarınız rüzgarın karısı değildir artık
hangi avcı sana ‘sen’den daha fazla zarar verebilir
bense kuş olduğuna inandırılmış bir kuş resmiyim
tanrım ölürken bu kadar kanatla ne yapacağım
cehennnem de hayal kurar mı?
bir gün cennet olabileceğine kim inandırdı onu
halbuki ‘ben’ deyince Firavun
halk iştahla öptü dudaklarını
bu öpüşten milyarlarca ‘ben’e hamile kaldı cehennem.
ateş! Yakmakla bırakma bizi öyleyse
içimizdeki ‘HİÇ’i dirilt
ve sakla cehennemin kalbinin bir avuç su olduğunu
aşktan çürüyen nasıl terk edildim der
itiraz edecek mantığı yolun başında öldürmemiş miydi
biliyorum
toprağın üstünde yürüdükten sonra
yeniden yerin altına gönderilenler
bir kavimdir.
bense şifasından saklanan hastalıkları
merakıma yenilip tedavi ettim
hastalıklar değil taburcu edilen benim.

Ayşe Sevim

İçerde

Pencere, en iyisi pencere;
Geçen kuşları görürsün hiç olmazsa;
Dört duvarı göreceğine

Orhan Veli