Karanlık Duvarlar

I.

Önünü alamıyorum bu kör gidişlerin yollarda
Herkes bir yere gidiyor önünü alamıyorum
Çaresiz direniyorum bu dönüm noktalarında kimse
elini uzatmıyor
Bir gürültülü yaşamağa gidiyor dünya boşalan
bir deniz gibi

Bu sesler ormanında kaybolan bir çağ bu.

Nereye gitsem hep apartmanlar çıkıyor önüme
Alıp başımı duvarlara çarpıyor bu yollar
Gidip gelmelerim bu dar sokaklarda
İnsanların koşup dolduğu bu dar yapılarda
Bir kısır döngüye girmek için bütün çabalar
Biz bunun için mi geldik.

II.

Kara ağaç gibi bağlıyım katı bir çağ bu
Her şey bir makine düzenine gidiyor
                   -düzen diyorlar beni çağırıyorlar-
Irmak yatağına sığınıyorum sınırlı bir çağ bu
Baktığımız her şeyde bir yalan kabuğu
Bir mercek düzenine bağlanıyor gözlerimiz.

III.

Şu zaman çıkmazında alıp beni bir altmış yaşa
bağlıyorsunuz
Doğmadan ölüme yöneldik gerisi yok diyenler var
Sınırlı yıl oyunlarına inananlar var
Sizin güveniniz bir güneş düzeninde

Ben mezarların karanlık çağına dayanıyorum

Bir ağacı büyütüyorum her yerimle
Bir ağacı uyguluyorum -her şey bir ağaç düzeninde-
Yerde gökte ve her her yerde
Dallarında ben ağacın incecik köklerinde
Boğuluyorum -bağlanıyorum-

Ben mezarların karanlık çağına dayanıyorum.

IV.

Şu dar odanın katı yalnızlığında
Ve her şeyin çıplaklığında
Durup bir pencereyi deniyorum
     Gizliliğin dışına çıkıyorum
     Araçların
     İnsanların
     Şehrin ve meydanların ve kalabalığın ve herşeyin
İçimde yalnız ve yapraksız
Bir kavak ağacı büyüyor -Çıplak ve göğe doğru-
Ama küskün ama yalnız ama yapraksız ve uzun
Bir ağlama duvarı bu.

Yatak ve yorganın kuru yalnızlığında
Ve aklın dar yalnızlığında
Şehrin ve herşeyin
Ve kalabalığın yorgunluğunda
Saçların ve parmakların
Ve gözlerin ve gecenin bu bulanık çağında
Ve aynaların sığ görünümünde
Bunalıyorum.

V.

Susmanın kalesine sığınıyorum
Önümde karanlıktan duvarlar
Sırtımda insan yüklü bir gök var.

Maraş, 1959
Erdem Bayazıt

Hayat Burcundan

/Donmuş tek karede çığlık/

İnsanlar kimi işsiz güçsüz gelişigüzel
Kimi kendini bir amaca ayarlamış aceleci
Gidip geliyorlardı
Hamallar habire terliyorlardı
Arabalar yerli yersiz korna çalıyorlardı
Martılar çığlık çığlığa savruluyorlardı
Vapur limana yanaşmıştı
Ben âvârelikten rıhtımdaydım
Sen kimseyi beklemediğin halde oradaydın
Senden olma çocuk; astsubay babası Cilo Dağında
Asla öldürülmemiş gibi dondurmasıyla ilgiliydi
Sen onun elinden tutmuş denize bakıyordun
Kimseyi gördüğün yoktu denizde yüzüp duran çöpleri
Gördüğün yoktu hiçbir şey duymuyor gibiydin
Bakmıyor gibiydin
Hayatı farketmiyordun
Oğlunun elini asla bırakmıyordun
Benimse gözlerim sana takılmıştı.
Takılıp kalmıştı.

Erdem Bayazıt

Edebiyat Karın Doyurmaz Çay İçirir 1

‘Yalnızım Çünkü Siz Varsınız’

Murat Dölek’e

Her şeyi anladığından, bildiğinden gitti. Her şeyin farkına vararak gitti. Gidişin kolay olmadığı, dönüşün imkânsız olduğu yere gitti. Anlamsızlığı anladığından gitti. Tarafsızlıktan nefret ettiği için, taraf olmak, tavır almak için gitti. Savunmaktan yorulduğu, savunmayı gereksiz bulduğu için gitti. Gittiği yeri bilerek gitti. Kırgın gitti. Başka çıkar yol bulamadığından, tek bildiği bu olduğu için gitti. Artık değiştirmek istemediğinden, buna gücü olmadığı için gitti. Tüm bunları anladığı için, hiçbir şey söylemeden gitti. Sessizce gitti. [1]

‘Maaşı bir balıkçı kazağına denk gelmeyen adamın gücenik dudaklarını, bir şehri her zaman tutuklu olarak da sevilebilme hünerini leyla sayarı her gördüğünde bir hoş olan inşaatçı mardinlinin fazla üstelemeyin bu şehirde yalnızım der gibi’[2] duruşunu anlatmak için gitti. Askerken yaptırdığı dövmesinden terhiste utanan delikanlılar- bilek güreşinde yenilince sokağa çıkamayan çocuklar …- Konuştuğu çocuğu kız-kıza dans edilen düğünlerde görebilen kızlar- Çayına pişti oynarken kağıt çalan adamlar’[3] için gitti. Çocukların gözlerinden masallar biriktirmek için gitti. Akşam haberlerinin üç numara tıraşlı yasak suret’leri için gitti. Yolculuk defterlerini, terk edilmiş kışlalara bırakmak için gitti! ‘sıvası dökülmüş kahpe bir duvar gibi / sıvas’ı dökülmüş bir Türkiye kaldı içimizde’ [4] diyerek Sivas türkülerine kırgın gitti.

Çocukluğunun yağmurlu sabahlarına dönmek için gitti. Çatıda bir serçe okunaksız ötüşüyle mutsuzluğunu boşluğa yazarken ‘kimsenin adını bilmediği, kimsenin çözemediği geometri problemlerinde matematiği sevmeyen çocukları’[5] sevmek için gitti.

Koşuşturmaktan bıktığı için, yavaşça, acele etmeden, kararlı gitti. Yüzünde bir gülümsemeyle, her şeyi arkasında bırakarak gitti. Kimsenin anlamayacağını, anlamaya çalışmayacağını, herkesin yargılayacağını bilerek gitti. Yürüdü, hep yürüdü. Taşra kasabalarının kapakkızı pozundaki kar altı yalnızlıklarından geçti. ‘Mavzerinin demirini alnına dayamış – Yüreği susuzluktan bunalan – İçinden mahpushane çeşmeleri akan – Ansızın parlayan keklikleri jandarma baskını sanıp –Apansız silahına davranan –Nice delikanlıların figüranlık yaptığı yaz’[6]lardan geçti. Sınavlara ve sevdalara geç kalmış orta halli esnaf çocuklarının, arkasında ‘kaderim’ yazdıkları mavi minibüslerinde müsümgürses dinledi. Sonra, ayaklarının altındaki düzlük bitene kadar yürüdü. Beyaz Mantolu Adam gibi gitti.

Gitmek eyleminin çekimlerini bütün zamanlarla deneyerek ‘sonsuz zaman’ı seçip gitti. Gitmek sözcüğünü güzel bir nedene bağlayarak gitti. Sigarasını behçetnecatigil inceliğinde tutarak, uzun bir Samsun yakarak gitti.

Bir akşam yağmur yağarken gitti. Ağlar, saitfaikçe çekilirken, aynalar orhanvelice gülerken gitti. “Gökyüzünden senin için kopardığım o dalı bana geri ver ya da yağmurlu akşamüstleri artık beni arama.”[7] diyerek gitti. ‘Mahallenizde çıkan yangın gibiydim’ [8] diyerek gitti. ‘Bütün güzel kızlar nişanlı mıdır bu şehirde?’[9] diyerek gitti.

Ellerini geç kalmış bir yaz yağmuru gibi yüzüne sererek[10] gitti. Devesinden ve duasından başka bir şeyi olmayan bir bedevi gibi yalnızlık çölünün ölgün neonlarına ‘ben bazı baharları hep yarım bıraktım’[11] yazarak gitti.

Bir gece treniyle gitti. ‘Suların da bir arkadaşlığı olur diye’[12] yağmurla gitti. Bir telgraf teli çizip giderken karanlığı, gelmesini istemediği bir türkü sonuyla gitti. Farkın fark edilmez suskun tiradıyla gitti. Cildi parçalanmış bir beckett kitabıyla gitti. Dostkukların Son Günü’ne Cumartesi Yalnızlığı’nı ekleyip az selimileri, az oğuzatay, az edipcansever derleyip panaitistrati’yi hep okumadan severek gitti. İddiasız ama yüreği bulutlandıran şiirler gibi gitti.

Yüzünde hak edilmemiş acıların acemiliği, elinde okunaksız adresler kendinin peşindeydi

‘Bunalıyoruz çocuk, bunalıyoruz / Biçim veremediğimiz
şeylerin / biçimini alıyoruz’[13] der gibi gitti.

Edebiyat karın doyurmaz, çay içirir; hangi şiiri, hangi şehri sevdiysem evli ve iki çocuklu çıktı diyerek küçük acıların bilgeliğiyle gitti.

Gözlerinin hatıra defterinde özlem’ini özetleyen bir fotoğrafla[14] gitti. ‘Bir başka kentte, bir başka insan olmanın umutları’[15]yla gitti. “Yalnızım, çünkü siz varsınız.”[16] diyerek gitti.

En son, kentin en kalabalık caddesinde kendisiyle karşılaşınca bir yere gidemedim galiba, diye söylendiği, A t ö l y e’m dediği bir mekanda eşyaya ruh vermeye başladığı rivayet edildi.

[1] Ayşe Sarısayın
[2] Cafer Turaç
[3] Yücelay Sal
[4] küçük İskender
[5] küçük İskender
[6] Erdem Bayazıt
[7] Nihat Behram
[8] Akif Kurtuluş
[9] Turgay Gönenç
[10] Salih Bolat
[11] küçük iskender
[12] Abdulkadir Bulut
[13] Şükrü Erbaş
[14] Sevgi Soylu Koyuncu
[15] Murathan Mungan
[16] Orhan Alkaya

Sıddık Akbayır

Sıddık Akbayır

‘Bir yangının külünü yeniden’ hep yeniden…

Eski fotoğraflarda kalbini bunca kıran ne?  Eski filmlerde, eski şarkılarda, eski tatlarda, eski kokularda, bir yangının külünü yeniden yakıp geçmeye teşne ne varsa işte, onlarda…

Hep biliyorsun, hep duyuyorsun bunu ama son günlerde önüne çarşaf çarşaf serilen siyah beyaz fotoğraflara, sepyaya bulanmış yorgun hatıralara bakarken bu soru bambaşka bir anlam kazanıyor. Mesela eski bir Zeki Alasya fotoğrafında onun artık yaşamayışından başka ne var kalbini kıran? Ya da eski bir Kenan Evren fotoğrafında senin için kaç ceset uzanmış yatıyor? Yaşayanlar ve ölenler neden habire kulağına bir şeyler fısıldayıp duruyor? Geçmiş geçip biten bir şey değil miydi? Ne yani, hiçbir şey mi geride kalmıyor?

Zaman iyileştirmeyecek mi yoksa her şeyi? Yaraların kabukları neden bu kadar kolay kalkıyor?

Sahi, albüm yaprakları arasında sararmış, defalarca çıkarılıp bakılmaktan hırpalanmış eski bir çocukluk fotoğrafı mesela, neden incitir sahibini? Çoktan uçup gitmiş ve geri gelmeyecek uzak bir zamanın öksüz vesikası olduğu için mi yoksa daha derinde başka bir yara mı gizli?

Nasıl çalışır hatırlamakla mükellef şu biçare kafaların içi?

                                        * * *

Galiba şöyle:
Sen işinde gücünde, günlük telaşların bezgin hengâmesindesindir. Derken beklenmedik bir anda…
Diyelim bir yerlerden tarçın kokusu çalınır burnuna. O tarçın seni Proust’un malum madeleine’leri gibi zaman makinasına bindirip çocukken elinde aşure tası, komşunuz Keriman Hanım Teyze’nin kapısına vardığın bir sabaha taşır. Zile basmak için parmaklarının ucunda yükselirken dengeni kaybedip palas pandıras düşmüş, yere kapaklanıvermiştin, hatırlasana. Billur tas kırılmış, dört bir yana saçılan hain parçalar avucuna saplanmıştı. Ellerin ufacıktı ama gene de oluk oluk kan akmıştı.
– Henüz bilmiyordun tabii, küçük şeyler daha derin kanar, bunu öğrenmen biraz zaman alacaktı-
Koştura koştura sağlık ocağına götürmüşlerdi seni. Asık suratlı bir doktor eline altı dikiş atmıştı. Tarçın kokusu duydun mu hâlâ içinin ürpermesi bundandır.
Yani eski günlerden haber taşıyan kokular, unutuldu sanılan yaraları hatırlattıkları için mi böyle kalp kırar? 
Sen zamana inanmayı seçmiştin oysa. Yıllar şifa verir, her şeyi iyileştirir, yeterince vakit geçince geriye sadece tatlı bir tebessüm kalır diye ummuştun. Şimdi zamanın tekmil yaranın üstüne hayalini kurduğun kadar kalın bir kabuk bağlamadığını, ilk serseri rüzgârın o eski sızıyı önüne katıp yeniden sahibine taşıdığını görmek canını sıkıyor.

                                        * * *

Diyelim gittiğin bir ev oturmasında sofraya patates kızartması konur. Kudreti değil kalp kırmaya, karın doyurmaya bile yetmeyecek önemsiz bir şey. Ama aniden kalbin çitilenmiş gibi içinde bir yere eğilir, anneni özlediğini hissedersin. O saçma sapan patates tabağına bakar ve yıllar öncesinin ılık bir pazar gününe gidiverirsin. Hani annen, o gün sen pürdikkat televizyondaki Lassie’yi izlerken, seviyorsun diye koca bir tabak patates kızartıp önüne bırakmıştı. Üzerinde pötikareli kırmızı bir elbise, yüzünde dünyayı kurtarmaya yetecek kadar büyük bir gülümseme vardı. O zamanlar henüz sağlıklıydı, sağdı. Tavada cızır cızır kızarmış patates, şimdi sanki onun bir zamanlar hayatta olduğunun kanıtı. Bu yüzden yıllar sonra, hiç ummadığın bir anda, nemlendiriverir gözlerini uyduruk bir patates kızartması.
Yani eski günlerden haber taşıyan tatlar, bir vardan bir yoka uzanan köprünün incinmiş ayakları mıdır? O yüzden mi böyle yürek acıtır?
Sen zamanı ve içine yayılanları, yekpare ve sonsuz düşünmüştün oysa. Şimdi sıkıca sarılmanın mesela, muhakkak bir sonu olduğunu, birbirine kenetlenmiş bütün kolların bir gün bir yerde gevşeyerek açılacağını bilmek, kalbini ince ince rendeliyor.

                                        * * *

Diyelim eski bir film seyredersin televizyonda. Bir sahil kasabasında dalgalar kıyıyı döver, deniz ve mehtap zarifçe kadraja girer, Tarık Akan Gülşen Bubikoğlu’nu usulca öper. Sen de çabucak zaman makinesine biner, ilk gençlik yıllarına gidiverirsin. Yazlık bir kasabaya, hani sahildeki o ilk mahcup öpücüğün yürek çarpıntısına. Yanaklarının kızarmayı unutmadığı, kalbinin Veliefendi’ye çıkmış gibi dörtnala koştuğu, aklına bir fenalık gelmeden, kırabileceğini, kırılabileceğini bilmeden sevmeyi becerdiğin acemi zamanlara…
Yani  eski günlerden haber taşıyan filmler, artık geri gelmeyecek bir zamanın puslu vesikaları sayıldıkları için mi böyle kederliler?
Sen ikinci şanslara inanmak ihtiyacındaydın oysa. Şimdi geri gelmeyecek zamanların kaçmış trenler gibi, insanı beyhude yere peşinden koşturduğunu; bazı gemilerin ayrıldıkları limana, bazı trenlerin kalktıkları istasyona bir daha hiç dönmediğini görmek ruhuna feci bir sızı teyelliyor.

                                        * * *

Diyelim radyodan bir şarkı yükselir. Alır seni üniversite yıllarına götürür. Boş makarna tenceresi ve birikmiş bulaşıklar arasında, yarınki eylemin dövizlerinin hazırlandığı bir öğrenci evine. Umutlarının henüz tükenmediği günlere. Dünyayı değiştirme arzuna, gücüne, inancına, zamanla kaybettiğin her ne varsa işte ona…

Yani eski günlerden haber taşıyan şarkılar, seni artık sen olmayan, yolda karşılaşsanız benim ya da bendim bile diyemeyeceğin kadar uzak, başka bir sana götürdükleri için mi böyle derinden yaralar?
Sen hayallerindeki insan olmak istemiştin oysa. Şimdi ne vakit o işaretlerin peşine takılıp gitsen, ne zaman eski senle karşılaşsan, aranızdaki kırık dökük selamlaşmada hep gözlerini kaçırıyorsun. Değişen ve fesatla, vesveseyle, ihanetle çirkinleşen bal gibi de yeni sensin, bunun farkında olduğun için derin bir mahcubiyet duyuyorsun. Bir zamanlar olmak istediğin kişiyle şimdi olduğun kişi arasındaki derin uçurumdan aşağı bakmak içini acıtıyor. 

O zaman bir daha soralım şimdi; sen gönüllü yazıldığın bir nostalji ve melankoli hastalığıyla geçmişi damarlarına defalarca zerkedip kendini yeniden ve yeniden zehirlerken, eskiye dair her şeyde kalbini böylesine inciten ne?
Derler ki, ancak kapanmamış yaralar sürdürürmüş sızlamayı. Yoksa adına geçmiş dediğin o şey, geçmedi mi hâlâ, yeterince uzakta kalmadı mı?

Nermin Yıldırım

İnsan Sevdiğini Görmeyince

Kıskançlıklarla, kuşkularla, hesaplaşmalarla süren sancılı bir aşkın orta yerindeki bir sevişmeden sonra adam seviştikleri odadan çıktığında başlayan bir hava bombardımanında ev isabet alıyor ve adamın biraz önce geçtiği bölüm çöküyor.
Daha iki dakika önce koynunuzda olan birinin yok olduğunu görüyorsunuz.
O korkunç anda kadın yaşadığı çaresizlik karşısında, aslında pek de inanmadığı Tanrı’ ya sığınıyor.
Dizlerinin üstüne çöküp yalvarıyor.
“İnandır beni” diyor, “o yaşarsa sana inanacağım. Ona bir fırsat tanı. Bırak mutluluğuna sahip olsun. Bunu yap, inanacağım sana.”
Ve Tanrı’yla bir pazarlığa oturup en çok sevdiğini geri alabilmenin karşılığında Tanrı’ya en çok sevdiğini vermeyi öneriyor.
Eğer biraz önce o kapıdan çıkan erkek yeniden o kapıdan sağ olarak dönerse, o erkeği bir daha hiç görmeyeceğine söz veriyor Tanrı’ya.
“İNSANLAR BİRBİRLERİNİ GÖRMEDEN DE SEVEBİLİRLER, değil mi” diyor, “seni hayatlarında bir kere bile görmeden seviyorlar.”
Graham Greene, “Zor Tercih” isimli romanında, erkeğin dönüşünü gören kadının duygularını yalın bir dille anlatıyor.
“O anda Maurice girdi içeri. Yaşıyordu. İşte şimdi onsuz olmanın ıstırabı başlıyor diye düşündüm ve yine kapının ardında ölmüş yatıyor olmasını istedim.`
Kadın, sevdiği erkeğe kavuşmuş ve onu kaybetmişti.
Ve onun yaşadığını gördüğü anda, biraz önceki pazarlığın ağırlığını fark edip, “keşke ölseydi” diyordu.
Bundan sonra, bir insanı görmeden de sevmenin mümkün olup olmadığını öğrenecekti.
Romandan yapılan filmde, “Tanrı’ yı görmeden seven insanların” birbirlerini de görmeden sevip sevemeyeceklerini, iki sevgili unutulması zor cümlelerle tartışıyordu.
– İNSAN SEVDİĞİNİ GÖRMEDİĞİNDE AŞK BİTER Mİ?
– Düşünsene, Tanrı’ yı bir kez bile görmedik ama onu seviyoruz.
– Ama benimki o tür bir sevgi değil, Sarah.
– Belki de başka bir tür sevgi yok, Maurice.
Aşk, bir insanı Tanrı’ yı sever gibi sevmek mi, onu görmeden ama onu hissederek onun varlığına bağlı kalmak mı?
Bir dokunuşa, bir bakışa, bir sese, bir işarete muhtaç olmadan, onu besleyecek bir bedene, bir vaade, bir ümide ihtiyaç duymadan, tek başına da sürebilecek kadar güçlü bir sevgi mi aşk?
‘Sevmeye devam edebilmek için onu görmeliyim’ demeyecek kadar büyük bir iman, büyük bir bağlanma mı?
Bir ruhun bir başka ruha sarılması ve bu sarılışı bir bedene gerek duymadan da sürdürebilme mi?
‘Tanrı’yı sevdiğim kadar severim seni’ diyebilmek, böylesine korkunç bir bağlılığa rıza göstermek mi aşk?
Peygamberler bile Tanrı’ ya bir kere yüzünü göstermesi için yalvarırken, hiç görmeden de ruhunu bir başka ruha adamak mı?
Hayatın içinde, insanların sevmek için görmeye ihtiyaç duyduğuna şahit oluyoruz; kaybedişler unutuşları da getiriyor; bir bedenin aracılığı olmadan bir ruha bağlılığımızı da çok sürdüremiyoruz. ’Tanrı’ mız’ olmuyor sevdiğimiz; imanımızı çabuk kaybetmeye, bütün inançsızlar gibi sevgimizin sürmesi için bir kanıt görmek istemeye çok yatkınız.
‘Belki de sevmenin başka türü yoktur’ diyen birilerinin romanların, filmlerin arasında dolaşması ve bizim o insanları hayatta da bulacağımıza dair ümidimiz, bizi aşka doğru çeken.
Böyle bir ümidimiz olduğu için şiirler, romanlar yazıyor, böyle bir ümidimiz olduğu için şiirler, romanlar okuyoruz.
Neredeyse bütün hayatını kendi inancıyla dövüşerek geçiren Graham Greene’in ‘Tanrı’ yı görmeden seviyorlar, ben de onu görmeden severim’ diyen bir satırı yazması, bize aşkın çekiciliğini yaşatan.
Bu satırı okumak, bunun gerçek olabileceğine inanmak, bu hayali benimsemek, bizim sıradan hayatımızı, bizim yaşadığımızdan daha renkli, daha çekici, daha heyecanlı kılan.
Hiç rastlamasanız da ‘bir insanı sevmenin bir Tanrı’ yı sevmek gibi bir şey olduğunu’ yazan birinin varlığı, sizi, bunu söyleyebilecek birinin varlığına da inandırır ve o inançtır ki, bence, sizin hayatınıza mana katan.
Aynen, ‘Tanrı’ yı görmeden sevmek’ gibi siz de bir insanın başka bir insanı hiç görmeden sevebileceğine, o insana hiç rastlamadan inandığınızda, romanların size itaat ettiği o kutsal topraklara girmek için, o toprakların sınırlarında içiniz ürpererek dolaşmaya başlarsınız.
Birisi tarafından öyle sevilmek istersiniz.
Ve birisini öyle sevmek.
Ancak o zaman, gerçek bir mümin gibi, çekilecek olan acıları değil, bir tanrısı olan bir kainatta yaşamanın mucizesinin fark edersiniz.
Acı dolu, isyan dolu bir mucize.
‘Keşke inanmasaydım’ dedirtecek, ‘keşke onu böyle sevmeseydim’ dedirtecek bir mucize.
Ama bütün acısına, bütün kederine, bütün yalnızlığına rağmen vazgeçilmeyecek bir mucize.
O mucizeyi görenlerin ondan kolay kolay kopabileceklerini sanmam.
İnsanların bütün nankörlüklerine, alaylarına, hor görmelerine, inanmamalarına karşın tek başına kendi inancıyla yaşayan, kendi inancının yüceliğinde diğer insanların zavallılığını, yetersizliğini, aşksızlığını görüp, onlar için üzülen ve kendi sevgisine sıkı sıkıya tutunan bir ahir zaman peygamberi gibi, başkalarına bomboş gözüken bir çölde, o çölün boş olmadığını hissederek yürürsünüz.
Sizin bu yürüyüşünüz, bir gün bir romanda ya da bir yazıda bir satıra dönüştüğünde, sizinle alay eden nice insanın çorak ve loş hayatına sizin hayatınızdan bir ümit ve ışık sızar.
Büyük bir ödülün ve büyük bir cezanın sahibisinizdir.
Bir insanı bir tanrıyı sever gibi sevebilecek bir güçle ödüllendirilmiş…..
Bir insanı bir tanrıyı sever gibi sevebilecek kadar güçlü olduğunuz için de cezalandırılmışsınızdır.
İnsanlar Tanrı’ yı görmeden seviyorlar.
Ama Tanrı’ ya inananların çoğu, bir insanın bir başka insanı hiç görmeden sevmeyi sürdürebileceğine inanmıyor.
Ben, Tanrı’ yı inanan Graham Greene’ e inanıyorum, ‘bir insan başka bir insanı hiç görmeden de sevmeyi’ sürdürür.
Benim inancımı paylaşanlar, bir gün öyle sevmeyi ve öyle sevilmeyi bekleyecekler, bu inanç, onların içinde kapatıldıkları küçük hayatların sınırlarını yıkıp onları vaat edilmiş hayallere taşıyacak.
Bir gün biri onlara diyecek ki:
– Belki de başka tür bir sevgi yok, Maurice.

Ahmet Altan

Suların da bir arkadaşlığı olur diye

Suların da bir arkadaşlığı olur diye
Gördüğüm her yağmurun ardından gittim
Ve en sonunda cebimde bitmemiş şiirler
Yollara yakışan birisi oldum çıktım

Suların da bir arkadaşlığı olur diye
Çıkarıp adresimi verdim hemen hepsine
Gidebileceğim yerleri söyledim bir bir
Sonra yüzümü serdim ellerimin içine

Suların da bir arkadaşlığı olur diye
Yüzümü sadece beyazlığıyla örtebilecek
Bir mendil istedim gördüğüm herkesten
Solgun bir söz de olsa benim için istek

Suların da bir arkadaşlığı olur diye
Yurdu olur diye bütün karanfillerin altı
Sabahları işlerine giden kızların avuçları
Korudum durdum suların yurdudur diye

Abdulkadir Bulut

Teybinde Ferdi Tayfur’un ağladığı, arkasında ‘Kaderim’ yazan, köy postası,  kırmızı bir ford minibüs, Silifke – Anamur arasında ilerlemektedir. 8 Ağustos 1985, öğleden sonra… Minibüs, mahkeme dönüşü yolcularıyla doludur. Moraller bozuktur. Abdülkadir Bulut, şoförün hemen arkasındaki koltukta oturmaktadır. Boğsak yakınlarına geldiklerinde, yerinden kalkar, suskun olan köylülere sigara uzatır. Sonra, oturak olarak kullanılan malzeme sandığını altına çeker. Onları görecek biçimde, sırtını kapıya dayayarak oturur. Amacı canı sıkkın olan köylü akrabalarıyla konuşmak, minibüsteki ölüm sessizliğini dağıtmaktır. Her şey o anda olur. Boğsak’ta, o keskin S virajı döndükleri sırada mıcıra kapılan minibüsün kapısı ansızın açılır ve Bulut, oturduğu
sandıkla birlikte dışarı fırlar. Düştüğü anda Bulut’un kafası sandığın keskin, sivri köşesine denk gelir. Tanı, beyin kanamasıdır. (…) Doğumu gibi ölümü de kasabada olan; Gözyaşları da Çiçek Açar,  Yakımlar, Sen Tek Başına Değilsin ve Acılar Yurdumdur gibi adları da şiir olan kitapları bulunan; Hilmi Yavuz; ‘Anamurlu bir Türkmendi ve hep öyle kaldı. Üstelik her şeyi yerel olana indirgeyerek, yerelle evrensel arasında sanki hiçbir ayrım yokmuş gibi yaparak…’; Cemal Süreya’nın ‘Kasabalı Lorca’; Haydar Ergülen’in ‘Anamurlu Aisopos’ dediği, erken ölümün yarım bıraktığı iyi şiirler yazan Abdülkadir Bulut’u,  ‘suların da bir arkadaşlığı olur diye’, kimler hatırlar?

insanın yüreği yorulacağına bileği yorulsun, bilek yorgunluğu geçiyor da gönül yorgunluğu çöreklenip kalıyor insanın içinde

Arkeolojik bir kazı alanında, ağustos’un en sıcak günlerinden birinde, cansipârâne vaziyette güneşin altında çalışılmaktadır. alışılageldik şekilde, civardaki köy halkından birkaç kişi de kazıyı an be an seyrediyor.

Aralarından yaşlı bir amca yanımıza doğru yaklaşıyor, bir süre bakıyor, sonra soruyor; “Çocuklar kolay gelsin, nasıl gidiyor?” diye..

Güneşin altında, tozun toprağın içinde çalışmaktan yorulmuş ben cevap veriyorum; “İyi gidiyor amca, da çok yoruluyoruz”, aklımca ‘çok vahim durumdayız’ mesajı vermeye çalışıyorum..

Ama o anda hayatım boyunca asla unutmayacağım hayat dersini alıyorum bilge amcadan; “Olsun” diyor “insanın yüreği yorulacağına bileği yorulsun, bilek yorgunluğu geçiyor da gönül yorgunluğu çöreklenip kalıyor insanın içinde.”

O gün, bileği yorgun ama yüreği yorulmamış bir insan olarak hayatımın dersini almıştım evet ama sonraları yüreğim de yorulup, halden düşmeye başlayınca, ne büyük bir kelam ettiğini daha iyi anladım o amcanın.

duslerinden dusen kiz

Unutulan’dan

I
Unutulan gölgelerle başlamıştık
Aşklar yerinde durmuyor ki, açsan
Arkabahçeye bakan pencereyi
Kedi değil çocuk değil, çağırsan
Yakın bir harabeden.

Unutulan gölgelerle unuttuk
Bağdaş kurduğumuz döşekte
Baktıkça küçülüyoruz zamana
Gün boyu avluya açılan.

Unutulan avluda unutulmuş
Çamurlu çiçekler, kuşların gagası
Gözü kanlı nar ağacı ve ben
Kadim bir şehirde.

Artık unutulan çıplaklığını
Çocuk yatağımdan toplamıyorum
-Orda mısın?

Şuramda duran harabeden
Bir daha seslensen.

Metin Fındıkçı

Bir gecə baxırsan ki böyümüsən

Ayın bilmirəm neçəsidir. Deyəsən yanvar ayıdı. Hə yanvar. Dayanın, ayı da xatırlayacam. Mən yenə ağlayırdım. Mən yenə narazıydım birşeylərdən. Mən yenə peşmançılıq çəkib də hiss etmirdim. Dərindən nəfəs alırdım metroda gələrkən. Onu tanıdığım günlərdən bəri səssiz ağlamağı öyrənmişdim. Metroda səssiz səssiz ağlayırdım. Gələcək hərşeydən xəbərsiz, ümidlə onu gözləyirdim. Bilirsiz, insanın ümidi olursa bir şeyin olacağına onu əsla inandıra bilməzsiz əksinə. Mən də ümid edirdim. Mən də ümid edirdim. Ümid sözünün nə demək olduğunu dibinə qədər bilirdim mən. O qədər də yorğun idim ki həmin gün. Çünki səhər gəlməyəcəyini demişdi. Bunun üstündə qırılmışdı qəlbim. Onu görmək üçün evdən eləcə çıxmışdım. Gözüm heçnəyi görmürdü. Çağırdım, gəldi. Yenə ağlayırdım. Bildiyiniz yalvarırdım. Gözünün içinə baxırdım. “Axı hərşey yaxşıdı”. Nə yaxşıdı axı? Nədi yaxşı olan?” Mən ölürəm görmürsən? O zaman deyilən hərşeyə inanırdım. Uşaq kimi. İndi bir gecədə böyüdüm. İnsan yaşa dolduqca böyümür ki. O ki həyatın nağıllardakı kimi möhtəşəm olmadığını biləndə,ananın gözlərində acını görəndə böyüyür. Bir gecə baxırsan ki böyümüsən. Artıq əvvəlki bütün sevinclər ölür içində. O kiçik şeylərlə xoşbəxt olan qız var ha. O ölür. Öldüyü gün böyüyürsən. Boyun artımı falan. Qoyun kənara bunları. İnsan ümidi qırıldıqca böyüyür. Nə qədər ümidin qırılıb birşeylərə

Mən yenə incinirdim. Amma gedə bilmirdim. Gedən hər zaman daha dəyərlidi. Mən qalanda da dəyərli olduğumu düşünürdüm. Məhv olurdum. Ölürdüm. Ruhum çəkilirdi. Üstündən 3 ay keçib. Yenə durub boğazımda

Mən ağlayırdım. O qulaqcıqları taxdı qulağıma mahnı dinlətdi. Daft Punk instant crush. Sonra o Allahın cəzası mahnı hər ağlayanda köməyimə gəldi. Yenə fonda o musiqi var. Amma o ümid yoxdu. Mahnı dəyişməyib. Eyni ifa,eyni sözlərdi. Amma ciyərimi sökən şeylər dəyişib. Artıq onun qoxusu da yoxdur. Mahnı dəyişmir, gözyaşları da, ağrılar da. Daha da artır.

3 gün sonra ad günümdü. Və mən 21 yaşıma gəlmədən böyüdüm. Ən pisi də nədi bilirsiz? Unudulmaq. Birdən birə əlaqəsiz xatirələrdən belə silinmək. Anam deyir ki nə var axı o adamda. O adamda ümid var idi, ana. Xatirə var idi. Əzbərlədiyim qoxu vardı. Səs vardı. Sənə yenidən aşiq oldum deməsi vardı. Bir də bütün bunların toz olması vardı. Həyatımın, arzularımın, xəyallarımın üstünü basması vardı. O tozun gözlərimi yandırması vardı. Var birşeylər. Bir də Daft Punk var. İnstant Crush.

denizetirli.wordpress.com

Bilmiyorum ayın kaçıdır. Sanırım Ocak ayıydı. Evet Ocak. Dayanın, ayı da hatırlayacağım. Ben yine ağlıyordum. Ben yine razı değildim bir şeylerden. Ben yine pişmanlık çekip de hissetmiyordum. Derin nefes alıyordum metroda gelirken. Onu tanıdığım günlerden beri sessiz ağlamayı öğrenmiştim. Metroda sessiz sessiz ağlıyordum. Gelecek her şeyden habersiz, umutla onu bekliyordum. Bilirsiniz, insanın ümidi olursa bir şeyin olacağının aksine onu asla kimse inandıramaz. Ben de umuyordum. Ben de umuyordum. Umut kelimesinin ne demek olduğunu dibine kadar biliyordum. O kadar da yorgundum ki o gün. Çünkü sabah gelmeyeceğini söylemişti. Bunun üstünde kırılmıştı kalbim. Onu görmek için evden çıkmıştım. Gözüm hiçbir şeyi görmüyordu. Çağırdım, geldi. Yine ağlıyordum. Bildiğiniz yalvarıyordum. Gözünün içine bakıyordum. “Ama her şey iyiydi”. Ne iyiydi ki? Neydi iyi olan? “Ben ölüyorum görmüyor musun? O zaman söylenen her şeye inanırdım. Çocuk gibi. Şimdi bir gecede büyüdüm. İnsan yaşı ilerledikçe büyümüyor ki. O ki hayatın masallardaki gibi muhteşem olmadığını öğrenince, annesinin gözlerindeki acısını görünce büyüyor. Bir gece bakıyorsun ki büyümüşsün. Artık önceki tüm sevinçler ölür içinde. O küçük şeylerle mutlu olan kız var ya. O ölür. Öldüğü gün büyüyorsun. Boyun artışı falan. Koyun bir bunları kenara. İnsan ümitleri kırıldıkça büyüyor. Ne kadar ümidin kırıldı bir şeylere?

Ben yine inciniyordum. Ama gidemiyordum. Giden her zaman daha değerli idi. Ben kaldıklarında da değerli olduğumu düşünürdüm. Mahvolurdum. Ölürdüm. Ruhum çekilirdi. Üstünden 3 ay geçti. Yine duruyor boğazımda .

Ben ağlıyordum. O kulaklıkları takıp kulağıma şarkı dinletti. Daft Punk instant crush. Sonra o Allahın cezası şarkı her ağladığımda yardımıma geldi. Yine fonda o müzik var. Ama o umut yok. Şarkı değişmedi. Aynı ifade, aynı sözlerdi. Ama ciğerimi söken şeyler değişti. Artık onun kokusu da yoktur. Şarkı değişmiyor, gözyaşları da, acılar da. Daha da artıyor.

3 gün sonra doğum günümdü. Ve ben 21 yaşıma gelmeden büyüdüm. En kötüsü de neydi biliyor musunuz? Unutulmak. Birden bire alakasız hatıralardan bile silinmek. Annem diyor ki ne var yahu o kişide. O kişide umut vardı, anne. Hatıra vardı. Ezberlediğim koku vardı. Ses vardı. Sana yeniden aşık oldum demesi vardı. Bir de tüm bunların toz olması vardı. Hayatımın, arzularımın, hayallerimin üstünü basması vardı. O tozun gözlerimi yakması vardı. Var bir şeyler. Bir de Daft Punk var. Instant Crush.

Piraye İçin Yazılmış Saat 21-22 Şiirleri

Ne güzel şey hatırlamak seni :
ölüm ve zafer haberleri içinden,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken…

Ne güzel şey hatırlamak seni :
bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elin
ve saçlarında
vakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının…
İçimde ikinci bir insan gibidir
                                            seni sevmek saadeti…
Parmakların ucunda kalan kokusu sardunya yaprağının,
güneşli bir rahatlık
ve etin daveti :
                    kıpkızıl çizgilerle bölünmüş
                                                             sıcak
                                                                koyu bir karanlık…

Ne güzel şey hatırlamak seni,
yazmak sana dair,
hapiste sırtüstü yatıp seni düşünmek :
filânca gün, falanca yerde söylediğin söz,
                                                        kendisi değil
                                                                   edasındaki dünya…

Ne güzel şey hatırlamak seni.
Sana tahtadan bir şeyler oymalıyım yine :
                                                            bir çekmece
                                                                        bir yüzük,
ve üç metre kadar ince ipekli dokumalıyım.
Ve hemen
             fırlayarak yerimden
penceremde demirlere yapışarak
hürriyetin sütbeyaz maviliğine
                                sana yazdıklarımı bağıra bağıra okumalıyım…

Ne güzel şey hatırlamak seni :
ölüm ve zafer haberleri içinden,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken…

20 Eylül 1945

Bu geç vakit
bu sonbahar gecesinde
                            kelimelerinle doluyum;
zaman gibi, madde gibi ebedî,
                                  göz gibi çıplak,
                                                 el gibi ağır
                           ve yıldızlar gibi pırıl pırıl
                                                             kelimeler.
Kelimelerin geldiler bana,
yüreğinden, kafandan, etindendiler.
Kelimelerin getirdiler seni,
                                    onlar : ana,
                                    onlar : kadın
                                                ve yoldaş olan…
Mahzundular, acıydılar, sevinçli, umutlu, kahramandılar,
                                                                kelimelerin insandılar…

21 Eylül 1945

Oğlumuz hasta,
babası hapiste,
senin yorgun ellerinde ağır başın,
dünyanın hali gibi halimiz…

İnsanlar, daha güzel günlere insanları taşır,
oğlumuz iyileşir,
babası çıkar hapisten,
güler senin altın gözlerinin içi,
dünyanın hali gibi halimiz…

22 Eylül 1945

Kitap okurum :
                        içinde sen varsın,
şarkı dinlerim :
                        içinde sen.
Oturdum ekmeğimi yerim :
                        karşımda sen oturursun,
çalışırım :
                        karşımda sen.
Sen ki, her yerde «hâzırı nâzır»ımsın,
                                konuşamayız seninle,
                                duyamayız sesini birbirimizin :
sen benim sekiz yıldır dul karımsın…

23 Eylül 1945

O şimdi ne yapıyor
                       şu anda şimdi, şimdi?
Evde mi, sokakta mı,
çalışıyor mu, uzanmış mı, ayakta mı?
Kolunu kaldırmış olabilir,
— hey gülüm,
              beyaz, kalın bileğini nasıl da çırçıplak eder bu hareketi!…—

O şimdi ne yapıyor,
                     şu anda, şimdi, şimdi?
Belki dizinde bir kedi yavrusu var,
                                               okşuyor.
Belki de yürüyordur, adımını atmak üzredir,
— her kara günümde onu bana tıpış tıpış getiren
                                                    sevgili, canımın içi ayaklar!…—
Ve ne düşünüyor
                       beni mi?
Yoksa
           ne bileyim
                    fasulyanın neden bir türlü pişmediğini mi?
Yahut, insanların çoğunun
                            neden böyle bedbaht olduğunu mu?

O şimdi ne düşünüyor,
                                     şu anda, şimdi, şimdi?…

24 Eylül 1945

En güzel deniz :
                        henüz gidilmemiş olanıdır.
En güzel çocuk :
                        henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz :
                        henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz :
                        henüz söylememiş olduğum sözdür…

25 Eylül 1945

Saat 21.
Meydan yerinde kampana vurdu,
nerdeyse koğuşların kapıları kapanır.
Bu sefer hapislik uzun sürdü biraz :
                                                8 yıl…
Yaşamak : ümitli bir iştir, sevgilim,
yaşamak :
                  seni sevmek gibi ciddî bir iştir…

26 Eylül 1945

Bizi esir ettiler,
bizi hapse attılar :
                           beni duvarların içinde,
                                                    seni duvarların dışında.

Ufak iş bizimkisi.
Asıl en kötüsü :
bilerek, bilmeyerek
hapisaneyi insanın kendi içinde taşıması…
İnsanların birçoğu bu hale düşürülmüş,
namuslu, çalışkan, iyi insanlar
ve seni sevdiğim kadar sevilmeye lâyık…

30 Eylül 1945

Seni düşünmek güzel şey
                                  ümitli şey
dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey.
Fakat artık ümit yetmiyor bana,
ben artık şarkı dinlemek değil
                              şarkı söylemek istiyorum…

1 Ekim 1945

Dağın üstünde :
akşam güneşiyle yüklü olan bir bulut var dağın üstünde.
Bugün de :
sensiz, yani yarı yarıya dünyasız geçti bugün de.
Birazdan açar
kırmızı kırmızı :
gecesefaları birazdan açar kırmızı kırmızı.
Taşır havamızda sessiz, cesur kanatlar
                                       vatandan ayrılığa benzeyen ayrılığımızı…

2 Ekim 1945

Rüzgâr akar gider,
aynı kiraz dalı bir kere bile sallanmaz aynı rüzgârla.
Ağaçta kuşlar cıvıldaşır :
                            kanatlar uçmak ister.
Kapı kapalı :
                    zorlayıp açmak ister.
Ben seni isterim :
senin gibi güzel,
dost
      ve sevgili olsun hayat…
Biliyorum henüz bitmedi
                                sefaletin ziyafeti…
Bitecek fakat…

5 Ekim 1945

İkimiz de biliyoruz, sevgilim,
öğrettiler :
                aç kalmayı, üşümeyi,
                yorgunluğu ölesiye
                ve birbirimizden ayrı düşmeyi.
Henüz öldürmek zorunda bırakılmadık
ve öldürülmek işi geçmedi başımızdan.

İkimiz de biliyoruz, sevgilim,
öğretebiliriz :
                dövüşmeyi insanlarımız için
                ve her gün biraz daha candan
                                                  biraz daha iyi
                                                                  sevmeyi…

6 Ekim 1945

Bulutlar geçiyor : haberlerle yüklü, ağır.
Buruşuyor hâlâ gelmeyen mektup avucumda.
Yürek kirpiklerin ucunda
                                   uzayıp giden toprak uğurlanır.
Benim bağırasım gelir : — «P î r â y e ,
                                                   P î r â y e !…» — diye…

7 Ekim 1945

İnsan çığlıkları geçti geceleyin açık denizleri
                                                              rüzgâr-
                                                                         -larla.
Dolaşmak tehlikeli hâlâ
                                        geceleyin açık denizleri…

Altı yıldır sürülmedi bu tarla,
duruyor olduğu gibi tank paletlerinin izleri.
Tank paletlerinin izleri
                                kapanır bu kış karla.

Ah, gözümün nuru, gözümün nuru,
yine yalan söylüyor antenler :
alın teri tacirleri kapatabilsin diye defteri yüzde yüz kârla.
Fakat Ezrailin sofrasından dönenler
                                            döndüler verilmiş kararlarla…

8 Ekim 1945

    Çekilmez bir adam oldum yine :
                                                uykusuz, aksi, nâlet.
    Bir bakıyorsun ki
ana avrat söver gibi, azgın bir hayvanı döver gibi bugün çalışıyorum,
    sonra bir de bakıyorsun ki
ağzımda sönük bir cıgara gibi tembel bir türkü
    sabahtan akşama kadar sırtüstü yatıyorum ertesi gün.
    Ve beni çileden çıkartıyor büsbütün
                                        kendime karşı duyduğum nefret
                                                                                ve merhamet…

    Çekilmez bir adam oldum yine :
                                                uykusuz, aksi, nâlet.
    Yine her seferki gibi haksızım.
    Sebep yok,
                    olması da imkânsız.
    Bu yaptığım iş ayıp
                                    rezalet.
    Fakat elimde değil
                                seni kıskanıyorum
                                beni affet…

9 Ekim 1945

Dün gece rüyama girdin :
dizimin dibinde oturuyormuşun.
Başını kaldırdın, kocaman, sarı gözlerini bana çevirdin.
Bir şeyler soruyormuşun.
Islak dudakların kapanıp açılıyor,
                                        sesini duymuyorum ama.

Gecenin içinde bir yerlerde aydınlık bir haber gibi saat çalıyor.
Havada fısıltısı başsızlığın ve sonsuzluğun.
Kırmızı kafesinde, kanaryamın : «Memo»mun türküsü,
sürülmüş bir tarlada toprağı itip yükselen tohumların çıtırdısı
ve bir kalabalığın haklı ve muzaffer uğultusu geliyor kulağıma.
Senin ıslak dudakların hep öyle açılıp kapanıyor
                                                        sesini duymuyorum ama…

Kahrederek uyandım.
Kitabın üstünde uyuyakalmışım meğer.
Düşünüyorum :
                yoksa senin miydi bütün o sesler?

10 Ekim 1945

Gözlerine bakarken
        güneşli bir toprak kokusu vuruyor başıma,
        bir buğday tarlasında, ekinlerin içinde kayboluyorum…

Yeşil pırıltılarla uçsuz bucaksız bir uçurum,
durup dinlenmeden değişen ebedî madde gibi gözlerin :
                                                sırrını her gün bir parça veren
                                                fakat hiçbir zaman
                                                büsbütün teslim olmayacak olan…

18 Ekim 1945

Kale kapısından çıkarken ölümle buluşmak üzre,
son defa dönüp baktığımızda şehre,
sevgilim, şu sözleri söyleyebileceğiz :
«— Pek de öyle güldürmedinse de yüzümüzü,
       çalıştık gücümüzün yettiği kadar
                                                        seni bahtiyar
                                                                         kılalım diye.
Devam ediyor bahtiyarlığa doğru gidişin,
                                            devam ediyor hayat.
İçimiz rahat,
gönlümüzde hak edilmiş ekmeğine doymuşluk,
gözümüzde ışığından ayrılmanın kederi,
                                       işte geldik gidiyoruz
                                                         şen olasın Halep şehri…»

27 Ekim 1945

Bir elmanın yarısı biz
                                yarısı bu koskoca dünya.
Bir elmanın yarısı biz
                                yarısı insanlarımız.
Bir elmanın yarısı sen
                                yarısı ben
                                          ikimiz…

28 Ekim 1945

Itır saksısında artan koku,
denizlerde uğultular
ve işte dolgun bulutları ve akıllı toprağıyla sonbahar…

Sevgilim,
yaş kemâlini buldu.
Bana öyle gelir ki
                 belki bin yıllık bir ömrün macerası geçti başımızdan.
Ama biz hâlâ
                 güneşin altında el ele yalnayak koşan
                                                                        hayran gözlü çocuklarız…

5 Kasım 1945

Çiçekli badem ağaçlarını unut.
Değmez,
bu bahiste
            geri gelmesi mümkün olmayan hatırlanmamalı.
Islak saçlarını güneşte kurut :
            olgun meyvelerin baygınlığıyla pırıldasın
                                                     nemli, ağır kızıltılar…
Sevgilim, sevgilim,
                mevsim
                            sonbahar…

8 Kasım 1945

Uzaktaki şehrimin damları üzerinden
ve Marmara denizinin dibinden geçip
sonbahar topraklarını aşarak
                                        olgun ve ıslak
                                                 geldi sesin.
Bu, üç dakikalık bir zamandı.
Sonra, telefon simsiyah kapandı…

12 Kasım 1945

Damardan boşanan kan gibi ılık ve uğultulu
                                                    son lodoslar esmeye başladı.
Havayı dinliyorum :
                            nabız yavaşladı.
Uludağda, zirvede kar
ve Kirezli-yaylada şahane ve şipşirin yatmış uykudadır
                                kırmızı kestane yapraklarının üstünde ayılar.
Ovada kavaklar soyunuyor.
İpekböceği tohumları kışlaklarına gitti gidecek,
sonbahar bitti bitecek,
nerdeyse girecek gebe-uykularına toprak.
Ve biz yine bir kış daha geçireceğiz :
                                      büyük öfkemizin içinde
                                      ve mukaddes ümidimizin ateşinde ısınarak…

13 Kasım 1945

Tarif kabul etmez, — diyorlar, — İstanbulun sefaleti,
milleti, — diyorlar, — kırıp geçirdi açlık,
verem illeti, — diyorlar, — diz boyu.
Şu kadarcık kız çocuklarını, — diyorlar, —
                                     yangın yerlerinde, sinema localarında…

. . . . .
. . . . . . . . .

Kara haberler geliyor uzaktaki şehrimden :
namuslu, çalışkan, fakir insanların şehri —
                                                                sahici İstanbulum,
sevgilim, senin mekânın olan
ve nereye sürülsem, hangi hapiste yatsam
                                           sırtımda, torbamın içinde götürdüğüm
                              ve evlât acısı gibi yüreğimde,
                              senin hayalin gibi gözlerimde taşıdığım şehir…

20 Kasım 1945

Saksılarda hâlâ tek tük karanfil bulunursa da
ovada güz nadasları yapıldı çoktan,
                                        tohum saçılıyor.
Ve zeytin devşirilmekte.
Bir yandan kışa girilmekte,
bir yandan bahar fidelerine yer açılıyor.
Bense hasretinle dolu
                ve büyük yolculukların sabırsızlığıyla yüklü
                yatıyorum demirli bir şilep gibi Bursada…

1945 yılı Aralık ayının dördü

İlk göz göze geldiğimiz günkü elbiseni çıkar sandıktan,
giyin, kuşan,
benze bahar ağaçlarına…
Hapisten
          mektubun içinde yolladığım karanfili tak saçlarına,
kaldır, öpülesi çizgilerle kırışık beyaz, geniş alnını,
böyle bir günde yılgın ve kederli değil,
                                                  ne münasebet,
böyle bir günde bir isyan bayrağı gibi güzel olmalı Nâzım Hikmetin
          kadını…

5 Aralık 1945

Delindi sintine,
esirler parçalamakta pırangaları.
Yıldız-poyrazdır esen,
tekneyi kayaların üstüne atacak.
Bu dünya, bu korsan gemisi batacaktır,
                                      taş çatlasa batacak.
Ve senin alnın gibi hür, ferah ve ümitli bir âlem
                                                          kuracağız Pirâyem…

6 Aralık 1945

Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,
akar suyun,
                meyve çağında ağacın,
                serpilip gelişen hayatın düşmanı.
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına :
                                — çürüyen diş, dökülen et —,
                         bir daha geri dönmemek üzre yıkılıp gidecekler.
Ve elbette ki, sevgilim, elbet,
dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle : işçi tulumuyla
                                        bu güzelim memlekette hürriyet…

7 Aralık 1945

Bursada havlucu Recebe,
Karabük fabrikasında tesviyeci Hasana düşman,
fakir-köylü Hatçe kadına,
ırgat Süleymana düşman,
sana düşman, bana düşman,
düşünen insana düşman,
vatan ki bu insanların evidir,
sevgilim, onlar vatana düşman…

12 Aralık 1945

Ağaçlar ovada son bir gayretle pırıldamakta :
                                                        pul pul altın
                                                                        bakır
                                                                              tunç ve tahta…
Öküzlerin ayakları yaş toprağa gömülüyor yumuşacık.
Ve dağlar dumana batık
                                      kurşunî, sırılsıklam…
Tamam,
sonbahar belki bugün bitti artık.
Yaban kazları hızla gelip geçti demin
                                       herhal İznik gölüne gidiyorlar.
Havada serin
             havada is kokusu gibi bir şey :
             havada kar kokusu var…

Şimdi dışarda olmak,
          dörtnala sürmek dağlara doğru atı.
«— Ata binmesini de bilmezsin,» —- diyeceksin ama
şakayı bırak ve kıskanma,
yeni bir huy edindim hapiste :
seni sevdiğim kadar değilse de
                                  hemen hemen ona yakın seviyorum tabiatı…
                                  Ve ikiniz de uzaktasınız…

13 Aralık 1945

Gece kar birdenbire bastırmış.
Bembeyaz dallardan dağılan kargalarla başladı sabah.
Göz alabildiğine Bursa ovasında kış :
başsızlık ve sonsuzluk geliyor akla.
Sevgilim,
değişti mevsim
            çekişen gelişmelerden sonra bir sıçramakla.
Ve karın altında mağrur
                                       hamarat
                                                    sürüp gidiyor hayat…

14 Aralık 1945

Hay aksi lânet, fena bastırdı kış…
Sen ve namuslu İstanbulum ne haldesiniz kim bilir?
Kömürün var mı?
Odun alabildin mi?
Camların kıyısına gazete kâadı yapıştır.
Gece erkenden yatağa gir.
Evde de satılacak bir şey kalmamıştır.
Yarı aç, yarı tok üşümek :
                dünyada, memleketimizde ve şehrimizde
                                              bu işte de çoğunluk bizde…

Nazım Hikmet