Zamanın
o gizemli yolları
yokoldu.
-Geriye bir çöl kaldı-
Tutkuların çeşmesi
kalbim yokoldu.
-Geriye bir çöl kaldı-
Şafağın izleri
ve saf öpücükler yokoldu.
-Geriye bir çöl kaldı
uzayıp gider bir çöl-
Şub 23
Şub 23
Şub 23
Gülcemal geçiyor gözümün önünden
Geçip gidip Boğaz’a dalıyor
Arkasından bir sürü martılar
Bir ilkyaz sisi
Ve bir sürü gözyaşları…
Nereye böyle nazlı gemi…
Toplayarak geçmişin bütün izlerini
Bordasına yığarak anıları ve acıları
Daldın yine Boğaz’ın karanlık sularına
Nereye böyle yine
Yine Beykoz’daki evine mi?
Görüyorum gidiyorsun bütün güzelliğinle
Ey Gülcemal!
Adınla yaşa emi… Geçmişin bülbülleri
Çamlıca tepesinden seni gözlüyor
Türküler söylüyorlar, seni seviyorlar
Ey nazlı gemi.. Ey hayalet gemi
Geçmişte bıraktık bütün gidenleri..
Gülcemal…
Adınla çok yaşa emi!
Şub 23
Taşlanan kadınlar yankır
girdap duvarda ve sırları çözük aynalar
bir aynanın civarda hayvan otlağındaki benzeri
yüzler kuyuya inen gözü terkeder
sıcaktır orfe yaklaşır
kavalsız ve çılgınca döner kaderine bir kez daha bakar
açlığa üşümeye kartalın alnında duran yıldıza
bir kere daha daha yalnızlığa
kati ve aşk geçerliliğini ortaya koyarak
ulusal ve benci iki çingene arasında
bir kere daha yalnızlığa
atılarak
Yerin içinde yüzlerle hücum
bütün özentili yekinmelere doğru karşı
bütün nedensiz gençliklere doğru karşı
bütün……………doğru karşı
aç olan karın
soylu olan yoksulluk
ve mızrakla gelen alın
yerin gezisinde insan vardır
ağulu bir diş put taşında
doğacak çocukların toplandığı çadır taşında
ava çıkmıştır
Aşk tunç çekmiştir bizle olan sırttına
birbirini çaresiz bırakan çehrelerin
yaralı ceylanı bulup tepindiği
(Fırat birden bire kaybolur bir mağarada)
sevenin kurbanla alınıp kurbanla ödendiği
güneşin aşktan sudan ve topraktan
daha hızlı yöneldiği
raskolnikof
müthiş bir iman ağrısı çekmektedir.
Güvercinler toplandı sofralar kuruldu
Ağaçlar bahçede kızgın güneşle çatıldı
Elma tadları ağır ayrılık tadları
Yalnızlıkla toprağa savruldu
Katerin açık kollarıyla yaklaştı üç tuzaklı odalarıyla
mükemmel bir karpuza yaslanmak
suya çağrılmak
bir de içindeki ziynetleri hor görmek iyice
oysa güneş ağırlaşsın siyah saçımız uzayan başımızda
alnımızın dibinde kalsın seçkin ve Horasanı kayıran
gözlerimiz
Hiç akla gelmedi
Beraber kırları hüznü atmaya yarayan bir annenin
dallara takılıp ağrıyan yaralarıyla yattığı
gerçekten canlı göğsü boğucu çaylarıyla
akşam suyunda bir sütun mermer içmiş
her erkeğe bir yılan üfürmüş
2
Ciğerlerde ölüm akar
Çeşme
İnsan hesapsız çocuk üfürük
kendinde olmayan gürz kapanan ayna
mektep taze ekmek dilimi zeytinin içindeki bağırgan
ölüm
sıkışmış aramıza
sandalyenin dibinde mi
dudak sıcak çay bardağına kapanırken
salıncak onunla içten içe anlaşma
cevizin ipi tıtan çocuğu kayıran dallarında
yeşil yaprakta veba
ölüm evin hangi bilinmezinde ya da açıkca
küçük kardeşin avucunda mı
uzak insan sahillerine
kelimeyi dolanan dillere
taşıdılar zeytin
kahvaltı ve zeytin
sofrada üç büyük zeytin üç kanlı bakış
Ölünün ağzına zeytin kondu
şiş dudakların arasına
sonra geniş omuz yaralarında
adamlar kırılan camlar taktılar
3
İnanç yiğit ev sorardı bulup konaklardı
Kanlı göz ufuk tarardı
Cürümlü başta her geyik akışında
Örtülür dudaklar çünkü kalbe çarpılırlar
el gezer tenhaları dolanır ufak tüyler
ve tüyler ki ateşle diklenirler
kendi namlarına egemen olarak
üşüme kabarcıkları tad kabarcıkları
ürpermelerle unutkanlık
yerin bir zaferle doğrulması cürme katık olarak
dantel kalb vurması su kapları
ıslak naylon örtü ve ıslak cimrilikle
ustalıkla yaprağa ilave peçete
yorgun ve evvelden haber
sonra saralar
sıradadırlar
Kapılar baskıyla kapalıdır
onlar yontup hamam kapılarını
kulaklara ses kutuları
Ormanlar avazlarıyla parke taşlar
Kurtlar
Yıldırım
Avizeler
Orada köşelere düşler yerleşir yatakları kollar
Uyku canavar kıvrımlı batarlı saldırır
Ev tilkiyle sarılır kuşatılır
Yorgun bir masal uzakta kaybolur
Kulaklarına yosun ve balık biriken çocuklar
Toprağın rengine katılan
Hızla yorgana atılan
Göğsümüze sırtımızaateş bastıran
Örtünen çıldıran çocuklar
La onlarla alev açıyor her yanımız
Anlaşalım
4
Denizde büyüyen av hayvanı
suları derin denizleri boyıyan mürekkep hayvanı
uzatır gözlerini ince çalgılar içinde şavaşlarla
tiz sesli yuvarlak ağızlarıyla
bu kez bu alçıyı donduranla
kapalı denizlere kapılıp açık okyanusta
kayalardan inen hızlı koşan bağırlar
ayakta durlar
KALKlar
oturun babamı
ben güvercin saçlı çocuktum
buzlardan başlayıp vurdular
dağların yabani timsahında
sanatın fiziksel geçerliliğe kadar
vurdular
babam up uzun yatandı kumda
ölü ve uzaması birden duran saçlarıyla
çünkü öylesine kendi ölümü
başını yastıklardan kaçıran uykulu başını cümle odalardan
hep kumlar vardı çünkü uykuya yaklaşırken
üzülecek ve sevinç duyacak yerlerde
dudakların içinde kulak yollarında
adamın öldürülüş sesi
sofadan sokak kapısından
pencereden kumluğa okyanusa
ahrete olan dostluğumuza yakınlığımıza
Cahit Zarifoğlu
Şub 23
Uçuruma yazıyorum artık her şiiri
şuaranın duyum eşiğine
sarısına eylülün; ter ve şehvet kokan
usulca aralansın diye gizemin perdeleri
adınla başlıyorum her sabah hayata
ölümse imgenin ayrılığa durduğu anmış
senden sonra maverada diz çökmüşüm leylican
Gidersen annesiz kalırım demiştim
gittin geceyi örterek titrek öksüzlüğüme
gül de esirgiyor artık soluğunu
manolyalar küsmüş bir de krizantem çiçekleri
ayın da yarısı tutsak bu gece
alıp gitmiş başını bahçıvan
şakağı acıdan kararsız bir çocuğum artık
öyle yadırgı bakma bakma nolur leylican
Sığın şimdi felsefeye
gitarların mistik tellerine sığın
ve unut tebessüm isteyen renkleri
şehrin kasıklarını göm asi gözlerine
ve şiirde unut perçemi kanlı çocuğu
elbet uçurtmalara yataklık eder uçurumlar
ve elbette yürek mumuna teslim olur rüzgarlar
ne de olsa vefa denince dağ gelir akla
İhanet denince insan
kırdın beni küstürdün gözlerimi
zeytin dalı hançer yedi leylican
dövün şimdi ve yol saçlarını hicranın
suların bıçkılanmış ezgisini söylesin gözyaşların
çağır bütün imgeleri ve kırık ezgilerini gitarların
ki saçlarında umudu saklasın şiir
ve çağır bütün mısralarını şairlerin
anladım ki en çok seslenirken acizdir insan
ve anladım ki zamanın yankısız çehresidir ömür dediğin
belki bulur aksini bir yerlerde sesin
hangi kırık ezgide akort bulabilir ki tenin
ben susmuşum
erinme sen giderayak şarkı söyle
madem gittin güle güle leylican
nasıl yakışırsa bir çocuğun ağzına anne sözcüğü
öyle sayıklayacağım gözlerini
yine de hiçbir sağanakta ıslanmaz gül kurularım
nasıl sevimliyse bir fahişenin ağzında ilahi bir tebessüm
ve nasıl küserse Allah’a bir insan
ben de öyle küsmüşüm
işte öyle leylican….
Şub 23
Babam hemen hakanolur
kervan yüklü geceyi taşıyan ormanda
bar bar bağırır develerini
Durmaz babam
Öncü seher yıldızından
apaydın olan başını
savaş uçlarında
ölçer soylu oyunlarıyla
düşmanın güzel borazan seslerini
Savaşa gerilir babam
elinde bir karanfille bekler
atılır kentlere
Sular direnir
Çünkü padişah hala güneşe bakar
Akşam geç yürür denize
sonsuz savaşlar kaçan atlar
yük bilek sayısız güçle
açılan bir saray kapısını
kapatır ve padişahlar
sorarlar ava koşan avdan dönen
kanter avda koşan mızraklarını
Sancılı bir duruşla taştan çocukların
serce dolu bavullarını
açarlardı seccadeler şehzadelerin
artist sessizliğine
son büyük soygun son büyük insanın
içinde yaşatmak duran
sayısız ince parmaklarını
medrese parmaklarını
vakıfhan parmaklarını
…ve barış parmaklarını
palyaço resmen saklı maşalarla
taşır sehpalara
oysa babamla bir kraldı anam
ilk ve sonsöz kitap açardı önüne
Adını ona göre koyardı
bir şehrin
ve şehri kendine getirenlerin
İnce ve alabildiğine
giyinip kuşanıp ağlıyan
her bakışın dışında duran kadını
sessiz ölümlere çağıran ben
tık nefes ölümlerimle
sıradaysam vahim bir gerçeği
geçer ve titrek seçişimle
bütün bir insan çarpıntısını
şurda
hani şu dokundukça
yalnızlık değeri azalmayan
bir çocukluk gecesinde gamzeler
bir ilkbahar parçası ve hançerede heceler
senin aklında pusuda serüven
benim beklediğim (şal gezisi
uçurtmaları) seçerler
takarlar peşine
çocuğunu kanla seven
suya karla yürüyen
yağmuru sımsıkı tutan bulutun
bu sal benim canıma yakışan
bir sabaha yaklaşır
gidip alınır bir ev gibi
çağırır barıştığını
şapkalarına atıp hafif
kuş gibi asılan insanların
Kuş
ürpertir ağzında
ağaçsız insanı
imkansız erkek büyük ağlar
buzlarda
baş taşlaşır
ağrıyı kolay kazanır gibi
kadında dur erkekliği söyle
daha su balık ve yosun var
peşinden demir alıp demir atılan
bir takım ürkek beyaz kollardan
çıkan yola koyulan yükselen
yetişen ve koybolan
ne kadar rüzğar varsa
ölülern akan ırmaklarıyla
tekrarlanan dağları
Orada besbelli ölmekle sular boyunca
şaşmadan beklenişin
Ne kadar vardığı onlar varsa
Bütün onlar
fazlasıyla evlerindeler
ve yüksek sarnıçlı kalipsoları
denizin altına bir bulut şeklinde
indirir yağmur
gemileri hesaplayan
şehirde sinsi seslerini insanların
denizin zahmetsiz
hayatın hayuhayhayla tuttuğu
ki onlar süslenme odalarıında
aynaların içinde kendi ölümlerine
Makyaj
Bilmezler
Oysa onlar söylesin
yanılmışların hanisi
hangi vahşi hayvanın
hangisi o kadar benim
Bu bensem
gelişim gidişim bir şikayetse
katlanıp küreye
uzanmış uzun gövdemi bir yatağın
ölümü süsleyen secdesine
durmuşsam kapıya çağrılan karaltının
omuz başından uzakta bir şehir
tastaman bir şehir geliyor omuzlarını titretip
bir yanlış doğru olmayan anne gibi
gizlenmiyor bu asır onun başından
güneşte dipsiz kova beni seçmiş beni seçmiş
canlı canlı ağlayan hücrenin
huyunu ve öz toprağını
yoklayın siz çok yorgunum ben bakınıyorum
saniyen daha solgun daha içinden çıkılmaz
gün doğumuna hazır bir bardak çay
bir büyük bardak mitralyöz
Bir dolmayan yanımız
bir de hergün korkudan bir şeye
dokunup kalıyoruz
kanımızdan zehirli bir iğne geçiyor
ve güneşten korkuyoruz.
Bunlara benzer bir yüzüm var
her virajına insanlar devrilir
ama soylu deyince ben
içerde kalmış bir insanım
Taşırlarınıza bunun için
hem kendim binmiyorum
hem söylemezdim
nedir sormazdım
birşey durunca
kaçarsam su koşmak
bilinen birşey midir
bir köpeğin yeni doğmuş
konuşmayan eniklerini iskelede bir adam
korkunç bir sepete mi koydu
onları
denize o mu götürüyor
peki
ben kimim
Cahit Zarifoğlu
Şub 23
bu bir geç kalıştır.
akşam duruşlarında
alna vuran ürpertinin
direklere benzeyen düzenli
gizlenik adamında bir kadın
bir geç kalıştır
taş kapıdan ürkek bir güvercin
aşağı sokaklara uçuşan saçlarıyla
ilk akşam vuruşuna kadar
ardında gizlenir bütün seslerin
bu koşu büyür elbet
geçmiş bilinen çehreler sırasından
açıkça saçları belirir
bir gözleri bakar
dudakları gizlenir ağzına
burada yoğun bir savaştan
inmek gerekiyor
Taşlarla koşuyu
en yakın sonuna
örtmeli
güçleri buğudan atları
kırbaçlarla
kavga gider yol uzayınca
bitirir şarkıyı şapkayla
şaraba sabahsız
uzanan ellere
bir keklik dimdik bakınır
bir kazanca dokunur aklıyla
Dünya
sırtına çevrilmiş hamalın
yorgun kalkışı
şehrin torbalanmış sıcağına
kalabalık bir şaldasın
arkandan bir şovalye gelir
üzgün ve eski
zincirlere benzeyen yanlışlarıyla
tutarsa kolunu özgürlüğüne tutar
sen savrulup gülmektesin
dağı anlarım durur kızmadıkça
dağılır buzlar yolları kesilince
akla dümdüz
demir atıp ancak durulan
sedirsiz taş kapıda
sevecen gezdirir ellerini
sürdürür çocuğan çağında
sürmeli
açar ordularını sevgilimdir
kurar çadırını bir tiyatro kahvesine
altıncı kata bir denize yükselir
anlatır haftalarca
telefonda susta duran
kapıda bir saat vuruşunun önünde
silahsız duran serçeyi
sen
bir şehir açsında çevrilensin
bu koşan eski ve solgun
Aşkın
ikinci serpilişin bir yüreğe
tuzaktır adını bildirmek
ama bir şarkıda geçer adımız
sahipsiz vuruşuyla ispanyolun biri
bir balıkla yan yana sorulur
barıştıramazsa bizi
denizler adına ne duymuşsa
hepsini çizdirir ve üzgün
bir kalkışla çıkar karşımıza
Cahit Zarifoğlu
Şub 23
boğazıma yutkunma resimleri çiziliyor durmadan
bu tren şu çocuk mavide uzaklaşan o vapur
ayıp ayıp gülümseyen
memeleri çorak kızdan söz etmemi beklemeyin
utanıyorum ötede mızıka çalan yaşlı adamdan
(daha önce de yutkunmuştum
martılar gülümserken)
titrek bir yutkunmak gibi duruyor
karşımda oturan yaşlı kadın
seğiren sol gözüne bin yılların yazgısını saklamış sanki
esaslı ve mahcup törelerden çıkıp gelmiş belli
hâlâ seğiriyor sol gözü
hâlâ mahcup ve hâlâ görücü usulü
(anneme benzetmek istiyorum kadını..
göz seğirmesini)
sarışını kirli çocuk yara bandı satıyor esrik sesiyle
ekmek parası kazanacak; kaygılı
her sattığı dipsiz bir yara açıyor ruhunda
bense sevgilimin göğsünden emiyorum hayatı
bir parazit gibi deviniyorum bu hengamede
ve nerde mahzun bir çocuk görsem
bir suç gibi üstleniyorum her çıkmazı
sevdiğimin saçlarını kuşanıyorum çaresiz;
(çocukların yaralarını kim saracak?
telaştandır soruların bazısı)
‘rayını sevmez ve terkedemez bir sürgündür’
demiştik tren için onu geçelim
maviyi yardıkça yaralanan vapur yalnız bir adam hüznüdür
en çok da bir kız çocuğu, ‘memeleri çorak’
çocuksa yetim ve işporta bir devinim
(parantez içre yaşam dedik çocuğa
parantezin içi dışından güzeldir bilirim)
işte yutkunma resimlerinin hülasası;
bu tren şu çocuk uzaklaşan o vapur
anneme benzettiğim bir göz seğirmesi
mızıka çalan adam, fakir ama vakur;
ayıbına vurulduğum kızdan söz etmeyeceğim…
Hasan Tan
Şub 23
acı bir çaresizliktir gülümsemek dedim
küskün yanlarına mütercim sözlerin kanadı
güldün
acın büyüktür aklına çocuk
acın; acımdır gülüşlü felaketim
say ki bir babayım ve muğlaktır hüzünlerim
düşün ki iliğim
hüzünlü bir kızın yağmurlu sunağıdır
muğlak bir acı ne kadar büyütebilir ki seni
unutma;
acısını anlamsız şiirlerin yüklendiği şairler
Allah’tan almışlardır renklerini
ki Allah’ı severim
ve yine unutma;
şiir bedbahtların işidir
gül kırmızıysa ten ıslıklı bir felakettir
gül varsa…
eşkiya yüreklerini
çocuklukla bezemiş şairler de vardır
ve benim hiçe dair devinmelerimde
şaire ve acıya öykünen sayrı sanrılarım
dedim ya severim Allah’ı
unutma ki;
şiir deliler içindir
gülleri sevme çocuk! onlar kıskansın
yedi karanfilin olsun
düğümlerine aklını verdiğin
telaş bilmez mevsimlerin olsun..
benim de her şeye verecek bir kirpiğim vardır
gözlerimse sana
bütün aylar eylül gelsin diye gelip geçerler
bundandır telaşları
gözlerim eylüldür ve sana kurbandır çocuk!
eylül gelir kalmaz gider
sevimli tortuları gözlerimizde kalır
söyle şimdi;
kuruyan hangi gözlerimi
bir bahara fahişe eskisi diye sunsam iflah olurum
fahiş yanlarımı mukaddes bir kelamla süslesem
ve gözlerimi her defasında
yalancı ve müntehir çiçekler gibi kurban etsem sana
eylül gelir mi yeniden gelirse ölürüm
gelmezse..çocuk gelmezse! !
(bu nasıl yutkunmadır Allah’ım)
severim çünkü boğazımdaki düğümü
’gözlerim yaşlıyken tapılasıdır ve sana kurbandır ‘
kurbandır ellerine ki ellerin yüzümdür
der ve susarım
yoksa bu figan ve öykü içinde iyimser cümleler de kurarım
çıplak ve küfürlü bir bedensin sen bana çocuk!
bense grisiyim eyyamcı eylüllerin
ve rehinesiyim sırtı yokuş takvimlerin
aşığım ve esirgerim fahişeliğimi
hiç bir dudakta yok ağzımın yeri..
‘çıt’ diye kırılıp düşen bir karanfil kadar kırılganım
unutma çocuk!
şiir şairin fahişe yanıdır
Allah olmasa, kanamaz yaralarım
Hasan Tan
Şub 23