İlk yağmur damlası düştü
Kuru yapraklarına güzün.
Ardında kış kıyamet,
Dert, hüzün.
Alınyazısı hepsi…. Kısmet….
Ha yazı, ha kışı geceyle gündüzün,
Kim bilir kaç günü kaldı
Ömrümüzün?
Ziya Osman Saba
Şub 23
Şub 23
Şub 23
Kalbim, seninle bir gün yalnız kalacağız,
Şu daha birkaç yıllık mihnetin sonunda
Bir dere kenarında, çimenler koynunda,
Seninle hayallere, yalnız dalacağız.
Kalbim, sen çocuk kaldın, tanımadın kini,
Memnun olacağım senden bir baba kadar.
Derken, ürperecek bir rüzgârla kavaklar,
– Seher! Dinleyeceğiz, sonsuz musikisini…
1939
Ziya Osman Saba
Cümlemiz / Can Yayınları
Şub 23
Yaşamak bundan sonra, katlanılmaz eziyet!
Bir ey istemiyorum artık ne zevk, ne para,
Kaybolmuş baharıma beni götür, hâtıra,
Hâfızam avut beni, beni kurtar ey şiir!
Yaşamak bundan sonra, katlanılmaz eziyet.
Bir şey istemiyorum, ne teselli, ne umut:
Hareket edeceğiz!.. Kalbim dünyayı unut,
Dağlar, taşlar, elveda; gün, hakkını helâl et!
1940
Ziya Osman Saba
Bu şiir 15 Şubat 1940’ta Sevet-i Fünun’da “Yaşamak Artık Rabbim” başlığıyla yayımlanmıştır. Dergide şiirin ilk dizesi: “Yaşamak bundan sonra, kalbe ne eziyettir”; ikinci dörtlüğün ilk dizesi ise, “Artık her şey orada: Sonsuzluğum, hürriyet, / Gökler maviliğinde bembeyaz açan bulut.” şeklinde yer almaktadır.
Ziya Osman Saba / Cümleniz / Can Yayınları
Şub 23
De ki: “Sizi yaratan, size kulaklar gözler ve gönüller veren O’dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz!” 67/23
Şub 23
Şub 23
Kördüğüm olmuş misinayı çözüyor -sıradan
bir el çabukluğu onun için- ağzında sigara, gülümsüyor gibi
küçük çakısıyla yem kesecek birazdan ölü ahtapottan.
-Saat kaç, diyor -üç buçuk…
Hasır sepetin kenarlarına tutuşturulmuş yüzlerce iğnede gözüm.
-Nasıl karışmıyorlar birbirlerine, diyorum
ahtapot gibi, konuşmuyor.
Ellerinde havlularla bir düğün alayı geçti az önce.
Evin yamacındaki dağdaydım, bütün otlar yanmaya hazır sararmış
yüzleriyle. Kısık zil sesleri geliyordu uzaktan ve koyunların kokusu.
Önce kısa boylu çoban çıktı karşıma
beline çapraz asılı, dedesinden kalmış eski tüfeğiyle
cebinde ayı parlattığı el feneri.
-Merhaba, dedim, -hayvanlar aldı sesini, dedi.
Koyunlar yön değiştirmişti. Elimdeki taşı yere attım.
Mustafa Kaptan adanın tek kedisi Tekir’le kayıkta yaşıyor.
-Deniz bana ne verirse onu yeriz, diyor, bir de şu dünden kalan
ıslatılmış bayat ekmek.
Kendi suratını görmüş gibi şaşırarak, kurumuş iskorpiti kesiyor kedisine.
Soğuk su veren kuyunun ağzına dizdik pina’ları. Recep abi çok derinlerden
çıkartıyor bu kabukları. Denizin bir parçası olmuş artık o. Oğlu Marko geliyor,
Yunanca bir şeyler mırıldanıyorlar; kararmış bir bıçak alıyor pina’ları temizlemek için.
Küçük bir ot yılanı kaçıp otlara karışıyor.
Yorgun çekirge sesleri…
Adanın ilk ışıkları yandı,
kesik kesik görüntüler arasında uçuşan yarasaların artık gökyüzü.
Selvinin altına bırakılmış bozuk traktör,
kimsenin koparmadığı kurumuş şeftaliler,
güneşte anıran eşek,
denizi özlüyor her şey gibi.
Tanrı bize kartalın ömrünü vermiş, diyor Süleyman abi. Gözlerine bakıyorum, yazın
akşam olunca akreplerin indiği, kışın hava patladığında balıkçıların sığındığı
kıyıyı görüyorum.
Şub 23
Şub 23
Şub 23
babam tadı damağımda baldı
o sabah kalkamadı
peteklerden akıttın zehrini tanrım
gözlerimde ölüm ağırlığı
annemin yangınına koştum
deli rüzgar gibi dolanıyor annemin sesi
taş duvarlar sarsıldı
altındağda kerpiç evler yıkıldı
ölüm bu kadar kötü mü baba
çocuğun sağı solu belli olur mu
aklım sabah vereceği iki bucuk lirada
komşu kızı neclaya
sucuklu tost alacaktım
ayakkabı sözü de vardı
ben erkek kızıma ayakkabı alacağım
biliyor musun baba
erkek kızın avuç açmadı
babam tadı damağımda baldı
o sabah kalkamadı
peteklerden akıttın zehrini tanrım
keskin kahverengi gözlerin
soyumdan aldığım
iri siyah gözlerimde kaybolmuştu
oda çıplak
annem çıplak
biz çıplak
sokak çıplak
ay yok
gece çırılçıplak
ağlayan mor yüzlü kalabalık
duvarlarını yaptığın mezarlığa götürürken seni
çocuğun sağı solu belli olur mu
kardan adam yapıyordum
buldum
buldum gözlerini buldum
kardan adamdan bakıyordun baba
bahara kadar kar kalkmadı mezarından
esmer tenin toprak kokuyor
mezarına gide gele derken büyüdüm
mezar taşın gibi durgun değil yaşam
insanlık adına
güzellik adına suç işliyorum
puştlar
her gün beni yargılıyorlar
annemden dinledim öykünü
ardına on bir çocuk bırakıp giderken
ağzında götürmüşsün altın dişlerini
mertliğe sığar mı baba
ağabeyim geldi yıllar sonra koynuna
arısına da
peteğine de
balına da
yaşamı
kazma ve kürek sesinde dondurmuş
gömücülerin elinden
kovboy ıslığı edesıyla aldım sermayemi
yüreğimdeki dikenlerle
bozdurdum her bir dişini
odun
kömür
çıra derken
patates soğan çuvalla
komşulara o kış pirinç bile verdik
annemin sesi dinlendi
sen kırk sekiz yaşında kaldın
ben senin yaşına yaklaştım
annem
annem senden çok büyük
baba
Süheyla Taşçıer
Şair kitabını bavuluna koyuyor Anadolu yollarına düşüyor. Aradan kitapevi ve dağıtımcıyı kaldırıp kendi kitabını satıyor… Bence şairiniz geldi diye de bağırsak fena olmaz… (Röportajından)