Olsun da Gör

O gün gelsin neşemiz tazelensin de gör
Dünyayı hele sen bir barış olsun da gör
Seyreyle gülü bülbülü
Çifter çifter aylar gökyüzünde
Her gece ayın on dördü

Kuşlar geçecek damların üstünden
Kuşlar konacak dallara
Kanat seslerini duyup uyanırlarsa
Gene kuşlarla uyusun çocuklar
Olanı biteni anlatma.

Hiç görmediğim şey bu
Kurdun gözü yılmış sürüden
Elmanın yarısı soğuk yarısı sıcak
Ağulu bitkilere dolanmış salkım
Güneşten yağmur boşanacak

Yetsin demir çağının beyliği
Yeni bir gün başlıyor demek
Yeryüzünde korkusuz yaşamak
İki milyar kişiye bir dünya
İki milyar kişiye iki milyar ekmek

Yazık olur bu düş yarı kalırsa
Barış günü insan hakkı yenirse
Köroğlu’ nun sözü dinlenmelidir
Sivas ilinin Banaz  köyünden
Pir Sultan Abdal dirilmelidir

Ah günüm yetse görmeye seni
Seni övmeye gücüm yetse
Barış çağı altın çağ
Son ozanı ben olayım bu özlemin
Bu özlem bitse

O gün gelsin neşemiz tazelensin de gör
Dünyayı hele sen bir barış olsun da gör
Seyreyle deli ozanı
Baştan başa sevda, baştan başa tutku
Dili baldan tatlı

Melih Cevdet Anday

Sonra sessizce köşeme çekildim

Yazdığım şiirleri bir gece
Ateşe verdim sessizce
Ne gelen vardı ne soran
Sonra sessizce köşeme çekildim

İmam Aygün

 

Kuyu

akşamın ipiyle indim kuyuya
kuyu da bir sarhoş ki dedim gün ola
katlanmayı bilmesem baştan çıkar giderdim ben
gündelik heveslerden
aşkı tutmasaydım ayrı

akşamın ipiyle indim kuyuya
kuyuda seç beğen al bir Pazar kurulmuş
dolu dolu içtim ben hiç birine kanmadım
birden başım dolandı katlanmayı bilmesem
tutup çekip çıkardım ben kuyu beni sakladı

akşamın ipiyle indim kuyuya
baktım sandık açılmış içinden ömrüm çıkmış
binlerce yıl beklemiş elif imiş dal olmuş
böyle sandık görmedim ben açıldıkça açıldı
katlanmayı bilmesem durmaz çıkar giderdim ben
kuyu beni görmedi dolu dolu sakladım

akşamın ipiyle indim kuyuya
kuyu da bir sarhoş ki dedi doldur içelim
yüzyıllardır içerim henüz kanıp doymadım
ne pazarlar kuruldu aşka bedel bulmadım
kimi seslendi durdu kimisi unutuldu
sen de doldur destini sonra bir bak aynaya

akşamın ipiyle indim kuyuya
kuyuda sarhoş oldum vakit biraz geç olmuş
katlanmayı bilmesem orda kalır ölürdüm ben
gece bitip gün olunca hemen çıktım kuyudan.

Hüseyin Alacatlı

Her Şey Bildiğin Gibi

Bildiğin şeyler oluyor hep
bildiğin, ama sana faydası olmayan şeyler
okuduğum kitaplardan geriye kalan
hep sen oluyorsun
yazdığım yazıların “ana” fikri sen
şiirler seni söylüyor
şarkılar seni…

Sıcak bir ekmeğin buharında hep sen oluyorsun
sen oluyorsun içtiğim soğuk çaylarda
önünden yürüdüğüm vitrinlerdeki manken kızlar sen
sen, sen, sen
her yer, herkes sen
şimdi ne çok sen var bir bilsen…

Önce işgal, sonra târümâr edilmiş ülkeler gibiyim, baksana !
linç ediliyor rûhum,
bir yetimin kanayan bakışlarında..
eşraftan biri yatıyor yine musallâ taşında,
Lalapaşa’da
hep o mâlum ve yanık salâ..
üç adımlık saltanat, eller üzerinde yaşanan,
şu bildiğin…

Dallarda titreyen kuşların göz bebeklerinde
hep sen oluyorsun
habersiz giden trenlerin ardında kalan ben
bir kınalı el uzanıyor gibi sanki
yahut bir çift siyah kirpik ıslanıyor
kim bilir belki de bana öyle geliyor hep
sonra bir “gül” gibi düşüyor bakışların
isli bir tren penceresinden
eğilip toplayan yine ben,
yine ben oluyorum…

Her şey bildiğin gibi
yine kar yağıyor Erzurum’a
beraber yürüdüğümüz yollara
o daracık sokaklara
kar yağıyor yine kurşundan kubbelere
ve cumbalı evlerin kafeslerine tutunuyor yine
kuşlar misâli karlar
yine yiyecek telaşında serçeler
Gürcükapı’da iş bekliyor yine işsizler
atların burnunda buhar buhar üstüne
her biri bir Doğu Ekspresi
Sarıkamış-Kars yolcuları yine Gar yolunda…

Her şey bildiğin gibi…
bazen şehir yine beni tanımazdan geliyor
o zaman ellerim cebimde / bir firâri gibi
gece yarılarına kadar
sokak sokak geziyorum ben de
değişiklik olsun diye
yağmurlarda ıslanıyorum sonra
bazen da bütün tehlikeleri göze alıp
gözlerimi kapatıyorum
ve
seni düşlüyorum..

Bize ait olmayan bir zaman diliminde
ve bize ait olmayan bir coğrafyada
gecenin bir nısfında / oryantalist duyarlılıklarla
hem-nefes olduğumuz anları düşlüyorum sonra
yalan olan, masal olan, hiç olan zamanları yani..
evler hep birlikte üzerime geliyorlar ardından
kaçışım onları bana çağırıyor hep
sonra bir yağmur başlıyor birden
bütün boyaları birer birer akıyor şehrin yüzünden,
kahkahalarla gülmek düşüyor bana…

Her şey bildiğin gibi
güneş geç de olsa
yine her sabah Palandökenlerden doğuyor
ve akşamları senin gittiğin yerlerde batıyor
senin de dediğin gibi / elimden geldiğince
birlikte yürüdüğümüz,
oturup gülüştüğümüz yerlerden geçmemeye
ve oralara hiç gitmemeye çalışıyorum..
ve artık “dikkat ediyorum kendime”
senin de dediğin gibi
“kendime iyi bakıyorum” artık…
üzülme ve beni düşünme
buralarda her şey
her şey bildiğin gibi…!

Rıdvan Canım

Türbe

İçimdeki bir yerden bakıp kendi kubbeme
buymuş dedim çocuk gönlüm koştukça uzaklaşan
benimdir diye kalbimi çalıp kaybolan yıldız
mevsime meydan okumak için tutunan çocuklara
ırmak boyunca masal söyleyen
kah güldüren kah ağlatan hayırsız buymuş

İçimdeki bir yerden bakıp kendi kubbeme
insan çocukluğa kıyamaz nasıl kıysın demişim
oysa taşları sonsuza dizip de saklayan
sudaki aksine bakmayıp sayıklayan aynı çocukmuş
içimdeki bir yerde bunu gördüm de çok ağladım
o kadar ağladım ki içimde bir deniz var sandım
buymuş dedim gemileri yoldan çıkarıp
aldatan şarkıları fısıldayan sihirbaz

İçimdeki bir yerden bakıp kendi kubbeme
sesime rastladım nasıl da ah çekmişim çok utandım
taşlara sinmiş sesim maviyi çok aradım
boş yere aramışım her yerde kan kırmızı
dertleri tespihe dizen o vefasızı
sesinden tanıdım defterde sesi kalmış
göz kırpıyordu bana gözlerimi kapadım
buymuş dedim ağladım bir daha ağlamadım

İçimdeki bir yerde kaybolmuş bir çocukluk
kubbesi tamamlanmış o türbede yatıyor

Hüseyin Alacatlı

1990’larda Erzurum’da yayınlanan Palandöken dergisi, on altı sayı yayınlandı. Hanifi İspirli’nin yoğun bir mesai verdiği bu derginin yayın kurulunda yer alan üç isim de art arda vefat etti. Hanifi İspirli,www.dunyabizim.com sitesine dergiyi anlatırken “Anadolu’da dergi çıkaran hemen her dostun çektiğine yakın zorluklar çektik tabi. Ama bizim asıl acımız derginin Yayın Kurulu’nda yer alan üç karanfili peş peşe kaybetmemiz olmuştur. Hasan Ali Kasır, Hüseyin Alacatlı ve Nazir Akalın.” demişti zaten. O yıllar Türkiye’nin şimdi izah edemeyeceğimiz farklı bir alacakaranlık yıllarıydı. (Şimdi aydınlık bir dönemde değiliz elbette.)

Harflerin Ülkesi, Hüseyin Alacatlı imzalı bir hediye paketi olarak açmamızı bekliyor. Cevat Akkanat’ın ona layık gördüğümüz vefasızlığı hicvetmek için söylediği ve hepimizin ona borçlu olduğumuzu vurgulayan “Hüseyin Alacaklı” isimlendirmesi hazin ama gerçek bir tespit.

Bu yazı yazanın borcunu ödemesi için değil vurgulaması amacıyla kaleme alındı. Yoksa bir Hüseyin Alacatlı okuru olarak yazımı yazdım artık başımı yastığa gönül rahatlığı ile koyacağım deme lüksüne elbette sahip değilim.

Suavi Kemal Yazgıç

Kadın Bedeni

Kadın bedeni, ak tepeler, ak baldırlar,
bir dünyadır açık kasığın senin.
Benim hoyrat çiftçi bedenim kazar seni
ve fırlatır oğulunu toprağın derininden.

Bir tünel gibi yalnızdım. Kaçardı kuşlar benden,
ve gece alırdı kudretli kucağına beni.
Yaşayabilmek için silâh gibi biçimledim seni,
yayımdaki ok gibi, bir taş gibi sapanımdaki.

Ne ki sonu vardır öç saatinin, ve severim seni.
Tenden ve yosundan senin bedenin, uysal ve güçlü sütten.
Ah, göğüslerinin vazosu! Ah, gözlerin ne kadar da uzak!
Ah, venüs tepeciğinin gülleri! Ah, senin usul, üzgün sesin!

Sen, kadınımın bedeni, merhametli yol gösterici yıldızım.
Arzum, sınırsız özlemim ve belirsiz yolum benim!
Doğurur kasvetli sular sonsuz susuzluğu,
ve kendini ele veren yorgunluğu ve sınırsız acıyı.

Pablo Neruda
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

Banksy diye biri

“The Simpsons” için çekilen alternatif jeneriği izlediniz mi? İzlemediyseniz hemen internete girip hâlâ erişebildiğimiz sitelerden birinde izleyin. Ben de size jeneriğin arkasındaki adamı anlatayım
Adı konusunda rivayetler var. Robin Gunningham, Robin Banks ya da öyle bir şey. Bristol’da 1974’te doğduğu tahmin ediliyor. Gerçekten kim olduğu konusunda şehir efsaneleri var. Ortaya çıkmıyor çünkü tanınmayı ve ardından gelecekleri istemiyor. Şöhret umrunda değil. Ailesi bile onun bir grafikerden öte dünya çapında tanınan, sokak sanatını bir tarz ve estetik olarak hayata sokan en büyük sanatçılardan biri olduğunu bilmiyor.

Bugün çağ, bunun yüzde 1’ini bile yapsanız kendinizi ortaya atıp “Bakın ben ne yaptım” deme çağı. Onun umrunda değil. İnternette ararsanız o olduğu tahmin edilen birinin fotoğrafını buluyorsunuz sadece. Twitter’da takip edemezsiniz, Facebook’ta arkadaşınız olmaz. O elinde boyalarıyla binaların, arasında, çatılarda, apartman girişlerinde, ıssız sokakların derinliklerinde dolaşır. Çizdiği resimlerle kapitalizmi, siyaseti, militarizmi, savaşları, ırkçılığı, önyargıları protesto eder. Medeni dünyanın ipliğini pazara çıkarır. Unutmak istediklerinizi yüzünüze vurur.

Bir keresinde İngiltere’nin sembollerinden kırmızı telefon kulübesini eğip büküp ortadan kırılmış gibi yapıp sokağın ortasına bıraktı bu adam. Bundan ala seyirci, daha iyi sergi alanı var mı? Onu görmezsiniz, eserleriyle karşılaşırsınız. Hepsi bu.

Ve bütün bunlar kendine Banksy diyen gizemli kişiyi 21’inci yüzyılın en büyük sanatçılarından biri yapıyor.

Simpsons’ın yaldızını kazıyınca 90’larda duvarlara çizmeye başladığını biliyoruz. Ama 2005’te Batı Şeria Duvarı’na yaptığı dokuz resim onu efsane yaptı. Sanmayın ki izinle yapılıyor bu işler. Otoriteyle izinle işi yok. Gidiyor ve yapıyor. Kimse tipinin neye benzediğini bilmediğinden engel olmak da zor.

Üzerinde Kraliçe yerine (inadına) Prenses Diana’nın resimleri bulunan İngiliz pound’ları basmak, Disneyland’e gidip sevimli kahramanların arasına şişme Guantanamo tutuklusu koymak, dev reklam panolarını elinde fırçasıyla silen dev fareler yaratmak. Bugün pek çok şehirde onun izlerini taşıyan duvar resimleri var. Bu Banksy’nin sanat anlayışı.

Son olarak bütün dünyanın ondan bahsetmesini sağlayan şey meşhur çizgi dizi “The Simpsons”a yaptığı jenerik. Elbette “The Simpsons” dizisinin yaratıcıları da en az onun kadar açık fikirli buna izin verdikleri için. Bunu internette bulup izleyin görmediyseniz. Meğer Simpsons’ın bazı yan işleri ve ürünleri Güney Kore’de yapılıyormuş. Banksy bu renkli ve komik çizgi dizinin (ve aslında bütün bir film ve eğlence sektörünün) yaldızını kazır gibi bir jenerik filmi yapmış.  Herkes izledi beğendi, şaşırdı kaldı. “Kim bu adam?” dedi. Bazıları hâlâ onun sanatçı olup olmadığı tartışıyor. Biz tartışaduralım, o işleriyle tarih yazıyor.

2008’de Banksy Los Angeles’a gitti. Bir depo tuttu, içini kafasına göre boyadı ve eserlerini yerleştirdi. Ortalık yıkıldı.  Sergide “Queen Victoria”  isimli tablosunu satın alan Christina Aguilera’dan Brad Pitt-Angelina Jolie çiftine, Jude Law’a kimi ararsan vardı. Banksy hariç. Kim bilir belki de oradaki temizlik görevlilerinden biri olarak olan biteni izliyordu.

Eserleri neredeyse milyon dolar eden bir sanatçı Banksy ve bugün sanat dediğimiz şeyin kitabını tekrar yazanlardan biri. Sistemin dışında. Kendi bildiği gibi işini yapmaya devam ediyor.
Sanat tarihçileri iyi bilir, “yüzyıl sonu” önemlidir. 19’uncu yüzyılın sonunda sanatta yaşanan kırılma bugün 20’nci yüzyılın sonunda da yaşanıyor. Tarih yazılıyor. Banksy bu yüzyılın bitiminde Marcel Duchamp’lar, Tristan Tzara’lar, Andre Breton’lar gibi hatırlanacak isimlerden biri. Benim şüphem yok.

Mehmet Tez

Konuşmalar

Söz,
şiire dönüşürken,
bir çocuk kâkülü gibi
kısacık mı kesilmelidir ille de?
Hayır!
Şiir annem gibi
uzun uzun seslenmelidir
uykusunda,
olmayan sevgiliye.

Durgun,
derin soluklu,
içine kapanık olmalı,
belki de bütün gün
uzanmalıdır koltuğunda.
Bir sanduka kadar heybetli
ve düşünceler kadar ağır
çantası da,
durmalı ayakucunda.
Ama,
kendini ölümsüz sanan
ve her sabah
bir umut çiçeği açan
yüreciği,
hiç durmadan kıpırdamalıdır
yün yeleğinin altında.

Perde inmiş gözlerinde
oynaşan bin bir hayal
ve beyaz dudaklarından dökülen
kırık dökük anılar,
kimselerin okuyamadığı
eski yazı bir defterden
saçılmalı ortaya,
sonsuzluğu çağrıştıran
yaz bahçelerinde
uçuşurken kopuk sayfalar,
kör bir yılanın çevikliğiyle
kamışların arasından
akıp gitmeli gizlice yıllar.
İncir ağacının dibinde
kum falı bakan
dilsiz köle ise,
bir yanılsama olarak
görünmeli ara sıra
fotoğrafın arabında.

Şiir de annem gibi,
mevsimi
kuş seslerinden
aşkı
saklı bir mendilden,
tüm hayatını
gülden sormalıdır
bana kalırsa.
Ve hiç çıkmamalıdır
yaldızlı çerçevesinden dışarıya.
Aklı yürüyen bulutlara
ve oyuncak atına takılıysa,
ne yapsın şiir sokaklarda?
Eh bir de yolu düşerse
kalabalık alanlara,
eski dostların çoğuna rastlamalı,
aynı annemin yaptığı gibi
durup hatırlarını sormalı,
adresler almalı.
Sevinçten
al al olmalı yanakları ki,
anlaşılmasın yoksulluğu
yalnızlığı.
Aslında,
hep çocuk kalmalı şiir.
Avuçlarında ezik bir şeker,
yanaklarında tozlu yaşlar
ve yüzündeki mahzun gülümsemeyle,
pencereden bakan
öksüz bir çocuk olarak kalmalı.
Korkmalı gök gürültüsünden,
tabancadan,
kara örümcek ile perili köşkten.
Dili peltek çorabı düşük,
tekir kedisi kaçmış olmalı evden.
Eğilip denize dokunmalı,
düşlerinde yol alan
köpüklü yelkenliden.

Ölecekse de şiir,
yaşlanmadan ölmeli.
Yaşı belirsiz olmalı
aynı annem gibi.
Hiçbir ayna kırığına
basmadan daha,
tutunup rüzgârın ipine,
limon kabuğu kokan
camdan bir dünyaya
kayıvermeli,
kış odasına geçercesine
tüylü terlikleriyle.
Eğer ölecekse şiir,
buz tutmuş çığlığı yükselirken
göklere,
gecenin kanı sürülmemeli
saçlarına boş yere.

Melisa Gürpınar

Her Harf Bir Melek

“Şiir bir yolculuktur”
Demiştim bir gün anneme.
“Hayatın düşselliği
Ve derin gerçeği aşkın,
Eğer beni çağırırsa,
Kaçınılmaz bir yolculuk olur hem de.”

Annem gülümsemiş, 
“Önce doğanın dilini öğren,
Bir harita gibi
Göstersin sana gizli yolları
Yazıya giden”
Diyerek, 
Yaşlı incir ağacının
Alçak bir dalını
Kendine doğru eğmişti.
Ağır bir ayrılık düşüncesi,
Artık gölge gibi
Vurmaktaydı yüzüne.
Elinizdeki kavak inciriyle
Şaşkın ve kararsız
Kalakalmıştı,
Hüznü bir güz ikindisinde…

Bense,
Annesinin elini bırakıp kaçan
Küçük bir çocuğun merakıyla,
Nereye varacağımı bilmeden,
Olanca gücümle
Uzaklaşmak istiyordum o gölgeli bahçeden,
Gençtim.
Bir ömür boyu koşabilirdim,
Yere düşen bir yaprağın içindeki
Saklı harflerin peşinden.


Dön çocuk yüreğim,
Dön tahta evine.
Orada bekliyor 
Annen ve herkes.
Tahta masa, tel dolap,
Çini soba yerli yerinde.
Kuyunun yanı başında
Üç beş nergis açmış bile.
Bak karakış neredeyse bitecek,
Okunmuş eski bir kitap gibi
Çekilecek köşesine.

Haydi koş çocuk yüreğim.
Aç bahçe kapısını
Gir içeri.
Fıstık çamı kurumamış,
Kurur mu hiç.
Seni bekliyor
Dal uçlarında ışıldayan damlalarla.
Alakarga tekir kedi,
Anılarda kalan 
Ne varsa bekliyor seni.
Çatıda uçan kiremitler,
Harf olmadan eski renginde.
Pencereye kirli bir perde gibi asılan
Mart güneşi,
Harfsiz de güzel.

Hayatımız, 
Yazıya emanet edilmemiş daha.
Yazı yok,
Ama umut var evimizde.

Kimseciklerin gülmüyor mu yüzü?
Gülmesin, ne çıkar.
Onlar aptal!
Demek örümcek ağları dolanmış
Yaşlı kızların saçlarına?
Kurumuş
Kar ile pekmez,
Önlerindeki çanakta.
Olsun,
Sarhoş dayının
Seni her kucaklayışında,
Yüzüne bulaşan,
Şarap kokulu bir sevgi
Ve güven duygusu var ya,
O yeter sana!

Daha senin için doğacak,
Aşktan da büyük
Aşklar var ufukta.

Yaşanacak hayat,
Şiirden uzun,
Kavgalar şiirden zorlu,
Ve gözyaşı,
Şiirden çok daha parlak
Olduktan sonra,
Odalardaki hüzünlü suskunluk,
Küstürmesin seni çocukluğuna.

Kırık bir çömlek parçası gibi,
Binlerce  yıldır
Yeryüzünün yürek atışlarını
Duyanlardan ol,
Kulağını dayayıp toprağa.

Haydi koş, 
Bak kim duruyor karşında!
İncir ağacına yaslanmış
Öylece duruyor.
Yazıya dönüşmemiş
Ve adı konulmamış bir kavrayışla,
Sözden önce sevgi vardı dercesine,
Görünmeyen kollarını uzatmış 
Annen sana.


Melisa Gürpınar
Her Harf Bir Melek / Varlık Şiir
Kitabın ilk ve son şiirleri

Duruş

Ki bazı sözlerin anlamı
O sözlerin söylenişindedir

Yılların sayısına girmediyse Seniha
Nereden zaman almıştır

Ki bazı durumlara söz yoktur
Hem neden olsun
Her durumun dili daha başka durumlardır

Ben bu derinliği bu kadar
Nerden bulayım
Ki herkes nerden bulsun
Bulmanın dili aramaktır.

Edip Cansever