Bir Güneydoğu Ağıdı

İlk bu sabah
İlk bu sabah göğü görmedim
İlk bu sabah kaysı çiçeklerini
Hüzün ilk kez konuk gibi gelmedi
Efendim, ev sahabım

Karacamı suya indiremedim
Şahanım uçurdum döndüremedim
Dağlar

Enikli kapılar kitlendi
Taş avlular sustu, ben sustum
İlk kez bekledim ölümü
Dostu bekler gibi bekledim
Dağlar

Benim acım acıların beyidir
Canıma bir doru kısrakla gelir
Öfkeyi sabırda eritir
Umut yer
Suyunu gözümden içer bir zaman
Dağlar of dağlar

Gülten Akın

Dar Zaman

Daha katı günler yolda, yakın.
Dönekliğe ayarlanmış zamanlar
görünür gitgide çevren çizgisinde,
çekip bağlarsın yakında ayakkabılarını,
köpekleri avlulara geri kovalarsın.
Balıkların içi
çoktan buza kesmiştir çünkü yelde.
Yoksulca yanar ışığı kandillerin.
Sisi tarar bakışların:
Dönekliğe ayarlanmış zamanlar
görünür gitgide çevren çizgisinde.

Ötede sevdiğin kuma batıyor,
çıkıyor kum dalgalanan saçlarına,
doluyor sesine, düşüyor ortasına dediğinin,
sevdiğine susmasını buyuruyor;
öylesine ölümlüyken yakalamış da kızı,
öyle bir istekliyken bastırmış ki, ayrılığa,
kum, işte her kucaklaşmanın ertesinden.

Bakınma hiç çevrene.
Çek ayakkabılarını, bağla haydi.
Köpekleri geri kovala.
Balıkları denize at.
Söndür kandilleri!

Daha katı günler yolda, yakın.

İngeborg Bachmann
Çev:Ahmet Cemal

Duyuş ve Düşünüş

Sevdiklerim göçüp gidiyorlar birer birer,
Ay geçmiyor ki almıyayım gamlı bir haber.

Kalbim zaman zaman bu haberlerle burkulu;
Zihnim düşünceden dağınık, gözlerim dolu.

Kaybetti asrımızda ölüm eski hüznünü.
Lakayd olan mühimsemiyor gamlı bir günü.

Çok şey bilen diyor: “Gidecek her gelen nesil
Ey sâde-dil! Bu bahsi hayatında böyle bil !

Hiç durmadan, hayât öğütür devreden bu çark.
Ölmek sırayladır, sıralanmakta varsa fark !”

İlmin derin görüşleri, aklın hükümleri
Doldurmuyor boşalmış olan hisli bir yeri.

Yahya Kemal Beyatlı

Yenilik İsteği

İşitilmemiş sözler bulsam, garip cümleler söylesem,
Kimselerin kullanmadığı bir dilim olsa
Tekrarlanmamış, bayatlamamış deyimlerimle
Eskilerin sözlerinden uzaklaşsam.

Rahip Haheperesenb

Dalgıç

Giyindim. Yittiğim bilmezler. Görünmem
dibe indim, yeşil düşler yosunlar
düşkırıcılar da ardımda
yüzey ince, dokunsalar kırılır
toplayamam kalsın orda

Dönmem bana kalsa, kendim amfora
kimlerin serüvenine girdiğimi
unutsam isterim yukarda dışarda
böyle sessiz deniz ikimiz
düşkırıcılar da ardımda
belki daha sonra bir başka sefere
dönerim sessiz
görmezler göstermem
batık kalırız

Gülten Akın

İlk Cinayet

Ben daima ıstırap içinde yaşayan bir adamım! Bu azap adeta kendimi bildiğim anda başladı. Belki daha dört yaşında yoktum. Ondan sonra yaptığım değil, hatta düşündüğüm fenalıkların vicdanımda tutuşturduğu sonsuz cehennem azapları içinde hâlâ kıvranıyor. Beni üzen şeylerin hiçbirini unutmadım. Hatıram sanki yalnız üzüntü için yapılmış.

***

Evet, acaba dört yaşında var mıydım? Ondan evvel hiçbir şey bilmiyorum. Tolstoy, daha dokuz aylık bir çocukken kendisinin banyoya sokulduğunu hatırlıyor. İlk duygusu bir haz! Benimki müthiş bir ıstırap ile başladı. Ben ilk defa kendimi şirket vapurunda hatırlıyorum. Hâlâ gözümün önünde: Sanki dünyaya o anda doğmuşum, annemin kucağındayım. Gürültülü bir kadın kalabalığı… Annem, yanındaki çok sarı saçlı, genç bir hanımla gülüşerek konuşuyor, sigara içiyorlar. Annem sigarasını ince gümüş bir maşaya takmış. Ben bunu istiyorum.

– Al, ama ağzına sürme! diyor.
Bana bu ince maşayı veriyor, sigarasını denize atıyor. Galiba yaz. Çok aydınlık, güneşli bir hava… Annem; konuşurken mavi tüylü bir yelpazeyi yavaş yavaş sallıyor. Ben kucağından kayıyorum. Beni kollarımdan tutarak yanına oturtuyor. Gümüş maşacığın halkasına parmağımı takıyor, annem görmeden ucunu ağzıma sokuyor. dişlerimle ısırıyorum. Konuştuğu sarı saçlı hamımın çarşafı mavi… Ben beyazlar giymişim. Başım açık. Saçlarım çok. Hem galiba dağılmış. Annem bunları düzeltirken başımı yukarı kaldırıyorum. Güneşten kum kum parlayan tentenin kenarında el kadar bir gölge kımıldıyor.

– Bak, bak! diyorum.
Annem de başını kaldırıyor:
– Kuş konmuş, diyor.
Bu kuşu isteyince:
– Tutulmaz, diyor.

Ben yine istiyorum. Annem şemsiyesiyle bu gölgenin altına vuruyor. Fakat gölgede hareket yok Yine yanındaki hanıma dönüyor.

– Aa, kaçmadı.
– Neye acaba?
– Yavru olacak mutlaka.
– …
– Anne, ben kuşu isterim! diye tutturuyorum.

O zaman annem yelpazesini bırakıp ayağa kalkıyor, beni koltuklarımın altından tutuyor ve küçük bir top gibi yukarıya kaldırırken diyor ki:

– Birdenbire tut ha!
Başım keten tentenin hizasını aşınca, gözlerim kamaşıyor. Ellerimi uzatıyorum. Tutuveriyorum. Bu beyaz bir kuş… Annem alıyor elimden, öpüyor, sarı saçlı hanım da öpüyor, ben de öpüyorum.

– A, zavallı daha yavru.
– Martı yavrusu.
– Uçamıyor olmalı.
– Denize düşerse boğulur.
– …
Öteki kadınlar da lâfa karışıyor, «yaşamaz!» diyorlar. Annem beyaz kuşu,
– A zavallı, a zavallı! diye uzun uzadıya okşadıktan sonra benim kucağıma veriyor.
– Eve götürelim, belki yaşar, diyor, amma sakın sıkma yavrum.
– Sıkmam.
– Böyle tut işte.

Gümüş maşacığına bir ince sigara takıyor. Yanındaki hanımla yine dalıyor lâfa.Kuşcağızın tüyleri o kadar beyaz ki… Dokunuyorum… Kanatlarının kemikleri belli oluyor. Ayakları kırmızı. Kaçmak için hiç çırpınmıyor, şaşırmış. Gözleri yusyuvarlak. Kırmızı gagasının kenarında sanki sarı bir şey yemiş de bulaşığı kalmış gibi sarı bir iz var. Boynunu uzatarak etrafa bakmaya çalışıyor. Ben o vakit gözlerimi anneme kaldırıyorum. Yanındaki hanımla gülüşerek konuşuyorlar. Benimle meşgul değil. Sonra beyaz kuşun uzanan ince boynunu yavaşça elimle tutuyorum. Bütün kuvvetimle sıkmaya başlıyorum. Kanatlarını açmak istiyor. Öteki elimle onları da tutuyorum. Mercan ayakları dizlerime batıyor. Sıkıyorum, sıkıyorum, sıkıyorum. Dişlerimi, kırılacak gibi, sıkıyorum, gık diyemiyor. Sarı kenarlı gagacığı titreyerek açılıp kapanıyor. Pembe sivri dilli dışarı çıkıyor. Yuvarlak gözleri evvelâ büyüyor. Sonra küçülüyor, sonra sönüyor… Birden bire kasılmış ellerimi açıyorum. Beyaz kuşcağızın ölüsü «pat» diye düşüyor yere.

Annem dönüyor, eğiliyor. Yerden bu henüz sıcak masum cesedi alıyor:
– A… A… Ölmüş! dedikten sonra bana dik dik bakıyor:
– Ne yaptın?
– …
– Sıktın mı?
– …
– Söyle bakayım?
– …
Cevap vermiyor, avazım çıktığı kadar ağlamaya başlıyorum. Annemin elinden beyaz kuşun ölüsünü sarı saçlı hanım alıyor:
– Ah ne günah!
– …
– Zavallıcık.
– …
Başka kadınlar da lâfa karışıyor. Karşımızda oturan şişman, ihtiyar bir kadın cinayetimi haber veriyor:
– Boğdu. Gördüm vallahi, ne hain çocuk…
Annem sapsarı kesilmiş, sesi titriyor:
– Ah insafsız! diye bana tekrar acı acı bakıyor. Daha beter ağlıyorum. O kadar ağlıyorum ki… Beni artık susturamıyorlar. Ne vakit, nerede, nasıl sustuğumu bugün hatırlamıyorum. Sanki ebediyen ağlıyorum.

***
Kendimi bilir bilmez yaptığım bu cinayetin üzerinden işte otuz seneden fazla bir zaman geçti. Şimdi şirket vapurlarının güvertelerinde otururken ne vakit bir mart görsem, birdenbire, neşemi kaybederim. Bir çocuk feryadıyla ağlamak isterim. Kalbimin içinde derin bir sızı büyür büyür. Göğsümü acıtır.

Ah insafsız! diye beni azarlayan anneciğim ezeli azarlayışını duyar gibi olurum.
Üçüncü Mevki
Vagonun içindeki altı kişiden bir tanesi,dayanamadı ve yanındakine:

-Gideceğim yol uzak,dedi.
Yanındaki,gözkapakları yarı açık,uykulu kara gözlü bir adamdı.Sapanca Gölü bu adamın gözlerinin içinde pürüzsüz,dalgasız,bir damla ışık ve cam gibi parıldadı.Sordu:

-Neresi?
-Kayseri’ye gidiyorum.İlk defa.Ömrümde ilk uzun yolculuğum,yanıma bir gazete bile almamışım.Yolculuk,bilhassa tren yolculuğu sıkıcı,yorucu,üzücü şey!…

-Öyledir.
Öyledir diyen,sapanca Gölü’nün elma bahçelerine gözlerini kapadı.Ve ağır ağır göl,elma ve çıplak çocuklar düşünerek uyudu.

Yanına bir gazete bile almamış adam,sıkılıyor,üzülüyor,uyumak istiyor,uyuyamıyor. Kayseri çok acayip bir kainat,Seddiçin kenarında bir tuhaf şehir gibi muhayyelesini gıcıklıyor. Hanlar,kervansaraylar,dar sokaklarda çamaşır yıkayıp çocuklarını döven yağlı kadınlar, ellerinde uzun birer pastırma,öğle yemeği yiyen memurlar ve uzayan bir gün.

Kayseri’ye giden,kısa boylu,sevimli yüzlü,sarı gözlü,cüssesinden hiç umulmayan kalın kocaman tüylü ellere malik bir adamdı.Karşısındaki şişman adam gazetesini bir tarafa bıraktıktan sonra,Kayseri’ye giden adama baktı,gülümsedi:

-Demek ki Kayseri’ye?dedi.
Kayseri’ye giden,daire müdürü hatırını sormuş,ihtiyar ve mahcup bir memur gibi sevindi.Yanağı,sıkılmış ve yanağı sıkılma zamanı geçmiş bir küçük kız gibi kızardı.

-Evet,Kayseri’ye efendim.Zatıaliniz de mi?Güzel midir efendim,Kayseri,nasıldır?
-Kayseri’ye demek hiç teşrif buyurulmadı?
-İlk uzun seyahatim efendim.Sözün temsili,Kasımpaşa’da doğdum. Beyoğlu’nu bilmem efendim.
-Ya,vah vah!

Gazetesinin ilan sayfalarını okumaya dalan şişman adama,Kayseri’ye giden Kasımpaşalı hayretle baktı.Niçin,vah vah diyordu?Acaba Kayseri’ye gidiyor diye mi üzülüyor?Yoksa Beyoğlu’na çıkmadığı için mi hüzünleniyordu?Şişman adam,kafasındaki düşüncelere de “vah vah” diyebilir,diye düşündü.Ferahladı.Geyve boğazının kayalıkları dibinde birer eşkıya,bazen birer kahraman,hayaletler,insanlar,silahlar ve bombalar,bir çete gizlidir.Bu kayalarda vahşi keçilere,yaban kedilerine tesadüf etmezsek hayret etmelidir.Küçük bir su,bu dekorun gizli görünmez kahramanlarına,eşkıyalarına,yabani hayvanlarına ses verir.Küçük,masum derelerin kızıl tüylü kayaların dibinde cengaver şarkıları söylediği akşam zamanı gelmişti.Altı kişiden üçü şimdi yemek yiyordu.Kasımpaşa’dan Beyoğlu’na hiç çıkmamış adam ilk konuşmaya başladığı zaman,kara gözlerini açmıştı.

Konuşmak istemediği,hala Sapanca Gölü’nün elmalıkları ve kestane ağaçları,çıplak çocuklarıyla uyuduğu anlaşılıyordu. Gazetesini bitirmiş adam üzüntülüydü.Defterine bir şeyler kaydediyordu.Köşede bağdaş kurmuş,önce kunduralarını,sonra da çoraplarını çıkarmış birisi,sıska yüzünden taşan bir canlılıkla,yanındakine Boşnakça bir şeyler anlatıyordu.Onun yanındaki,bir Sırp köylüsü kadar sarı,kırmızı ve gençti.Ne mustarip gülüyordu.Lisanlarını anlamadığımız insanların haleti ruhiyelerini keşfetmek hususunda çok aciziz.Onların bizim her günkü konuştuğumuzdan daha başka,daha mühim şeyler konuştuklarını sanırız.Bir müddet sonra onlarla çok alakadar olduğumuz halde biraz sonra onları unutuverir,yine kendimize,lisanımıza ve etrafımıza,yani kendi kendimize döneriz.

Tren durmuş;Geyve istasyonu toz,bulut ve akşam pembeliği içinde bir sarı Çin şehri gibi kaynaşıyor;yalınayak çocuklar,saçları perişan arabacılar ve bir kasket yağmuru istasyonu dolduruyordu.Bu kasketlerin altında insanlar;buğdaylarını,tahta traversleri,üzüm,ekmek ve bir vagon penceresinden kendilerine bakan bir hayali düşünüyorlar.Zaman akşamın toz pembesine karışmış,iptidai bir zaman,bu insanları ta Kayseri’lere götüren hain ve dehşetli homurtuya;yani şimendiferin yağlı manivelası ve yarısı kızıl tekerlekli makinesine bakıyordu.

O,zamanla bir olmuş yolculardandı.Geyve istasyonunda bir aşağı bir yukarı dolaşıyor; yazın,korkunç sıtmasının gökyüzüne ve gökyüzünün yıldızlarına kadar sirayet eden bu küçük kasabayı terke hazırlanıyordu.Bu,uzun bir sıtma geçirmiş insanların korkusu gözlerinde, dalağı büyük bir mahluktu.O da Kayseri’ye gidecekti.Kayseri’nin havası iyiydi.Erciyeş’in resmini görmüştü.Ovaların ve küçük tümseklerin yanında,etrafına hiçbir dost ve sevgili takmadan bir bekar adam gibi yükseliveren Erciyeş’i dahilere benzetirdi.Öyle kurak ve kimsesiz memleketlerde kendi başlarına sivriliveren insanlardan bir insandı sanki Erciyeş.Kayseri’yi değil,Erciyeş’i seven adam da deminki beş kişilik ve altıncısı ben olduğum kompartımana girdi. Ben isteksiz kendisine yer açtım.O,mağrur oturdu.Bu yer onun sarih hakkı idi.Kimsenin surat etmeye hakkı yoktu.

Saçları ve yarım kasketi çarıkları kadar tozlu,pantolonu ve ceketi derisinin rengi kadar hareli ve yamalı,ilk bakışta gürbüz bir köylü,sekizinci yolcumuz oldu.Köylülerden bahsettiğimiz zaman,”Aslan gibidir,soğan ekmek yer,aslan gibi olur”deriz.Böyleleri olduğunu inkar etmek ne kadar yanlışsa;veçhen aslan gibi gözüktüğü halde,kaburga kemikleri çökük,içindeki azanın pek çoğu haddinden fazla büyümüş veya küçülmüş köylülere de tesadüf edilmez demek o kadar yanlıştır.Soğan ekmek yalnız şehirli midesine değil,köylü midesine de dokunabilir ve dokunmaktadır.

Köylü de acayip bir saffet,fakat beklenilmeyen bir cesaretle kendisine isteksizce verilen yere sıkıştı.Hatta biraz daha yer açabilmek için sağa sola kıpırdandı.Bir köylünün bu kadar pişkin olacağını tahmin edemeyen şişman adam,bana baktı.Ben gözlerimi ve içimi köylüden yana çevirdim.Şişman adam selam vermiş de karşısındaki almamış gibi kızardı.Köylü heybesini açmış,heybeden kumlu bir ekmekle iki domates çıkarmıştı.Domatesler ne tatlı şeylere benziyordu.Bir tanesini de bana uzattı.Ne çabuk anlaşmıştık.Uzatılan şeyi gülerek aldım.Kendi francalamla yemeye başladım.Bir lokma kaşar peynirini köylüye uzattım.Aldı.Kokladı,sucuk koklayan bir Karamanlı yüzüyle:

-İstanbul işi olduğu belli.-dedi-.Halis Balkan olmalı?
-Yok be dayı.Bu istasyon kaşarı.
-Daha iyisi de olurmuş demek-dedi.
Sonra düşünerek ilave etti:
-Daha iyisi can sağlığı.

Şimdi hepsi uyuyordu.Hepsi,tanımadıkları bir şehri düşünerek uyuyorlardı.Köylü ile Kasımpaşalı uyanıktı.Ben uyuyor muydum?Gözlerim kapalıydı,kafamda küçük çocuklarla dolu bir mektep…kafası aydınlık bir arkadaş ve sergüzeşt.Bir küçük tonton kafa düşünerek dalıyordum. Köylü,Eskişehir’de indi.Onun indiğinin farkındayım.Kasımpaşalı hala uyumuyor. Gözünü açana lakırdı yetiştirmeye çalışıyordu.Fakat gözünü kimse açmıyordu ki.Bu his bende o kadar kuvvetliydi ki ve Kasımpaşalı o kadar benim gözümü açmamı kolluyordu ki.

Tren durdu.Gecenin içinde Haymana bakir bir orman sesi veriyor.Geyve’de sıtma kapmış entellektüelin de gözleri kapalı ve düşünceleri bir rüya kadar gayri şuuri.Bir küçük kazanın istasyonunda inip unutulmak ,şişmanlamak.Bir kasap kızıyla evlenmek,belediye reisi ile eğlenmek, tahrirat katibiyle tavla oynamak..Ve gelip geçmek mümkün olabilse,diye düşünüyor. Haymana ovası yalnız geceleri gölge veren ağaçlarıyla hayatına karışacak.O,bu kafasıyla kocaman bir köstek sahibi olabilecek.Belki bir sürüsü olacak.Ona da bir müddet sonra hayvan alıp sattığı için cambaz diyecekler. ”Cambaz” ne güzel bir kelime.Tren ağır ağır hareket ediyor.Kasımpaşalı uyuyor ve konuşmuyor.Bir belediye fenerinin aydınlattığı tozlu sokağın başındaki evin muşamba perdelerinden içlenen her kompartımanda uyumayan yolcular var.Ben salonu dolaşıyorum.Bir küçük çocuk uyumuş.Uyku ne dinlendirici.Yerime,küçük çocuğun saçlarından ve kafasından aldığım bir masumiyetle çöküyorum.Aynı çocukluk sinirlerime yayılıyor.Fakat zehirlenir gibi uyuyorum.

İpekli Mendil
İpek fabrikasının geniş cephesi, ayla ışıldadı. Kapının önünden birkaç kişi, acele acele geçtiler. Ben, isteksiz, nereye gideceği meçhul adımlarla ilerlerken, kapta arkamdan seslendi:

-“Nereye?”
– “Şöyle bir gezineyim, dedim”.
– “Cambaza gitmiyor musun?”
Cevap vermediğimi görünce, ilâve etti:
– “Herkes gidiyor. Bursa’ya daha böylesi gelmemiş.”
– “Hiç niyetim yok” dedim.

Yalvardı, yalvardı, beni, fabrikayı beklemeye razı etti. Biraz oturdum, bir sigara içtim, bir türkü söyledim. Sonra canım sıkıldı. “Ne etsem” dedim.Kalktım, kapıcı odasındaki çivili bastonu aldım, fabrikaya dolaşmaya çıktım.

Kızların çalıştığı kozahâneyi geçer geçmez bir pıtırdı işittim. Cebimdeki elektrik fenerini yaktım. Etrafı taradım. Fenerin gür ışığında kaçmaya çabalayan iki çıplak ayak göründü. Arkasından seğirttim, kaçanı yakaladım.

Kapıcı odasına hırsızla birlikte girdik. Kapıcının sarı ışıklı fenerini yaktım.
Ay, bu ne küçük hırsızdı böyle! Ellerimin içinde kırarcasına sıktığım eli ufacık. Gözleri pırıl pırıl.
Neden sonra gülmek için, hem de katıla katıla gülmek için ellerini bıraktım.

Bu sefer küçücük bir çakı ile üzerime hücum etti. Ve çapkın, beni küçük parmağımdan yaraladı. Sımsıkı yakaladım keratayı. Ceplerini aradım. Bir parça kaçak tütün ve gene aynı sıfatlı bir iki sigara kâğıdı, temizce bir mendil buldum. Kanayan parmağıma onun kaçak tütününden bastım; mendili yırttım ve elimi ona bağlattım. Kalan tütünle de iki kalın sigara sardık, ahbapça konuştuk.

On beş yaşında vardı. Hani böyle şey âdeti değildi ama, gençlik işte. Birisi ondan ipekli mendil istemişti, hani canım anlarsın ya, âşıklısı,sevdalısı, komşu kızı işte. Para da yok ki, gidip çarşıdan alsın: Düşünmüş taşınmış; aklına bu çare gelmiş. Ben:
– “Peki, dedim, imâlâthâne bu tarafta, sen aksi tarafta ne arıyordun?
Güldü. İmâlâthânenin nerede olduğunu o ne bilecekti?
Birer de benim köylü sigarasından yaktık, iyice ahbap olmuştuk.

Halis Bursalıydı, doğma büyüme. İstanbul’a değil Mudanya’ya bile koca ömründe -bunu söylerken yüzünü görseydiniz- bir defacık inmişti.

Emir Sultan’da, ay ışığında, kızak kaydığımız zamanlar, benim de ayni bu tonda, bu kıvamda arkadaşlarım olmuştu.
Eminim ki, bunun da onlar gibi, uzaktan sesini duyduğum Gökdere’nin havuzlarında derisi karardı.
Biliyorum ki, mevsim mevsim meyvelerin kabuğunun rengini alıyor.

Baktım, yeşil üst kabuğu düşmüş bir ceviz esmerliğiyle esmerdi. Yine bir ceviz beyazlığıyla beyaz ve gevrek dişleri vardı. Ben bilirim, yazın başlangıcından tâ ceviz mevsimine kadar Bursa çocuklarının yalnız elleri erik ve şeftali, yalnız çizgili mintanlarının kopmuş düğmelerinden gözüken göğüsleri fındık yaprağı kokar. O sırada kapıcının saati on ikiyi çaldı. Nerede ise cambaz bitecekti.

– “Kaçayım” dedi.

Onu, ipekli mendili vermeden gönderdiğime müteessir düşünürken, dışarıda bir gürültü ile silkindim. Kapıcı, söylene söylene içeri giriyordu. Arkasından da hırsız…

Bu sefer ben kulaklarını çektim, kapıcı tabanlarını ince bir söğüt dalıyla epeyce haşladı. Bereket patron orada yoktu., Yoksa yallah onu polise verirdi. “Bu yaşta bir çocuk hırsız! Efendim, hapishânede yatsın da akıllansın” diyerek.

Çok korkuttuk ağlamadı. Gözleri ağlamaya hazır çocukların gözlerine döndü ama dudaklarında ufacık bir titreme gözükmedi ve kaşları sâbit, kararlı hallerini hiç bozmadılar. Yalnız biraz rüzgârlıydılar.

Bırakılınca azat edilmiş bir kırlangıç gibi fırladı. Ay ışığını ve esmer tarlasını, keskin bir kanat gibi sıyırarak kaçtı gitti. Ben, o zamanlar malların istif edildiği imalâthânenin üstündeki bölmede yatardım. Odam ne güzeldi. Hele mehtaplı gecelerde ne şirin olurdu.

Tam pencereme yakın bir dut ağacı vardı. Ay ışığı dut yapraklarından süzülür, odaya pâre pâre dökülürdü. Aşağı yukarı yaz kış pencereyi açık bırakırdım. Ne serin, ne tuhaf rüzgârlar eserdi. Vapurlarda da çalıştığım için, rüzgârların kokularından lodos, poyraz. karayel, günbatımı diye tefrik eder, tanırdım. Ne rüzgârlar battaniyemin üzerinden acayip birer rüya gibi gelip geçtiler.

Uykum çok hafiftir. Sabaha yakındı. Dışarıdan bir gürültü geliyordu. Adeta dut ağacında birisi vardı. Korkmuşum ki, kalkamadım, bağıramadım. Tam bu sırada da pencerede bir hayal belirdi

O’ydu, yavaşça pencereden sıyrıldı. Benim önümden geçerken, gözlerimi kapadım, dolapları karıştırdı. İstifleri uzun müddet alan taran etti. Sesimi çıkarmadım. Doğrusu bu cesarete karşı bütün malı alıp gitseydi, sesimi çıkarmayacaktım. Yarın patron:

– “Ulan üstüne ölü toprağı mı serpilmişti; hayvan” diye kıçıma bir tekme, beni kovacağını bildiğim halde gık demedim.

Halbuki o, yine geldiği gibi bomboş, sessiz sedasız pencereden sıyrılıp gitti. Bu anda da bir dal çıtırtısı işittim. Düşmüştü. Aşağıya indiğini zaman, başına kapıcı ile beraber birkaç kişi birikmişlerdi.

Ölmek üzereydi. Sımsıkı kapalı yumruğunu kapıcı açtı. Bu avucun içinden bir ipekli mendil su gibi fışkırdı.

Ya… İyi, halis ipekli mendiller hep böyledir. Avucunun içinde istediğin kadar sıkar, buruşturursun: sonra avuç açıldı mı, insanın elinden su gibi fışkırır.

Dülger Balığının Ölümü
Hepsinin gözleri güzeldir. Hepsinin canlıyken pulları kadın elbiselerine, kadın kulaklarına, kadın göğüslerine takılmağa değer. Nedir o elmaslar, yakutlar, akikler, zümrütler, şunlar bunlar?… Mümkün olsaydı da balolara canlı balık sırtlarının yanar döner renkleriyle gidebilselerdi bayanlar; balıkçılar milyon, balıklar şan ü şeref kazanırdı. Ne yazık ki soluverir ölür ölmez, öyle ki, büzülmüş böceklere döner balık sırtının pırıltıları. Benim, size ölümünü hikâye edeceğim balığın öyle parıltılı, yanar döner pulları yoktur. Pulu da yoktur ya zavallının. Hafifçe, belirsiz bir yeşil renkle esmerdir. Balıkların en çirkinidir. Kocaman, dişsiz, ak ve şeffaf naylondan bir ağzı vardır: Sudan çıkar çıkmaz bir karış açılır. Açılır da bir daha kapanmaz.

Vücudu kirlice, esmer renkte demiş miydim? Rum balıkçıların hrisopsaros -Hristos balığı- dedikleri bu balık, vaktiyle korkunç bir deniz canavarı imiş. İsa doğmadan evvel, Akdeniz’de dehşet salmış. Bir Finikeli denize düşmeye görsün! Devirdiği Kartacalı çektirmesinin, Beni İsrail balıkçı kayığının sayısı sayılamamış. Keser, biçer; doğrar, mahmuzlar; takar, yırtar; koparır atar; çeker, parçalarmış. Akdeniz’in en gözü pek; insandan, hayvandan, fırtınadan, yıldırımdan, belâdan, işkenceden yılmaz korsanı, dülger balığının adından bembeyaz kesilirmiş. İsa, günlerden bir gün, deniz kenarında gezinirken sandallarını büyük bir korkuyla bırakıp kaçan balıkçılar görmüş. “Ne oluyorsunuz?” diye sorunca balıkçılara; “Aman” demişler balıkçılar, “elâman! Elâman bu canavardan! Sandalımızı kırdı, arkadaşlarımızı parçaladı. Hepsinden kötüsü, balık tutamaz olduk, açlıktan kırılırız.”

İsa, yalınayak, başı kabak, dülger balıklarının yüzlercesinin kaynaştığı denize doğru yürümüş. En kocamanını, uzun parmaklı elleriyle tutup sudan çıkarmış. İki elinin başparmağı arasında sımsıkı tutmuş, eğilmiş, kulağına bir şeyler söylemiş… O gün bu gündür dülger balığı, denizlerin görünüşü pek dehşetli, fakat huyu pek uysal, pek zavallı bir yaratığıdır. Birçok yerlerinde çiviye, kesere, eğriye, kerpetene, testereye, eğeye benzer çıkıntıları, kemikle kılçık arası dikenleri vardır. Dülger balığı adı ona bunlardan ötürü takılmış olmalı. Bütün bu alat ü edevatın dört yanını, şeffaf naylondan diyebileceğimiz işlemeli bir zar çevirmiştir. Kuyruğa doğru bu incecik zar azıcık kalınlaşır, rengi koyulaşır, bir balık kuyruğunun biçimini alır. Oltaya tutuldu muydu dünyasına, sulara küsüverir. Nasıl bir korku içine düşer kim bilir? Onun için dünya bomboştur artık. Oltadan kurtulsa da fayda yoktur. Suyun yüzüne yamyassı serilir. Kocaman gözleriyle insana mahzun mahzun bakar durur. Sandala aldığınız zaman dakikalarca onun sesini işitirsiniz. Ya, sesini! Bir o, bir de kırlangıç balığı sandalda ölünceye kadar ikide bir feryada benzer, soluğa benzer acı bir ses çıkarır. İnce zardan ağzını bir kere ağlara vurmasın, küstüğünün resmidir dülger balığının.

Bir gün, balıkçı kahvesinin önündeki; yarısı kırmızı, yarısı beyaz çiçek açan akasyanın dalına asılmış bir dülger balığı gördüm. Rengi denizden çıktığı zamandı. Yalnız aletlerinin etrafını çeviren incecik, ipekten bile yumuşak zarları titreyip duruyordu. Böyle bir oynama hiç görmemiştim. Evet, bu bir oyundu. Bir görünmez iç rüzgârının oyunuydu. Vücutta, görünüşte hiçbir titreme yoktu. Yalnız bu zarlar zevkli bir ürperişle tatlı tatlı titriyorlardı. İlk bakışta insana zevkli, eğlenceli bir şeymiş gibi gelen bu titreme, hakikatte bir ölüm dansıydı. Sanki dülger balığının ruhu, rüzgâr rüzgâr, bu incecik zarlardan çıkıp gidiyordu; bir dirhem kalmamışçasına. Hani bazı yaz günleri hiç rüzgâr yokken, deniz üstünde bir meneviş peydahlanır. İşte böyle bir cazip titremeydi bu. İnsanın içini zevkle, saadetle dolduruyordu. Ancak, balığın ölmek üzere olduğu düşünülürse, bu titremenin anlamı hafifçe acıya yorulabilirdi.

Ama insan, yine de bu anlam’a almamağa çalışıyordu. Belki de bu, harikulâde tatlı bir ölümdür. Belki de balık, hâlâ suda, derinliklerde bulunduğunu sanıyordur. Karnı tok, sırtı pektir. Akşam olmuştur. Denizin dibinin kumları gıdıklayıcıdır. Altta, dişi yumurtaları, üstte erkek tohumları sallanıyor, sallanıyor, sallanıyordu. Vücudunu bir şehvet anı sarmıştır. Birdenbire dehşetli bir şey gördüm: Balık tuhaf bir şekilde, ağır ağır ağarmağa, rengini atmağa, hem de beyaz kesilmeğe giden bir hal almağa başlamıştı. Acaba bana mı öyle geliyor? Sahiden rengini mi atıyor? demeğe, dikkatli bakmağa lüzum kalmadan, yanılmadığımı anladım. Kenarları süsleyen zarların oyunu çabuklaşmağa, balık da, git gide, saniyeden saniyeye pek belli bir halde beyazlaşmağa başladı. İçimde dülger balığının yüreğini dolduran korkuyu duydum. Bu, hepimizin bildiği bir korku idi: Ölüm korkusu. Artık her şeyi anlamıştı.

Denizlerin dibi âlemi bitmişti.. Ne akıntılara yassı vücudunu bırakmak, ne karanlık sulara, koyu yeşil yosunlara gömülmek. Ne sabahları birdenbire, yukarılardan derinlere inen, serin aydınlıkta uyanıvermek, günün mavi ve yeşil oyunları içinde kuyruk oynatmak, habbeler çıkarmak, yüze doğru fırlamak. Ne yosunlara, canlı yosunlara yatmak, ne akıntılarla âletlerini yakamozlara takarak yıkanmak, yıkanmak vardı. Her şey bitmişti: Dülger balığının ölüm hali uzun sürüyor. Sanki balık su hava dediğimiz gaz suya alışmağa çalışmaktadır. Hani biraz dişini sıksa, alışması mümkündür gibime geldi. Bu iki saat süren ölüm halini, dört saate, dört saati sekiz saate, sekiz saati yirmi dörde çıkardık mıydı; dülger balığını aramızda bir işle uğraşırken görüvereceğiz sanıyorum.

Onu atmosferimize, suyumuza alıştırdığımız gün, bayramlar edeceğiz. Elimize görünüşü dehşetli, korkunç, çirkin ama, aslında küser huylu, pek sakin, pek korkak, pek hassas, iyi yürekli, tatlı ve korkak bakışlı bir yaratık geçirdiğimizden böbürlenerek onu üzmek için elimizden geleni yapacağız. Şaşıracak, önce katlanacak. Onu şair, küskün, anlaşılmayan biri yapacağız. Bir gün hassaslığını, ertesi gün sevgisini, üçüncü gün korkaklığını, sükûnunu kötüleyecek, canından bezdireceğiz. İçinde ne kadar güzel şey varsa hepsini, birer birer söküp atacak. Acı acı sırıtarak İsa’nın tuttuğu belinin ortasındaki parmak izi yerlerini, mahmuzları, kerpeteni, eğesi, testeresi ve baltasıyla kazıyacak. İlk çağlardaki canavar halini bulacak. Bir kere suyumuza alışmağa görsün. Onu canavar haline getirmek için hiç bir fırsatı kaçırmayacağız.

Sait Faik Abasıyanık

Kırkikindiler

“Bu sarı, tok tütünü senin için
ayırdım: senin için soydum
domatesin kabuğunu, senin için
dildim, tuzladım.”

“Senin için perdaha çektim içimdeki
hayvanı; gövdemi yaya, burguya
aldım senin için. Bu koku, bu kor,
bu gemsiz istek senin açlığın için.”

“Toprak suya doydu bu yıl, ben sana
daha doyamadım,” diye sürdürüyor
kadın, içinden. “Yüzündeki gururlu
umutsuzlukla içimdeki doludizgin
kısrağa katıl.”

Enis Batur

Yaz Kalbiyle Gelir

Yaz kalbiyle gelir aramıza. Çocukça
bir nazla hızlanan suskun ve acemi
dudaklara.. Yağmuru ve bulutu
tutar, gölü efsunlar, soğuk bir bahçe
tadı bırakır gözlerin kilitlendiği
bîçare dakikalara..

O kalp üşüten haz, her sabah rûha
değen netameli sıyrık; ürpertir dili
ve dilin içinde yırtılan kasveti..
Bütün gece bir mahzen sızısıyla mayalanan niyâz!

Yolar sıcağın esmer tenini; tan vakti
hâtıraya sinen ağlama
ve kahkaha birikintilerini..
Balkonda bir kıpırtı olsa, akıp
gider; koyu bir memnuniyet ritmiyle
yayılır peşimize takılan sokak
köklerine..

Kim bilir; aramızda dolaşan gölgesi
kırılmış bu son yaz
dır belki de.. Göğü döven o saf
yelpaze; ne arar ne bulur, ince
huyları kışkırtan bir havuz kenarı
gibi durduğumuz o boşlukta?

Yaz kalbiyle gelir
miş aramıza. Hem de perde
olurmuş eski aşkların hâfızasına..
Yazık! Ben ki; çok geç
anladım, inanmazdım
da: Bu mevsim kalbimi habersizce örten
ölüm hissi
nin sesimden bir daha hiç
ayrılmayacağına…

İhsan Deniz

Öykü

İşsizlik kötü şey vesselam. İşsizliğin kötü olduğunu da yalnız aç kaldığım zamanlar, düşünüyorum. Can sıkıntısından bunaldığım sıralarda da düşünsem ya. Olmuyor. Bu bahçeye de hep böyle zamanlarımda gelirim. Neden acaba? Etraftakilerin de çoğu işsiz.

Bu bahçe sadece kaderleri bu yolda ortak olanları mı çekiyor dersiniz. Olabilir. Vakit öğleyi geçiyor. Açlıktan bahsettim ama pek de aç değilim. Bununla beraber, neden bilmem, etrafımdakilerden utanıyorum. Herkesin yemeğe gittiği bir saatte benim, parasız pulsuz buralarda dolaşmam bir suçmuş gibi geliyor bana. Boş sıralardan birine oturdum; düşünmeye başladım. Bereket versin sigaram var. O da olmasa felaket.

Bilmem ne dağındaki petrol arama kampında bir iş teklifi etmişlerdi. Gitseydim kötü mü olurdu sanki. Enayilik işte, parayla pulla değil ki. Bir odam olurdu, hiç olmazsa; ev kirası düşünmezdim. Sabahları acı kahvemi içebilir, öğle, akşam yemeklerini kampın tabldotundan yiyebilirdim. Tabldotu düşünür düşünmez karnım guruldamaya başladı, demek acıkmıştım. Şu yemek denilen şey de tuhaf bir şey. İnsanlar neler icat etmişler! Düpedüz ot yemek, yahut çiğ çiğ et yemek dururken, neler çıkarmışlar ortaya! Balığı denizden tutacaksın. Başka çeşidi olursa olmaz, levrek olacak. Ateşi yakacaksın, suyu kaynatacaksın, levreği içine atacaksın, haşlandıktan sonra çıkaracaksın, bir tabağa koyacaksın, soğutacaksın, başka bir kabın içine tavuktan çıkan yumurtayı kıracaksın, başlayacaksın çalkalamaya, yumurta hep aynı tarafa doğru çalkalanacak, bir yandan ince ince zeytinyağı dökeceksin, zeytinyağı iplik gibi dökülecek. Zeytinyağının da hikâyesi ayrı Zeytini daldan koparacaksın, ezeceksin, yağını alacaksın. Mutlaka zeytin olacak. Fındık olsa olmaz, susam olsa olmaz, pamuk olsa olmaz, zeytin. Zeytinyağı iplik gibi dökülecek. Yumurtayla zeytinyağı kıvamını bulunca bir kaşıkla onu soğumuş levreğin üstüne gezdireceksin. Oldu mu sana mayonezli levrek? Kim bilir belki de olmadı. Olmazsa olmasın, ahçı değilim ya.

Mayonezli levreğin de ne hoş bir kokusu vardır! Acı cevize benzer. Lezzetle kokunun birbirine benzediğini de ilk defa düşünüyorum. Hem, birader, nene lâzım senin mayonezli levrek? Onu düşüneceğine ekmek düşünsene! Oh, canım ekmek! Sıcak ekmek! Taze ekmek! Yeni çıkarken ne güzel kokar fırınların önü! Fırından yeni çıkmış ekmek ne güzel yakar insanın elini!

Evet, petrol kampına gitmeliydim. Gerçi şehirden, tanıdıklardan uzak kalacaktım. Ama ne çıkar? Orada da ahbaplar bulamaz mıydım? Bir petrol kampında ne gibi ahbaplar bulunabilir, şimdi de onu düşünüyorum. Mesela Amerikalı bir mühendis bulunabilir. Mesela Teksaslıdır. Macera dolu bir hayatı vardır. Kimse bilmez. Jeoloji kaidelerine göre bir yerde petrol damarına rastlamak gerekir; araştırmalara girişilir; yıllarca uğraşılır, bir şey çıkmaz; petrol, yüzyıllarca evvel, oradan kaçmış; başka yere gitmiştir. Buna karşılık hiç umulmadık bir yerden de günün birinde petrol çıkıverir. İnsan bütün ömrünü bir hayal peşinde tüketebilir yahut bir anda zengin olabilir. Petrol, büyük bir at yarışıdır. Macera işidir, kumar işidir. Hayatı macerayla dolu Teksaslı da bir kumarbazdır. İhtimal içki de içer. İçki ile kumara fazla düşkün insanların karıları biraz uçarı olur. İhtimal… Neyse, geçelim bunları. Ağzı biraz içki kokan, tütün kokan, günün birinde bir kumar masasından milyonlar vurarak kalkacak bir erkeğin de, bir kadın için; çekici tarafı yok mu? Ama Teksaslı kimden vuracak milyonu? Bizden mi? Kondu öyleyse yağlı kuyruğa. “Ulan, a kerata! Kumar düşüneceğine karnını doyur!” dese haksız mı?

Bir kundura, boyacısı geldi, gözü ayakkaplarımda, “boyayalım, beyim!” dedi. “Eşşoğlu eşek! Ben şimdi boya mı düşünüyorum? Çek bakalım arabanı şuradan” diyecektim, diyemedim. Kibarlığım bırakmadı. “Hayır, kardeşim, istemez” diye tatlıya bağladım.

İhtimal başka ahbaplar da bulurdum petrol kampında. Mesela, yaşlı bir muhasebeci. Biraz alaturka, biraz ehlikeyf, hayvan meraklısı bir adam. Mesela, kedi besler. Kedisinin bir adı vardır. Mesela, Pamuk. Ya kendi adı? Kendi adı Ethem Bey olmalı. Ethem Bey’in aksine pek alafranga bir de genç bulunmalı kampta. Mevkii şef olmalı. İngilizce bilmeli. Ethem Bey’e inat, Erdoğan köpek beslemeli. Erdoğan da kim? Ha! Erdoğan da işte o gencin adı. Köpeğinin de bir adı olmalı. Ne olmalı? Ethem Bey’e inat, alafranga bir isim. Mesela Robinson. Gerçi petrol kampından deniz görünmez. Ama ne çıkar, köpeğin adı Robinson olsun.

Erdoğan biraz şiirle uğraşmalı. Yazmamalı da konuşmalı. Ara sıra mısralar okumalı. Ne iyi olurdu! Onunla hep şiirden söz açardık. O, ihtimal, giyimi kuşamıyla modern bir genç olmasına rağmen, kafasıyla bir hayli eski olacaktı. Mesela, şair olarak Haşim’i severdi. Hatta Haşim’i sevmeyi bir ilerilik bile sayabilirdi. O bana “Şiirle maddenin bağdaşmayacağını, şiirin görünmez parmakların içimizdeki tellerden çıkardığı ilahi nağmeler olduğunu” söylerdi. Zavallı ben, bu sözlerle ne demek istediğini sormaya bile cesaret edemezdim. Onun inancını sarsmaya gücüm yetmezdi ki. Ama ne olursa olsun, bütün softalar gibi, bu delikanlının da sevimli tarafları olabilirdi. Kendisini öğrendiklerinden geçirmeye gücüm yetmeyeceğini bildiğim halde onunla şiir tartışmalarına tutulmaktan da alamazdım. Benim şair Orhan Veli olduğumu da herhalde öğrenmemeliydi. Gözünden fena düşerdim yoksa. Hatta aleyhimde atıp, tuttuğunu bile duysam kendimi tanıtmamalıydım. Varsın o rahat konuşsun. Desin ki Orhan Veli mi? Onlar da mı şair? Bırak şu hopstilleri Allahaşkına! Bu türlü maskaralıklar Avrupa’da çoktan geçti. Yazsalar ya vezinli, kâfiyeli, doğru dürüst şiir. Yazsalar ya! Sıkı mı? Yazamayınca ne yapacaklar? Tabii böyle bin bir şaklabanlıkla nazarı dikkati celbetmeye çalışacaklar. Kolay iş bunlar, kardeşim, kolay iş. Hâlbuki sanat o kadar kolay değil.” Varsın söylesin Erdoğan. Söylesin. Boşaltsın içini. Tutup ona şiir nazariyeleri döktürecek değilim ya. Hem ne işe yarar zaten? Karşı gelebilir miyim peşin hükümlere?

Önümden, temiz pak giyinmiş bir kızla, kılpıranga kızıl çengi bir delikanlı geçiyor. Ellerinde küçük bir kesekâğıdı var. Şamfıstığı yiyorlar. Öğle vakti şamfıstığı! Ekmek yiyin be, ekmek! Şamfıstığının sırası mı şimdi?

Odamız, yaz günleri, çinkodan damın altında yanar durur. Havada bir petrol kokusu vardır. Akşamüzerleri, kulelerde çalışan işçilerin gündeliklerini dağıtırım. Gün battıktan sonra ortalık biraz serinler. Külrengi dağlara karşı düşüncelere dalmak hoş olabilir. Geceleri portatif karyolamda huzur içinde yatarım. Sabahları Şehmus’un beyaz dişli kızı Meryemke süt getirir. Kirli çamaşırlar varsa alıp yıkamaya götürür. Aylarca kadınsız yaşamışızdır. Meryemke’nin göğsüne, kalçalarına baktıkça aklımdan kötü kötü şeyler geçer. Ama tutarım kendimi. Tutarım, elimden bir kaza çıkmasın diye.

Ara sıra vilayet merkezinden kamyon gelir. Kamyoncuya mektup sorarız; “yok!” der. “İyi su geldi mi?” deriz, “Gelmedi!” der. İshal oluruz. İlaç ısmarlarız. İlaç gelinceye kadar iyileşemeyiz. Apteshaneler, bir hayli uzaktadır. Koşup apteshaneye gitmek bir meseledir. Onun için odalarda oturak bulundururuz. Ben Erdoğan’la aynı odada yatarım. Akşamları ya kâğıt oynarız, ya şiirden bahsederiz. O yine Haşim’i tutturur. Ben kabul etmek istemem; o kızar. “Haşim, Haşim!” derken birdenbire karnı ağrımaya başlar. Oturduğu yerden “oturak” diye bağırarak dar atar kendini. Telaştan yüzü mosmor kesilmiştir. Karyolanın altından oturağı çeker; oturur üstüne. Yüzüne hemen bir sükûnet gelir. Rahatlar. Biraz evvelki karın ağrısını bir anda unutur. Gözleri, uzak bir noktada, dalgın, düşünür. Sonra bana döner; bütün fikirlerini özetleyen bir mısra mırıldanır;

“Melâli anlamayan nesle âşina değiliz.”

Oturduğum sıradan kalktım. Bahçe biraz daha kalabalıklaşmıştı. Başkalarının oturduğu sıraların önünden geçerek kapıya doğru yürüdüm. Herkes başka bir şey konuşuyor. Her önünden geçtiğim insanın söylediklerine kulak misafiri oluyorum. Söylenenlerin pek azını duyabiliyorum. Biri şey diyor “… Ben, diyor, malımı bilirim. Onun yiyeceği halt…” Geçiyorum. Yaklaştığım sıradan başka kelimeler duyuyorum “… tayin emri imzadan çıkıncaya kadar biçare…” Geçiyorum. Her geçtiğim sıradan kulağımda birkaç kelime kalıyor. Bir filmi orta yerinden ve gözlerim kapalı seyreder gibiyim “… Sultan Hamit devri daha iyi imiş…” “…ceketi tersyüz ettirmeden önce bizim birader…” “… kadar döviz getirir. Vakıa hariciyede…” “… ikinci penaltı haksızdı ama…” “… burada da sivil memurlar ürkütmeden sayılmıyor…” “… yemek üstüne hazmettirir…”

Burnuma esaslı bir et kokusu geldi. Hayal filan değil, sahici kokuydu. Bir yerde köfte filan kızartılıyordu herhalde. Birden, sesleri duymaz oldum. Sağa sola bakınmaya başladım. Bu kokunun bir de dumanı olacaktı elbet.

(Yaprak, Sayı 11, 1949)

Orhan Veli Kanık

Bir Yabanînane

Iğdır’da büyümeyi bırakmış
Kardeş bir yabanînane düşünüyordu.
Aynı arz dairesinde New-York, San Fransisco, Çin ve Japonya vardı.
Hepsi de gayet yakınlarındaymış gibi Iğdır’dakini görüyorlardı.
Çin’de birtakım yabanînaneler vardı ki
Iğdır’dakini düşünerek büyüyorlardı.
Sonra nehirler vardı dünyada steplere doğru akmak isterlerdi
Dünya son derece büyüktü, nerde başlar, nerde biter, bilinmezdi
Ama bu mühim değildi,
Öyle topraklar vardı mesela pırıl pırıldı
Öyleleri de vardı ki karanlık mı karanlık.

Topraklar ki bir gökyüzü altında kayar dururdu
Ağaçlar, nehirler kayar dururdu.
Ama öyle insanlar vardı ki dünyada,
Yeryüzünün bir köşesinde büyüyen buğdaylarla yürekleri,
Beraber durur
Beraber atardı.
Yine öyle nehirler, öyle ağaçlar, öyle insanlar vardı ki dünyada
Dünyasız olamazlardı.
Bir karınca doğsa cihanda
Bilmelilerdi.
Ölse,
Bilmelilerdi.
Öyleleri de vardı ki
Paris’te işçilere haksızlık ediyorlar diye yas tutarlardı
Her şeyin bir hayatı vardı onlarca
Her şeyin dünya yüzünde.
Iğdır’daki yabanînane
Dünyada yalnız olmadığını bilse
Düşünmeyi bırakıp büyüyecekti.

İlhan Berk