Nasıl Saklarım Sonbahar Olduğumu

Güzel Acı Çekerdi Babam

Bin dokuz yüz ellilerin sonlarıydı. İstanbul o yıllar tenhaydı. O tenha İstanbul’un tenha bir köyünde otururduk: Çengelköy’de. Şimdi yazlarını bile sonbahar gibi hatırlıyorum. O zamanlar sık sık vapurların yanaştığı iskelesinden denize bakarken gelivermişti kalemimin ucuna: “Nasıl saklarım sonbahar olduğumu?” Oysa o zamanlar on, on bir yaşlarındaydım. Bir anlamda ömrümün ilkbaharında bile değildim. Yaşlı çınarın, eski evlerin, tarih kokan sokakların o çocuk kalbime boşalttığı ıssızlığı zorlukla taşıyarak, Boğaz’ın tenha kıyılarında, denizden gelen rüzgârların tazelediği hüznümle yapayalnızdım.

Babam, o zamanlar otuzlu yaşlarının sonlarında, bir öğretmen yüzbaşıydı. Yakışıklıydı. İnsanları ürkütmemeye çalışan, kendi halinde, iç dünyasının derinliklerinde hâlâ yıkılmamış düşleriyle gizli, gizi olan bir insandı. Sabah erkenden, evimizden çıkar yürüye yürüye öğretmenlik yaptığı Kuleli Askeri Lisesine giderdi. Ne gibi düşleri olurdu yollarda? Bana gökyüzünden bir yerlerden geldiği için dünyaya hep yabancı kalmaya mahkûm bir insan gibi görünürdü. Atâ Bey diye çağırırlardı babamı, ikinci a harfinin uzun okunması gereken bu adıyla, atâ olan, ihsan olan, bu dünyaya bir bağış olarak düşüvermiş kırılgan bir ruhtu babam.

Galiba benden daha yalnızdı. İki yalnızdık babamla, birbirimizle iç dünyalarımız hakkında hiç konuşmadık. Yalnızlıklarımız arasında gizli bir iletişim olduğunu sezerdim. Bu sezgi yalnızlığımı daha da yoğunlaştırırdı.

Ben küçük kardeşimle uzun kış geceleri yalnızlıktan üşüyorduk. Sonra bizi halamın yanına Sandıklı’ya gönderdiğinde, değişen mekânla değişmeyen yalnızlığımda babamı düşünürdüm. Ne yapıyordu, bir başına Çengelköyde’ki yağmur yağdığında damı akan o köhne evimizde? O hüzünler kulübesinde?

Oralardan tekrar evime döndüğümde, babamın acısını nasıl çektiğini daha bilinçli, daha yakından gözleme olanağım oldu.

Altın renginde, çok sevdiği, “Parker” marka, değerli bir dolma kalemi vardı. Önünde hep kâğıtlar olurdu, kaleminin üzerinde sürekli gezindiği. Resimler yapardı, şiirler yazardı. Dünyanın acısına karşı oluşturduğu kalkanlardan biri de bulmacalardı. Sürekli bulmacalar çözer, bitirdiğinde bulmacanın kıyısına kuyruğu uzun bir küçük a harfinden imzasını atardı. Karşısına apansız çıkıveren hayatın muammalarıyla, gazete bulmacalarına sığınarak baş etmeye çalışırdı. Çile, onun dolma kaleminden kâğıtlara akar, akar, akardı.

Ağlar mıydı? Anımsamıyorum. İçerdi ama içkinin onu içmesine izin vermezdi. Birilerine dertlerini anlatarak rahatlama yolunu mu seçerdi? Pek konuşkan değildi. Konuşsa da kendini anlatabilir miydi? Acısını gürültü çıkararak yaşamadı hiç. Kendisiyle paylaştı. Acısıyla derinleşti. Güzelleşti. Acılarla yıkanıyordu babamın ruhu.

Acı çekmeyi, acıları karşılamayı bilmek elbette bir yaşama ustalığı ister. Bizim ıstırap kültürümüz, mazoşizme, arabeske çok kolay kaydırabilir insanı. Örneğin kendinizi kolayca “acıların çocuğu” olarak görebilir, acılarınızdan zevk almaya başlayabilirsiniz. Babam bunu yapmadı. Abartmadı. Kaçmadı. Acılarını görmezlikten gelmedi. Kendini avutmaya kalkmadı. Acılarını karşılayabildi. Acılarıyla karşılaşabildi. Onları yaşamaktan kaçmadı. Sonuna kadar yaşadı acılarını ve onları zaman içinde tüketti.

Bence yiğitçe bir tavırdı bu. Acılarla karşılaşabilmek cesareti, bize kendimizle karşılaşabilme cesareti sağlayabilir. Acılar babamı güzelleştirdi. Acı çekmenin bir estetiği, bir etiği olduğunu onda gördüm. Elbette yanlışları, özürleri olan bir insandı. İnsandı ama.

“İçlenmek” bir sanattır, şairin dediği gibi. Acı çekmek de sanattır. İnsan olma sanatının yollarından biridir. Babam ki, ustaydı bu sanatta.

Ahmet İnam

siz bana bir adamı hatırlatıyorsunuz

“siz bana bir adamı hatırlatıyorsunuz, mısraların içinde gezinen…”

                                    

Turgut Uyar

Kocaman bir avlunun ortasında durdu durdu
İçindeki bomboş avluya bakarak
Gökyüzünden arada bir oraya
Ölü bir kuş ya düşüyor ya düşmüyordu.

Görseydi içinin olmadığını
Çekip onca çelenkten bir sap karanfili
Koymak ister miydi hiç
Bu ikindi vaktinin hırçın vazosuna.

Güzleri kullanırdı o kadar sevmese de
Dünyayı kullanırdı açıp da penceresini sonsuza
Su içse suya benzerdi biraz
Konuşsa
Üç beş kişi birikirdi herhangi bir köşebaşında
Yolu düşse de başka mor-sarı bir akşam kahvesine
Ne kadar eşleşirdi Van Gogh’un bakışıyla.

Sevgiler gönderirdi nedense utanırdı da bundan
Gönderir gönderir geri alırdı bir gücenikliği sonra.

Dün müydü, yüzyıllar mı geçti, bilmiyorum ki
Bir yaz sonuydu yalnız denizi sıyırıp geçtik
İki tek votka içtik varmadan Aşiyan’a
Konuşmadık hiç, nedense hiç konuşmadık
Az sonra kalkıp gitti o
Kalakaldım ben oracıkta
Kapadım gözlerimi ardından gene birlikte olduk
– Garson! bize iki tek votka daha.

Edip Cansever

Başbaşa

İşte bir vazoda açmış iki gül
İşte bir saksıda eşsiz kuşkonmaz.
Gülleri gördükçe gönlüm bir bülbül
Saksıya baktıkça içimde bir haz.

Dışarda fırtına, uğultu, tipi
Odada sessizlik tutulur gibi.
İşte o da geldi, evin sahibi
Oturduk, eskiden konuştuk biraz.

Dışarda fırtına, tipi… Yerler kar
İçerde başbaşa iki bahtiyar.
Onları ısıtan eski bir bahar
Dışarda yepyeni bir kış, bir ayaz.

Ahmet Kutsi Tecer

Son Çağrı

Kan çok eski bir ırmak
Bütün köprüler yıkık
Sessizlikte ses korkak
Ağ örüyor karanlık
-Güneşin benim- derdin,
Doğacaksan doğ artık!
Aşk, çok eski bir bahçe
Bıçak bıçak hıçkırık
Gülleri ben suladım
Ben’de kaldı kuraklık
-Yağmurun benim- derdin,
Yağacaksan yağ artık!
Biz, o iki eski kuş
Nedendir bu uzaklık?
Tüm ormanlar kaybolmuş
Kör kuyuda bir çıkrık
-Kaderin benim- derdin,
Güleceksen gül artık!
Söz, çok eski bir çalgı
Sularda titrer kayık
Ben mızrapları kırdım
Sen de kov gitsin, kıtlık…
-Umudun benim- derdin,
Geleceksen gel artık!

Bahaettin Karakoç

                                                       

Akşam Olur

Akşam olur mesafeler daralır
Yollar kilitlenir, sesler aydınlık
Bir rüzgâr eser ki türküyle ıslık
Dağlar geçit vermez yolcuya
Burası Anadolu’dur
Mektup yaz
Gün doğar, gün batar balam
Sen uzaksın
Sen uzaksın, gönül ister
Ağlar da avutulmaz
Akşam olur dağlar göbeğime oturur,
İp boğazıma… sesim çıkmaz
Karanlıklar katleder kanım akmaz
Derim, şimdi biri kapımı vurur
Vurmaz
Burası Anadolu’dur
Sen uzaksın
Sen uzaksın, gönül ister
Ağlar da avutulmaz
Yıldızlar kınalı keklikler gibi suya iner
Korkarım ürkütmekten
Zayıfım, gidecek yeri bilmem
Saçların, gözlerin davet eder
Durulmaz
Burası Anadolu’dur
Zaman yorulur gönül yorulmaz
Ama sen
Sen uzaksın
Sen uzaksın balam, gönül özler
Beklerim, beklerim sabah olmaz.

Bahaettin Karakoç

                                           

ablanın yokluğunu en çok sen hissedeceksin

                                           

ingilizce kursundayım baba açamadım pardon, sadece ablanın yokluğunu en çok sen hissedeceksin demiştin ya, ne kadar haklı olduğunu söylemek istedim. evinde odanında sesizleşiceğini biliyodumda her gün saatin tik tak sesini duymak çok garipmiş

                                                       

Kayısı bahçelerine gökdelen diken uzaylılar var aramızda!

Gündelik hayatımızı, aksayan bütün yönleri ile, güzellikleri ve bakteri üreten tarafları ile konuşmamız gerekiyor.

Gündelik hayatımızı bugün mekan üzerinden konuşalım.

Son yıllarda AK Partili yetkililerin, yatay şehirler inşa edeceğiz söylemi de bize yol açsın.
Mekana dair kafa karışıklığını Tanzimat modernleşmesi ile başlatabiliriz.
Tanzimat modernleşmesi yeni bir zamana girişin eşiğidir ve daima zamanın yenileşmesi mekânsal yenilikleri de peşi sıra sürükler.
Tanzimat modernleşmesinde Müslüman saati mahallede kalmıştı, mahalle terk edilip apartman dairelerine yerleşilirken dahil olunan zaman alafranga saat idi.
Şimdi bunları hangi zamanda konuşuyoruz?
Türkiye insanı bir gayret apartmanları da mahalle iklimine çevirdikten sonra, mahalleden kaçmak isteyenler için rezidansların inşa edildiği, ufuk çizgisinin site sakini olmak üzerinden çekildiği bir zamanda konuşuyoruz.
Zaman, salt alafranga zaman değil artık aynı zamanda dijital.
Tanzimat’tan bu yana ne istediğimizi hiç bilmedik.

Mevcut olanı istemiyorduk. Muhayyelin peşindeydik, ne ki hayal ettiğimizin peşi sıra nelere maruz kalacağımıza dair ufacık bir tefekkür bahsinden, kendimizi her defasında özgür kılmayı başardık.

Konuyu Tanzimat’tan başlatınca bu güne gelemeyeceğimi zannettiniz.

Hayır derhal bu güne geleceğim.
Hatta her konuyu İstanbul üzerinden tartışma alışkanlığını da bir kenara bırakıp, mesela Malatya üzerinden iz sürmeye çalışacağım.

Konumuz, Malatya’yı Malatya yapan kayısı bahçelerinin imha edilip yerlerine Tokivari binaların dikilmesi.

Bir kaç ay önce Malatya’da idim. Bizi gezdiren rehberimiz şimdi üzerinde onar katlı Tokivari binaların olduğu evleri göstererek, Buralar hep kayısı bahçesi idi dedi, ciğerini yakan ah eşliğinde.

Yerinde yellerin değil, evlerin estiği eski kayısı bahçelerini hatıralarıyla yad eden mihmandarımız, bu toprağı müteahhitlere satan ‘köylü’lere verip veriştiriyordu.

BİR DAKİKA!

Köylünün kayısısı para etmeyecek. Köylü orada kayısı üretmeye devam edecek. Üzerindeki toprak bire bin veren bir verimlilikte olacak, ama orada yaşayan insanların ayaklarına gelen nimeti teperek, eskisi gibi yaşamaya devam etmelerini bekleyeceğiz.

Kim bekliyor bunu?
Hepimiz!
Olana bitene nostaljik hüzün ile bakan ah ah buralar bir zamanlar hep bostandı diye cümleye başlayan herkes …
Buralar hep bostan iken sen neredeydin? Ne yapıyordun? Şimdi ne yapıyorsun?

Malatyalı mihmandarımız üzerinden anlatmaya devam edeyim konunun ateşli kısmını.

Mihmandarımız nostaljik bir hüzünle anlatıyor kayısı bahçelerinin baharlarını ve kayısı çiçeklerinin rayihasını. Buralardan geçmeye kıyamazdınız diyor sonra başlıyor toprağını satanlara söylenmeye. O böyle söylenirken nihayet karşımıza bir kayısı bahçesi çıktı. Kocaman bir tarla düşünün. Tarlanın içinde gecekondu şeklinde bir iki ev.

İşte zurnanın zırt dediği yer burası.

Hepimiz güzel, daha güzel, en güzel evlere çıkmak için çaba sarf edeceğiz. Her üç yılda bir yeni bir ev almanın hayalini kuracağız. Nihayet rüyalarımız gerçekleşti diye taşındığımız ev, reklam filmlerine, dizi filmlerin ev sahnelerine sadece üç beş yıl dayanacak yuvamızı hızla ‘yer’ e dönüştürüp, yeni bir konut reklamının peşi sıra sürükleneceğiz. O reklamlarda çocuklar kullanılacak mesela hiç ses etmeyeceğiz. AMA! Birilerinin, bir yerlerde, bizim çocukluğumuzdaki gibi tevazu içinde mutmain bir kalp ile yaşıyor olmasını umacağız.

Kura çektik bize dünyalık diğerlerine ahiret bilinci çıktı diye bir ‘iş bölümü/hayat taksimi yapacağız.

Nereden? Başkalarının yapacağı fedakarlık üzerinden.

Nitekim rehberimiz gün boyu devam eden konuşmalarımızın bir yerinde şehir dışında okuyan çocuklarından bahsettikten sonra eşi ile kendisine 220 metre kare evin büyük geldiğini, bir önceki konuşmalarından bağımsız olarak söyleyiverdi.

Yanlış anlaşılmasın Malatya’nın sokak ve caddelerini bizim için aşina kılan, mihmandarlık yapan beyefendiyi eleştirmek için yazmıyorum bu satırları. Sadece bir örnek üzerinden kafa karışıklığımızı daha net olarak görebileceğim için onun söylemini merkeze alıyorum.

Bu kafa karışıklığı her birimizde, başka bir sahnenin ışıltısı altında görünürlük kazanıyor. Nitekim bu satırların yazarının dahi kendini suçüstü yakalamışlığı çoktur.

Meselenin bireylerde tecelli eden kısmı böyle.

Gelelim Hükümet politikaları bahsindeki görüntüsüne…

AK Partili yöneticiler her vesile ile yatay şehirler kurmaktan bahsediyorlar. İyi de bu dikey şehirleri on yıldır kim kurdu?

Anadolu’nun en verimli ovalarına hücüm tankı gibi hizalanmış bu binaları kim dikti?

TOKİ bir başarı hikayesi olarak başımızın üstünde idi! TOKİ hakkında eleştiri cümlesi kurmaya kalkan cümlesini kuramaz oluyordu da, sonra ne oldu!

Kültür ve Turizm Bakanı Sayın Ömer Çelik Kültür Bakanlığının kültür politikası olmaması gerektiğine inandığını söyledi. Çalıştaya katılan Sayın Mehmet Doğan Kültür politikasının olmadığını söylemek de bir kültür politikasıdır dedi.

Kültür Bakanlığının ‘müdahaleci’ bir tavrının olmaması gerektiğine canı gönülden inananlardanım. Lakin tarihi mekanları, şehirlerin kendine mahsus dokusunu korumak Kültür Bakanlığı’nın en birincil görevidir.

Yazıya Malatya örneğinden başladığımıza göre oradan bitirelim. İnsanların onca zor hayat şartları içinde yaşarken ve müteahhitler onlara milyonlarca lira teklif ederken, onların bu tekliflere kayıtsız kalarak sırf aramızdan bazılarının nostajik duygularına eşlik etsin diye o mekanların başında bekçi niyetine dikilmesini bekleyemeyiz.

Ya ne yapacağız?
Malatya’da kayısı bahçelerine, başka şehirlerde oraya özgü mekanlara, müteahhitlerden önce sahip çıkıp o dokuyu korumak üzere, yerel yönetimler ile Kültür Bakanlığı’nın iş birliği ile gerçekleştireceği mekan politikalarına ihtiyacımız var.

Kültürün bir yüzü bireye bakar, bir yüzü politika üretenlere.

Velhasıl kimse bu top eskidi diye ötekinin çöplüğüne atmasın. Bu topu eskiten kimimizin ayakları, kimimizin gözleri.

Fatma Barbarosoğlu

                                                 

Hazan Gazeli

Hazan ki durmadan evrâk-ı sû-be-sû dökülür
Hazînesinden eteklerle reng ü bû dökülür

Ne inkırâz-ı bahâran ki hân-ı yağmâda
Şerâb mahzeni Cem’den sebû sebû dökülür

Nevâ-yı neydir esen bâd câm-ı meydir gül
Çemende eşk ile sahbâ misâl-i cû dökülür

Makaam-ı pîr-i mugandan akarken âb-ı hayât
Cihanda tâli’e bîhûde âb-ı rû dökülür

Hazan da erse Kemâl el çeker mi cânandan
Lebinden ol mehe îmâ-yı ârzû dökülür

Yahya Kemal Beyatlı

                                                     

Kağıt Gemi

Kağıttan bir gemi yaptım küçücük
Ya 5 öpücük sığar içine
Ya 10 öpücük
Kız kardeşim
10 öpücük batar bu gemi dedi
Sen misin
15 öpücük
Anam sakın denize atma dedi
Doğru havuza
Sen misin
Doğru denize,
Ama ıslanmasıyla batması bir oldu.

Bir gemi daha yaparım ne çıkar
Hem bu sefer öpücük yerine
Sunturlu birkaç küfür
Daha birkaç gemi yaparım
Çok şükür…

Bedri Rahmi Eyüboğlu