Bir Gün İcadiye’de

Bir gün İcadiye`de veya Sultantepe`de, 
Bir beste kanatlanır, birden olduğun yerde 
Bir kainat açılır, geniş, sonsuz, büyülü, 
Bu günün rüzgarında yıkanan mazi gülü 
Dağılır yaprak yaprak hayalindeki suya 
Bir başka gözle bakarsın ömür denen uykuya. 
Belki en hulyalısı duyduğun masalların 
O şafak saltanatı korularda dalların 
Her ufku tek başına bekleyen eski camlar 
Bir sır gibi ömründen sızdırılmış akşamlar, 
Ardıçla kestanenin her yıllık macerası 
Harap mezarlıklarda ölülerin duası 
Gelir ve tekrar doğar ölmüş sandığın aşka 
Anlarsın ölüm yoktur geçen zamandan başka.

Ahmet Hamdi Tanpınar

Gölgedeki Kadının Şarkısı

Sessiz biri gelir de başını vurur lalelerin:
Kim kazanır?
Kim kaybeder?
Kim koşar pencereye?

Kim o kadının adını en önce söyler?

Adam saçlarımı bürünendir.
Adam bürünür saçlarımı başının üstünde ölüler gibi.
Adam bürünür saçlarımı göklerin bürüdüğünce o yıl aşk içreyken ben.
Adam bürünür saçlarımı kendini beğenmişlikle.

Birisi ki kazanır.
Kaybetmez.
Koşmaz pencereye.

Söylemez o kadının adını.

Adam gözlerimi edinendir.
Edinendir gözlerimi kapandığı an kapılar.
Bürünür gözlerimi parmaklarında halkalar gibi.
Bürünür gözlerimi safirden ve şehvetten parçalar gibi:
güzden beri erkek kardeşim oldu adam;
sayıyor günleri geceleri.

Birisi ki kazanır.
Kaybetmez.
Koşmaz pencereye.

En sonuncudur söyleyecek o kadının adını.

Odur sahip olan söyledeğime.
Taşır onu kollarının altında bir bohça gibi.
Taşır onu hani saatler taşır ya en kötü saati.
Taşır onu eşikten eşiğe, fırlatıp atmaz asla onu.

Birisi ki kazanmaz.
Kaybeder o.
Koşar pencereye doğru.

Odur en önce söyleyecek o kadının adını.

Başları vurulmuş laleleriyle.

Paul Celan

Ormandaki Vaaz

kendime diyorum bazen seni buldum
çekerken ağları sudan
suyu bulursun öyle oldum
sana baktım bir bulutlar, davullar
şiirlerde gezdirdiğin çocuklar ve öğleler
atlar için sular soğuttuğum
orman büyük ve karanlıkmış, böcekler ateşliymiş, olsun
güç verir bana seni aramak için uzaklaşmak
orman yolu mutluluk veriyor’u çalarım ıslıkla
içinden geçerken dikenlerin gövdemi dinlerim
yaban meyvalarını burnuyla iten ceylanları bir mısrada severim
bunda ne var ki seni bulurum
defne yaprağı çiğniyorsundur ya da bir şey onu andıran
bir yağmur bitiyorsa başlıyorsundur yenisine
güzelsindir, iyisindir ve yaratılmış çamurdan

Ahmet Murat

Hüzün Eşliğinde Akşam Şiirleri

HÜZÜN EŞLİĞİNDE AKŞAM ŞİİRLERİ
Mustafa DURAK

çöktü akşam, üstümüze yıkıldı;
vakittir, artık perdeyi indir!
atılacak eşyayım, öyle yığıldım,
ve bildim ki insan hüzün içindir… (akşam ve hançer)

Bu yazıda Hilmi Yavuz’un Akşam Şiirleri akşam izleği çerçevesinde ele alınacaktır. Yani bu izleksel bir çalışma. Ancak akşam izleği tek başına ayrışabilir bir izlek gibi gelmedi bana. Akşamın farklı gönderilenleri var ama asıl beraberliğini, hatta kaynaşıklığını sürdürdüğü izlek hüzün. Akşam ve hüzün, söz konusu şiirlerin ruhunu oluşturan iki izlek. Birbirleriyle iç içe geçmiş, birbirleriyle bütünleşmiş iki izlek. Hüzün, akşam izleğinin peşini bırakmıyor. Birbirlerine öyle geçirilmişler ki hangisi asıl, hangisi gölge kesinlemek zor.

HÜZÜN:

Hilmi Yavuz Akşam Şiirlerinde çocukluğuna dönüyor. Ya da hiç içinden çıkmadığı çocukluğa. Kitabın ilk şiirine baktığımızda, çocukluğundan kalan eski resimlerin, yıkık bir konak, odalara inen bulutlar, yazlar ve türkü aşklar olarak görüyoruz.
İlk şiirdeki “zaman iyice alçaldı”, “aşklar görünür oldular” ifadelerine bakıp zamanın alçalmasını iki türlü okuyabiliyorum: zaman önceden daha yüksekti ve bir engeldi, görmek için, anlamak için bir engel. Ya da zaman önceden daha değerli olan şeyler içerirken, şimdi artık eski değerini yitirdi, “alçak”laştı. “Alçaldı”yı “alçaklaştı”ya dönüştürürken, “alçak”ın iki anlamını birden işletiyorum. Böylece ilk yorumda kişiye bağlı bir gelişme: anlayışının, değerlendirmesinin gelişmesi belirirken, ikincisinde ben dışı insanlar için bir sıradanlaşma anlamı ortaya çıkmaktadır. Çocuk, eski zamanları imrenerek yad ediyor. Bu, ister istemez bizde eski zamanlar ile yeni zamanları ya da geçmiş ile şimdiyi karşı karşıya getiriyor. Bir karşılaştırmanın ardından eskinin yaşantısını arayan, şimdiden hoşnut olmayan belki de olamayan bir çocuk bu, sonucunu çıkarıyoruz. Çocuğun mutsuz olduğunu görüyoruz. Eski ile yeniye ait ortam ve/ya da olanakların farklılığına ya da daha doğrusu eskiye takılı kalmış, eskiden çıkamayan dolayısıyla çocukluğundan, çocukluk çevresinden, o çevrenin kendisine gösterdiği ilgiden, o çevrenin bireyleri arasındaki – buna kendisi de dahil- ilişkiden çıkamayan bir kişilikle karşı karşıyayız diyebiliyoruz.
Bu şiirde “hüzün” önemli bir izlek. Ben ve başkası (eski ortamdakiler) için zaman, yakınlarını yitirmek demek, dolayısıyla hep yeni hüzünler doğruran bir kavram zaman.

kimbilir ne kadar hüzünlü artık,
bir odadan ötekine geçmek bile... (annem ve akşam)

ev içleri dâimâ hüzünlü olur;
öyleyse o ev içlerinden biriyim... (akşam ve balkon)

Akşamlar bir umuda açılmıyor, eskinin üstüne, önceden varolanların üstüne bir örtü gibi ama yok edici bir örtü gibi örtülüyor. İnsanlar akşamın karanlıklarını bir yas giysisi gibi örtünüyorlar, hüzün bundan kaynaklanıyor. Hüzün bu yüzden onların varlıklarının bir parçası oluyor.

akşamlar bir su gibi aktı kalbine,
âh, birer birer (akşam ve maden)

öylece durur muyduk, ikimiz gibi?
dâimâ birlikte olurduk hüzünlerde...(akşam ve sen ve ben)

bir yerde ‘muttasıl kanar’ o güller;
dağ dağ yarama basar akşamı (akşam ve hançer)

Hüzün; akşamlardan kalan, akşamlarla biriken, akşamlarla hissedilen bir duygudur. Akşamla hüznün içiçeliği birbirlerine dönüşebilmelerinden, birbirlerinin yerini almalarından kaynaklanır. Ve ben, akşama yöneldiğinde hüzne yönelir. Akşam kendini yazmak, kendini kanatmak olur.

akşam yazmaktır kendi kalbine,
dâimâ o yoksul sardunyaları; (akşam ve yazmak)

hiçbir yere gitmek olmamalıdır;
otur da akşamı kendine çevir... (akşam ve kalbim)

mevsimidir,
kendi hüznüme döndüm…(akşam ve kandil)

Ve hüzünle öylesine içli dışlı olmuştur ki, hüzün artık ben’in bir parçasıdır. Ama kendi duyumsadığı hüzün ile başkalarının, özellikle şimdilerdeki başkalarının duyumsadığı hüzün aynı şey değildir. Eskiden elinde kalan hüzün, eskinin hüznü bambaşkadır. Ben, bu hüznün peşindedir. Belki de daha doğrusu hep kendine ait olanın, kendisiyle bütünleştirdiği, bütünleşmiş saydığı şeylerin ardındadır. Çevresinde yabancı istemez. Yalnızca alışık olduğuna yer vardır. Kendisine ilgi gösterenlere yer vardır.

kimbilir ne anlama geliyor artık,
şu eskiden ‘hüzün’ dediğimiz şey? (akşam ve sen ve ben)

kar yağar, hüzün bile yok… ve nerdesiniz, 
âh, evet nerdesiniz, yoksaydıklarım? (akşam ve Doluluk)

tuhaf bir çocuksun, hüzün sahibi… (akşam ve Nurusiyah)

yüzüme bak, hüzüne bakmış olursun! (akşam ve lavinia)

VE AKŞAM:

Akşam Şiirleri’nde Akşamın Anlamları:

Akşam izleğini ele aldığımda akşam teriminin çok farklı anlamlarda kullanıldığını gördüm. Hilmi Yavuz, şiirini az sözcükle, sözcüklerin anlamsal, imgesel yanlarını işleyerek örüyor.
*Şiirleyen ben dünyasında akşam bir süstür:

Akşam (bazan) sen ve ben için, hem de kendi varlıklarından derledikleri çiçekler gibidir. Bu, akşamın bahçeleştiği, bahçeleştirildiği dönemdir. Sen’in kimliği net değildir. Şiirlerde sen, genellikle sevgilidir. Ancak burada aynı şeyi kesinlikle söyleyemiyoruz. Bahçedeki çiçekle tomurcuğu arasında bir yerlerdedir sen ve ben. Bu, zaman açısından okunduğunda genciz: ne tomurcukuz, ne de çiçek, olarak yani ömrün baharında seven sen ve ben olarak (ya da birlikte büyüyen ama farklı yaşlarda iki kişi olarak okunabileceği gibi bir de, olasılık olarak bile olsa, bir ana oğul gibi) okunabilir. Böyle bakıldığında yalnızca akşam değil, sen ve ben de dünyanın süsleri.

akşam annemle aramda 
bir süs (akşam ve kandil)

sen ve bahçe, ben ve bahçe, sen ve ben:
akşamlar derlerdik her ikimizden… (akşam ve sen ve ben)

Akşamın süs olması, başkaca çiçek gibi olması, önemli imgesel bir bakıştır. Umutsuz aşklarda herkes kendine göre, kendi içinde birer bahçedir.
*Akşam zamandır, zamansal bir parçadır.

Elbette akşam zamandır denilecektir. Bu doğal. Ama Akşam Şiirleri’nde akşam, zamansal bir gerçeklik, bir sorun değildir. Akşamın; zaman, zamanın bir parçası oluşu onun görünüşlerinden biridir. Ancak akşamın zaman oluşu gündelik dildeki zamansal akşam gibi değil.
kadınlar akşamla gelirler, kuytu
bir yağmur sonrasıyla dudaklarında (akşam ve kadınlar)
Örneğinde gündelik dildeki kullanım söz konusu iken, aşağıdaki örnekte akşamın ardarda gelişi ile dünyanın dönmesi arasında bir ilişki kurulmuş. Böylece zaman kavramından kopmadan zamanla ilgili imgesel bakış genişletilmiş:
ay uluyor, kurt ışıdı, tersine
dönüyor dönmesine, akşam ve Dünya…(akşam ve lavinia)
Başka bir görünüşte akşam, zaman denilen karanlıktır. Zaman ile akşam birbirinin yerine geçer. Herkes’in başkalaştığı bir dünyada akşam de devingendir. Durduğu yerde durmaz. Ama onun yerinde durmayışı başkalaşıyor anlamına gelmez. Akşam(lar) yolcular için yolun bir bölümüdür.
Yol ve zaman terimleri de birbiri yerine kullanılır:
herkes öteki gibi duruyor… akşam
da durduğu yerde durmuyor artık;
yolcu yolu kuşatıyor durmadan;
kapanıyor ‘Zaman’ denen karanlık… (akşam ve Doluluk)
Başka bir şiirsel örnekte yolun/zamanın yerini, “günler” alır. Ve bu kez karanlık, yitmeye bağlı bilinmezler dünyasıyla birlikte anılır, birlikte işlenir.
günlerin madeninde Gayb ve Karanlık…
güneşler güneşlerin içine girer;
akşamda kobalttır, kadında kükürt,
aşklarda demir,
âh, birer birer… (akşam ve maden)
Zaman kavramı nasıl bir çok terimle birleşebilirse, -bu belki Hilmi Yavuz şiirinin önemli bir yanı: terimleri birleştirmek ve ayırmak- başka kavramlara da açılabilir. Aşağıdaki örnekte elmas sözcüğünü ilk yorumda zaman diye okuyorum. Zaman hem keskindir bir hançer gibi, hem de ışıltılarıyla iki şeyi değerli kılar, gösterir: yazları ve akşamı.
hançerinden yazları akıtan elmas,
ince tozlarıyla bezer akşamı; (akşam ve hançer)
Elması, aynı zamanda da “sevilen” olarak okumak istiyorum. Hem yazları armağan eden, hem de akşamı süsleyen sevgili.
*akşam uzamsaldır:

Şiirleyen ben, akşamı uzamsallaştırır.
soldu annem, solarken goblen ve tülbent;
ve akşamın ucuna doğru yolculuk... (annem ve akşam)
Yolculuk, akşamın ucuna olduğuna göre, akşam nesneleşmiştir. Nesneleşen her şeyin bir konumu ve o konum içindeki varlığı nedeniyle, kendi uzamsallığı söz konusudur. Bu örnekte akşamın ucu ömrün bitimini işaret ediyor, dolayısıyla uzamsallaşan bir zaman, akşam.
*akşam bir kişidir, eyleyendir:

Akşam; zamansal ve uzamsal olmakla kalmaz, kişileştirilir, hatta eylemlerde bulunur:
ağacı ben açtım, nehri ben örttüm;
sandığa kaldırdığım şu son yaz var ya,
işte onu aldım, akşama gittim:
‘varolmak bu!..’ dedi, dedim: ‘hangisi?’
dedi: ‘ şu az ötedeki sardunya…’ (akşam ve lavinia)
Bu örnekte akşamın kişileştiğini net olarak söyleyebiliyoruz. Ama ikinci kişi konumundaki akşamınki nasıl bir kimlik? Nesneleştirilmiş, kişileştirilmiş bir varlığın adı mı akşam, yoksa iç-ben mi? Yani ben ile akşam arasındaki ilişki onları birbirine benzemeye, ayrı ama aynı zamanda bir olana mı götürmüş? Aşağıdaki örneklerde akşamın; uysallığı, “biraz düşkün”lüğü -burada düşkünlükte, yoksulluk giderek yoksunluk aynı zamanda bir şeyin, bir kişinin üzerine düşen anlamlarını birden buluyorum-, kadınlar tarafından aldatılmışlığı dikkate alınırsa akşamı öne sürerek bir şeylerden, birilerinden yakınma söz konusu edilebilir.
akşam 
uysaldır, boynunu bükerek gelir ( akşam ve vedâ)

akşamlar biraz düşkün; yollar, kanayan yollar… (akşam ve vedâ)

her yer ışıkla dolar, yüzler belirir
kadınlar akşamı aldattığında… (akşam ve kadınlar)

*
bir kapı açıldı, ansızın, baktık:
akşam!.. kimse benzemez oldu kendine (annem ve akşam)

akşam kayboldu balkonda; -iyi!
bense sanki odalarda gibiyim (akşam ve balkon)

balkonu nasıl da kaybetti akşam! (akşam ve balkon)
Akşam; kapıyı açan, balkonda kaybolan, balkonu kaybeden bir eyleyendir. Akşam bir şeyler yapma erkine sahiptir. Şiirleyen ben, akşamla öylesine içli dışlı olur ki artık o soyut gönderilenli bir şey değil seslendiği, söyleştiği bir şeydir. Kişileştirilmiştir. Değiştiren bir kişidir. Ama bu değişiklik yalnızca ışıksızlık nedeniyle görüntüde oluşan bir değişiklik değil aynı zamanda ömür tüketen, kişilerin gerçek görüntülerini değiştiren bir şeydir. Ancak akşam tek bir kişilikte kalmaz. akşam konuşandır, söz söyleyendir.
susmak! akşamın sözüne kadar(akşam ve vera)

*akşam bir dildir:

Akşam konuşan kişi olmakla kalmaz, sözün, dilin kendisi olur:
yavaş yürüyor oda, yavaş duruyor şehir;
akşamlara bir türlü dönmüyor dilim;
hüznü çoktan geçtim, belki de ölüm,
bir is gibi duvarlarda birikir… (akşam ve mühür)
Ama ben’in bir türlü uzlaşamadığı, alışamadığı, kullanamadığı bir dildir bu. Bu belki de yaşamsal olanla: başkasıyla, sevgiliyle barışık olamamak diye anlaşılmalı.
*akşam hiçliktir:

Başkasıyla, varolan dünya ile barışık olmayınca dünya, yani akşam bir hiçlik olacak, boş olacaktır. Bu noktada Hilmi Yavuz’un akşamlarla kurduğu anlamsal bağlarda, akşam gerçeğinin özelliklerinden sapma olmadığını ama Hilmi Yavuz’un onunla, söz dizimsel ve anlamsal kanallarda okuru başka anlamsal yönlere çekmeğe çalıştığını söylemeliyim.
o konakta herkes, büyük aile,
koştururdu, yazlar sanki bir sara
nöbeti gibi yaşanır, bir çırpınıştır
çocukluk, orada, boş akşamlara... (akşam ve çocuk)
Her ne kadar burada yalnızca çocukluğu anmış olsa da şiirlerinin bütününde tüm yaşamı sara nöbetine, çırpınışa benzetiyor. Akşam için çırpınıyor. Akşama ulaşmak için. Ama akşamın gelmesiyle elde edilen bir şey yok. Akşamlar boş.
çiçekler ansızın soluyor;
akşam boşlukla doluyor… derken
bir ürkü! (akşam ve yelken)

* akşam olumsuz duygular uyandırır:

Akşam, suskunlukları çağırır, çoğaltır. Ben, sustuğu yerde kaybolur. Bu kaybolma benin sözle varolması ya da kendi kabuğuna çekilerek, kendini dış dünyaya kapatması olabilir.
sustum, her sustuğum yerdeki kaybolmalar
çağırır akşamı... (akşam ve vedâ)
Burada kaybolmaların akşamı çağırması, benin dış dünyayı görmemesi, dış dünyanın da onu görmediğini düşünmesini akla getiriyor. Yani akşam, karanlıklar olarak düşünülebilir. Ben, kendi iç aydınlığına çekilince dış dünya kararır. Ancak bu dizeler, “akşam ve veda” şiirinden alındığına göre akşam, ölüm anlamına da alınabilir.
Akşam, korku nesnesidir: Çocuk, benin iç dünyadaki gelişmemiş, dondurulmuş, büyümemiş hali, dış dünyanın bir parçası olan akşamdan, her yeri alacakaranlık, her yeri gurbet yapan akşamdan bile ürküyor. Buradaki “bile” sözcüğü akşamın aslında korkulmaması gereken bir gerçeklik olduğunu kabule götürüyor.
âh, akşamdan bile ürküyor çocuk;
her yer alaca karanlık gurbet (annem ve akşam)
Akşamı soyutlayan da akşamı soyup olduğu gibi görmeğe çalışan da ben.
sen neysen o kadarsın, ey akşam! (annem ve akşam)
Ancak akşam; onun için, bir korku nesnesi; onun sularını yaran, onu parçalayan yırtıcı, hoyrat bir varlık olmayı bilinçaltında hep sürdürüyor. Ve bu durum ona öylesine acı veriyor. Gemilerin sularda akmasını bir de sular yönünden, yalnızca kendi varlığıyla kalmak isteyen, başkasına katlanamayan sular açısından değerlendiriyor ve onları, kendi sularını yara yara ilerleyen gemilerden ürkmüş olarak hayal ediyor. Bu imgelemsel benzetme kendiyle sular arasında kuruluyor. Sular nasıl gemiyi ayakta tutuyorsa, akşam da ben’in gövdesinden doğuyor. Yani onunla varlık kazanıyor.
ürktüydü sular gemilerden;
yırtıcı akşamlar oluyor;
dağılmış binlerce yerinden,
akşam gövdemden doğuyor, ay, ay…
kendiyle doluyor, doluyor,
bir yelken! (akşam ve yelken)
Ben de akşamın doğuşundan acılar duyuyor. Ancak buradaki benzerliği bulgulamakla yetinmemeliyiz. Zira ben’in gövdesinden doğan akşam, giderek dolan bir yelken olan akşam, ben’in acı çekerek imgeleminde canlandırdığı, çeşitli anlamsal görünüşler kazandırdığı akşamdır. Bir adım daha atılırsa ben’in yarattığı akşam imgesiyle, sularında yüzdürdüğü akşam imgesi onun şirinin bir parçası olarak alınırsa şiirleyen ben’in kurduğu eğretilemenin ufuk genişliği de ortaya konmuş olur.
* akşam sarhoş edicidir:

akşam, yaşlı ruhlardaki esrime!.. (akşam ve Nurusiyah)
Akşamın, yaşlı ruhlarda bir esrime oluşu, akşamın yaşlı ruhlara çağrışım kapılarını açmasıyla olabilir. Bunu da doğrusu ikili değerlendiriyorum: yaşlı ruhların gençlik günlerine dönmesi, bir de yine çağrışımlar, imgelem yardımıyla oluşturulan şiirsel esrik dünya.
* akşam yaratıcılık getirir:

Hilmi Yavuz bir terimin anlamsal skalasında bir uçtan bir uca gezindiği için akşam da hem coşturan hem de uysal, boynunu büküveren, kolayca teslim olandır. Akşam, çocuk gibidir; akşam, kadın gibidir. Çocuk gibidir: düşler alemine çeker, düşler alemi onunla vardır. Kadın gibidir: coşturur, yazdırır, üretken kılar, şiirler yazdırır.
akşam 
uysaldır, boynunu bükerek gelir
ve teslim olur bana, şiirler, elvedâlar... ( akşam ve vedâ)
Akşamın şiirler esinlemesi ile elvedalar esinlemesi anlaşılır. Ölüm korkusu yaşama arzusunu kamçılıyor, azdırıyor denilebilir. Dolayısıyla akşamı, ben’i yaşam ile ölüm arasında götürüp getiren, ve izlendiği gibi üzerinde pek çok anlamın sınandığı, üzerine insansıl görüntülerin bindirildiği iyice işlenmiş bir sözcük, bizi anlamsal ve çağrışımsal alanlara açan bir gönderen olarak buluyoruz bu şiirlerde.
yol tenhâ, ilerde fenerler sönük;
durma, akşamı kuşat ey Keder!.. (akşam ve Swann)

Mustafa Durak
Akatalpa sayı 5

Neyi Kaybettiğini Hatırla

Oturma odamdaki koltuktan, otururken de görebildiğim iki ağaç var: Biri orta yaşlı bir yenidünya ağacı. Mevsimi gelince meyvesini esirgemeyen, yağlı yaprakları soğuğa, kışa epey kafa tutan bir ağaç. Hemen yanında bulunan diğeri ise, güngörmüş bir cennet meyvesi ağacı. Üç-dört hafta olmuştur; sanki okul kırmış gibi şakrak bir serçe topluluğu, kalan üç-beş meyveyi şamatayla üleştiler.
Bu iki ağacın ikisi de İstanbul’a yakışan ağaçlardır. İstanbul’un iklimine de, florasına da yakışırlar. Dahası, tıpkı İstanbul’un Anadolu için egzotik olması gibi, bu iki meyve de Anadolu ölçeğinde egzotik meyveler sayılır. Eski Anadolu, meyve niyetine kurtlu alma ile, etsiz alıçla, yaban armuduyla idare ederken, bu renkli, afili, esanslı iki meyve, eh egzotik sayılmalılar.
Ama bu ağaçlardan artık İstanbul’da pek kalmamış, eskiden daha bi çokmuş. Eski konaklarda, ellili yıllardan kalma apartımanların bahçelerinde varsa, o da tek tük.
Bizim bu komşuları muhafaza edip bu günlere getiren, Üsküdar’daki (belki de bütün İstanbul’daki) en orijinal, el değmemiş, restore edilmemiş, ağaç işçiliği göz alan, üç katlı alayişli bir konağın avlusu. Hadi, diyelim ki ben pek anlamıyorum konaktan monaktan ama iflah olmaz bir Üsküdarlı olan rahmetli Ahmet Yüksel Özemre de böyle demişti bu konak için.
Konağın sahibesi yakınlarda vefat etti. Birinci kattaki kiracıyı saymazsanız, koca konakta yalnız yaşayan, elinde poşetlerle filan yata yuvarlana yürümeye çalışan, iki büklüm olmuş bedenini dertle gezdiren bir teyzecikti. (Seksen yaşında var mıydı?) O, ikinci katın penceresinden dışarıyı izliyorsa ve siz de yanlışlıkla oradan filan geçiyorsanız, bir fırsat bulur, sizinle iki lafın belini kırardı. Öyle yalnızdı yani.
O hayattayken, konağın bazı lambaları ara sıra yanardı. Arada bir ahşap panjurlar açılır, içerisi havalandırılırdı. Kiracısı tavuk, horoz filan beslediği için sabahları horoz sesiyle uyanırdık (Yemin edeyim mi?). Yorgun bir konaktı, ama ayaktaydı, oradaydı.
Bazı uzak akrabaları varmış, derlerdi. Bu inatçı kadının ölmesini beklerlermiş. Ölsün ki bu yorgun ahşap konak, bir şey olsun, bir apartman, bir iş merkezi, para getiren bir şey: Şöyle camlı, çelikli, led ışıklı bir bina. Ama o asla buna izin vermedi. Kim bilir kaç yıllık bu konağı korudu, yaşattı, bir yolunu buldu onu ayakta tuttu.
Bu İstanbul ağaçlarını, bu eski İstanbul konağında, herkese, her şeye, akrabalara ve müteahhitlerin rağmına koruyan, çağın ruhuna direnen bu insana rahmet okuyalım mı?
Ama durun bir dakika! Ya onun hiç de muhafazakâr biri olmadığını söylersem? Yani aslında İstanbul’u ve o eski düzeni en hakiki muhafaza eden, belki de bu anlamda son büyük muhafazakâr iken, sosyo-politik anlamda hiç de muhafazakâr olmadığını söylersem?
Ya onun “Güzel İstanbulumuz, tarihi mirasımız, ecdadımızın emaneti, Osmanlı hülyası, manevi şehir” gibi sakızları çiğneyen muhafazakârlardan biri olmadığını söylersem?
Peki, ya bu muhafazakâr olmayan muhafazakârın, mahalledeki son Ermeni olduğunu söylersem?

Ahmet Murat
“Muhafazakâr Olmayan Muhafazakâr”, Gerçek Hayat Dergisi, Mart 2012
Kaynak: http://yolturkuleri.blogspot.com.tr/

Şiirin Sıcak İkliminde

Niçin duralım kalbim
Mademki durmuyor savaş
Hayat bir ırmaktır akıyor işte
Yollar bile taşımıyor yükü
Korka korka uçuyor kuşlar
Vınlayan mermiler arasında

Yine namlularla çevrildin kalbim
Ne önleyebildin ne karşı durdun
Çevirdin şiiri aşk yönlerine
Gel kucakla kalbim kuşat gülleri
Bir bahardır yine yağmur yağıyor
Öpüyorlar damlalar yüzlerini gözlerini
Bir ibadet gibi beklerim burada
Yine hiç bakmadan geçer sevgili…

Osman Sarı

Kuşlar Sanatı

sokağın ortasında uyandım
uzak güneyden kuşlar geliyordu
rüzgarda sesler çıkararak

gün boyu, sıra sıra
tüylerden bir donanma
yüreği çarpan
bir gök gemisi
geçip gitti
minicik sonsuzluğundan
pencerenin, arayıp sorduğum
çalıştığım, gözleyip beklediğim

çok ölümden doğdum
çok keder ısırdı beni
bir mutluluğu
öbürüyle değiştim
ama derinlerde, içimde
o yitik göldeki gibi
bir kuşun hayali yaşar
unutulmaz bir meleğin
gün ışığını dönüştüren
gözalıcı varlığıyla
gülden devinimiyle

küçük bir sarı tanrı
geçti kavaklar arasından
geçti rüzgar gibi hızlı
yüksekte bir ürperti bırakarak
saf taştan bir flüt
dikey sudan bir iplik
ilkbaharın kemanı
rüzgarda bir tüy gibi
geçti, küçük yaratık
günün nabzı, toz, polen
belki hiçbir şey; ama titreyip durdu
ışık, gün, altın

ölür bitki, gömülür yeniden
toprağa döner insanın ayakları
yalnızca kanatlar kaçar ölümden

geçmiş yaşamların
ve geçmiş zaman keşiflerinin akışında
kötü havaların bir yaratığıydım
bir ceset olarak kaldım şehirde
alışamam duvardaki nişe
fundalığı isterim ben, şaşkın
güvercinleri, balçığı, sayıklayışını
muhabbetkuşlarından bir dalın
amansız yüksekliklerin tutsağı
akbabanın hapishanesini
çantaçiçekleriyle süslü
sarp geçitlerin en eski çamurunu

ben, halkın şairi
bir taşralı, kuşbaz
koşturdum dünyada yaşamı arayarak
kuş kuş tanıdım toprağı
keşfettim ateşin uçtuğu yeri
enerji kaybını
ve ödüllendirildi benim yansızlığım
kimse bir şey ödemediyse de bunun için
çünkü ruhuma bastım o kanatları
ve kıpırtısızlık hiç tutunamadı bende

Pablo Neruda

Fresk

I
tual yaşlanır, müze sır verir, düşerdi çivi
ellerimi ezdim boyalarla, su kattım
kireç söndü, duvar yandı, sen geldin
kimse çalmasın diye
tavana yaptım resmini

ıslak sıva üstünde sevişti renkler
vals uzadı, fırça şaştı, ben şaştım
kurumadan göl bitseydi kayık
daha yıllarca uzatacaktım

sevindi mabedin soğuk kubbesi
heyecandan terledi, nemlendi sıva
ummadığı bir anda alınca kollarına
Mikelanj’ın diliyle fresk denen tazeyi

güldü tavan ressama elinden aldım diye
ressam kan çanaklarıyla yukarı bakıyordu
ebedîlik adına yeminler yakıp
bir duvara emanet bırakıyordu

II
önce kaşlar döküldü, kızamayacak
süzülürken karlar rengi değişti
iki siyah kayık yerde yatıyor

kaşsız da güzel

sonra kabardı saçlar ufalandı gökyüzü
sırrı yayıldı freskin yere
kapıştılar falcılar büyülü tellerini

saçsız da güzel

burnundan bir parça düştü peşinden
ilâhiler yapıştı değdiği yere
koklayamayacak aldığı ilk çiçeği

aşksız da güzel

yüzün yağıyordu pul pul tavandan
kulaklar, yanaklar, kirpikler, tenin
ağır ağır iniyordu hüzün tavandan

III
resmi hala tanımak mümkün
siyah bir bant çekip gözlerine
yargılamak mümkün

ve ne mümkün anlamak, gözleri düştü
düştü rüzgâr, kubbeler düştü
dalgalar, köpükler, levhalar düştü
göl düştü

bir dudaklar kaldı tavanda
direnirken yüzün en kutsal yeri
senfoni bitti
donakaldı şefin elleri

dudaklar dökülmedi
dudaklar dökülmedi
döküldü
dudaklardan

soluk alıyor ruhumda fresk
tavan cüzzamlıydı ihanet etti

Ali Ural

Körün Parmak Uçları

sandaldır ilgi, yanıltır
sürüklenir koroda dilsiz
yarasalar imrenir körlüğüne
iz bırakmaz okurken parmak uçları

karşıdan arşıya geçmek ne güzel
bir çocuk usulca elini tutar
gösterir gözüyle kavisler çizip
buzlu dallarından yemişler sarkan
tren penceresiyle yarışan ağaçları

saydam sobada yanan üzüm salkımlarının
kışlarla yüzleşen yeşil ferinden
fırlar sarmaşıklar buzları yarıp
karnavalda kaybolur gümüş saatler
eskimo evleri erir aniden

adres defterlerinden uğultular yükselir
isimleri çizilmiş ölülerin matemi
fotoğrafın flaşı ruhunu alır
gürültüyle kırar krizantemi

kucaklayamaz kapı kolları
koluma gir diyemez kapı koları
yalnız körler fark eder
masa temizlenirken ıslak bir bezle
sofradan kalkan açları

ah! Bu nasıl anafor?
ne çekiyor parmakları
uçlarıyla dokunuyor ağaca, güneşe, taşa
uçlarıyla kazıyor toprakları
ah! bu nasıl fosfor?

yer ver, işte ölüm
ayakta duramıyor, ön sıraya otursun
seç
işte siyahın tonları

A.Ali Ural

harfler ve Hölderlin

sen Söz’ün kutsal
mı olsun istedin; Siyah
dâimâ büyük harfle
yazılır şiirinde;şiir, âh,
evet,odur kendini hep
Allah’a taşır; ve derin
gölgeleri durur,duru
göllerde,dur, sen Hölderlin,
şair ve deli! ikisi bir!
şairsin,hüznünden belli
oluyor bu: delilik bir çiçektir
ve adı: sadık hizmetkârınız
Scardanelli

Hilmi Yavuz