Bütün suyunu dışarı terleyen
Kuru ota döndürdün beni
Kırkına ermeden, neden?
Kış odasında camda buğu şimdi nefesim
Bozkırda erguvan rüzgârdı eskiden.
Birhan Keskin
-Ba-
Şub 23
Şub 23
Benim saçlarım yumuşak. Havva’nın saçları keçe gibi. Annem ustura ile iki defa kazıttı saçlarını uzasın diye, ama uzamadı, kısa kaldı. Burnu da öyle biçimsiz ki! Yamyassı. Tıpkı okul kitaplarımızdaki maymunun burnuna benziyor burnu. Hiç sevmiyorum onu. Pis, hırsız.
Annem, bu gün onu bir temiz dövdü. Tabi( döver. Misafir odamızdaki güzelim halımızı kesmiş. Deli mi ne? Annem: “Kız niye kestin halıyı?” dedi. O. “Kuş var halının içinde”, dedi “Beyaz kuş. Onu çıkartacaktım.” Gördün işte kuşu. Bir “Tövbe tövbe ana” bellemiş, onu söyler.
Bari bir işe yarasa. Ne olacak görmemiş ki! Sen onu bırak, öteyi karıştırsın, beriyi karıştırsın sade. Miskin. Üstüne bir de ağır. Sekiz saatte bir bulaşığın içinden çıkamaz. Sonra da doymak bilmez. İyi vallahi!
Geçen gün de ne oldu. Annem misafirliğe gitmişti de. Evde yalnız kaldık bununla. Bizim komşu imamın oğlu Recep evimizin önünden geçti. Döndü gene geçti. Ondan sonra da oturdu karşı kaldırıma, şarkı söylemeğe başladı. Nasıl da bağırıyor pis pis. Bu da oturuyordu sedirde. Bir fırladı durup dururken yanımdan. Korktum. Sonra merak ettim, ne oldu buna diye. Gidip baktım arkasından. Mutfağa girmiş, pencereyi açmış el sallıyor utanmaz. Anneme söyleyeceğim ama. Görür gününü o. Lekeli entarimi sakladığım yerden çıkarıp anneme göstermesini biliyor ama. Ne yapayım. Dut lekesi işte. Çıkmadı. O kadar uğraştım. İnşallah başına bir bel( gelir de kurtuluruz. Allahım şunu öldür.
Nasıl çıktı dediğim. Oh olsun! Kütük gibi şişti bacağı. Geceleyin asmadan üzüm koparmağa çıkmış, düşmüş, doğru idare lambasının üstüne. Cam kırıkları yağına girmiş hep. Aptal.
Babam da çok merhametli. Kalktı bu çirkin kızı İstanbul’a götürdü. Yalnız kaldık. Annem gizli gizli ağladı.
Bir aydır rahatız. Keşke hiç gelmese bu Havva.
Geldi ama. İyi olmuş.
Annem dün dedi ki: “On baş soğan koysam bu kızın önüne yiyebilir mi acaba?” “Koyalım anne, bakalım yiyebilecek mi?” dedim. Koyduk. Vallahi bitirdi hepsini. Şaştık kaldık. Gözlerinden zırıl zırıl yaş akıyordu da gene yiyordu. Sonra annem: “Kız sigara da içer misin?” dedi. “İçerim”, dedi. “Al şunu iç hadi.” Meğer sigaranın içine tuz koymamış mı annem! Çatır çatır sesler çıkmaya başlayınca korkusundan sigarayı atıp öyle bir kaçtı. Katıldık gülmekten.
Sütçü Hacı bunun için bıçak çekmiş g(ya Recep’e. Bir de bu çıktı. Geçen gün annemin yanında da söylemez mi! Öyle kızdı annem. “Kız nasıl söz o öyle”, dedi. “Duymayım bir daha bak. Yoksa öldürürüm seni.” Annem öyle dedi, ama o gene bana: “Vallahi bıçak çekti kız”, diyor.
Annem bir yere gittik mi onu eve kilitler. Yoksa alır başını gider. Bir gün az daha ölüyordu. Annem çamaşırlığa kilitlemişti de. Maltızda kömür varmış. Akılsız pencereyi açıversene. Neler çektik. Sarımsaklı yoğurt yedirdik. İçim bulanıyor. Altına etmişti.
Fatm(nım diyor ki: “Bu kız kedi canlı, gebermez.” Haklı. Domuz gibi yiyor. Ama ne versen. İki tanecik misafir şekerini anneme söylemeden aldım diye, on değnek yedim avcuma. Onun yüzünden. Nereden de görmüş fesat.
Annem de tuhaf ama. Başını dizlerime koyuyor, öyle yatıyor. Bazan da dizime daha çok bastırıyor gibi geliyor bana. Dizim çok ağrıyor ama çekemiyorum. Yüzüme öyle tuhaf tuhaf bakıyor ki!
Sonra bir gün kapıdan dinledim. Babam anneme: “Aç ağzını tüküreceğim”, diyordu. Annem de: “A! Bey olur mu öyle şey”, diyordu. Sonra babam kalın kalın güldü: “Denedim seni be!” dedi. “Sen ağzını aç bakalım bir kere, tükürecek miyim?” Şaştım kaldım. Neden böyle konuştular? Kaç kere anneme sorayım dedim, sonra vazgeçtim. Kapıdan dinlediğimi anlarlar diye. Zaten annemden ödüm kopar. Vururken sesini çıkarmayacaksın. Hele bağır. Ben bağırmıyorum ama ağlıyorum. O deli hiç ağlamaz. Avazı çıktığı kadar bağırır sade. Babam kaç kere: “Bu kız adam olmayacak, gönderiverelim köyüne gitsin.” dedi. Gitse de kurtulsak ya. Annem: “Acıyorum kıza”, dedi. “Kimsesi yok. Hem kuvvetli. İşime yarıyor. Nasıl olsa l(zım biri.” Bari o kadar iyilik ediyoruz, o da uslu uslu otursa ya. Bir de tutturmuş karnım ağrıyor diye. Ağzı öyle fena kokuyor ki! Sonra iki de bir, solucan bulup beni korkutuyor. Bu yüzden iştahım kesildi. Anneme de söyleyemedim. Söylesem o da sürahimizi benim kırdığımı söyleyecek anneme. Halbuki Mestan kırdı sıçrarken. O kırmadı ama ben öyle dedim anneme. Ne yapayım ucunda sopa var sonra!
Havva üç gündür hasta. Evin içi leş gibi kokuyor. Ne yaptıksa kar etmedi. Alttan üstten gidiyor. Kimi sürgün dedi, kimi humma. Doktor da adını unuttum bir şey dedi. Allah korusun hepimiz ölürmüşüz. Sonra değil, dedi. Bereket ben okula gidiyorum. Kokudan durulmuyor yoksa.
Neyse onu kömürlüğün yanındaki odaya koydular. Babam evi badana ettirdi. Annem de günlük yaktı. Benim odamın duvarları yeşil. Ben bazan aşağıya inip penceresinden odasına bakıyorum. Çarpınıp duruyor. Kazık kadar kız ufalıvermiş. Ne oldu buna? Ama o ölmez ki. Gene iyileşir. Bacağını keseceklermiş İstanbul’da. Keşke kesselerdi. Otururdu bir köşede hiç olmazsa. Hep pis boğazı yüzünden başına bu belalar geliyor. Şimdi pişman olmuş kaç para eder. Annem sıkıştırdı da söylemiş. Çöplüğe attığımız yağ tenekesinin dibini sıyırmış, yemiş de ondan böyle olmuş. Komşular paslı tenekeden zehirlendi diyorlar. Annem: “Bir de okutsak mı acaba” diyor.
Annem bu gün ağlıyordu. Zavallı annem. Beni çok döver ama onu çok severim. Kaç bayram kendi güzel elbiselerini bozdu da bana dikti. “Niye ağlıyorsun?” dedim. “Havva ölecek galiba kızım”, dedi. “Ona ağlıyorum.” Birden benim de içim doldu. Ben de ağlamaya başladım”. “Havva ölecek ha! Ölmesin anne!” “Belli olmaz kızım. Her şey Allahtan. Hadi git ağlama.” Annem öyle dedi, ama ben ağladım. Sonra inip odasına penceresinden baktım. İki tarafına çarpınıp duruyordu. “Allahım ne olursun ölmesin”, dedim. Allahım öldürme onu! O gene çarpınıp duruyordu. Birden karnıma bir ağrı girdi. Bağırayım dedim, sesim çıkmazı. Ortalık da kararıyor. Olduğum yerde kalakaldım öyle. Neyse ki köpeğimiz geldi yanıma. Kuyruğunu sallayarak. Kafasını okşadım köpeğimizin. Sonra onunla merdiven başına kadar geldik. Karnımın ağrısı geçti.
Az sonra, annem, babam, doktor geldiler. Ben de kapı aralığından baktım. Doktor, Havva’nın koluna iğne yaptı. Havva bağırmadı. Üçü de durup beklediler. Babam çenesindeki sivilceyle oynuyordu. Sonra annem babamın yüzüne baktı. Babam eğilip doktorun kulağına bir şey söyledi. Doktor başını salladı. Sonra Havva’nın gözleri açıldı. Annem Havva’nın yanına gitti, yatağına diz çöktü. “Kızım Havva iyi misin evladım?” dedi. “Bak iyileştin artık. Canın bir şey istiyor mu? Ne pişireyim sana?” Havva baştan bir şey demedi. Sonra gözünü iri iri açtı: “Baklava”, dedi. Sonra da öldü
Vüsat O. Bener
Şub 23
Beklerken birden onu gördüm. Köşedeki duvarın orda durmuş, bütün alımlılığıyla bana bakıyordu. Bizim gibi mütevazı, binalarının dış cephesi kilim desenli mozaiklerle kaplanarak güzelmiş gibi gösterilen bir mahallede ne arıyordu bu bebek? Kendimi daha fazla tutamadım ve yanına gittim. Evet şu ana kadar mahallemize girmiş en süpersonik arabaydı o ve beni çok etkilemişti. Asil adımlarla yanına yaklaştım ve acaba kaç yapıyor diye ellerimi gözlerimin kenarlarına siper ederek içine baktım. Geniş iç hacmi ve iç mekan tasarımının zarif olduğu kadar rahat da olması beni daha da bi etkiledi. Ben öyle etkilene etkilene arabaya bakarken birden alarmı çaldı. Panik halinde ‘çüküde çüküde çüküde’ diye ordan kaçtım. Karşıdaki balkondan bi adam çıkıp ‘Laan dolaşmayın arabanın etrafında’ diye bağırdıktan sonra küfretti. Zarif bir insan evladı olduğum için ‘Abi kusura bakma, ben sadece arabanın kadranına bakacaktım’ diye özür diledim. Adam ‘Umut sen misin lan tırto?’ diye beni tanırcasına seslendi. Güneş arkasında olduğu için yüzünü seçemiyordum. ‘Evet benim abi, fakat siz?’ diye sordum. ‘Yakup lan, Yakup! Tanımadın mı? Dur bekle, aşağıya geliyorum’ dedi.
Yakup’la çocukluk arkadaşıydık, annem sürekli Yakup’u bana ‘ateş gibi çocuk, mateş gibi çocuk’ diye överdi. ‘Her gün bulgur yiye yiye, yemeden içmeden Zeytinburnu’nda ev yaptırdı ailesi’ diye örnek gösterirdi Yakupgil’i. Ama bütün bunlara rağmen Yakup bana karşı hep saygılıydı. Küçükken o Pinokyo bisikletiyle gezmekten yorulduğunda bisikletini bayırdan binmeden çıkarmama izin verir, hatta evlerine kadar götürmeme de müsaade ederdi. İyi çocuktu Yakup. Aynı mahallede oturmamıza rağmen yıllardır görüşmemiştik. İndi aşağı, konuştuk. Başladı arabasının özelliklerini anlatmaya. Dur durak bilmiyordu, anlattıkça anlattı. İnceden uyuz oldum Yakup’a. ‘İstersen bir tur vereyim. Ha ha ha!’ deyince iyice tepem attı. Neyse ki o anda ekmek arabası geldi. Tam bakkala girerken ‘Ne var oğlum, ben de Bora Sürücü Kursu’na yazıldım’ diye laf soktum.
Ekmeğimi alıp sinir içinde eve döndüm. Dolaptan reçeli çıkarıp, kaynaya kaynaya suyu bitmiş çaydanlığa tekrar su koyarak altını yaktım. Yakup’u, arabasını, onun zenginliğini ve benim şu halimi bir müddet düşündüm, sonra annemin ‘Bulgur yiye yiye ev yaptılar’ sözü aklıma geldi. Koşup kalem kağıt aldım, hemen iki yıllık bir kalkınma planı hazırladım kendime. Bu plana göre evdeki gereksiz eşyaları elden çıkarıp paraya çevirecek, kenarda köşede duran paraları da değerlendirecektim, ayrıca gereksiz harcamalarımı da kesecektim. Evet planımı şu anda, şimdi hayata geçirecektim. Hemen gidip kışlık pantolonlarımın, montumun ceplerine baktım. Kenarda köşede kalmış, astarın içine düşmüş 50 binlikleri, 100 binlikleri toplayıp, koltuğun altına iki gün önce düşmüş olan 250 bin lirayla birleştirip dikiş kutusunda bir fon oluşturdum. Evet planım tıkır tıkır işliyordu. Sonra gözüme masa üzerindeki reçel kasesi ilişti. Reçel benim için gereksiz bir harcamaydı. Hemen kaseyi paketleyip dışarı çıktım. Bu arada aldığım ekmeği yemeyip akşam yiyecek olmam, plana dahil değildi ama ayrı bir kar marjıydı.
Minibüse binip dergiye doğru hareket ettim. Şoför bir müddet sonra ‘Evet ücretini uzatmayan kalmasın!’ diye aynadan beni keserek seslendi. Cebimde bozuk olmasına rağmen külçe gibi bir 20 milyon çıkardım. ‘Arkadaşım bozuğun yok muydu?’ dedi şoför. ‘Yok abi’ dedim. ‘Al kardeşim paranı, nerden bozucam ben’ dedi. ‘Abi bozaydınız’ diye usulcasına seslenirken parayı cebime koydum. Bi müddet öyle gerilimli gerilimli gittik, sonra ben utanıp ‘E o zaman ben ineyim abi’ dedim. ‘E in bari!’ deyip indirdi beni. Evet Sarıyer’den Maslak’a kadar bedava gelmiştim. Başka bir minibüs çevirdim. Dördüncü Levent mevkiine geldiğimizde şoför bana ‘Arkadaşım sen ücretini ödedin mi?’ dedi. ‘Haa abi dalmışım’ deyip bu sefer bir milyon çıkararak ‘Şurdan bi Sarıyer alır mısınız?’ dedim. ‘Ne Sarıyer’i kardeşim, inip ters istikametten bineceksin sen’ dedi. ‘Öyle mi abi? Ben buranın yabancısıyım da’ deyip indim. Planım dahilinde 850 bin lira masrafa girmeden metro istayonuna kadar gelmiştim. Ordan metroya insan gibi binip dergiye geldim.
Dergide Serkan Altuniğne öyle mal gibi oturmuş espri düşünüyordu, merabalaştık. ‘Serkancığım, bir arkadaşım Malatya Arguvan yöresinin vişnelerini dalından kopararak yaptığı özel ev yapımı reçel getirdi. Satayım mı sana, hem çocuğa da yardım olur’ dedim. ‘Abi n’apıyım ben reçeli?’ dedi. ‘Öyle deme oğlum egzamaya, kolite, bağırsak düğümlenmesine birebir bu reçel. Tee Avrupa’lardan gelip yiyorlar bunu’ diye övdüm reçeli. ‘Eh bi bakiim’ dedi, paketi açıp gösterdim. ‘Abi bunun içinde ekmek kırıntıları var yaa!’ diye zırladı Serkan. ‘Ah be Serkanım, güzel olduğun kadar aptalsın da’ dedim ve ‘reçele bütün tadı veren o kırıntılar. Ekmek kırıntıları reçelle etkileşiyor ve öyle kıvama geliyor. O kırıntıyı at, bi şeye benzemez bu reçel’ deyip ağzına bi parmak reçel sürdüm. Baktım sevdi, 20 milyon fiyat çektim; pazarlık yaptık, 3 milyona anlaştık sattım. Odama gidip plana göz atıp, çeşitli notlar aldım. Plana göre günde 2 milyon 200 bin lira kar yapmam gerekirken ben bugün 3 milyon 850 bin lira artı bir ekmek kar etmiştim.
İlk gün için süper bi oran tutturmanın sevinciyle dolup taştığım anda, evden çıkarken çaydanlığın altını kapatmadığımı fark ettim. Panik içinde hemen bi taksiye atlayıp eve doğru gittim. Taksimetre arttıkça başımdan aşağı soğuk terler boşanıyor, hırsımdan elimdeki plan kağıdını küçük küçük parçalara ayırıyordum. Eve iki yüz metre kadar kala taksimetre 23 milyon 850 bin lirayı, yani cebimdeki bütün parayı gösterdiği anda taksiden indim. Hayırlı işler dileyip eve doğru koşmaya başladım. Eve koşarken Yakup süpersonik arabasıyla yanımdan geçti. Sanki ben de mahallenin küçük çocuklarıyla beraber onun arabasının peşinden koşuyormuşum gibi oldu. Yakup da öyle zannetti ki ‘Dori dori dori’ diye kornaya basarak daha bi coşarak geçti yanımdan.
Güçbela eve gittiğimde çayın altının kendiliğinden söndüğünü, zira tüpün bittiğini gördüm. Yeni tüp almak için dikiş kutusundaki fona baktım ama sadece 650 bin lira vardı. Sonra Yakup’tan borç istemeye karar verdim. Ne de olsa Yakup iyi çocuktu, bana karşı hep saygılıydı.”
Şub 23
Hiç tanımadığınız bir çocuğun büyüdüğünde tebessümle hatırladığı biri olmak istemez misiniz? Tanımadığınız bir çocuğun başını okşayıp, Bayram harçlığı verin.
Çocukluğumda sokağımızda tek başıma oynarken, uzun boylu bir amca yanıma gelip Bayram harçlığı verdi. Hemen her bayram yâd’ederim. Allah rahmet eylesin. (Kaç lira mı verdi dediniz? Tedavüldeki en büyük madeni paraydı.)
Cuma hutbesinde hocaefendi şu hadisi zikretti: Peygamber Efendimiz kurban kesmişti. Hz. Âişe annemize dedi ki: “Kurban etini ne yaptınız?” “Ya Rasulallah hepsini dağıttık, bir tek şu kürek kemiği kaldı.” “Hayır ya Âişe, o hariç hepsi bizim oldu.”
Babam, bayramda tanıdık-tanımadık her çocuğa az/çok harçlık vermeye gayret ederdi. Kurban etinin de çoğunun dağıtılması hususunda annemi tembihler, sık sık sorardı; “falana da verdin mi, filana verdin mi, az koyma…”
Ne harçlık verme, ne de taksimat hususunda babama çekmek nasip olmamış. Nefsim bunları yapmama mâni oldu. Babamdan miras kalan yeri geldiğinde gözyaşını çekinmeden dökmek. Ben de dün, bu hasletlerin bende olmamasına ağladım.
Şub 23
Tanabay upuzun bir ağaç tekneye parça parça kaya tuzu dökerdi. Atlar tuz yalamayı pek sever ve bunu bir ziyafet sayarlardı kendileri için. Ama, işte bu tuzu yalamak Gülsarı’ya bir felâket getirdi.
Şub 23
Şub 23
her kuş damlasının
bir adı olmalı
yere düşünce boynu ince
kıvılcım halinde
öylece bakakalmalıyım ardından
küçücük ay şeklinde ellerine
kimine horoz şekeri almalıyım
saydam gül tadında
kimine ölüm kokusu
vurulup düşen adını senin
tek bir toz zerreciği ile bile
seni düşünebilmeliyim
sana ait olan
ne varsa ömrümden
dönüp yeniden
sana ait olabilmeliyim.
Halim Yazıcı

Şub 23
kuşlarım konsun üzerine
ki seni seviyorum
kime nereden nasıl
tutunacağım
nasıl anlatacağım
bilemiyorum
kimi nereden nasıl
terk edeceğim
sarmalları kalbimin
nasıl kalır
neden ayakta ölür aylar
kim bilir
inanasım gelmiyor
bir bebek nasıl büyür
bir aşk nasıl dirilir
sesim olur.

Şub 23