KEŞKE,

her şey, olduğu gibi, kalsaydı.

Fal, açıldı.

Söz, bozuldu.

Yağmur taşı!
Yağmur taşı!
Yağmur taşı!

Taşı . . .
Taşı . . .
Taşı . . .

Seyhan Erözçelik

Kaniçiciler Taşlaşabilir mi?

Bir meyhane buldum,
mezarın karşısında.
Beni ararsan,
ya or’dayım,
ya tam karşında.

Aşkım, aşkın cânım,
ben içerdim, or’da

ben aşkını.

İçerdim Dünyâmı, Anamı.

Taşın suyu yok.

Sıktım,

biliyorum.

Seyhan Erözçelik

Erken Öten Bir Garip Olarak Tırsî

Zûr-ı kürekle geçdi bütün birden âşinâ

Bu rûzgârda olmadı hiç yelken âşinâ
*
Şitâda Tırsîyâ irler gibi kapu dolaşmakdan
Olup bir külkedisi evde hayrân olmamuz yeğdür
*
Bir tulum peynir yapayum diyü çok sa’y eyledüm
Süd suluymuş Tırsîyâ yayıkda ayran oldı hep
*
Şitânun ortasına irmedi kömür bitdi
Soğuk edâlara bir dalya kardur bâ’is
Gelmedin bu kara kış kar ile yağmur yağdı 
Hânemün her tarafı akdı tavanum diyerek
Hen heva yağmurlı vü yollar çamur
Ördeğe döndüm ne siyâset bana
İbrahim Tırsî

Rüyâ Gibi Her Hâtıra

Şimdi bur’da oturduğumda, gözlerimi kapıyorum,
Aklıma, Dünyânın en büyük taşı geliyor: Ayers.

Rüyâ, ne zaman gelecek? Aklıma mı, gelecek?

Rüyâmda, ner’deyim ben?

(Evde mi, Ana?)

Hâtıralar, rüyâdan rüyâya, taşınıyor.
Rüyâlarsa, insandan insana.

Ben, şimdi sendeyim.
Atıyorum yüreğinde.

Seyhan Erözçelik

İkinci Yada

Ey su! Yâ su! Taş ma, taş!
Aka dur gök ten, göz ler i m den,
çile m ne? Dağ ı na var dum,
ayna n ı gör düm. Ağaç tan
yürü düm,  san a bürün ü yor um. Sâk!

Ey su! Yâ su! Yağ dur  su!

Ak du i göz ler i m den, çile m var,
dayan a mı yor um, taş dun
iç i m den, ayna kırık. Ben ban a
bürün düm. Sâk! Ak ı ver göğ. Sâk! 

Yağ dur su!
Yağ dur su!

Sâk!

Seyhan Erözçelik

Aşk, Kalpte Birikir ve Taşlaşır.

Hem lodos var, hem dolunay.

Adonay elehenu adonay ehad!

Benim kalbimde lotos var.

Adonay elehenu adonay ehad!

Lotusu kim yalar?

Adonay elehenu adonay ehad!

Bu Dünyâda seni kim arar?

Lâ ilâhe illâllah . . .

Ben,
seni arıyorum.

Ner’desin?

Seyhan Erözçelik

Saçmalık

Boşuna,
kendi içimde dans ediyorum.
Kader bu,
başka bir şey değil.
Hayat daha çok
bir koyunun
parçalara ayrılmadan önceki
kısa ömrü.
Kader,
ateşte kızardığı
son andır.
duyduğum
ve elimde kalan tek şey
kelimeler.
Konuşmaya çalışmak
fakat sadece kelimelerin yankısı
geliyor bana.
Kupkuru bir dağım
hiçbir pınarım yok.
Sadece çılgınlık.

Boşuna,
hayat kupkuru bir çöl
benim içinde kaybolduğum.
Susuz bir hayvan gibi bağıran.
Hiç su yok.
Kendime olan inancımı kaybettim.
Hayal etmeyi bile bıraktım.
Boşlukta hiç rüya yok.

Çöldür bu,
ve ben ona mahkûm oldum….
Ölüm kapıyı çalarsa
bu mutlu bir son olur.
Fakat bu sürgünde
ölüm bile terk etti beni
sadece,
anlamsız,
saçmalıkta,
boşluk,
ağlayan, bağıran,
ölüm belki gelir de kurtarır beni.

Behruz Kia
neşideler / Şiirden Yayıncılık
Türkçeleştiren: Volkan Hacıoğlu

Paris Akşamları

Bu kent her şeyiyle bana yabancı
Caddeler, binalar, bütün insanlar…
Öyle hasretim ki ezan sesine
Ararım çevremde minare, cami
Lakin takılırım çan kulesine
Her semtin muhteşem kilisesine
Yâd el elemleri sarar içimi
Uzaklarda yurdum! Burdan çok uzak

Her mevsimi güneşli, masmavi göklü
Camili, kubbeli, kümbetli, köşklü
Ozanlı, garipli, kervansaraylı
Hele insanları: Alpli, Giraylı
Yok haber onlardan, baba evinden
Bu yüzdendir halim, kopuk bir yaprak
Her şey çok uzakta benden, çok uzak.

Gözlerim daima engine dalar.
İsterim ki her an, ana yurdumda
Dağları dumanlı yaslı Kırım’da
Duvarında mavzer ve Kur’an olan
Ata ocağında, bizim konakta
Bir bakır sinili sofra başında
İftar beklenilsin, dua edilsin
Ve sessiz sedasız yemek yenilsin,
Sonra şadırvanda abdest alınıp
Hep birlikte teravihe gidilsin.

Uyansam her sabah ezan sesiyle
Görsem Ayşeciği su testisiyle
Ninemi yaşmaklı, namaz kılarken
Dinlesem dedemi, Kur’an okurken
Başımı huşuyla yastığa koysam
Sonra toparlanıp yola koyulsam
Yahut günün şavkı vururken camdan
Heybetli sesiyle çağırsa babam
Anam da, “kalk yavrum, aslanım” dese
Tutup elleriyle omuzlarımdan
O müşfik haliyle sarılsa, öpse.

Semaver kaynarken ocak başında
Dünya Türklüğünden, Türk tarihinden
Bozkurt’tan, Turan’dan söz etse dedem
Sonra Türklük için etse de niyaz
Gözlerinden akan yaşını görsem

Evet! Yurdum uzak, burdan çok uzak,
Bir ferahlık yahut bir şevk umarak
Düşerim yollara akşamüstleri
Böyle çaresizim, yıllardan beri
Her zamanki gibi yorgun ve bitkin
Artırıp yükünü hasta kalbimin
Her an heyecanı gözlerimde yaş
Görmek ümidiyle bir Türk, bir dildaş
Dolaşırım Paris caddelerini
Yorgun akan Sen’i, köprülerini

Bir karakış vakti, Sen kıyısında
Kafamın içinde TÜRKLÜK ÜLKÜSÜ
Ruhumu kavuran yurt hasretiyle
Böyle göçeceğim ebediyete
Donmuş cesedimi bulup çöpçüler
Defnedilmek üzere götürecekler
Kimim ben, neyim, ne bilecekler!

Buğra Alp Giray

Ağustos Böceği Bir Meşaledir

Böcek ki akıtıyor damla damla ağzından
Üzüm ballarında süzülmüş ağustosu
Titreyen şıngırdayan bir çocuk oyuncağı
Ağustos bu seste
Bu durmayı unutmuş seste

Çam diyor ağustos böceği
Çamlara kasideler söylüyor
Tanrı’ya yakarıyor nesli tükenmesin diye
Bu hanedanın
Ağaçlar içinde şah ağaç olan bu hanedanın

Ey masalcı adam iftira ettin sen
Bu harikalar harikası böceğe
Onu suçladın tembellikle
En çalışkan onu görüyorum ben
Hiç bir karşılık beklemeden
Yazı ağustosu çamı çınarı
Tanıtıyor bize yazı ağustosu çamı ve çınarı

Ağacın dalında güneşe doğru yaklaşarak
Suyun, bir damla suyun değerini altın ediyor
Çiğ damlası bir zümrüttür diyor
Susadıkça eşsiz sesiyle şarkılar söylüyor
İlahiler okuyor güneşe gönderiyor
Sen bunları levha levha kızart diyor
Bir daha yanmayacak şekilde kızart diyor
Kıyamete kadar kalsın insanlığa uzat diyor

Güneşi yakıcı güneş bilen gölgeyi reddeden
Gölgede saklanma kurnazlığını reddeden
Aç kalma pahasına olsa da öten
Susamanın armonilerini en iyi bilen
Matemden alevden bir gömlek giyen
Yapraktan bir saray ören
Sesini bir şehir gibi boşaltan nehre
Dağlara kırlara ve ormanlara zerre zerre

Sonra kış gelince karıncalar saklanır toprak altına
Herkes bir önlem almıştır o hariç
O hep iyiyi güzelliği yaşamış
Özgürlüğe dalıp çıkmış yalnız özgürlüğe
Öbürleri hep gerçeklik taslamış
Ama o hep gerçeği aramış
Gerçeği aramağa çağırmış
Ve gerçeği yaşamış

Sizin acımanıza gülüp geçiyor
Sizi gidi faydacılar çıkarcılar sizi
Üzülmeyin evi yok yuvası yok diye
Kışlık erzak biriktirmemiş diye
Sizin acımanıza yok onun ihtiyacı
– Sahtedir zaten acımanız
Siz ancak alay edersiniz acımasız–
Özgürlüğün sesidir o ürkmez korkmaz
Titremeden geçer gündüzden geceye

Bir başka ağustosta yeniden doğacaktır
Ağaçların tepelerinde güneşe en yakın yerde
Tanrı’nın sırrıyla bir mucizeyle
–Oysa nesli kesilmeliydi size göre–
Ama hiç bir zaman hiç bir yerde
Sönmez tanrının yaktığı meşale
İstersen bir böcekte olsun o meşale

Temmuzda ağustosta ağaçlar cayır cayır yanarken
Yalnız o, odur teselli eden dayanın diyen
Yaşamanın en büyük ilkesi sabrı öğütleyen
Yavru kuşlara masallar anlatarak geceye serine götüren
Adeta güneşle onların arasına bir perde geren
Şırıl şırıl sesiyle onları serinleten
Gözlerine ışıltılı vahalar gösteren
Çeşmelerden su sesleri alıp getiren
Sesiyle – o ufacık gövdesinden tüten–
Dağ gibi sessiz korumasız bahçeyi örten
Herkese her yere mutluluk saçan sevinç serpen
Dünya cehennemine cenneti karşı diken
Işık kıyametine mızraklar havale eden
Harbeler gönderen oklar atan sesinden
Ağustos böceği deyip hor gördüğümüz
Minik göğsünde bir koskoca orkestra taşıyan

Hiç yere hiç bir şey yaratmamış olanın
Bize gönderdiği bir muştucu o yaratık
Uyarıcı ve muştucu bir yaratık
– Tanrı boş yere bir şey yaratmamıştır
Anlayan için muştucu duyan için uyarıcı –

Ateşle dans eder o güneşle dans eder
Çırçıplak çıkar güneşin karşısına
Belki yaşayamaz güneşi eksik kışta
Fakat ardında unutulmaz bir yaz bırakır

Sezai Karakoç

Eziyet

Ağaç duruyor.
Yol da, ot da.

Duran bir şey var bende,
ağaç gibi.
Onu ayaklandırıp, oradan oraya
gitmem zor.

Bende bir ağaç duruyor, bir ot
Eserse arada rüzgâr
Ağacın saçlarını o tarıyor.

Aşk ayaklandırmıştı bir kere
hatırlıyorum, ama…
Şimdi rüzgâr şimdi güz
Ağacın dallarını zorluyor.

Birhan Keskin