Biyografi Şiir ve Kader

Önce insanlara anlatır hayatını ozan;
sonra insanlar uyuyunca, kuşlara;
daha sonra uçup gidince kuşlar, ağaçlara anlatır…
Rüzgâr eser sonra dallarda bir hışırtı.
Şöyle de anlatılabilir bu:
insanlara anlattığım gururla doludur;
kuşlara anlattığım müzikle;
ağlayışla, ağaçlara anlattığım.
Ve bir türküdür bunların tümü, Rüzgâr için ezgilenmiş
birkaç kelimesini anımsayabileceği ancak
bu tek ve belleksiz dinleyicisinin.
Hiçbir zaman unutmadıklarıdır ama anımsadığı bu
kelimeler taşların.
Sonsuzlukla doludur ozanın taşlara anlattığı.
Ve kaderin türküsüdür, unutmaz yıldızlar da.

León Felipe


Üzülmek İçin Gerekli Malzemeler

Yaratılmışım demek sudan ve bahaneden
Ama kurumuyor bir türlü günlerin ıslattığı
Bu değil sadece beni derinden üzen
Bulanıyor gökyüzü taş atınca bir kuşa

Bir mümin gibi kapanmış dünya
Kendi aşkının ayaklarına
Ben de şayet aşkıma bir ırmaktan yağacaksam
Bu ırmağı yağdırandan razı olsun mu Allah
Söyleyin yağmura beni görmeye gelsin
Üstüme yağsın ve anlasın ki
Kusursuz olmak yakışmıyor insana.

Sessiz olmalıyız bir bıçak gibi
Çünkü biz buradan gidince gitmiş olmayız
Bir şeyler bırakırız belki bir kırık nesne
Evden çıkarken aynaya bakamayanlar utançtan
Güneşe bakar gibi bakarlar ona

Bir yaprağı kim çizer ağaçtan daha iyi
İşte gök, bu mavi kumaştan dik ikimize bir elbise
İşte aşk, yüz vermeyen her tebessüme

Oysa bizim gibi değil onlar
Gidenler gidiyor gidenler gidiyor gidenler…
Mevsimleri kapatıp giden kuşlar gibi
Gidenler gidiyor gidenler gidiyor gidenler…
Oysa biz öyle değiliz
Benim hüzne yetecek malzemem var
Giderken bırakırım belirsiz bir nesne, yani gitmiş olmam
Gittimse aşk için kaldımsa aşk için
Öldümse aşk için döndümse aşk için
Ben şimdi bu şiiri harf harf yazdımsa aşk için
Unutulmak için uyuyanlar ne bilsin
Yaratılmışım demek sudan ve bahaneden

İbrahim Tenekeci

Bütün bu karışıklığın üstesinden gelmek için şiir yazıyorum

Hayat hikayelerine bayılırım. Ben toprağa 36 numara ayaklarıyla basan, biraz şaşkın bir kadınım. Tuhaf bir masal. Yerde ne var yer boncuk, gökte ne var gök boncuk, işte ortasında ben varım. Hayatım uzun süren bir şaşkınlıktan ibaret olacak sanırım.

Uslu, içine kapanık bir çocuktum ben. Ancak nedense birdenbire olmadık şeyler yapardım. İlkokul 1. sınıftayken evden kaçtım mesela.

Lisenin bahçesine gidip ayaklarımı kırmızı balıklı havuzun içine soktum. İğde ağaçları vardı bahçede bir de. Beni akşama buldular. O gün annemden yediğim dayak beni epey idare etti. 18 yaşıma kadar bir daha evden kaçmadım. Sonra 18 yaşımdayken bir daha evden kaçmaya karar verdim. Babama hitaben artık büyüdüğümü ve diğer bazı ehemmiyetli hususları belirten bir mektup yazdım. Sanırım kırmızı balıklı havuzu özlemiştim. Ancak bu kaçışımda bir daha eve dönmedim. Hatta evlenip kaçarak evlenen ilk şehirli kız unvanını aldım.

Yine ilkokuldayken, bizim sınıfta hep şımarık zengin çocukları vardı. Müstahdemin oğlu da bizim sınıftaydı. Onu hep iter kakardık. Çok ezik ve sessizdi. Bir gün işi iyice azıtıp onu köşeye sıkıştırdık ve mataralarımızdaki suyu kafasından döktük. Soğuktu. Üşümüştü ve titriyordu. Birden gözlerim onun kapkara, kocaman ve acı çeken gözleriyle karşılaştı. Afalladım ve kalakaldım. Eğer şairler birdenbire şair oluveriyorlarsa ve ben de eğer bir şairsem, işte o gün şair olmuşumdur kesin. Belki o kara ve kocaman acıdan özür dilemek için yazıp duruyorumdur.

13 yaşımdayken annem öldü. Hani bazı insanlara isimleri çok yakışır ya, işte annem o insanlardandı. İsmi Füsun’du. Annemden bana kalan tek miras bir sihirdir. Onu ne zaman özlesem hep bir şiir yazdım.

Çocuk romanlarını çok severim. Özellikle Uzunçorap Pippi’yi. O benim kahramanımdır. Çilli, kırmızı saçlı ve palavracıdır. Bir gün hayatımı hiç nokta konulmadan yazılmış bir çocuk romanı olarak yeniden kurmak istiyorum. Belki her noktanın bir süre sonra kanayan bir virgüle dönüştüğünü bildiğimden. Aniden şiir yazmayı bırakıp, çocuk romanı yazmaya karar verebilirim. Zaten hiç prensibim olmadı benim. Bazen “Bak kızım şu üç günlük dünyada senin de bir prensibin olsun, bak elaleme nasıl prensip sahibi” diye nasihat ediyorum ama olmuyor. Olamıyor. Dolayısıyla şiir yazmak gibi bir prensibim yok.Derdimi anlatmaya çalışıyorum ben. Patates baskısı yaparak derdimi anlatmam mümkün olsaydı, kuşkusuz öyle yapardım. Hem eğlenceli olurdu böylesi. Hem daha az zarar verirdim kendime.

Pek çok işte çalıştım. Sekreterlik, anketörlük, pazarlamacılık, tezgahtarlık. Hepsinden de istifa ettim. İstifa etmeyi çok sevmişimdir hep. Tam benim tarzım. İstifa etmek kendimi çok asil hissetmemi sağlardı. Bence herkes en azından bir kere şöyle anlı-şanlı istifa etmelidir.Tavsiye ederim.

Boşandıktan sonra bir bodrum katında yaşamaya başladım. İkide bir su basardı orayı. Ben de eşyaları bir kenara toplar, sabırla pis suyu boşaltır ve Tanju Okan’ın `Kadınım’ şarkısını mırıldanırdım. “Sevdiğim o kadın yok artık bu evde” pis su boşaltıp ev temizledikten sonra, sevdiğim o kadın olurdum ben yine. Kendimi iyi ve güçlü hissederdim. Çapkın hayallerin çirkin ördeğiydim ben orada. Öyle çok mutlu oldum ve öyle çok acı çektim ki özgeçmiş falan hikaye, benim orada geçirdiğim üç yılda en özlü geçmişim saklı.Bir insanın hayatındaki en özlü şeyin, delirmek olduğunu fark ettim ben orada.

Tam artık hayattan istifa edip, kendimi hepten asil sanacağım sırada oradan taşındım.Taşınmam gerekti. Kapıya kimin olduğunu bilmediğim şu iki dizeyi kurşunkalemle yazdım: “Irmağımda başımın döndüğü yıllardı / geçtiğim her yerde benden bir şeyler kaldı

Sonra içime ve hatta dışıma kapandım. Küsmek gibi bir şey. Bir çeşit gölge fesleğeni. Bir çeşit olmayan hayat. Zaten hiçbir şeyi kararında bırakamamak ve ortasını bulamamak gibi bir sorunum var benim. Epeyce göçebe yaşadım, sadece iki valizim oldu. Bir yığın insan tanıdım. Ama hep yalnızdım.

Herkes nasıl oluyorsa kafasının içinde dolaşan kırk tilkinin kuyruklarını birbirine değdirmemeyi başarıyor. Bende bir kısa devre durumu var, organizasyon bozukluğu.

Hay Allah, Mustafa Topaloğlu gibi konuşmaya başladım.Ama bu işime geliyor biraz, beni eğlendiriyor. Prens Mizkin’in dediği gibi “Budala olsaydım, budala olduğumu düşündüklerini anlar mıydım hiç.”

Bütün bu karışıklığın üstesinden gelmek için şiir yazıyorum. Benim gibi sağı solu belli olmayan biri için ve bir göçebe için şiir iyi bir yol arkadaşıdır. Yerin yedi kat dibine de gitsen, göğün yedi kat üstüne de çıksan seninle gelir. Şiir imkansız bir şeydir, mümkün değildir, çaresizdir. Bunu hissediyorum ben hep onda kendi umutsuzluğumu buluyorum.

Hani Yılmaz Güney’in “Umutsuzlar” diye bir filmi vardır. Hani Filiz Akın balerindir. Fırat ya aşkı ya silahı seçmek zorundadır. Aşkı seçer ama vurulur. İşte ben şiirlerimde Fırat’ın vurulduğu sahneyi yazıyorum.

Gelinciklerle dolu tarlalara baktığımda üzüntüsünden kan tüküren Allah’ı görüyorum. Aslında bir tür veremli kız şarkısı söylüyorum, herkes bunun şiir olduğunu düşünüyor. Ne yapayım, aşkın başka türlüsünü bilmiyorum.

Dergilerde falan bazen okuduğum şiirler öyle süslü ve özenli ki, bazen utanıyorum. Ben herhalde gündelik hayatımda süslü bir kadın olduğumdan, şiirlerimi süsleyip, saçlarını tarayamıyorum, vakit olmuyor. Benim şiirlerimin öbürlerinin yanında hamamdan çıkmış ahretlikler gibi bakımsız durduklarının farkındayım. Bu yüzden sanırım hep acemi bir şair olarak kalacağım. Zaten hiç oturup şurasını şöyle yazayım, hatta şurasına bir kuş kondurayım diye düşünmüyorum.Yazıyorum sadece.

Ayrıca o güzel ve süslü şiirler aynı bizim köşe başlarındaki Noel Babalara benziyorlar. Pamuk sakalları, doğulu ve esmer yüzlerini saklayamıyor bir türlü. Yine de tonton ve şirinler tabii. Ben yine de komşu teyzelerin rüyasına giren nur yüzlü, ak sakallı dedeyi daha esaslı buluyorum. Gaipten gelecek her türlü haberi dikkatle dinlemek lazım geldiği kanaatindeyim.

Edebiyat dünyasında neler olup bittiğinin pek farkında değilim. Dergileri de elime geçtikçe okuyorum. Mutlaka iyi şeyler oluyordur. Kendimi edebiyat dünyasına ait hissetmiyorum. Ben daha kıyıda köşede bir yerdeyim. Zaten son üç senede genelde Peygamberler Tarihi, Gazali, Arabi, Şeyh Galip, Mevlana falan okudum. Bu yüzden son dönemde bir edebiyat okuru bile sayılmam. Ama beni en çok etkileyen şairlerden biri Edip Cansever’dir. Bir dönem kendimi Cemile Hanım yerine koyup mektuplar yazdım. Ancak Hilmi Bey yeterince Hilmi Bey olmadığından, vazgeçtim mektup yazmaktan ona.

Kadınlar hâlâ bezik oynuyorlar mı bilmem. “Her şeyi gördüm, içim rahat” diyebilecek kadar iyi bir şair değilim. Ben “eh bir şeyler gördük işte” diyebiliyorum sadece. Son dönemde elimden geldiğince bir hanımefendi gibi davranmaya çalışıyorum. Okulu bitirip hayata atılacağım artık. Hukuk Fakültesi son sınıftayım. Ben de çilemi bu şekilde dolduruyorum işte.

Kedileri çok severim. Sokakta geçenlerde bir tane gördüm. Siyah, uzun tüylüydü. Göğsünde beyaz bir leke vardı. Bembeyaz, pos bıyıkları vardı. Aynı Nietzsche’ye benziyordu.Alıp eve getirsem, teyzem istemezdi herhalde. Üzgünüm, Nietzsche sokakta kaldı.

Yürüyen merdivenlerden korkuyorum. Ben gideceğim yere kendim giderim. Ne münasebetle kayıp gidiyor onlar. Anlatabileceklerim şimdilik böyle, çok eğlendim teşekkürler.

Didem Madak

Kaynak: http://izdiham.com/

Bir Cemal Bir Canan Birdir İkisi

Sen benim incelticimsin
Bana Cemal’in yadigârı

Sen doğmadan sevmişim seni
Ölüm bahanesiyle kapanmadan kalbim

Ki ölülerin papatyasıdır kasımpatılar
Hadi gel kırlara gidelim

Ben bulutlarımı sundum sana
Sen yeşillerini uzattın dallarının

Kuşlar sığınacak bir yer buldu ama
Sözcükler yitip gitti ağaçlar kaldı ortada

Sığındık pul çiçeğine mühür çiçeğine
Yıpranmış mektuplar gibi iki gözü iki çeşme

Birine sen ağladın birine ben
Bu senin gözyaşın bu da benim / bak

Bak o bulut hep başımın üstünde
Olmasaydı / o öpücüğü de unuturdum çoktan

Oturduk beraber bekledik Cemal’i
Beklemek bu kadar güzelken

Hüzünlü bir istasyondu Kadıköy
İyi kötü yaşayıp giderken

O gün bugündür kaç ay salınıp geçti
Gökyüzünden / dönmedi Cemal ‘Sevda Sözleri’ nden.

Ahmet Ertan Mısırlı

Yalnız alnıma değsin ellerin

Sabahın güneşi sabaha kalsın
akşamın güneşi akşama…

Günlerin gündüzlerin güneşi
Alnıma
Yalnız alnıma değsin ellerin

Ol karasevdalar hatırası için
sevdin de, sevmedim mi seni?

Refik Durbaş

İki Sevda Arasında Karasevda
Ümit Yayıncılık – 1994

Yaşadım ve yaşlandım İstanbul’da

Yaşı, sonbaharın yaşında sevdalarla
Yaşadım ve yaşlandım İstanbul’da

Bu hicran, kimden armağan sanıyorsun?

Refik Durbaş

Hal

Bir tencere kaynar ocakta,
Et mi kaynar, dert mi kaynar

Bilinmez.

Bir adam gezer sokaklarda
İşi var mı, gücü var mı

Sorulmaz.

Ekmek umar, aş umar evdeki
Bulunsa da, bulunmasa da

Darılmaz.

Çağırırlar, çağırırlar da dost
Karlı dağlar ara yerde

Varılmaz.

Mehmed Kemal / 1954

Ne zaman yüzün düşse yâdıma

Ne zaman yüzün düşse yâdıma
bir fotoğrafta el ele tutuşmuş gibi ellerimiz

– Bu gece de yine hasretin için ağladım

Refik Durbaş

Deniz

Şimdi her uyanık limandan uzak,
Derinlerde engin bizi sarıyor.
Güverteden korsan gibi aşarak
Ne arıyor sular, kimi arıyor?

Yolcular yolcular deniz çağrıyor,
Çağrıyor kükreyen suların sesi.
Kükreyen, çıldıran sular bağrıyor,
Bağrıyor toplamak için herkesi.

O yandan bir vapur, bu yandan yelken,
Kimi dün kalkmıştır, kimi bu sabah.
Kimbilir nereye doğru giderken
Onları burada topluyor Allah.

Ey şimdi hepsinin, ardımda kalan
Yüzleri dağılmış, solgun birer iz.
Hemşirem teselli, kardeşim yalan,
Gidiyorum artık çağrıyor deniz,

Çağrıyor ve sular bizi arıyor,
Arıyor kükreyen, çıldıran sular,
Geriye dönmek güç, ilerlemek zor,
Ne uzak bir ışık, ne bir liman var.

Yolcular, yol uzun ve her birimiz
Ya küçük bir ilah, ya bir kahraman.
Dalgalar, siz fakat yol gösteriniz,
Nerdedir ruhumuz için son vatan?

Ahmet Kutsi Tecer

Berber Aynası


Berber aynasında birden kendimi gördüm. Tanımadığım biri vardı karşımda. Bütün bütüne yabancı da değil. Çok uzaklarda kalan bir dostu, bir arkadaşı hatırlatan bir yüz. Yıllarca geride bıraktığım bir bildik. Yarısı sabunluydu yüzümün. Bir el burnumu baş parmağiyle yukarı itti. Usura dudaklarımın üstünde dolaştı. Bir kol karşımdaki aynayı örttü. Deminki hayali yeniden yaşadım. Kirli aynadaki yüzü bu defa kendi içimde seyrettim. sağıma soluma bakamıyordum. Çivilenmiş gibiydim sandalyemde. Gözucuyla aynaya baktım. karşı duvarda bir takvim asılıydı. sarışın bir kız bacaklarını altına almış, oturmuştu. Bir rafda ufak bir radyo, yanda bir portmanto. Bir delikanlı gazete okuyarak sırasını bekliyor.

Daracık bir yerdi burası. Tramvaylar tam önünde duruyor, insanlar binip binip bir yerlere gidiyor. Soğuk olmalıydı hava. Camın önünden geçip dönen herkes paltolu, trençkotlu. Arkamdaki portmantoda üç palto asılı. Biri benimdi herhalde. Ama hangisi? Bir tanesi lacivert, bir tanesi kahverengi, öteki de deve tüyü renginde. İki de şapka var. Bu şapkalardan biri muhakkak benim olacak. Severdim çünkü şapka giymesini. Ta lisenin son sınıfındayken bir fötr şapkam vardı. Öyle gider gelirdim okula. Kapıdan girerken şapkayı paltomun içine saklardım. Sınıfta ise sıramın kitap gözüne. Akşam okuldan çıkınca caddeye bir sokak kala geçirirdim başıma. Şapkalı olunca kimbilir ne kadar önemli bir kişi sayıyordum kendimi. Kızlar daha çok beğeniyor, insanlar daha çok sayıyordu. Sinemalardan, kahvelerden içeri daha başka bir ciddilikle giriyor olmalıydım. Selam vermek de ayrı bir değer kazanırdı bu şapkayla. Biri benimdi bu şapkaların muhakkak. Yanlarında bir de kitap vardı. Benim miydi acaba bu kitap? Bir merak aldı içimi. Nasıl şeydi o kitap, neler okuyordum, hangi yazarları seviyordum? yerimden kıpırdıyamadan karşımdaki aynadan paltoları, şapkaları, sarışın kızın çorapsız bacaklarını görüyordum. Hangi yıldaydık? Ay hangi ay, gün hangi gündü? delikanlının elindeki gazetenin başlığını tersinden hecelemeye çalıştım. Biçimsiz bir cümle çıktı: “SEATO konferansı dün toplandı” Kimdi, neydi bu seato? Takvimdeki günlerin yarısını kırmızı bir kalem çizmiş. Demek ayın ortalarındayız. Kış olmalı. Cumartesi, pazar değil, herhangi bir gün. Belki Perşembe. Saat dörtten biraz fazla. Okul öğrencileri tramvay bekliyor çünkü.

Berber bıyıklarımı usturayla aldı. Önümden çekildi. Berber aynasında kendimle başbaşa kaldım. bu defa yabancı, yarı bildik bu yüze iyice baktım. Saçlardan çeneye kadar. Epeyce seyrekleşmiş saçlarım. Şakaklarım ağarmış. Alnımda üç dört kırışık. Orta yerde bir yara izi. Nerden kalmış, nasıl olmuş. Gözlerimde uykusuzluk var. Bir tanesi kanlı. Yorgun gözler bunlar, yalnızlık içindeki bir kişinin gözleri. Anlaşılamamış, tanımamamış, kendini kimselere anlatamamış. Burnumda bir değişiklik yok. Yanaklarım şişik. Çenemin altında hafifçe sarkan bir deri parçası. Şişmanca bir insanın çenesi. Tek tek ele alınırsa anlamı olmayan vücut parçaları bunlar. Bütünüyle de bir kişioğlunun anlamsız görünüşünü çiziyor. Benzeri pek çok biri işte. Sırtımdaki ceket kahverengi olmalı. Beyaz örtünün arasından görünen kol ağızlarından anlıyorum. Boğazımı sıkıyor örtü. Yutkunamıyorum.

Berberin demindenberi bana birşeyler anlattığını yeni fark ettim: “Ne maçtı beyefendi” diyor, “Ne maçtı! “Lefter kaçırır mı penaltıyı hiç… Asıldığı gibi kalede..” Sesler uzaklaştı. Örtü sıkıyordu beni. Nedense berber örtüleri hep boğazımı sıkardı benim. Gık demeden dururdum gene de. Bitmesini beklerdim işkencenin. Aynada kendimi ilkokul öğrencisi olarak gördüm. Gene böyle bir beyaz örtü takmışlardı boynuma. Babam yan koltukta tıraş oluyordu. Saçlarımı üç numara makineyle kesmişlerdi. Çok dayatmıştım. Kabak kafamla okul arkadaşlarımın yanına çıkmak istemiyordum. Ama kafamın tam ortasında yürüyen makine ince, dar bir yol açmıştı saçlarımda. Bırakmıştım kendimi. Babamı seyrediyordum aynada. Luna Park’a gidecektik o gün. Babamın bir arkadaşı da iki kızını alıp getirecekti. Kabak kafamla kızların karşısında ne yapacağımı bilemiyordum. Aynadaki çocuğun içi içini yiyordu. Berberdeki müşteriler bana takılıyorlardı: “Tam pehlivan oldun işte”. Babam gülüyordu: “El ense çekilecek kafa böyle olur.” İçimde hayata karşı hem bir sevgi, hem bir düşmanlık vardı. Yaşadığımı ilk o gün, o berber aynası karşısında duymuştum.

Yaşamı zaman zaman böyle aynaların önünde daha doğrusu aynaların içinde duydum. Yıllar geçerdi, yaşamadan yaşardım böylece. Türlü serüvenler olur biterdi. İşlere girer çıkardım, kadınlar sever unuturdum, ıstıraplar, sevinçler, mutluluklar, yoksunlar… Hepsi, hepsi ben yaşamadan, yaşadığımı duymadan bilmeden olur biterdi. Çoğu defa kendimi, zalim bir aynada, bir berber aynasında seyrettiğim zaman buluverirdim. En çok, en uzun, en zorunlu olarak kendimi seyrettiğim yer berber aynalarıydı. Şimdi o tozlu, kırık, çeşit çeşit berber aynalarını hatırlıyorum. O aynalarda yaşayan, kaybolan kişiliklerimi. Örneğin bir defasında savaş vardı dünyada. Gazete satıcıları çığlık çığlık savaş tehlikesini bağırıyorlardı. Sonra gece bastırmıştı birden. Berber ışıkları yakmıştı. Ampulün üstüne mavi bir kağıt geçirmişlerdi. Sormuştum: “Neye böyle?” Berber aynadan bana şaşarak bakmıştı: “Karartma yok mu beyim?” ilk gençliğimi yaşıyordum o sıralarda. Yaşadığımın farkında olmadan neler neler yaptım? Çevreme kendimi nasıl, hangi kişilikle tanıttım? Beni bilenler hakkımda neler düşündüler? Nasıl bir izlem bırakmıştım onların üzerinde? Yaşamın anlamsız boşluğunu berber aynalarında okuyordum. Aylar, yıllar geçiyordu. Bir gün bir berbere gidiyordum. Bir aynanın önüne oturtuyorlardı beni. Gerçek kişiliğimin yansımasını yarım saat, bir saat karşı aynadan seyrediyordum. Birden yaşadığımı, yıllardır şu dünyada, şu yer üstünde, şu insanlar arasında, onlardan biri, bir teki olarak didindiğimi anlıyordum. Kafama bir şeyler dank ediyordu. Bir berber aynasından öteki berber aynasına kadar geçip giden yolu bir koşuda, yeniden ama bu defa gerçekten duya duya geçiyordum. Serüvenlerimi yaşıyordum. Şimdiki kişiliğimin ne olduğunu kavramaya çalışıyordum.

Bir bakıyordum, meğer ne boş, ne gereksiz işlere zaman harcamışım; Yanlış, çıkmaz yollara sapmışım! Ben o olayların insanı değilim. Olamam. Ben o kadınları sevemem. Yapamam üzerime aldığım bu işleri, bu görevleri! Her berber aynasında yaşantılarımın felsefesini yeni baştan yapıyordum. Bir saat kendimle başbaşa yepyeni kararlar vererek çıkıyordum dışarı. Son kez başka bir şehirdeki berber aynasında kendimi bulmuştum. yıllardır yaşamamış gibiydim. Ölmüştüm bir bakıma. Başka dünyalara gitmiştim. sonra nasılsa birden zaman çarklarını geri geri işletmiş, bir berber sandalyesinde bana yeniden yaşama, düşünme imkanı vermişti. Geniş bir asfalt cadde vardı dışarda. Karşıda iki büyük, geniş, parlak ayna. Çevremde kırmızı koltuklar. Bekleşen iyi giyimli insanlar. Yabancı bir yerde, başka bir şehirdeydim. sokaktan büyük otobüsler geçiyordu. İstanbul’da bulunmayan taşıtlar. Neresiydi burası? Ne arıyordum? Birden bir ses “Ankara Postası” demişti. Gazete satıyordu küçük bir çocuk. Ankara’daydım. Bir berber salonunda. Beni traş eden berber Ankara’nın sağlam soğuğundan bahsediyordu. Ben de “Bu kış gene hafif geçti. Ya geçen yıl?” diyordum. Demek yıllardır buradayım ben. Bu yabancı şehirde yaşamıştım! Sonra bir bir hatırladım hepsini. Evlendiğimi, bu şehire yerleştiğimi, bir bodrum katında oturduğumu, bir işim olduğunu, karımın yakında doğuracağını… Yaşam berber aynasından çıkıp üzerime çökmüştü. Bir anda birkaç yıl yaşlandığımı sandım. Sandım değil yaşlandım. Şunu anladım ki, ben onların birbiri ardına geçmesiyle değil, yılların içinde bir gün kendimi bir aynada, çokluk bir berber aynasında duyuverince yaşlanıyordum.

Birden berber “Siz gitmediniz mi?” dedi. “Böyle maç kaçırılır mı?” Bekleyen delikanlı radyoyu açtı. Bir kadın “Kiss me”yi söylüyordu. Berber “Lefterin şütünü kimse tutamaz. Bir gazetede okudum Beara demiş ki…” diyordu. Aynadaki yüz bembeyazdı. Kolonya yüzümü yaktı biraz. Saçlarımın iki yana taranışını seyrettim. paltomun, şapkamın hangisi olduğunu hala anlayamamıştım. Tuhaf olacak kalkınca içlerinde bir seçme yapmak. Gerçek yaşantımı yavaş yavaş koruyorum bir yandan. Gene ben o yalnız, anlaşılmadık insanım. Boşuna harcanan günlerin tümüne sahip. Yaşamadan yaşayan. Açıkcası yaşadığını sanan, yaşıyorum diye kendini çevresindekileri aldatan. Şimdi burdan çıkıp işime gideceğim. Gece ikiye kadar çalışacağım. Sonra işçilerle birlikte rüzgarda karda, yağmurda uzun yollar aşıp evime döneceğim. Aşklar aramış bulamamış, mutluluk istemiş kavuşamamış bir yeryüzü insanı. Berber aynasındaki adam bir anda birkaç yaş ihtiyarladı. Gene. Berber de anladı galiba. “Bugün yorgunsunuz” dedi. “Evet” dedim. “Gece çalışmak kolay değil. Dün hele hiç uyuyamadım” Dün daha önceki gün, bir hafta, bir ay, bir yıl öncesi var mıydı? Ben yaşamış mıydım? Başka bir bendi o, şu aynadaki değil.

Yan sandalyadeki müşterinin traşı benden önce bitti. Kalktı. Ne yapacak diye bekledim. Gri şapkayı lacivert paltoyu giyindi, çıktı. İşim kolaylaştı. Delikanlı şapka giymezdi. Hele kitap okur muydu hiç! Devetüyü palto olsa olsa ona yakışırdı. Aynadaki yüze gülümsedim. O da karşılık verdi. Kimbilir ne zaman yeniden buluşacağız. Nerde, hangi aynada? Hem buluşacak mıyız? Kalktım kahverengi paltoyu, kahverengi şapkayı aldım. Kitabı cebime soktum. Fransızca bir romandı. Kapının önünde durdum şapkamı, atkımı düzelttim. Berber aynasındaki yerimi o delikanlı almıştı şimdi. Radyodaki havaya uyup ıslık çalıyordu. Yaşamın içinde ayrı bir yaşam olduğunu sezmiyordu bile. Hiç bir şeyden kuşkusu yoktu. Mutluydu, memnundu kendinden. Her anını bile bile tadıyor, yaşıyordu. Berber aynalarına bıyığını düzeltmek saçına briyantin sürmek için bakıyordu. Dünyayı umursamaz yaşantısına imrenen birinin bulunabileceğini nerden bilecekti. Hem böyle bir kuşkusu olsa kalır mıydı mutluluğu? Gerçek kişiliğimi berber aynasında bırakarak sokağa çıktım. Hepsi benim dışımda olup biten serüvenlerin anlamsız akışına kendimi bıraktım.

Oktay Akbal