Bombiks Mori

Dört kat elbise değiştirdin Bombiks Mori
Ne tığ gibiydin, ne tığın vardı
Dokunmadan anlamak halis ipeği
Dokununca herkes anlardı

Fakat yalnızdın Bombiks Mori
Âhın kararttı kozanı
Keşke söyleseydiler
yaprağın ipek olacağını

Tüccarlar makaslar kumaş topları
Bıktın mı duttan
Hint portakalı mı çekti canın
Bombiks Mori
Kazanlar kaynarken yandı mı canın
Bedestende kelebek bulutları

Sana yasak Bombiks Mori
Giyemezsin sen ipeği
Sana yasak Bombiks Mori

Halkalar arasında kara kurdele
Makas kes hadi
Kavrulan kelebeği

A. Ali Ural

Hidrofobi

cinayeti üstüne yıkarlar diye mi cesede yaklaşmıyorsun
çığrışan kuşlar korkuturken ölüyü, korkutmasa da
ne tarakta kalan saçlar, ne yastıkta kalan uykun
karaltın örtse de ağzının köpüğünü
bir anıt gibi dikilsen de uzakta
kaçmasanda yakalanmamak için
biliyorum
seri cinayetler işledin.

okunaksız ölüler bıraktın sahillerde
kargacık burgacık gözler, akbaba tüyleriyle yazılan
birazdan güneş kapıma dayanacak
seni ihbar etmemem için
ayaklarıma değil
yüzüme kapan!

yüzüme kapan ki orda
bir yıldız bile yeterken başını döndürmeye
başedemeyen koca bir gökyüzüyle
bir deniz var sudan korkan.

sudan korkan ve köpüren ağzıyla
öperken öldüren tekneleri
sudan korkan ve ısırırken
bırakan süt beyaz dişlerini
sudan korkan ne derin korkar
nasıl büyür korku/su
tırnaklar ve saçlar gibi ağır
ve dehşetli.

kuduran bir denizi kim anlayabilir
açılıp kapanan bir akordeondan başka
açılıp kapanan bir akordeon
açılıp kapanan bulutlarıyla
bulutlarıyla örten geceleri üstünü
bulutlarıyla silen ağzının köpüğünü
bulutlarıyla mahrum bırakan
bulutlarıyla emdiren göğsünü.

bukalemun bir kara sürüngeni değil mi
suya atıyor gök sıyırıp giysisini
siyahını, grisini, morunu
güneşini her akşam ve her sabah
ne kadar güzel olduğunu
hangi dalga kızıl
hangi dalga siyah
hangi bulut lâ
hangi bulut mi

sığmıyor yatağına her sabah ve her akşam
korkusunu tekmeliyor, üstü açık yatacak
yıldızlarını tekmeliyor gök
ne kadar güzel, ne kadar çıplak!
sığmıyor, sığmıyor yatağına
batık bir gemi olduğunu düşünüyor gök
balık sürüleri cehennem bordasından
sığmıyor, sığmıyor yatağına
ne yana dönse uğultu
ne yana dönse düşman.

bu nasıl korku; nereye gitse yanında taşıyan delillerini
bu nasıl korku; dudaklarıyla gizleyen dişlerini
bu nasıl korku dudaklarıyla
bu nasıl korku gizleyen dişlerini.

dalgaların içinde binlerce gemici feneri
dalgaların içinde binlerce pusula
dalgaların içinde binlerce kıble
ağır bir dengi çözer gibi
çözer gibi bir kayığı iskelenin ucundan
ağır ağır doğrultuyor köpükten mavzerini.

ateş et fakat vurma
lanetle fakat sarıl
göğü denize yapıştır
denizi göğe kaldır!

A.Ali Ural

Valiz

valizimi hazırlamama yardım et
kollarından çekiyorlar saatin
kollarımdan çekiyorlar
bekçi elini düdüğüne götürüyor
yardım et
şimdi

şimdi çocukların üzerini açtığı vakitdir
parmak uçlarıma basarak
uyandırmadan örtsem onları
uyku,hiçbir göze
çocuk gözüne yakıştığı kadar yakışmaz
uyku
bana da yakışırmı?

valizimi hazırlamama yardım et
kelimeleri sol tarafa koy
söylenmemiş olanları, yürünmemiş yolların yanına
kollarını mavi gömleğimin boynuna
ayrı ayrı koy güneşli günlerle karlı günleri
karıştırma

valizimi hazırlamama yardım et
sağ köşeye biblolarımı koy
tahtadan, camdan, tenekeden biblolarımı
harcamadığım demir paramı, deniz kabuklarımı
yolluk olarak bir elma, bir dilim portakal
bir hırka da koy belki üşürüm yolda

valizimi hazırlamama yardım et
kollarından çekiyorlar nehrin
kollarımdan çekiyorlar
bekçi elini düdüğüne götürüyor
en üste koy şiirlerimi

A .Ali Ural
Körün Parmak Uçları

Karabatak

ıslak kanatlarını açarak güneşi bekleyen kara kuşa bak
kırılmış dalgalara karşı dalgakıranda tüneyen sarhoşa bak
kömürden kollarını uzatıp çekiyor bulutun yakasından
tam yırtarken gömleğini bir örümcek iniyor da arkasından
yükleyip sırtına güneşin küllerini uçuruyor
bir örümcek
tüylerinin içinde bir rozet kadar sıcak

bu homurtuyu ancak dik duran avcı çıkarabilir
bu belalı harcı kancalı bir gaga karabilir
şamandıralar gökten zinciri bırak

kanadından bir tüy koparttı ve onu büyüttü
bir tüy daha koparttı ve sonra bir tüy
deniz yılanlarından sağdı bu sütü
servi köklerinde bir karabatak

aklın sınırında vurulan nöbetçinin soluğu kesilmez derinde
bin yıl sonra verilen nefesin keskin dişlerinde
çırpınan balıkların gözleri hala parlıyor
daldığı yer ölüm çıktığı yer aşk

kara batsaydı gözleri gibi bir kardan adamın
böyle üşümezdi dalgakıranda
eli boş dönen balıkçıların
lanetiyle kararmayarak

A.Ali Ural

İmam Şafiî Şiirleri ya da Kitabın kitapçı rafındaki kaderi

Korku ve ümit; kal ikisi arasında.
*
Affın daha büyüktü
*
İntikam alsan da benden, ümitsiz olmam
*
Günah icinde yüzüyorsan bir buz parçası gibi
Korkutuyorsa seni dönüş gunünün tehdidi
Bil ki Muheymin’in affı sana ulaşır
*
“Elestu Birabbikum” kadim ahdiyle
Ey meçhulken, bilinen isimleriyle!
Tattır bize ünsiyet şarabından
*
Aklımı karıştıran bir şey olmasın dinde
Dünyamda, ahiretimde hep benimle ol
Ve indirdiğin Abese Suresi’ndeki gibi*
Haşredildiğimde.

* “Birtakım yüzler vardır ki o gün parıldar, güler sevinir…” Abese, 38-39
*
Seven, sevdiğine boyun eğmez mi?
*
Kaderin hükmü varsa açar yolları.
*
İstedigin olur, istemesem de
İstediğim olmaz, sen istemezsen
*

Bir günlük azığım yanımdaysa
Ey Said, yoktur endişem
*
Allah’la aramdadır şikayetlerim
Kaçmaz elimden rızkımsa şayet
*
Kızıp öfkelendiğimde sakın konuşma
*
Sen yetersin bana, sende kalbe kifayet var
*
Gözlerim bütün bir ömür seni seyretse
Bakmaya doymamış olurum
*
Talihsizlik, sevdiğinin başkasını sevmesi
*
Aşk kavurursa ne yapar insan?
Sevgisini tedavi eder, sonra aşkını gizler
Boyun eğip kadere olanlara sabreder.
*
Kadın sevgisi meşakkat değil ama
Zorluk sevmediğine yakın olmaktır.
*
Kalp sabreder ve ona dayanır
*
Başıma bir belâ geldiginde, dostlarımın ihaneti
Kimseye acımayan zamandan şiddetliydi.
*
Bir sır olarak saklarım seni ben
*
Yarına çıkıp çıkmayacağını bilmeyen kimse
Yarının rızkını düşünür nedense.
*
Aldatmak icin bürünüyoruz kuzu postuna
*
Ailesini, memleketini hatırladığında
Kalbi, kuşun kanadı gibi çırpınır.
*
Ne hüzün devam eder ne sevinç
Ne sıkıntı, ne rahatlık
*
Zamanla Gelen*

İşte böyledir zaman
Ona sabretmelisin
Ya malInın başına bir iş gelir
Ya sevdiğinden ayrı düşersin.

* İmam Şafiî bu beytleri oğlu öldüğünde söylemiştir.
*
Bir tebessüm ki altında hazin bir kalp yatar
Bir gam uğrar ki ona, göremez kimse
*
Kısmetli biri yerde bir dal buldu da
Elinde meyve verdi derlerse inan
Tasdik et, gariplerin ve yoksulların
Su içerken boğulduğunu duysan.
*
Zamanın belâsı çoktur, kesilmez ardı arkası
Sevinçleriyse azdır, bayramlar gibi gelir sana
*
Sana cefa edenden çek elini eteğini
*
Affedip kimseye kin tutmayınca
Rahatlattım nefsimi düşmanlıklar gamından
*
Sustun ama aleyhinde bulunuldu, dediler
Cevap kötülük kapısının anahtarıdır, dedim.
*
Cildini karşıyan olmaz tırnağın gibi
*
Daralıyorsa göğsü sırrını saklamaktan
Sır emanet ettiği göğüs bilsin ki daha dardır.
*
Alt tabakayı şerlerinin çokluğundan
Üst tabakayı hayırlarının azlığından
Terkettim birer birer sonunda.
*
İnsanın başını belâya sokan
Hüsnüzan ve guzel sözler değil mi?
*
İyi günlere bakıp
Bütün günleri öyle sandın
*
Sonra
Kanaat kınından bir kılıç çektim
Keskin tarafiyla onlardan
Ümitlerimi kestim.
*
Zira zenginlik
Sahip oluş değil bir şeye
Ondan müstağni olmakta.
*
Terkettin beni, görüp ömrümün harabını
*
Yalnız fanilik gordüm ve yalnız aldanış
Sahranın ortasında belirir ya serabı.
*
Ne mutlu evinin köşesini sevene
Kapıları kapalı, perdeleri çekili.
*
Mutluluk arada bir gelir, bir esintidir.
*
Birine iyilikten sakın çekinme
Çünkü gelip geçen bir fırsattır bahtiyarlık
*
Rüzgarların eserken bil kıymetini
*
Hatırladıkça kalbimi yırtan bir söz duyarım da
Tebessüm ederim bu sözün sahibine
*
Bir hastayı hissetmekten nasıl alıkoyarsa
Ağrılarını başkasının, kendi acısı.
*
Cevap vermeyenler
Korur namuslarını kötü sözlerden
Kim ki konuşmaya katılır
Doğru yolu kaybeder birden.

*
Şayet sorguya çekersen hatalarını
Arkadaşsız yaşarsın sen hayatını.
*
Özür dileyenin kabul et mazeretini
Doğru da yalan da olsa söyledikleri
*
Bizde özür dilemektir
Günahların diyeti.
*
Bana yalnızken öğütte bulun
Sakın toplulukta nasihat etme
Bir çeşit kınama ve ayıplamadır
Nasihate kalkışmak dost meclisinde
*
Kolay değildir zira “ben bilmiyorum” demek.
*
Kalemimin kağıtlar üstündeki hışırtısı
Daha hoştur
İnsanlara karışmaktan ve âşıklardan.
*
İlmim yanımdadır, yararlanırım nereye gitsem
Kalbim onun kabıdır, sandık içleri değil
*
İlmim artıkça bilirim, bir şey bilmediğimi.
*
Vekî’e ezberimin iyi olmadığından yakındım,
Bana, günahları terketmemi söyledi.
*
Kur’ân, hadis ve fıkıh ilmi dışında
Bütün ilimler meşguliyettir
*
Öyle belâlar vardır ki
Genç, daralır boğulacak gibi olur
*
Elde edemez hikmeti
Ömrünü ailesinin çıkarları için tüketen
*
Lokman Hekim bile
İmtihan edilseydi
Çoluk çocukla ve fakirlikle
Samanla ekini ayırt edemezdi.
*
Ve unutturur kabrin kucaklaması
Zifaf gecesini, şanlı düğünü.
*
Zina borçtur
Bil ki borcunu ödeyecektir kendi ailen.
*
Hoşnut değilim yaşadığım zamandan
Gördüklerim yüzünden
Fakat her dem razıyım
Kader hükümlerinden.
*
Şiirle uğraşmak vakarını azaltmasaydı alimlerin
Bugün Lebîd’den daha iyi şairdim

İmam-ı Şafiî

Kitabın kitapçı rafındaki kaderi(m)

6 Eylül 2013 tarihinde Avcılar’da Günışığı Kitap Kafe’ye girip raflara uzun süre baktıktan sonra, sırtında Divan İmam Şafiî yazan kitaba uzanıp aldım. İki çay içip epey okudum, üç şiiri de not edip burada paylaştım. Bugün tekrar aynı mekana uğradım. Mekanda kitaplar biraz daha arka plana itilmiş ve kafe bölümü genişletilmiş. Mekan sahibinin bir vakit kızıma “bazı günler sadece çaycı giriyor” dediği yer. Madem öyle çayımı kendim yapayım demiş galiba… Sonrasında da bir müteşebbis ruhlu iki tabure atıp çay satsana demiş olmalı… Kafe olduktan sonra kitaplar durmakla beraber bunu söyleyen kitapçı yok orada. 3-4 gencin çalıştığı bir yer olmuş. Çayımı içtikten sonra kalkıp rafları dolaştım. Divan’ın eskiden olduğunu bildiğim rafa en son uğradım. Bıraktığım yerde duruyordu.

Aldım elime oturdum biraz okudum. Sonra bi berceste derleyeyim deyip not almaya başladım. Bu mısralar o mekanda yazıldı. Kitabı almak için kasaya gittim, mekanı işleten genç merakla kitabın ismine baktı. Sanırım bugün ilk kitap alan benim. Başka bir mekana geçip bu satırları yazıyorum. 25 yıldır kitap satarak rızkımı kazandım. Şimdi tekrar küçük bir kitabevi açmak için zihnimde istişare ederken düşünüyorum; 11 ay önce görüp bıraktığım yerde bulduğum bir kitabı, kitap tükanı açıp aynı şeyleri yaşayacaksam ne kadar doğru. İlk uğradığımda alacak param yoktu, ikincisinde de son paramı verip vermemekte tereddüt ettim, ancak zihnimde hediye edebileceğim biri belirdiğinde almaya karar verdim. Kitapla bu kadar ilgili biri olarak ben dahi kitaba para vermekte tereddüt yaşıyorsam, başkalarının kitap almasını nasıl bekleyebilirim?

Sır

Gecenin bir vaktinde kapı çalındı, gidip açtım.
Karşımda efendim duruyordu.
Yüzünün nurundan etrafa aydınlık saçılıyordu.

İşin ince tarafına bak ki; o gece de bizim yamuk tarlanın suyu vardı. Saat biri çeyrek geçe. Su ateş pahası. Tarlaya pancar ekmişiz. Lüksü aktırdım; bizim küçük oğlan yanımda, omuzda bel, elde kürek vaktinden önce yola düştük.
Suyu Hanaltı’ndan kaldırıp tarlaya vuracağız. Pancarın dibi taş olmuş sanki. O yıl da bir sıcak var ağa, bir sıcak.
Neyse… Suyu indirdik Allahıma şükür. Bir o yana seğirt, bir bu yana. Oğlan daha ufak, eli kürek tutacak gibi değil, sade ışığı dolaştırıyor, boyu barabar çamura belendim, ter tırnağımdan çıkıyor. Ağa saat iki oldu olmadı biz işi kolayladık, daha bir çeyrek hakkımız var…
Var ya.. Baktım su azaldı. Şeytandır insanın kanında gezer derler ya, öfke kabarmaya başladı bende. Bizden sonra su sırası Efe Kadir’in, Hanaltı’nda fasulye tarlası var… Ne yapar eder, bir çeyrek, on dakka çalar suyu.. Yahu bu insanoğlu niye böyledir.. Şimdi gitsen dalaşacak olsan, altı üstü bir çeyrek su.. Bir çeyrek su ama, mevsim o ki bu çeyrek suya millet birbirini kurşunlayacak vaziyete gelmiş..
Oğlanı tarlanın alt başına yolladım, velâ havle velâ kuvvete deyip ben de çöktüm karaağacın dibine. Zaten dizimde fer tükenmiş. Tabakayı çıkarıp bir tütün sardım. Oğlan aşağıdan bağırdı.. Su kavuştu, tamamdır dedi.. Ferahlayıp, cıgarayı fosurdattım.. Efe Kadir efeliği ile kalsın.. Biz pancarı kurtardık. Cenab-ı Hak böyle bir saat su daha nasip etse bu yılki mahsulü toparladık say. Sırtüstü uzandım, yıldızları seyre durdum biraz. Vücudumun her bir yerinden başka bir ses geliyor. Ne de olsa yaş kemale erdi, bir tarla su yordu bizi.. Yorsun..
Oğlan lüks lambasını sallaya sallaya geldi,
Fukaranın gözünden uyku akıyor ki, düştü, düşecek…
Döndük eve..

İşte böyle.
Efendimi kapı önünde görünce.
İlkin eğilip ayaklarıma bakıvermişim.. İnsanız ya..
Daha çamuru üstünde.. Kulaklarıma kadar kızarmışım ..
Mübarek gülümseyip sırtımı sıvazladı .. “Aldırma” dedi .. “Rençberlik, olacak o kadar”.. Geçti içeri, oturdu. Yanında ihvanın ileri gelenlerinden iki kişi daha var.

Patırtıya vermeden ev uşaklarını uyandırdım. Bir o yana çalındım, bir bu yana çırpındım.. Hele ki üstümü başımı temizleyip giyindim.. Medet hey büyük Allahım.. Yüreğim yerinden çıkacak sanki. Evde sıçan düşse başı yarılacak. Bir testi ekşi ayran, bir kucak kuru ekmekten gayrı bir şey yok. Of ki, of..

Ben böyle bir içeri, bir dışarı girip çıkarken efendim o mülayim sesi ile durdurdu beni.. “Telaş etme” dedi, “Kalıcı değiliz”..

Efendimin gelişinde mutlak bir hikmet vardır . İçim içime sığmıyor, odanın ayak ucunda el bağlayıp bekledim.
Ayranlar içildi…
Efendim yanındaki ihvan ile şöyle belli belirsiz bakışıverdi.
Bunlar o dem dışarı çıkmak dilediler, kapıyı açıp feneri tuttum.
Ayvandaki tahta sedire oturttum.. Yıldızlar içinde bir gece.
Biri eğilip kulağıma “Efendi hazretleri seninle mahrem görüşecek” diye müjdeli bir lisan ile fısıldadı.
Bende zaten takat yok, fer kalmamış, iyice dizlerimin bağı çözüldü.
Yeniden içeri girip el bağlayıp bekledim.
Dedikleri oldu gerçek.
Efendim benimle mahrem görüştü.

Aramızda neler geçti?
Söz nerede başladı, nerede bitti?
Sözden sonra hangi makama, hangi mekana geçildi?
Hal ehline malumdur.
Efendim yeniden ayvanda bekleyen ihvanları içeri aldı. O gece sabah ezanının önü sıra, “Benden sonra posta işte şu gördüğünüz zat oturmuştur. Ferman…” deyip kesti.
Ben her ne kadar yüzümü yerlere sürüp, gözlerimden kanlı yaşlar akıtıp.. “Kurban olayım efendim, bu fakire kıymayın, bu bir ağır hizmettir beni bağışlayın. N’olur.. Ben bir fıkara köylüyüm. Ne ilmim var, ne hikmetim.. İki sözü biraraya getirmeye gücüm yetmez.. Beni bundan azad edin.. Bana gelinceye kadar ihvan içinde nice yiğitler, nice alim zatlar, ağırlığınca altun eden üstadlar vardır.. Yapmayın, elinize, eteğinize düştüm” diyerek feryat ettim ise de; Efendim:
“Şahit olun ve usulünce biat edin” diye o iki hatırı sayılır ihvanı sıkı tembihledi.
Gözlerimden akan yaşlar odanın toprak zeminini ıslatmış çamur etmişti.
günkü sabah namazını efendim lütuf buyurup beni imamete geçirerek oracıkta, alnım gözyaşından ıslanmış toprağın çamuruna bulanarak eda ettik.
Ziyade kalmadılar. Evimi ocağımı gül kokusuna bulayıp çıktılar. Mübarek çıkarken iki omuzumu tutup kuvvetle sıktı. Yüzünde bir tebessüm belirdi… “Bize alem-i manada böyle göründü.. Emaneti sana tevdî ettik.. Bir emr-i hak vukubulursa, fitne zuhur ederse zinhar tasa etmeyesin, her daim birlikte bulunduğumuzu gönülden çıkarmayasın, himmet dileyene usulünce himmet edesin” deyip, peşinde ışıklı bir iz bırakarak süzülüp gitti…

Buyurduğu gibi de oldu.
Haftasına varmadan gül yüzüne solgunluk erişip yatağa düştü. Veda diyeceklerine elveda deyip bu faniden beka alemine göçtü.

Ağa o yıllarda rençberlik adam gücüne bağlı idi ve köylünün oğulu uşağı bu babda fazla olmak adet idi. Gerçi bizim bağımız, bahçemiz, tarlamız, tumbumuz fazla sayılmazdı ama, Kadir Mevlam çoluk çocuğumuzu fazla vermişti. Efendim gibi mücerred bekar olmadığımızdan biz hanemizi bekler olup, rençberliğe devam ile bir de tekke hizmetini üzerimize aldık ya; gelenin gidenin haddi hesabı tutulmaz oldu.
Memleketin dört bucağından, ihvan, “Medet ya pir” deyip yollara düşüyor, binbir meşakkat ile bizim bu ücra, ücra olduğu kadar fukara köyümüze ulaşıp, eh bir iki gün yorgunluk çıkarıp, himmet ricasında bulunuyor.
Elbet bulunacak.. Usul erkan böyle..
Lakin yer darlığından bizar olmuşuz. Baktık olacak gibi değil, yani bu işlere ayırdığımız, sohbeti zikri tamam ettiğimiz ön odayı genişletelim, yanına bir de misafirhane ekleyeyim diye ihvan ile müşavere kılıp gayrete geldik.

Nağehan ol şara vardım
Ol şarı yapılır gördüm
Ben dahi bile yapıldım
Taş u toprak arasında

Buyurmuş Hacı Bayram Veli… Bu kavl üzerine uzak dağ köylerinden yüzleri güneş çalığı dağ gibi ihvan duyup gelerek, ve ova köylerinden dahi nice insanlar gelerek, bizimle birlikte sırtı ile taş taşıyıp ayağı ile çamur çiğneyerek işe koyuldu. Hanemizin kıyıcığına bir mütevazı tekke ile bir misafirhane inşa ettik. Rabbim utandırmadı. Bu vesile ile gelenin gidenin hizmetini görür olduk; elin yüzün yuyup, karın doyurur olduk, kul eksiksiz olmaz deyip ne gücümüz var ise ortaya döküp, yerleri hasır ile döşedik, efendimizin himmeti ile bu işler tamam olup biz dahi zikrullaha devama devam ettik..

Gitti bir zaman..
Gider iken. Yani köylük yer işte.. Yediğimiz bulgur aşı, içtiğimiz ekşi ayran. Ama dünya metaıdır, helalinden olsun ve temiz olsun, sünnete uygun olsun da nasıl olursa olsun diye diz hizmeti ve ikramı bu ölçüde ve aklımızın erdiği, fikrimizin yettiği gibi israftan ve gösterişten uzak tutup ilerletirken..
Elde adam çoktur ve kimisi dost iken kimi düşmandır. Dost görünen düşmanlar dahi vardır. Ve baştan denilmiş ki insanoğlunda türlü türlü haller olur, meğer biz bu yanda uğraşa duralım diğer yanlarda fitne bin başından birkaçını çıkarmış sağa sola sataşır imiş.

Gûya ki, bizim tekkemize uzaklardan giyinip kuşanıp ve keselerine hayli akça koyup ve Mercedes denilen arabaları ile gece demeyip gündüz demeyip sürüp gelen ve geldiğinde ne ise de ayrılıp gittiğinde yüzünü asıp:
“Perişanlık diz boyudur.. Hizmetler yerli yerince değildir.. Tekkede yatanlar tahta kurusundan bîzar olmakta, yenilen aş aş olmaktan çıkmaktadır, ve sohbette lezzet, zikrullahta bereket kalmamıştır ve daha neler nelerdir” diye dünya ve ahvaline ve masivaya dair ne kadar kıyl u kal var ise eder olmuşlar…
İhvanın ileri gelenleri yer yer cemedip fitneyi büyütüp, tekkeyi şehir yerlerinden birine nakl ile bizi dahi oraya kaldırmaya kavl ü karar etmişler.
Budur..
Ve kulağımıza neden sonra ulaşan nice fitneler vardır.
Gûya ki efendim bize emaneti devretmemiş imiş de, o gece bizi şöyle bir yoklamaya gelmiş imiş.
Yoksa makama layık ihvanlar sıraya konulsa bize gelinceye kadar ne münasip kimseler var imiş, ne ilm-i hüneri deryalar gibi sözü sohbeti dinlenir namzetler var imiş.
Hatta bunlardan bir takımları daha efendimizin sağlığında gözü içine bakar durur, etrafında pervane olur imişler ve geceleri rüyalarında kendilerini posta oturur görürlermiş.
Bizim hilafeti aldığımız duyulduğunda bunları da bir şaşkınlık almış ki.. Bir türlü inanamamışlar. Ve o gece efendimle birlikte yanımızda olan o iki hatırlı ihvana yemin üstüne yemin ettirmekten de geri durmamışlar.
Bu iş bir takım nasipsizlerin gönlüne o kadar giran gelmiş ki, bizi ziyarete gelmekte epeyce ayak sürter olmuşlar..

Sözü uzatmanın hiçbir vakit yararı yoktur ve olup biteni bir bir ortaya dökmenin de zararı çoktur.
Şehirli ihvanın dediği baskın çıktı ve araya nice hatırlı adamlar girdi.
Bizim posta oturmuş olduktan kelli, hâlâ çift ve çubuk, mal ile davar peşinde koşmamız; bel belleyip, ağaç budamamız, iki buçuk tarlayı ekip biçmemiz göze tahta kıymığı gibi batar oldu.
Hele ki kimseden bir kaşık yağ, bir tutam ot, bir kuruş akçe hediyedir diye kabul etmememiz dillere destan oldu. Tekkemizin adı fukaraya çıktı.
Dahası onca yolu tepip gelen, kuru ekmeğimiz ile ekşi ayranımıza razı olup, hasır üstünde yatan ihvanımız, oturup bir iki gece dahi sohbetimizden istifade edemez olmuşlar, küskünlük elvermiş..
Düşündüm…
Hakları da var..
Gün boyu yazıda, yabandayız. Dönüp geldiğimizde tekkede bizi bekleyen misafirler sabırsızlık etmedeler. Sorup anlayacakları, danışıp görüşecekleri meseleler var. Hiç biri olmasa dahi sırf yüzümüze bakıp feyz almak dileyenler var.
Eh..
Encamı insan değil miyiz?…
Yorgunluk işte…
Sabahın er kalkıp işe güce koşmak var.
Gecenin yarısına doğru gözlerim kapanmaya, sesim soluğum kesilmeye, dillerim dolaşmaya başlıyor. Bir uyku bastırıyor ki sormayın. Bizim gibi kendini geçindirmekten aciz olanların koca bir dergahı çevirmeye güçleri yeter mi? Üstelik bende söz kıt. Cenabı-ı Hak’tan ne miktar nasip olmuş ise, büyüklerimizden, efendimizin sohbetinden ne kadar kapmış isek onları ihvana nakleder olmuşum. Esasen edeb ve erkân için, yüzünü hakka dönmek için, masivayı kalpten atmak için fazla söze hacet olmadığın ehl-i hal olanlar bilir ve bizden ihvana geçecek olan himmetin kıymetini kalp gözü açık olanlar anlar ama…
Dedik ya, elde adam çok. Tanıdık var, tanımadık var. Eskisi var, yenisi var.. Kalkıp bizi görmeye gelen var.. Esnafı var, tüccarı var. Memuru, siyasetçisi, hatta zabitan takımından olan bile var.

Beni aldı bir tasa..
Uykuyu-durağı, işi-gücü unutur oldum. Gece-gündüz efendimden himmet beklemedeyim. Bu şehir yerlerine nakil işi kalbime yakın gelmiyor bir türlü.
Biz bu hal ile kendi kendimizle cebelleşip duralım; ihvanın ileri gelenleri kavl ü karar vermişler, şehir yerlerinde bir arsa temin ile tekkenin inşaatını başlatmışlar bile..
Neden sonra haber bize de ulaştı.
Tasa bir idi oldu bin.
Mazeret çok, kumpas tamam. Gûya ki bu inşaat işi zaten fuzulî bir dünya işi imiş ve beni dahi bu fuzulî iş ile meşgul etmek istememişler.
Böylece başımızın üzerinde dönüp dolaşan fitne bir gün omuzumuza gelip konar oldu.
Bir gecelik izin istedim…
Yaradana sığınıp, Hz.Peygamber’den şefaat dileyip, şeyhimin himmetini bekledim.
gece, “İmtihandır, kabul edesin” diye fütuhat oldu.
Sabaha kalbim sükûn içinde uyandım. Cenab-ı Hakk’a şükürler ettim. Eve, ocağa, taşa, toprağa gözlerinden yaş -hani vatandan ayrılıyoruz ya- bakar oldum bir zaman. Encamı emre ittiba edip “Peki” dedim.
Bu karar üzerine ihvanın ileri gelenleri ve akçesi çok olanları -her ne kadar muhalefet ettim ise de- köyümüzde görülmedik ve tekkemizde bilinmedik, hasılı şanımıza yakışmayacak israf ile bir ziyafet tertip ettiler.
Keyfim kaçtı.
Bir tek lokmacık alayım da ziyafettir diye toplananlar meraklanmasın ve dahi incinmesin diye ağzıma aldığım lokma boğazıma takıldı kaldı.
Hal ehline malumdur, hayret edilmeye..
İki buçuk tarla ile bağı, bahçeyi, köyün taşını toprağını, kurdunu, kuşunu son bir kez ziyaret edip hepsinden helallik diledim. Şurası malûm oldu ki anadan atadan bize yadigar kalan tarik bundan geri değişmektedir ve bir dahi aynı ahval geri dönüp bize nasip olmayacaktır, köyün ihvanından birine, aynı minval üzerine tekkeyi muhafaza etmezi için hilafet verip baba ocağından çıktık.
Sanki ayağı çarıklı, yüzü yanık köylülerden biri değil de, samur kürklü bir şehzade imişiz gibi bizi koltuklayıp Mercedes arabalara bindirerek şehir yerinde inşa ettikleri tekkeye indirdiler.
Ağa şaşırmamak elde değil.
Yahu siz bu kadar parayı helalinden nasıl ve ne yoldan kazandınız da bu tekke binasının duvarına döşemesine sıvadınız.
Yerler silme halı… Ayağın basacak olsan içine gömülecek. Duvarlar kaplama tahta. Abdest mahalleri mermerin en iyisinden. Zikire ayrılan odanın bir ucundan öteki ucu neredeyse görünmüyor.
Görmemişlik zor zenaat.
Bir köşede büzülüp kaldım..
Tekkenin bitişiğinde bizim hane halkı için de böyle müzeyyen bir daire -öyle diyorlar- inşa edilmiş ve hiçbir eksiği kalmamışcasına içinin eşyası da tamam edilmiş..
Şimdi de tekkeye gelecek misafirler için bir üst kat daha çıkıyorlar. Ustalar, ameleler, insanlar arı gibi çalışıyorlar..
Her yanda bir çalım, bir neşe, bir hava ki; kimsenin ayağı yer basacak gibi değil.
gece bize ayrılan daireye -artık kusur ise affola böyle diyeceğiz- konduk…
Köyden getirdiğimiz eşyayı odalardan birinin bir köşesine yığdık. Ah o eşya..
Ne kadar zavallı..
Ne kadar mahzun..
Ne kadar yabancı..
Ne kadar garip..
Ve ne kadar yerini yadırgadı.
Ve tahmin olunacağı gibi bir daha tarafımızdan hiç kullanılmadı.
Gerisin geri köye gönderip ihvanın fukarasına dağıtıldı.

İşte o gece..
Yani dairemize konduğumuz gece, bir rüya gördüm.
Rüyamda gûya ben Hz. Muaviye olmuşum da Şam’da İslâm devletinin ilk sarayını yaptırmakta imişim.
Hz. Ebûzer-i Gıfarî benimle birlikte inşa edilmekte olan sarayı geziyor. Derken gezintiyi yarıda kesip, o dik, o sert, o muhkem sesi ile bana dönerek:
-Bu sarayı halkın parası ile yaptırıyorsan;
Bil ki bu bir zulümdür..
-Yok kendi paran ile yaptırıyorsan;
Bil ki bu da israftır.. Dedi.

Uyandım. Ter içinde kalmışım. Her bir yanımı bir titreme almış. Vücudumun bütün azaları zangır zangır sallanıyor. Hatuna seslenip çamaşır değiştirdim. Zavallının hali beni görünce benden beter oldu. Bir uzun zaman okuyup üfürdüm. Yaradana sığınıp, Hz. Peygamber’den şefaat, efendimden himmet dileyerek başımı yeniden yastığa koydum..
Bu defa efendim himmet edip yetişti. Âlem-i manada bana şöyle buyurdu: “Hz. Ebûzer-i Gıfarî haklıdır, amma ben de haklıyım. Köyde eskinin insanlarına eski usul üzere hizmet etmek kolay; zor olan fitnenin fink attığı bu şehir yerlerinin yeni insanlarına mürşid olabilmektir. Bakalım el mi yaman, bey mi yaman.”
Böylece nasıl zorlu bir imtihana çekildiğimiz ayan beyan ortaya çıktı.
Kim bir kısmını nakledeyim ki okuyup-dinleyen ibret alsın.
Başta ben olmak üzer hane halkımız da elini sıcak sudan soğuk suya vurmaz oldu.
Her gece bir başka eve, her mevsim bir başka diyara konuk olduk ki; ihvan halkası genişlesin diye imiş.
Pek tabii davete icabet etmek gerekir ve de önümüze getirileni yemek gerekir diye, kuş sütü kuru üzüm ile beslendiğimizden iyice şişmanlayıp nefes darlığı çekmeye başladım.
Bu şehir yerlerinin insanlarında ne kadar çok müşkil, ne kadar çok sual var imiş.
Kim bir kısmını sayayım da neler olduğu anlaşılsın.
Bir şu kadar param vardır, bu parayı hangi işe yatırsam benim için daha hayırlı olur? -En fazla sorulan sual bu-.
Müslümanın sağcısı solcusu olur mu?
Gelinimiz, damadımız fazla çocuk sahibi olmak istemezler; bunun dahi türlü türlü yolları icad olunmuştur, bütün bunlar tatbik edilse caiz midir?
İmal ettiğimiz mallardan satılmayıp elde kalmış ve de eskimiş bir kısım vardır ki bunları zekat olarak versek doğru mudur?
“Öyle bir zaman gelecek ki, insanlar kazançlarının helal mi, haram mı olduğuna bakmayacaklar artık” şeklinde bir hadis-i şerif vardır. Bu zaman gelmiş midir?
Piyasada satılan bir takım yağlar vardır ki margarin derler, bunlar domuz yağı karışmıştır diye şaibe altındadır bunları alıp yemek uygun mudur?
Kadınlarımız, kızlarımız şöyle mi örtünsünler, böyle mi örtünsünler?
Artık tebabet ilerlemiş, bir insanın kalbi diğerine nakledilir olmuştur. Bu sırada iman nakli de vukubulur mu?
Şehrimizde Allah’a şükür ulu şeyhler vardır ki, bir mesele hakkında kimi şöyle buyurur, kimi böyle buyurur; siz dahi bu hususta ne buyurursunuz?

Evvelce söylemiş idim. Benim ilmim azdır diye. Hatta o ilk gece efendime bu sebeple ne kadar yalvardım, ne kadar gözyaşı döktüm.
Ancak zaman geçer ve olacak olur denilmiş.
Olanda da hayır vardır denilmiş.
Bunaldım.
Demek bunalmamda hayır var idi.
Çünkü iş sonunda döndü dolaştı siyaset kapısına dayandı.
İhvanın ileri gelenleri yapılacak seçimlerde filan partiye destek vermek isterler imiş. Ve çokları da bu partinin liste başlarına çoktan yazılmışlar imiş.
Denildi ki bu partinin başkanı da gelsin, hiç olmazsa efendimizin bir kaşık çorbasını içip, elini öpüversin; her neresinden bakılırsa bakılsın bu işte sayısız faideler vardır; hem tekkemiz itibarı artar, hem ihvanın işleri daha bir yoluna girer.

Gece bu partinin başkanı birkaç adamı ile birlikte gelip beni ziyaret edecekti.
Şöyle çıkıp bir tekkeyi dolaşıverdim. Tıpkı Hz. Muaviye ile Hz. Ebûzer-i Gıfarî’nin sarayı dolaştıkları gibi.
Bir hazırlık, bir hazırlık, dersin cennetten haber gelecek.

Bir boy aynasında kendimi gördüm.
Sarıklı, cübbeli, sakallı, heybetli bir adam.
Lakin artık güngörmemekten olacak çehresi iyice beyazlamış, yanakları pembeleşmiş.
Ellerime baktım, tombul tombul olmuş.
Aynada bakarken kendime, nasıl bir fütuhat olmuş ki, kalbimin içini de görüverdim.
Orada ne gördüm, onu burda söyleyemem. Hal ehli bilir.
Cübbemi çıkardım, yavaşça sarığımı yere koydum.
Tekkeden çıkıverdim.

Ardımdan “efendi sırroldu” demişler.
Kerametlerimi anlata anlata bitiremez olmuşlar. Öyle ki bunlardan bir kısmını kitaplara yazıp, ciltleyip satar olmuşlar.
Lakin bütün bunlar fitneyi durduramamış.
Herkes birbirine soruyormuş: “El kimde?”..
Allahtan korkmayıp “El bende” diyenler olduğu gibi, bunu kabul etmeyenler de olmuş.
Bizim bir tekkeden, birkaç tekke daha doğmuş.

Mustafa Kutlu, Sır, Dergah Yayınları, İstanbul 1994, s: 7-19

Şehir

Allahtan pencereler açmışlar içi sıkılan evlere
pencereler olmasaydı
nasıl gezerlerdi
karanlıklarda
ayağa kalkmış büyük böcekler
nasıl tırmanırlardı
merdivenlerden

tahta evler eski kutulardır
apartmanlar yaldızlı nişan şekeri kutularıdır
içinde siyah ve sarı başlı böcekler oturur
başka küçük bir kutudan
uzaktaki başka böceklerin
cızırtılı seslerini duymaya meraklıdırlar

sevgilim bir böcektir
taşdan duvarlar içinde
karafatmalarla yaşar
beş senedir getirdiğim şekerleri yiyip
elimi ısırmıştır

karafatmalar onu benden ayırdılar
o şimdi bana küsülüdür
kutu duvarları içinde

Asaf Halet Çelebi

Boğuntu

Bıkmaz mı
Dağlar oturmaktan, sular akmaktan
Ve güneş her gün doğrulup aynı yöne
Doğudan doğup batıdan batmaktan?

Bıkmaz mı
Kara, kara olmaktan; ak, ak;
Hep nane mi kokacak nane çiçeği
Konuşmayacak mı hiç şu kayalar
Evlerde mi oturacağız hep böyle
Ayağımız kesilmeyecek mi topraktan?

Bıkmaz mı
Anlamsızlıktan şu sonsuzluk
Gizi çözülmeyecek mi oluşun
Hiç mi bilinmeyecek şu evren
Yıldızlar sırıtacak mı hep uzaktan?

Bıkmaz mı, ama hiç bıkmaz mı
Yaratan, yaratılan aynı kalmaktan?

Tahsin Saraç

Eda

N’eyleyim seni kartpostal manzara
Rüzgarın yok o yerin havasından
Uğuldamak yaraşır ormanlara
Denizin güzelliği dalgasından.

Geyik dağdan dağa atlarken güzel
Nar dalında diş diş çatlarken güzel
Kestane mangalda patlarken güzel
Kişilik güzelliğin esasından.

Beni saran şey suyun akışıdır
Yemiş yüklü dalların sarkışıdır
Ananın çocuğuna bakışıdır
Sevdiğim geçilmez edasından

Cahit Sıtkı Tarancı

İçerlek

Onlar evlerde yaşamazlar mı, şaşıyorum.
Evlere uğramaz, evlerde iş yapmaz,
Bakmazlar mı bir şeye, şaşıyorum.
Bakkallar, kasaplar, çarşılar..
Onlar evlere hiç bir şey almazlar mı, şaşıyorum.
Yollarla, sokaklarla, kahvelerle iş bitmiyor ki!
Trenler, gemiler, düşler bırakıyor insanı bir yerde,
Sonra gene dönülmez bir yol gibi ev!
Onların yolları, akşam üstleri, gece
Sona ermez mi evlerde, şaşıyorum.
Yorgunlukları yollara yaymak, iyi ama sonu yok ki!

Sevdalar sokaklarda serin ama sonu yok ki!
Bölüşmek umutları, paylaşmak acıları, bunalmak,
Ummak yarınlardan bir şey, evcek yok mu,
Şaşıyorum.

Evcek, uzaktan da olsa, yüzlerine tutulan ayna
Yansıtmaz mı hiçbir şey onlara?
Yaldızlı süslerle örttüğümüz oyuklarda
Yalnız en yeni çorapları ası p ele güne karşı
Tespih böcekleri gibi kaçınık yaşamak!
Hangi utançtır alıkor bizi bu kadar
Vermekten evlerdeki yitik şarkıları, şaşıyorum.
Şiirlere bir insan, evlerden bir şey katmadan
Nasıl girer, şaşıyorum.
Örneğin daha demin kavgalar, dargınlıklar
Varken – işliyen saatler gibi alışılmış –
Kapı çalınsa, biri gelse, gülüşlerin, kaynaşmaların
Birden başlaması yok mu afallamış odalarda?

Onlar huysuzluklarda donmuş, katı
Bir türlü bitmek bilmeyen ay sonlarını
Hiç mi yaşamazlar, şaşıyorum.
Kanlı kırmızı yollarda, beyaz sinirli soluyan
O azgın yatıştırıcı ay başlarını onlar
Hiç mi bilmezler, şaşıyorum.
Geçer gider ömürler kışlar, baharlarla değil,
Eriyen yağlar, tükenen sabunlarla geçer gider.
Çocuklar büyür gider, başlayan şarkılarla değil,
Eskiyen giysiler, tükenen güçlerle büyür gider.
Evde hasta oldu mu hepimiz hastayız
Onlar hastalık nedir bilmezler mi, şaşıyorum.

Onlar hep ev dışında mı, şaşıyorum.
Sırlı küplerden sızan iplik-ince bir su iken ömrümüz
İçerdeki seslere nasıl tıkanır kulak, şaşıyorum.
Ah, bu çılgın oyunlardan uzaklara da kaçsak
Değil mi ki odaların eni boyu belli,
Değil mi ki görmekten hep aynı yüzleri, bıkmış
İnsanların soluğunu iletir birbirine
Hattâ ayrı odalarda ayrı yataklar.
Değil mi ki kezzap gibi damlar göze
Kimi gece düşman
Sıcak kollar gibi sarar soğuklarda bizi
Kimi gece dost ev.
Nasıl yaşanırdı dönüşler de olmasa unutuşlarda
Bir şifalı su gibi ılık, arı dönüşler
Ah, nasıl taşınırdı sürüp gitseydi hınç!

Gene de hiç kimse kurtulamaz içinde büyüyen
Bu korkunç boşluktan, diyorum.
Kurtarırsa o kurtarır bizi, ne aşklar, ne yaşlanmak
Ne avuntular dışarda.
Dünyada mutluluk adına ne varsa başkaca
Evcek, evlerde yaşar yaşarsa.

Behçet Necatigil