Gurbet Benimle Anılır

her akşamın bir kasabası vardır
arnavut kaldırımlı sokakları
tahta sandalyeli sinemaları
kış geceleri masal anlatıp
mısır patlattığımız
iki odalı toprak evimizde
hiç rakı içmedim
Abdullah Yüce’den efkârlı bir şarkı dinleyip

aşkları erteleyip durdum
küskün bir çiçektim
bin uçurtma yaptım başkaları için
ama benim bir uçurtmam olmadı

sanki asırlar var aramızda
bazen de dün gibi çocukluğum
bilmiyordum sözcüklerin düzenini
şimdi yıkılan kentlerin ardından
mutsuzluğun farkına varmak ta
bir mutluluktur diyorum
yalnızlığa tutkun dev ozanlar
ya da çocuk adamlar gibi

Ben akşamım
Gurbet benimle anılır

O kenti bir kadın gibi severim
ey kitaplar kurşunlar arasındaki gençliğim
sanki aynaya yansıyan her tren
bu kenti terketmiş
sanki her sevdalı hançerlenmiştir

telaşını kederini anımsarım
işçi babamın
bir dipçik gibi yüreğime saplanan acıyı
gece vardiyalarında

Ben akşamım
Gurbet benimle anılır
Belki bir akşam bu kente bir tren gelir
Belki de yüreğimdeki hicranı alır gider.

Hüseyin Avni Cinozoğlu

Endymion

ben daima uçurumlar edinirim
bir yerden ötekine göçerken

işte sessiz saatlerde kederden
türemiş bir söylen
                        gibi göl
ve başlaşığı endymion
birlikte kıvrılıp uyurlar
ana-bir acıyla ayışığı..
                          Da mı birliktedirler?

şimdi bu uçurum illerinden
uçup göle kaçalım. kirli-olmak
bizi orda bekliyor
                         ..içimi melerler..
Aşklarsa bağlanmak için iyidir
                        -ne farkeder?

Melekler kendiliğindendirler
öyle varolurlar..
Belki benim terkettiğim şiirden
artakalan bu bahçeyi
hesperid’ler yüklenir,
toplayıp yolları götürür..
                         mü diyorsun?
                         -daha erken!..

ben daima uçurumlar edinirim
bir yerden ötekine göçerken

Hilmi Yavuz

-babama sitemimdir-

Ben, annemin yerinde olsam o gün balkona hiç çıkmazdım
Sana bakmaz seninle tanışmaz hele de âşık hiç olmazdım baba
Hadi diyelim ki oldum, tutturmazdım öyle evleneceğim diye
Ki bir evin bir kızıydı annem bilirdi ne istese yapılacağını
Ablam bir yaşına daha yeni girmişken acelesi varmış gibi
Ben annemin yerinde olsam beni hiç doğurmazdım ..

Aslında annemin suçu yok hepsi senin suçun
Lanet olası fırçaların ucunda solan gözlerinin suçu
Sen şimdi altı metrekarelik hücrende böyle
Resim yapmıyor olsan altmışsekiz yaşında
Üstelik zevk için falan değil, kiranı ödemek için
Resim yapmıyor olsan baba
Ben oturup bu şiiri yazmayacaktım sabah sabah..
Ama yapıyorsun işte..
-hadi ara ver de bir kahve içelim-

Yüklendiğim falan yok kızmıyorum öylesi değil
Belki sen de suçsuzsun, hepsi babaannem yüzünden –belki-
Yani mesela ben babaannem olsam,
Seni asla yollamazdım İstanbul’a
hele de öyle akademi okumak için
Belki seni okula bile yollamazdım ben, “ne işin var” derdim
“Ne olacak okuyacaksın da eve ırgat lazım,
Sen de abinler gibi Almanya’ya gidersin vakti gelince
Köyden de bir kız alırız huyumuzu suyumuzu bilir
Geçinip gidersin” derdim, mesela..
Evet, suçlu babaannem bu kesin,
Çarpamamış ki ağzının ortasına
Neyse, süngüsü depreşmesin
Sene dokuzyüzellide on çocukla dul kalmak
Çok zor olmalı be baba.
Ben babaannemin yerinde olsam on çocuk yapmazdım mesela.

A benim, karakaşlı kara gözlü gözü kara babam,
Kafası çalışsan adamsın da sen, nasıl düşünemedin
Sanat yapmak, evet cesurca bir eylemdi Türkiye’de
Ama bu da başka türlü imtihanıydı Türkün ateşle
Gidip öğretmen olsaydın ya sen de,
Ya da avukat ne bileyim olmadı mühendis
Biz de öğretmen sorduğunda eğmezdik başımızı
babam ressam derken.
Arkadaşlarımız şaşkın şaşkın yüzümüze bakıp
“Nasıl yani, sadece ressam mı “diye sormazdı
Köye gittiğimiz de o amcalar,
“Ya hu ne adam şu senin baban,
Onca okudu da ne oldu”diye acımazdı halimize.
– efkâr yaptım, bir sigara da ben yakayım-

Bir kere devrime ihanetti yalı duvarları için resimler yapmak
Bırak lütfen yıkılası hanede evlad-ı iyal var bahanesini
Sen bunu yapmasaydın baba,
Şu çakma sarışın galerinin kapısına dikilip
“Ressamcı” yok mu diye saçmalamayacaktı
Ben böyle yerimden fırlayıp katlettiği kelimeyi
Ağzına tıkmak istemeyecektim.
Böyle rezile yutkunup henüz gelmedi derken
Küfretmeyecektim sana, bana, her şeye
Şimdi şu yaşında babadan kalma zengin bir velede
Boyun bükmeyecektin resmini alsın diye
Abi ben seni haftaya ararım dediğinde
Eve bir karış suratla gelmeyecektin omuzların çökmüş
Ben bir kez daha küfretmeyecektim baba
kimseye değil bu defa kendime
-küfürbaz olursam bu da senin suçun-

Üryan Cümleler

insan dokunduğu ölüleri hiç unutmuyor

Geçen gün sokağın ortasında dokunduğum ölümden sonra birşey farkettim. Dokunduğum ölülerin yüzünü asla unutmuyorum. Kalp masajı yaptığım o kadının yüzü hala gözümün önünde. İntörnken başında beklediğim adamın kolundaki çapa şeklindeki dövme ve dudaklarındaki morluk dün gibi… Gecenin bir yarısı Lalelide ölüm raporu düzenlediğim yaşlı adam da hafızamdaki mezarlıkta yerli yerinde duruyor. Anladım ki, insan dokunduğu ölüleri hiç unutmuyor. Ya şu önümüzdeki bilmem kaç piksellik ölüm fotoğraflarına da dokunsaydık… Ya dokunanlar… Ya sevdiğimiz birinin ölüsüne dokunmak…

Zehra Betül

Evladı Kerbelayıh. Bi hatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir

…Aradan aylar geçti, Seyit Rıza ve çevresi yakalandı. Mahkemeleri sürüyor. İşte bu sırada Atatürk Diyarbakır’daki (Pertek olması gerekir y.n) Murat suyu üzerinde yeni yeni yapılan Singeç Köprüsü’nü açmaya gidecek. Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer Bey bana diyor ki;

“Atatürk, Singeç Köprüsü’nü açmaya gidecek. Dersim hareketi bitti. Beyaz donlu altı bin doğulu Elazığ’a dolmuş, Atatürk’ten Seyit Rıza’nın hayatını bağışlamasını isteyecekler. Beyaz donluların Atatürk’ün karşısına çıkarmalarına meydan vermeyelim.”

1937 yılında resmi tatil günü Cumartesi öğleden sonra. Atatürk Pazartesi günü Elazığ’a gelecek. Bizden istenenler “asılacak asılsın” ve Atatürk’ün karşısına Beyaz Donlular çıktığı zaman iş işten geçmiş olsun. O dönemde Elazığ Valisi Şükrü Bey, Savcı Hatemi Senihi Bey, Emniyet Müdürü Sezerli İbrahim Bey, savcı yardımcısı arkadaşıydı.

Şükrü Sökmensüer, “Sivillerden Emniyet Genel Müdürlüğünün siyasi şubesinden istediklerini al. Atatürk’ün istasyondan halkevine kadar korunması da size ait” dedi. Başta Macar Mustafa olmak üzere altı kişi alıp yola çıktım. Trenle Elazığ’a vardım. Emniyet Müdürü İbrahim Bey’e gittim. Savcı için, “kural dışı bir şey yapmaz, mümkün değil.” dedi.

Savcıya gittim. Durumu kendisine anlattım. Bu konuda Adalet Bakanlığından da bir şifre aldığını, ama mahkemelerin Cumartesi tatil olduğunu, tatilde ise sonuç almanın mümkün olmadığını bana bildirdi. Ve ekledi:

“Ben de mahkemeleri etkileyemem.”

Oysa biz mahkemenin kararını Atatürk gelmeden evvel vermesini ve geldiğinde Seyit Rıza meselesinin kapanmış olmasını istiyorduk. Ben bunu halletmek için Hükümet tarafından buraya gönderilmiştim.

Savcı yardımcısı hukuktan sınıf arkadaşım. Bana, “Sen valiye söyle bu savcı rapor alsın gitsin, ben senin istediğini yaparım.” dedi. Biz mahkemenin tatil günü işlemesini ve alınacak sonucun infazını istiyorduk. Savcı, rapor aldı. Arkadaşım vekil olarak savcının yerine geçti. Mahkeme hakimini evinde buldum. Gittiğinde mahkemenin aldığı kararı yazdırıyordu. Hakimle konuştuk. Kendisi kararı daktiloya çektirmekle meşguldü. Devir, CHP devri. Herkes çekiniyor.

Hakim bana, “ Cumartesi mahkeme toplanmaz, ancak Pazartesi günü mahkemeyi toplar, kararı veririz. Salı günü de idam hükümlerini yerine getiririz,”dedi.

O zamanlar dördüncü bölgede temyiz hakkı yok.

Abdullah Paşa, sıkıyönetim kumandanı olarak kararı tasdik edecek. O da, “ yukarıdaki karar tasdik olunur” demiş, basmış boş kâğıda imzasını. Yukarıya “ Abdullah Paşa’nın idamı” diye yazsanız kendisi asılacak. Hakime dedik ki:
“ Bu dediğiniz gün Atatürk geliyor. Maksat hasıl olmuyor ki.”
Hakim, “başkaca bir şey yapılamaz” diyerek kestirdi attı. Ben de kendilerine sordum:

“Sizin saat 17:00’den sonra davaya devam ettiğiniz olmuyor mu?”

“Ooo, çok oluyor. Gün oluyor, dokuzlara onlara kadar çalışıyoruz,” cevabını verdi.

“Eee, sondan beş saat ihlal ediyorsunuz da baştan beş saat ihlal etseniz, olmuyor mu? Yani Pazar akşamı sahurdan sonra mahkemeyi açarız. Pazartesi günü 00.24’ten başlıyor, dedim.

Hakim: Elektrikler kesiliyor, dedi.
Ona da çare bulduk. Otomobil farları ile hapishaneyi aydınlatırız. Halkevi’ne lüksler koyarız.

Hakim bu defa ; samiin yok, dedi. Ona da çare bulduk. Samiin de getiririz. Kaç kişi asılacak? Onu karardan önce söyleyemem, dedi.
Ama ekledi: Savcı 27 kişinin idamını istedi. Biz ona göre mi hazırlığımızı yapalım? Bilemem, dedi.

Ceza İnfaz Kanunu her asılanın ayrı bir yerde asılmasını, asılanların birbirini görmemesini emrediyordu. Bu şartı da yerine getirmeye çalıştık. Her meydana dört sehpa kurduk. Vali bir de çingene cellat buldu.
Gece 12:00′de hapishaneye gittik. Farlarla çevreyi aydınlattık. Mahkemenin 72 sanığı var. Sankıları aldık. Mahkemeye götürdük. Çingene de geldi. Adam başına on lira istedi. “Peki” dedik. Sanıklar Türkçe bilmiyor.

Mahkeme kararı açıklandı. Yedi kişi ölüm cezasına çarpıtırılmış, sanıklardan bazıları beraat etmiş, bazıları da çeşitli hapis cezaları almıştı. Kararlar okununca hakim ilamda idam lafını kullanmadığı ve ölüm cezasına çarpıtırılmaktan bahsettiği için verilen hükmü iyi anlamadılar. “İdam Çino” diye bir vaveyle koptu.

Biz Seyit Rıza’yı aldık. Otomobilde benimle polis Müdürü İbrahim’in arasına oturdu. Jeep jandarma karakolunun yanındaki meydanda durdu. Seyit Rıza, sehpaları görünce durumu anladı:

-Asacaksınız, dedi ve bana döndü:

-Sen Ankara’dan beni asmak için mi geldin?

Bakıştık. İlk kez idam edilecek bir insanla yüzyüze geliyorum. Bana güldü. Savcı namaz kılıp kılmayacağını sordu. İstemedi.

Son sözünü sorduk.

-Kırk liram ve saatim var. Oğluma verirsiniz, dedi.

Bu sırda Fındık Hafız asılıyordu. Asarken iki kez ip koptu. Ben Fındık Hafız asılırken, Seyit Rıza görmesin diye pencerenin önünde durdum. Fındık Hafız’ın idamı bitti.

“Evladı Kerbelayıh. Bi hatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir!“

Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza, meydan insan doluymuş gibi sesizliğe ve boşluğa hitap etti:

-Evladı Kerbelayime, bê gunayime, Ayıvo zulimo, Cinayeto, (-Evladı Kerbelayıh. Bi hatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir ) dedi.

Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap rap yürüdü. Çingeneyi itti. İpi boynuna geçirdi. Sandalyeye ayağı ile tekme vurdu, infazını gerçekleştirdi. Oğlu yaşında bir subayı öldürecek kadar katı yürekli olan bir insanın bu mukadder akibetine acımak zor. Ama ihtiyarın bu cesaretini takdir etmekten kendimi alamadım. Asabım çok bozuldu. Emniyet Müdürüne;

-Ben üşüdüm, otele gidiyorum, dedim.”

Ben senin yalan ve hilelerinizle baş edemedim, bu bana dert oldu. Ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da sana dert olsun.” (Seyit Riza)

İhsan Sabri Çağlayangil, Anılarım (Sayfa 51-52)

Milliyet Yayınları’ndan çıkan “Anılar ve Görüşler- Üç Dönemin Perde Arkası” kitabında (sayfa 25) ise Muhsin Batur, Dersim harekatında yer alan emekli bir general olarak, bunun bir katliam olduğunu doğrularcasına şunları söylüyordu:

…Günlerden bir gün Alayımıza emir geldi… tren yolu ile Elazığ’a intikal edilecek, bir süre orada eğitim gördükten sonra o zamanlar Dersim denilen bölgeye gideceğiz. Tren yolculuğumuz 40 kişinin paylaştığı kapalı yük vagonlarında pek ilkel ve zor koşullar altında gerçekleşti, Elazığ’ın biraz uzağında Harput’un eteklerinde çadırlı ordugâh kurduk ve bir müddet sonra ilk durak Pertek olmak üzere harekete geçtik ve iki ayı aşkın bir süre özel görev yaptık. Okuyucularımdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum.

Alaya verilen özel görev, Elazığ bölgesinde büyük bir manevra ve resmi geçit ile bitti… subaylara ve bizlere Atatürk imzalı birer madalya dağıttılar.

Alaya verilen bu görev bittikten sonra tekrar yük vagonlarına binerek Gaziantep’e doğru yola çıktık, Narlı istasyonunda indik, iki günlük bir yürüyüşten sonra bir manevraya katıldık. Rahmetli Mareşal Fevzi Çakmak’ın da manevrayı izlediğini, yapılan taarruzu beğendiği için tekrarını istediğini duyduk ve tekrarladık.

Ateş altında olduğumuz varsayımı ile hedef göstermeden sürünerek ilerliyor ve kısa sıçrayışlar yapıyorduk, bize böyle öğretmişlerdi… ancak tatbikat üzüm bağları içinde yapılıyordu… önümüzde daha iyi bir üzüm salkımı gördükçe öne doğru sıçrıyorduk.

Lê ezingên min? (Peki ya benim odunlarım?)

Gundîler İçin İftar Vakti

Kürdistan’da meşhur bir hikâye vardır, duyanınız çoktur ama yine de anlatayım.

Çetin bir kış vakti, Stêwrê’nin (Mardin-Savur) dağlık köylerinden bir Gundî (köylü), binbir zahmetle topladığı odunları satmak için şehre doğru yola çıkar. Kar ve çamurla kaplı yolda birkaç yüz metre sonra köyün öğretmenine denk gelir. Diyarbekirli bir bajarî (şehirli) olan öğretmen de, takım elbisesini giymiş, şehre gitmektedir. Öğretmen Kürtçe’yi, bizimki de Türkçe’yi pek bilmemektedir.

Selam, kelamdan sonra öğretmen bizimkine şehre niçin gideceğini sorar. Bizimki de eşeğinin sırtındaki odunları göstererek, odunları satmak için gideceğini ve şehirden bazı ihtiyaçlarını alarak döneceğini söyler. Bu sırada paçaları yeterince çamura batmış olan öğretmen, köylüye, odunları kaç liraya satacağını sorar. Köylü de müşteri bulursa eğer odunlarının en fazla on lira edeceğini söyler. Öğretmen o halde der, ben sana on lira vereyim, odunlarını bana sat ve odunlar yerine beni eşeğine bindir der. Köylü nasıl yani diye sorar. Öğretmen başlar anlatmaya. Bak der, şehre gideceksin. Odunların için müşteri bulup bulmayacağın belli değil der. Sonra odunların için alıcı bulsan bile bunları on liraya satıp satmayacağın belli değil diye ekler. Ben burada sana on lira vereceğim, odunları yolun kenarına bırakacağız ve onlar yerine beni şehre götüreceksin, ihtiyaçlarını alıp döneceksin, böylece hem senin hem de benim işim görülecek der.

Bizimki başta pek ikna olmasa da neticede öğretmeni kıramaz ve on lirayı alır cebine koyar. Odunları eşeğin sırtından devirir ve öğretmeni bindirir. Biraz gittikten sonra geri dönüp o kadar zor şartlar altında topladığı odunlara bakar. Yolun kenarında durmaktadırlar. Elini cebine atar, on lirası da cebinde durmaktadır. Eşeğin sırtında büyük bir keyifle oturan öğretmene dönüp “lê ezingên min?” (peki ya benim odunlarım?) diye sorar. Öğretmen tekrar izah eder; bak der, o odunları bana on lira karşılığında sattın, ben de onları yolun kenarına bıraktım, odun yerine beni şehre götüreceksin der ve yola devam et diye çıkışır. Köylü biraz da içinde kaldığı emrivaki durumdan nasıl sıyrılacağını bilemeden devam eder ama üç beş dakika sonra tekrar eşeği durdurup “lê êzingên min?” diye sorar. Öğretmen izah eder ama o, emeğinin yolun kenarına atılmasına razı olmadığı için parasını almış olsa da itiraza devam eder. Derdini de Türkçe anlatamadığı, öğretmen de Kürtçesini pek anlayamayacağı için tek bir soruda ısrar eder: lê êzingên min?

Neticede köylü, öğretmeni eşekten indirir, parasını geri verir ve odunlarını tekrar eşeğine yükleyerek onları satmak için şehre götürür. Öğretmen, yol boyunca köylünün aslında davranışının mantıksız olduğunu ve odunlar yerine kendisini şehre götürmesinin onun işini ne kadar kolaylaştırdığını anlatmaya çalışsa da, neticede köylüye hakaret de etse ve yakasından tutup darp da etse nafile. Aldığı hiçbir cevabın kendisini tatmin etmediği köylü tekrar tekrar ve usanmadan aynı soruyu sorar: Lê êzingên min?

İşte bu soru, Marx’ın kişinin emeğine yabancılaşma teorisini ve meta fetişizmini tersinden bir örnekle kavramak için yeterli olduğu kadar; kentliler ve köylüler, medeniler ve bedeviler, bajarîler ve Gundîler, dahası işgalci egemenler ve yerliler arasında belki de binlerce yıldır süren bir çekişmeyi de anlamaya yetecek niteliktedir. Nitekim olup biten aynı olsa da bu hikâyeyi Kürdistan’da iki şekliyle dinlemek mümkündür. Bir tarafta köylünün aklını ve davranışını küçümseyen ve bununla alay eden şehirlilerin, diğer tarafta ise şehirlinin kofluğunu ve emek karşısındaki nobranlığını vurgulayan köylülerin anlatımı. Bu çelişkiyi Edward Said’in “oryantalizm”ini baz alarak da okuyabilirsiniz, Margalit ve Buruma’nın “oksidentalizm”ine dayanarak da. Neticede olan, egemen olduğu için şehirli aklın, haklı dahi olsa köylünün davranışını ötekileştirmesi, anlamsız kılmasıdır. Oysa buna itiraz edilmelidir. Kendisini egemenin diliyle ifade etmeyen ve başkası tarafından da ifade edilmeyen köylü, alacağı karar yanlış dahi olsa kendi emeği üzerinde söz hakkına sahip olduğu için ahlaken, aklen ve hukuken doğru olandadır; ama bunu şehirliye -dolayısıyla Edward Said’in kullandığı anlamıyla- oryantaliste anlatmak / kavratmak büyük bir sorundur. Burada sorulması gereken şey şu olmalıdır: şehirliyi, köylünün haklılığına ikna etmek zorunluluğumuz var mıdır? Çünkü bu soru aynı zamanda merkeze kimin, neyin konulacağıyla da ilgilidir.

Hatırlatmakta yarar olacaktır. Medine, Arapça’da şehir demektir ve bundan türetilen “medeniyet” (şehirlilik) sözcüğü “uygarlık”a karşılık gelir. Medenî ise “şehirli” yani uygar demektir. Arap toplumunda bu kavramın zıttı olarak karşımıza çıkan “bedevi” ise bizdeki “köylü”ye denk gelir ve aslında “çöl göçeri” demekse de zaman içinde “kaba saba, görgüsüz ve cahil kimse” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Tıpkı bugün Türkiye’de Türkler ve artık ne yazık ki Kürtler arasında da bir hakaret olarak kullanılan “Gundî” gibi. Bütün bir İslam tarihinin kendi içindeki çalkantısı bir medeni-bedevi kavgası olarak da okunabilir. Kuran çevirilerinde dahi bu çarpıtmanın izleriyle karşılaşırız. Örneğin Kuran’da aslında tek bir ayette “bedevi” sözcüğü geçer ama meal ve tefsirlerin neredeyse tümünde Arapların olumsuz özelliklerinden bahsediliyorsa “Arap/lar” sözcüğünün yerine medenilere toz kondurmamak için “Bedevi/ler” sözcüğü bilinçli olarak getirilmiştir. (Meraklısı için Tevbe Suresi’nin 90, 97, 98, 99, 101, 120. ayetleri, Fetih Suresi’nin 11 ve 16. ayetleri ile Hucurat Suresi 14. ayet). Bu kirli bilinç, Saidê Kurdî’yi Said-i Nursi yapanlarda da neşet etmiştir ve neticede Risalei Nur’un tahrifinde Kürtlerin olumlu özelliklerinden bahsedilen yerlerde bu sözcüğün yerine Türk veya Müslüman, olumsuz özelliklerinden bahsedildiği yerlerde ise ya sözcüğe dokunulmamış ya da Kürt yerine Bedeviler denmiştir.

Hülasa;
Gundîlerin büyük bir siyasal ve fiili emeğinden, saygı duyulacak mücadelesinden sonra Kürtler de bugün böyle bir çekişmenin tam ortasındadırlar. Bir tarafta Kürtlerin emeğinin üstüne binerek Türkiye ve diğer işgalci devletler ile entegrasyonu bir çözüm olarak sunanlar, diğer tarafta ise emeğinin karşılığını daha zor da olsa bağımsız bir şekilde kazanmak isteyenler. Bir tarafta kestiğimiz odunları ve verdiğimiz canları devirip “bedelini ödedik” diyerek eşeğimize ve ülkemize binmek isteyenler var. Diğer tarafta ise emeğini her halükarda menziline ulaştırmak ve muvazaalı satış yerine hakikaten bir alışveriş yapmak, odun verip eşya almak, verdiği emeğe karşılık bağımsızlık almak isteyenler var. Kürtlerin doğal haklarından bile bahsedenlerin bugün “ilkel milliyetçi” diye yaftalanmaları ve bu yolla hakarete uğramaları tam da bu kavgadan kaynaklıdır. Uzlaşmanın daha kolay ama diretmenin daha zor ve onurluca olduğu bu kavgada, Gundîlerin karşısındakiler gerçekte kent soylu değillerdir. Bu yüzden medenî soyluluğun ve hilekârlığın yerine koydukları eksik modernlikleri ve yapay duyarlılıkları mide bulandırıcıdır. Eskiden işgalcilerimiz ve şehirlileri ile sürdürdüğümüz kavga, artık Gundîler ile yarı-kentli züppeler arasında cereyan etmektedir ve ayrışma da ancak bu yüzdendir. Gundîlerdeki samimiyet, itiraz ve bu ikna olmayış temelde bir tavrı ve hakikati temsil etmektedir ve kurtarıcı olacaktır.

Medenilere galebe çalmak ikna iledir ama Gundîlerde ikna sanıldığı gibi cebr ile değildir. Kavga sürecek ama biz Gundîleri tek bir soru aydınlatmaya yetecektir: lê êzingên me? (peki ya odunlarımız?)

İbrahim Halil Baran

Ayrılık Derdindeyiz Sevgili

Ayrılık derdindeyiz sevgili
Bulut değdi gözüme
Gölgelendi dünya
Bir yağmur damlası aradı gözlerim
Bulutun yüreğinde bir yağmur damlası aradım
Güneşin sarısını hapsetmiş içine bir yağmur damlası
Bir yağmur tanesinde umudum
İçine aydınlığı nakşetmiş
Bir serin pınar
Bir derin huzur
Bulutlandı dünyam
Kara bir güne açtım gözlerimi
Karanlıklar içinde
Bir öfke aradım
Bir yıldırım
Gürültülü
Öfkesini sesine katmış bir yıldırım aradım
Bir şimşeğin hızını aradım bulutun yüreğinde
Karanlığı yırtan bir şimşek aydınlığı
Teslimiyet yok ayrılığa
Yenilmek yok hasrete
Karanlığı yırtacağım
Ayrılığı gömeceğim bulutun karanlığına
Bir şimşeğin yüreğine akıp
Bir yağmur damlasına gireceğim
Bulutun gölgesi arkamda
Aydınlığa
Senin sevdanın aydınlığına koşacağım sevgili
Bir yağmur sonrası
Gökkuşağı armağanı olacak savaşımın
Sen olacaksın gökkuşağının yüreğinde
Bulmak için seni sevgili
Başkaldıracağım bulutun gölgesine
Başkaldıracağım bulutun karanlığına
Sana sarılmak için sevgili
Bir yağmur tanesinin yüreğinde yolculuk edeceğim
Sana kavuşmak için sevgili
Bir deli rüzgar olacağım
Bütün bulutların karanlığını dağıtan
Ayrılığı bitirmek için sevgili
Bulutun karanlığına inat
Güneşin sarısını çalacağım
Bir yağmur damlasının yüreğinden
Sana kavuşmak için sevgili
Savaşacağım
Savaşacağım seni benden ayıran imkansızlıklarla….

Gassan Satar

Sen Uykudayken

Sen uykudayken
Sana dokundum dün gece
Her dokunuşumda bin güneş doğdu
Kuşlar döndü göçlerinden
Yağmurlar yağdı durmaksızın
Bulutlar aktı aydınlığa yol vermek için
Bir nehir aktı sonsuz kıvrımlarla
Daha büyük bir okyanus yaratmak için
Bir ağaç kök saldı gök yüzünde
Maviye yeşili ekmek için
Sen uyurken bir dünya doğdu yüreğimde.

Sen uyurken dün gece
Her nefes alışında bir kuşun kanadı değdi tenime
Bir rüzgar esti durmaksızın
Mavilik yağdı yatağıma
Gök yüzü el verdi okyanuslara
Yeniden yaratıldı dünya.

Sen uyurken dün gece
Bin yıldız kaydı gecenin bağrına
Bin yakamoz aktı odamıza maviliklerden
Bin ay ışığı aydınlattı tenini
Bin sevda türküsü söylendi
Bin sevda doğdu senin adınla.

Sen uykudayken dün gece
Seyrettim seni sevdayla
Yeniden Tanrı’ya el verdim
Yeniden duaları öğrendim
Yeniden yakardım umutla
Yeniden gün doğumlarına sevda büyüttüm.

Dün gece sen uykudayken,
Beklerken gözlerini açmanı sabahın tazeliğine
Bir gülümseyişini beklerken
Beklerken sevdayı anlatan ‘günaydın’ını
Seni öğrendim
Sevdayı öğrendim yeniden
Yaşama dokundum yeniden.

Sen uyurken dün gece,
‘Seni seviyorum’ları tekrarladım durmaksızın,
Bir dua gibi,
Tanrıya yakarır gibi …

Gassan Satar

Kadınım

Ne zamandır yazmıyorum sana kadınım.
Dargın mısın yoksa bana?
Sesin, burukluğu taşır.
Yoksa, daha az seviyorum diye mi korkarsın?

Ah kadınım ah!
Yaşam, yoruyor bazen beni.
Bazen, her şeyi bırakıp ardıma
kaçıp, gidesim geliyor.

Hüzünlü şarkıların, notasına sığınır yüreğim.
Gecedeki yalnızlığı özlerim bazen.
Bazen, hasret bile yakmaz yüreğimi
yaşamın yaktığı kadar.

Bazen, bunalıp, gidesim gelir kadınım
aklıma sen gelirsin,
aklıma sevmelerin gelir.
Gülüşün takılır gözlerime
gidemem o zaman.

Gitmeleri düşündüğüme utanırım,
yaşamın zorluğuna karşın.
Tanrının bana olan hediyesi
sevgini düşünürüm o zaman

Yazmıyorum sana bugünlerde biliyorum
Şaşkınım belki.
Belki, yorgun ama
hâlâ sevdalıyım kadınım sana

Bak, hâlâ buradayım.
Sözcüklerimde hâlâ umut var.
Bak, umutlu sözcüklerimin arasına
Bak, yaşama asılan ellerimin içine bak
Sevdamı göreceksin, yazmadıklarımı göreceksin.

Umudu, sana dair söylerim hâlâ kadınım.
Gülümsemem, hayalinle süslenir hâlâ
Dün çok sinirliydim, değil mi?
Seni de kırdım, değil mi?

Sen, hemen sevgimin azaldığına yordun yine
Korkuyor muyuz hâlâ sevgimizi kaybetmeye
Seviyoruz birbirimizi hâlâ.
Kaybetmeye korktuğumuz bir can gibi
Sarılmışız sevgimize yaşama sarılır gibi.

Yazamıyorum sana kadınım bu son günlerde
Etrafımda kan var, kin var kalplerde
dünyamıza hakim olan.
Düşmanlıklarla çevrili etrafımız
Yazmadım sana kadınım,
Yazamadım.

İstemedim, kirlensin sözcüklerim,
İstemedim, seni yazayım bu kadar kin içinde.
Bilirsin, gün doğumunun aydınlığı gibidir sevdan bana.
Gri bulutların karanlığına atmak istemedim.

Biliyorum, bekliyorsun sana dair yazılacak satırları
Ne buruk sormuştun bana, “yazmıyorsun artık” diye.

Sana yazmıyorum kadınım bu son günlerde
Sanma sevdam azaldı.
Sen, sevincin adısın,
Sen, canımın yeşerdiği topraksın.

İstemedim, hüzünler bulaşsın sözcüklerime,
İstemedim, acılar gölgelesin sevincimi,
Yazmadım sana bugünlerde kadınım.
Yaşadım seni yazılamayacak sözcüklerin içinde
Bir sevda ki bu; ne yazılsa
sevinci damıtır sözcüklerin imbiğinden

Gassan Satar

Şiir Çoğu Zaman

“Nasıl şiir yazıyorsunuz?” sorusunun bir bumerang gibi geri dönüp beni bulacağını, batırdığım iğnenin bir çuvaldız olarak karşıma çıkacağını bilsem de, Enzensberger’in tanımıyla “estetiğin belki de en önemli sorusu”ndan kaçamazdım. Zira bir yapıtın nasıl oluştuğunu bilmek, sadece o yapıta dışardan bakanlar için değil, o yapıtı oluşturanlar için de hayati bir değer taşımakta, başka eserlerin sırlarıyla beraber onlara kendi eserlerinin sırrını keşfetme imkanı tanımaktadır.

İşte isiyle pasıyla kara şiir kazanım:

Her an yenilenen bir evrende yaşadığımı fark ettiğim günden beri gözlerimle fotoğraflar çekiyorum. Fotoğraf çekmek milyarlarca görüntü içerisinden bazılarını seçip çerçeve içine almaktır ve çektiğimiz her fotoğraf ruhumuzdaki ışık ve gölgelerin yansımasıyla olandan olmayanı çıkartır. Olanı aynen veren vesikalık fotoğraflarla işim olmaz benim. Dahası kadraj, ışık ve gölgenin yetmediği durumlarda fotoğraf çekmeyi bırakıp resim yapmaya başlarım. Hiçbir ressamın bulamayacağı renklere ve çizgilere ancak şairin ulaşabileceğini, sanatın maddeden uzaklaştıkça erişilmez olacağını bilenlerden olmak heyecanlandırır beni. Kömür ocaklarına girip yerin yüzlerce metre altında kısa saplı kazmalarıyla kömür devşiren madencileri şairlere benzetirim. Göçük tehlikesi de vardır grizu patlaması da. Üstelik şiir nadirdir. Bir bütün halinde ulaşmak zordur ona. Bir parçası elinize geçer çoğu kez. Arkeologların bulduğu mermer bir el parçası gibi şair şiirini ateşleyecek fünyeyi ele geçirerek işe başlar çoğu kez. Birçok şairde ilk mısradadır şiir. Beni harekete geçiren ise bir dizeden çok bir kelime, bir tamlama ya da bir fotoğraftır. Kimi zaman yazılmamış şiirin ismidir şiir mayam. Uzun bir zaman işte, evde, yolda, çarşıda benimle yaşar o maya. Şiire dönüşebilir de çürüyebilir de içimde. Şiire dönüşebilecek maya beni masaya oturtabilmek için fırsat kollar. Kırgınlık ve kızgınlık anlarımda gözümün içine bakar. Evde herkes uyuduktan sonra yalnızlığımı başıma kakmak için gelip yanıma oturur. Seslerin kesildiği anlarda kulağıma fısıldamayı bir borç bilir ve yazmaya ihtiyacım olduğunu hissettirir. Bu his beni kuşatacak kadar güçlü olduğunda, kuşatmayı yarıp bir şeyler yemek, içmek ya da uyumak mümkün olmaz. O anın ritmi neyse ayak seslerini duyurur ve peşinden gelmemi ister. İşte ilk mısra adayları hızla zihnimden geçmektedir. Beğenilmezlerse yeni elbiseler giyerek bir daha şanslarını denerler.. Her şeyi stilize eden flu bir zihinde olup biter bu gayri resmi geçit. Yine de akıl uzaktan loş ışığını göndermeyi ihmal etmez. Mutlak sarhoşluğun hezeyanından korurken esrikliğin çakırkeyfine mani olmaz.Tıpkı Brecht’in “Şiirsel bir girişim rast giden bir girişimse, duygu ve us uyum içinde çalışırlar. Birbirlerine mutluluk içinde sevinçle seslenirler: Haydi ver kararını!” dediği gibi. Kararımı vermişimdir, hem de birkaç sene önce. İşten eve dönerken her akşamüstü dalgakıranın yanından geçer vapurum ve dalgakıranın üstünde karabataklar ıslak kanatlarını güneşe karşı açarak tünerler. Güneş batmaya yüz tutmuştur. Karabataklar ıslak kanatlarıyla dimdik durarak üşüdüklerini belli etmemeye çalışmaktadırlar. Şiirimin ismi Karabatak’tır.. Ve ilk mısra: “ıslak kanatlarını açarak güneşi bekleyen kara kuşa bak” ve ikincisi “kırılmış dalgalara karşı dalgakıranda tüneyen sarhoşa bak.” Zihnimdeki resimde hava kapalıdır. Karabatak ancak bulutun yakasından çekiştirerek güneşe ulaşabilecektir. “kömürden kollarını uzatıp çekiyor bulutun yakasından” dizesini yazdıktan sonra durakladığımı hatırlıyorum. Geceyarısı balkonda yazıyorum şiirimi. Tam o esnada pancurdan bir örümcek sarkıyor incecik ipiyle masamın üstüne. Güneş ışınlarının karabatağa yırtılmış bulutun içinden böyle sarktığını düşünerek heyecanla “tam yırtarken gömleğini bir örümcek iniyor da arkasından/ yükleyip sırtına güneşin küllerini uçuruyor/ bir örümcek/ tüylerinin içinde bir rozet kadar sıcak” dizelerini yazıyorum.

Her şiir müstakil bir eser olduğu gibi, her eserin kendine mahsus bir yazılış serüveni vardır. Mesela Bombiks Mori konu olarak bana dikte edilmiş bir şiirdir. Uykuyla uyanıklık arasında –ki buna yakaza deniyor– “İpekböceğinin şiirini yaz” denmişti bana. İpekböceği hakkında fazla bir bilgim yoktu. Merakla ansiklopediyi açmış, ipekböceği kelimesinin yanında paranteze alınmış Bombiks Mori kelimesini görünce gözlerim ışıldamıştı. Zira Bombiks Mori ipekböceğinin Latince adıydı ve bu isim şiirimin adı ve mayası olmuştu. Bir şiirin oluşumunu baştan sona bu şekilde sizlere anlatmayı isterdim. Böylece Poe’nun arzusu da gerçekleşmiş olurdu. Ancak ne derecede! Şiir çoğu zaman şairinden de gizlenir. Bu yüzden şair attığı taşın hangi göle düşeceğini, hangi dalgaları azdıracağını hesap edemez. Dahası o, şiirini yazarken kendi oluşturduğu girdaba kapılıp, dümen hakimiyetini çağrışımların kudretli ellerine terk etmek zorunda kalır. Can havliyle aklın kaptanlığına sığınırsa da, ancak şiir bittikten sonra dümene hakim olabilir. Bu iki hal arasında olup bitenler şiirin kanına karışsa da asla tahlil edilemez. Kimi zaman şairin elinden kendi tufanı tutup beyaz bir kağıdın önüne oturtur. O an şiir tehlikededir. Çünkü bu kez akıl loş ışığını uzaktan da olsa şiire düşürmekten aciz kalır. Şair, yaraları kanarken değil, kabuk tuttuktan sonra yola çıkarsa mesafe kat edebilir.

Özetle: Bir şiire başlarken elimde şiirin mayasından başka bir şey olmadığını, yazma aşamasında esrikliğin okuma aşamasında aklın hâkim olduğunu, şiirin bitip bitmediğini tespit edebilmek için Horace’ın tavsiyesine uyup bir hafta dinlendirdikten sonra yeniden okuduğumu,yazarken şiirin müziğini sınamak için aynı dizeleri defalarca yüksek sesle tekrar ettiğimi, zaman zaman klasik müzik dinlediğimi ancak müzikteki ahengi şiire mal etmekten korktuğum için şiiri yüksek sesle okurken müziği susturduğumu söyleyebilirim.

A.Ali Ural