Omurganın Kavalı

Dumanlar içinde mavi olmayı unutan
gökyüzü,
paçavralar giyinmiş
sığıntı gibi bulutlar,
son aşkımla tutuşacaksınız bütün!

Sevinç çığlıklarımla bastıracağım
ordular
gürültünüzü!
Siz ki bir yuvanın sıcaklığını unutmuşsunuz,
dinleyin !
Ve çıkın artık siperlerden:
bitirmeseniz de olur
savaşı..
Ne en korkunç dövüşlerin,
ne de
kan tüten yaraların en derini
solduramaz aşk sözlerini!
Bilmez olur muyum hiç
sevgili Almanlar!
Dudaklarınızın ucunda hep
Goethe’nin
Gretchen’i var…
Ama o,
yüzyıllardır sayıkladığınız
tombul
pembe tenli kız,
neme gerek benim!
Seni söylüyorum türkülerimde
şimdi ben,
makyajlı
kızıl saçlı sevgilim!
Bu kasatura uçları gibi
sivri
günlerden,
yaşadığımız,
yüzyılların sakalı ağardığında
kalacak olan
sensin yalnız!
Bir de ben…
o kentten
bu kente…
senin ardında!
Londra’nın
kalın
sisinde yitirsem seni,
alev dudaklarıyla
gece lambalarının
gene de uzanır
öperim..
……………………………………..
Dalgın
ve hüzünlü,
köprüden geçsen:
“Aşağısı da güzel” diye düşünerek,
“Ve ölmek
de belki güzeldir !” diyerek,
bil ki benim
köprünün altında akan,
benim la Seine,
benim çağıran seni
çürümüş dişlerini göstererek..
………………………………………..
Güçlüyüm ben,
gerekliyim çünkü onlara.
“Sıran geldi!”
deseler günün birinde,
savaşa itseler beni,
vurulsam:
Kan değil
adın fışkırır
yırtık dudaklarımdan..
İster
taç giydirsinler,
ister –
se Sainte – Hélène ’e sürsünler:
Hayat fırtınalarının dalgalarını
gene de
ben
mühürlerim!
Ellerim
kelepçelidir evet
ama evrenin
tahtıdır yerim!
Siz
ürkek çocukları
hüznün,
ve siz
gökyüzünün
mavi olduğunu unutanlar!
Dinleyin artık
susun da!
Belki de
son
aşkıdır
bu
gökyüzünün:
onulmaz yarası
kanar da kanar
veremli ciğerlerimin dokusunda.

Vladimir Mayakovski
Çeviren : Attilâ Tokatli

Kırlangıçlar

Kırlangıçlar, ahır damları, dut ağaçları, incir ağaçları.
İbriklerle kaya oyuklarına kırlangıçların suyunu döken yaşlı kadınlar.
Kırlangıçlar, yüksek serin yaylalar, her dem yeşil ormanlar.
Avluları geniş, eğri kemerleriyle hanlar, kervansaraylar.
Dereler, göller, pınarlar ve derin kuyular.
Ve nehir, sabah ve akşam vakti güneşin sarı ışıklarına boğulan Dicle nehri.
Ve sularına batıp çıkan kırlangıçlar.

Kırlangıçlar ve sesleri: viç viç viç viç.
İnsana bir mucizeyi hatırlatan sesler.
Zamanın perdesiyle,
Külün ve tozun perdesiyle kaybolmuş şehirler.
İçinde ne bitki, ne de hayat var.
Ve o, onun sesi, kaybolmuş şehirlerin
üzerine yükselen höyüklerin tepesinde.
Ve onların viç viçleri.
Yanmış, yıkılmış bir kale, duvarının yarıklarında
Artık yılanların, çıyanların, akreplerin dolaştığı, baykuşların öttüğü.
Yıkılmış bir evin avlusunda
Otlar boy atmış.
Avludaki kurumuş kuyunun taşları arasında
Rengârenk çiçekler açmış.
Ve o, onun sesi, ötüşü onun.

Bir ana ve bir çocuk.
Kılıç sesleriyle kesilmiş bütün seslerin ardından
Onların sesi, meydana gelmez mucize.
Anne ve çocuk, birbirini kucaklamış, üst üste.
Samanlık. Saman ve ot kokusu. Kan kokusu.
Önce ses, inilti, ah çekiş,
Sonra gözler, bakış.
Kaşlar, kirpikler. Gözbebekleri. Kan içinde.
Yara, kan, acı.
Annenin eli çocuğun yüzünde. Kan, sadece kan.
El kanı temizliyor. Ancak yine kan.
Ancak seste, çocuğun ağlaması, erkek çocuğun iniltisi.
Hayat, her şeyden sonra yine hayat.
Kılıç darbesi, ölüm, kan ve hayata dönüş.

Kana rağmen, göz açılıyor. Bir kez, iki kez.
Kara bir perde ancak bir tutam ışık
Karanlığın içinden.
Karanlık, aydınlık. Aydınlık, karanlık,
Suyun dalgaları üstünde sallanan bir kelek misali,
Bir karanlığa doğru, bir aydınlığa.
Kucak, annenin sıcak kucağı, yumuşak, derin.
Islak kucak, kan sızıyor,
Nefes, koku, bir annenin sıcaklığı.
Hareket, önce eller, sonra kollar, omuzlar, ayaklar, bütün beden.
Yavaşça, usulca.
Hareket, bir kez, iki kez…
Samanlık, saman, ahır, yoğun bir sessizlik.
Ne koyun sesi, ne insan.
Hareket, yerde, samanın üstünde.
Aydınlığa doğru, açık duran kapıya.

Kapının önünde, yerde, sırtüstü.
Anne ve çocuk, birbirini kucaklamış,
Kanın içinde.
Aydınlık, güneşin sıcak ışıkları.
Koku. Toprağın kokusu, otların, çiçeklerin, reyhanın.
Ağaçlar, çalılar. hafif bir yel,
Etrafta, ağaçların dalları ve yaprakları arasında,
Yarılmış, kesilmiş yüzün üstünde.
Kızıl ışıklar, kandan kıpkırmızı yüzün üstünde.
Gökyüzü. Masmavi. Üstünde beyaz yumaklar, yün yumakları gibi
Yeni bir gün, yeni bir aydınlık, yeni bir soluk.
Ancak ne bir ses, ne bir nefes, ne de bir seda.
Ne çoluk çocuk, ne kadın erkek, ne de yaşlılar.
Ne tavuk horoz, ne koyun kuzu.

Tam o zaman. Bir başına, ağaçların üstünden,
Köyün çeşmesine doğru, suya doğru.
Yabancı, göçmen, misafir,
Küçük, nazlı, narin.
Siyah beyaz. Kuyruğu çatal.
Ancak o, onun sesi. Viç viç viç
Kırlangıç. Mucize.
O an kırlangıcın sesi, hayatın sesi…

Mehmed Uzun

İsmene

…Sanırım taşınmayacak kadar
ağır bir yüktür insanları yönetmek ve komut vermek
Sonunda da,herkes yönettiği neyse onunla yönetilir-
herkese ve her şeye duyduğu o sınırsız kuşku dışında;
sessiz madenden bir hançerdir bir kuşun gölgesinin
rastgele bir odaya girişi
bir akşam saatinde.Bu yüzden günbegün daha da
zorbalaşır zorbalar.
İnsanlar sizden korkmaya,size gereksinme duymaya
başladıklarında,
hiç bilemezsiniz size neler hazırlarlar.
Onun için ne yönetmeli insan,ne de yönetilmeli
(bilmem bu nasıl gerçekleşebilir?)
biz doğmadan yönetimin bize damgasını vurmuş
olması yeter,
ölümün bizi pusuda bekliyor olması yeter;nasılsa
ölümle insan alışırlar birbirlerine;
ve keskinliğini yitirir ikisi arasında geçenler.Beden
gevşer,
saçların pencerelerin,gözlerin rengi solar,
açılır içine sert,kocaman altın bir sikke konulan avuç ve
bütün hayatımız
bir kasılmaya döner bu sikkeyi tutmak için,onu
düşürüp yitirmemek için bir korkuya döner;
ellerimizden biri işe yaramaz olmuştur artık,
hayatımızın yarısı,hayatımızın tümü işe yaramaz
olmuştur.
…….
Ama kandırmayalım kendimizi-babanızın da söylediği gibi-
bu yumuşak bedende
istek olduğu gibi kalır,tüm inatçılığıyla;o haklı
görülmeyen gecikmişlik duygusu sürer.
Çoğu zaman böyle durumlarda,heykellere sarılır
kadınlar,
onların taştan ağızlarını öper,onlarla yattıklarını
düşlerler.
Eğer heykellerin dudaklarındaki ıslaklığı gördüyseniz,
terk edilmiş kadınların ağızlarının ıslaklığıdır bu.
Kuşkusuz,bir çeşit sığınaktır bellek.Ama o da tükenir,
onun da,rastgele ve yabancı bile olsa,yeni görüntülere
gereksinmesi vardır….

Yannis Ritsos
Çeviren: Cevat Çapan

iki kişilik ada çarpıntısı

Bir adam bir ağa sarınıyor bir kadının. Bir bulut caz yürüyüşü yapıyor. Bir taşı yırtıyor bir adamın öfkesi. Bir ağaç sağa yatıyor, meyveleri toplanmamış. Bir yük gemisi denizi taşımaya kalkıyor cahil cesaretiyle. Kambur bir kadın gökyüzünü hatırlamaya çalışıyor.

1.

bir dağın sırtını sıvazlıyor rüzgar
güneş işliyor kayıtsız bir terzi gibi usta

               bir adam bir kadını yanlış anlıyor, doğru
                                   adam kadını doğru anladığını biliyor, yanlış
                                                                bir soru işareti yerini ünleme bırakıyor

“geceler” diye bağırıyor kadın aşağıdan yukarı siyah bir yelken

kadın ile adamın arasındaki ay büyük meramet ustası

deniz, bir arabalı vapura kızıyor, “beni aldattın!”

bir kadın “anlamıyorum” diye sayıklıyor yatağında yan!

ismim söyleniyor bu ben miyim diye düşünüyorum
                                    bir çakarın yanında evet bu benim ne hastalık !

iskelenin ucunda oturuyordu tanıdık bir yalnızlık

2.

“zamana karşıyım bunu bilesin” dedi taş ki sonsuzdur

nerden baksak delirmiştir taş
deniz şahittir buna

belli ki olaylar olmak için sıraya girmiş,

                                “esas duruş” diyelim buna

                                                           veya nedensellik

3.

ve batmakta olan bir teknenin suyunu alıyor bir sabırcı

ben sandalsız küreksiz bir adamdım yürürüm gece denizlerini

sabahları büyük bir cümle devrilir karşımda
                                                              “özü senliyorum”

ya da bir rakı dönüp durur buzsuz aklımda

belli ki bir fırdöndü birleştiriyordu bizi öyle sağlam bilelim

ve bortaçina şişesini bitirip şöyle dedim:
                                                        “aşk bir korkuluktur”

“kıyı lehçesiyle seni seviyor” dedi o deniz feneri büyük düşünür

karşı adadan cevapladı bir yaya kadın:
                                                        “aşk bir kundakçıdır”

4.

ve sonunda

“korkulardan korku beğen!” diyor bir yalnızlık eşek yükü

ama dağdaki sular gibi uyanıktım hep seni gördüm

ve “kendini öp” dedim
                       benim için

ben

im

in.

diyelim ki

batmakta olan bir teknenin suyunu alıyor bir sabırcı

Zafer Yalçınpınar- 5 Ağustos 2005- Marmara Adası

iki kişilik ada sessizliği

(Yedi yıl sonra, bir şiirin negatifi)

Bir adam örgüsünden çıkıyor kadının: Gökyüzü bulutsuz ve yürüyüşsüz.
Bir taşı büyütüyor adamın yalanlı kalbi: Ağaç sallantısız ve meyvesiz.
Bir biletçi para basıyor: Örgücü kadın dimdik ileriye bakıyor.

1.

bir dağdan geri dönüyor rüzgâr
güneş sönüyor muhasebeci gibi beceriksiz

               kadın adamı doğru anlıyor, yanlış
                              adam kadının yanlış anladığını biliyor, doğru
                                           bir nokta yerini başka bir noktaya bırakıyor

“gündüz” diye bağırıyor kadın aşağıdan yukarı beyaz bir yelken

kadın ile adamın arasındaki ışıksızlık büyük söngü ustası

deniz, bir arabalı vapura teklifliyor, “hadi evlenelim!”

bir kadın “anlıyorum” diye sayıklıyor yatağında düz!

ismim söyleniyor bu ben miyim diye düşünüyorum
                                    bir çakarın yanında evet bu benim ne hastalık !

iskelenin ucunda oturuyordu tanıdık bir yalnızlık

2.

“zamanın yanındayım bunu bilesin” dedi öküz ki büyük öküzdür

nerden baksak akıllıdır öküz
                       toprak şahittir buna

belli ki olaylar olmamak için sıraya girmiş,

                       “dolandırı” diyelim buna

                                                    veya nedensizlik

3.

ve batmakta olan bir teknenin suyunu alıyor bir sabırcı

ben sandallı kürekli bir adamdım yüzerim gündüz denizlerini

geceleri büyük bir cümle devrilir karşımda
                                                 “seni özlüyorum”

ya da bir içkisizlik dönüp durur buzlu aklımda

belli ki hiçbir şey birleştirmez bizi öyle bilelim

ve bortaçina şişesini doldurup şöyle dedim:
                                                 “aşk bir tarladır”

“köy lehçesiyle seni sevmiyor” dedi otogar büyük düşünür

karşı köyden cevapladı bir arabalı kadın:
                                                  “aşk bir süngüdür”

4.

ve sonunda

“mutluluklardan mutluluk beğen!” diyor bir yalnızlık eşek yükü

ama dağdaki sular gibi uyudum rüyamda hep seni gördüm

ve “kendini git” dedim
                        benim için

ben

im

in.

diyelim ki

batmakta olan bir teknenin suyunu alıyor bir sabırcı

Zafer Yalçınpınar
15 Haziran 2012

Kaynak:http://zaferyalcinpinar.com/s100.html

Mosmor Salkım

geçtim karşısına
sarmaşığın
              kendine
                         yürüyüşüne
bakıyorum:

bir at arabası hareketleniyor
eski dünyadan
                     yeni dünyaya
kısalıyor bitişik karanlığı tüm imzaların
zamanda
zamanla
ağrısızlık yaprakların çizgisine yükleniyor:

tüm sırları suların, böceklerin, kuşların
ve toprağın

yavaş
yavaşça
uzanıyor
dallara
zamanla:

“çiçeklerim beni yordu” diyor sarmaşık
mosmor

26 Mayıs 2009
Zafer Yalçınpınar

Kaynak: http://zaferyalcinpinar.com/

Karda

1/

suskunluk —ne güzel çelişki
sabırla bir araya gelen sessizlik
donması suyun suyla
kendisine birleşmesi düşüncenin
karların ağırlığımı yüklenmesi
boruların duvarları dönmesi
yaslandığım camın yüzü
geceyi beyazlatan kar
kendini bulan öz
ne güzel çelişki—

2/

devam edebilecek miyim böyle?
kaybediyorum kendimi
vazgeçebildiklerimle
bir varoluş biçimidir bu uzanan
sonuma kadar

3/

“Bir kere bile ölmeyi bilemedin!” diyor Nedim,
“Haklısın; bilsem ölmezdim…”
dedim.

Zafer Yalçınpınar
7 Mart 2012

Gelmeyen

1.

gelmeyeni
bekliyoruz

denizaltı iskelesinde
bekliyoruz

belki de gelmiştir çoktan
bilmiyoruz

görmeyince

2.

herhalde gelemedi
tek ders sınavından kalmıştır;

şiir!

ezberlenemez

3.

gelirse
bir düğüm daha atmak
bağ kurmak
                  isteyecek
ağlarıyla

bir kapağın ya da kapının kapanışı gibi

reddedeceğim

4.

gelse
sonunda
şu meydansızlığa

kimsenin
olmadığını
görecek

3 Nisan 2009

Zafer Yalçınpınar

Hüsn ü Aşk 1-100 Bölüm

Hüsn ü Aşk, 1-50. Bölüm Agâz-ı Dâstân-ı Benî Muhabbet / Benî Muhabbet Hikâyesinin başlangıcı

1. «Dil-zinde-i feyz-i Şems-i Tebrîz / Ney-pâre-i hâme-i şeker-rîz»
1. Tebrizli. Şems’in feyziyle gönlü diri olan ve şekerler döken kamış parçası kalem,

2. «Bu resme koyup beyân-ı aşkı / Söyler bana dâstân-ı aşkı»
2. Aşkı anlatışı bu tarza dökerek bana, aşk destanını söyler:

3. «Kim vardı Arab’da bir kabîle / Mustecmi’-i haslet-i cemîle»
3. Araplarda bütün temiz huylara sahip bir kabile vardı.

4. «Ser-levha-i defter-i fütüvvet / Ser-hayl-i Arab Benî Mahabbet»
4. Fütüvvet defterinin başlığı olan, Arap boylarının başı bulunan bu kabile, «Benî muhabet» yani Sevgioğulları kabilesi idi.

5. «Amma ne kabîle kıble-i derd / Bilcümle siyâh-baht u rû-zerd»
5. Ama ne kabîleydi? Dert kıblesi; bütün halkı kara bahtlı, sarı yüzlüydü.

6. «Giydikleri âftâb-ı temmûz / İçtikleri şu-le-i cihân-sûz»
6. Giydikleri temmuz güneşi; içtikleri, cihânı yakıp yandıran alevdi.

7. «Vadîleri rîk ü şîşe-i gam / Kumlar sağışınca hüzn ü matem»
7. Vadileri kumluk ve gam şişelerinin kırıklarıydı; kumlar sayısınca da hüzün ve matem vardı.

8. «Hargehleri dûd-ı âh-ı hırmân / Sohbetleri ney gibi hep efgân»
8. Çadırları, mahrumiyet âhının dumanı; sohbetleri de hep ney gibi feryâd ve figandı.

9. «Her birisi bir nigâra urgun / Şemşîr gibi dehânı pür-hûn»
9. Her biri, bir güzele vurgundu, hepsinin de ağzı kılıç gibi kanlıydı.

10. «Erzâkları belâ-yı nâgâh / Âteş yağar üstlerine her gâh»
10. Rızıkları ansızın gelen belâ idi; üstlerine her an ateş yağardı.

11. «Ekdikleri dâne-i şirâre / Biçdikleri kalb-i pâre pâre»
11. Ektikleri kıvılcım taneleriydi, biçtikleri paramparça kalpti.

12. «Anlar ki kelâma cân verirler / Mecnûn o kabîledendi derler»
12. Söze can verenler, Mecnûn da o kabîledendi derler.

13. «Her kim ki belâya mürtekibdir / Elbet ol ocağa müntesibdir»
13. Kim belâya düşmeyi dilerse, elbette o ocağa mensuptur.

14. «Satdıkları hep metâ’- cândır / Aldıkları sûziş-i nihândır»
14. Sattıktarı hep can malıydı; aldıklarıysa gizlice yanış.

Vilâdet-i Hüsn ü Aşk / Hüsn ile Aşkın Doğuşu,

15. «Oldu bu serâya pâ-nihâde / Ol gice iki kibâr-zâde»
15. O gece bu dünyâya iki kibar-zâde ayak bastı.

16. «Fî-l hâl açıldı subh-ı ümmîd / Hem mâh doğdu hem de horşîd»
16. Hemen ümit sabahı ışıdı .açıldı; hem ay doğdu, hem güneş.

17. «Ol hâle sebeb bu iki şehmiş / Her biri süvâr-ı mihr ü mehmiş»
17. Meğer o hâle sebep bu iki :padişahmış; her biri aya, güneşe binmişlerdi.

18. «Ammâ biri duhter-i semen-ber / Biri püser-i Mesîh-peyger»
18. Ama öyle ki biri yasemin bedenli bir kız-, öbürü Mesih bedenli bir oğlandı.

19. «Fehmetti kabîle mâcerâyı / Hep duydu bu iki mübtelâyı»
19. Kabile macerayı anladı; herkes belâlara uğramış bu iki çocuğun doğumunu duydu.

20. «Hüsn eylediler o duhtere ad / Ferzend-i güzîne Aşk-ı nâ-şâd»
20. O kıza Hüsün adını verdiler; o seçkin oğlana da şâd olmayan Aşk adını taktılar

Nâmzed şoden-i Hüsn bâ Aşk / Hüsn ile Aşk’ın Nişanlanmaları

21. «Bir bezm-i latîf olup müretteb / Sâdât-ı kabîle geldiler hep»
21. Güzel bir meclis kuruldu; kabîle uluları hep geldi.

22. «Re’y eylediler ki bu iki mâh / Bir birinin ola hâh nâhâh»
22. Bu iki ay, ister istemez birbirinin olsun; diye karar verdiler.

23. «İrzâ edeler babalarını / Böyle edeler duâlarını»
23. Babalarını buna râzı etmeyi, dualarını, dileklerini, bu işe hasretmelerini kararlaştırdılar.

24. «Bu re’yi olup kazâ müessis / Bî-gâile hatmolundu meclis»
24. Kazâ ve kader, bu kararı kurdu; hiç bir gâile çıkmadan da meclis sona erdi.

Sabakdâş şoden-i îşân der mekteb-i edeb / Onların Mektep Arkadaşı Oluşu

25. «Bir kışra girüp dü magz-ı bâdâm / Bir mektebe vardılar Edeb nâm»
25. İki iç bâdem bir kabuğa girdiler de Edeb adlı mektebe vardılar.

26. «Bir beyt olup iki tıfl-ı mısra’ / Ma’nâ-yı latîfe oldu matla’»
26. İki mısraya benzeyen o iki çocuk, bir beyit oldu ince bir mânâya matla kesildi.

27. «Efsûn okur iki çeşm-i câdû / Pîş-i nigehinde rahle ebrû»
27. İki büyücü göz efsun okuyordu; gözlerinin önündeki rahle de kaşlarıydı,

28. «Hâme gibi dü zebân u yek dil / Bir bahsi olurlar idi nâkıl»
28. Kamış kalem gibi iki dilliydiler, fakat gönülleri birdi; bir bahsi naklederlerdi.

29. «Yek nûr olup iki şem-i kâfûr / Kıldı orasın sarây-ı billûr»
29. İki kâfûr mumu bir ışık vermekteydi; orasını bir billur saray hâline getirmişlerdi.

30. «Mekteb olup arada heyûlâ / Bir sûrete girdi İki ma’nâ»
30. Mektep, arada, sûrete bürünen bir heyûla olmuştu iki mânâ bir surete girmişti.
(Heyûlâ : Varlığın her şekle giriş kabiliyeti).

31. «Bir şâhda iki gonce-i gül / Bir birlerine olurdu bülbül»
31. Bir dalda iki gül goncası gibiydiler; birbirlerine bülbül kesilmişlerdi.

32. «Bir yerde olup ikisi câlis / Âyineye girdi aks ü âkis»
32. İkisi bir yerde oturuyordu; sanki aksedenle içine akis düşen bir aynaya girmişti.

33. «Mekteb o harem-serâ-yı vahdet / Cem’ oldular anda hecr ü vuslat»
33. Mektep denen o birlik hareminde ayrılıkla buluşma, bir araya gelmişti.

Der vasf-ı behâr / Baharın Vasfı Hakkında

34. «Rıdvân-ı behişt-i âfirîniş / İnsan’ül-ayn-ı ehl-i bîniş»
34. Yaratış cennetinin Rıdvân’ı, görüş ehlinin gözbebeği
(Rıdvan: Cennet kapıcısının adı.),

35. «Ya’ni kalem-i siyâh-câme / Bu tarz ile bed-edip kelâma»
35. Yâni kara elbiseli kalem, söz şöyle başlar :

36. «Bir dem ki behâr-ı âlem-efrûz / Bahş etti cihâna câm-ı nevrûz»
36. Âlemi parlatıp aydınlatan bahar, cihana nevruz kadehini sundu.

37. «Ol mülden olup zemâne ser-mest / Neyreng-i tılısmın etti eşkest»
37. Zamâne o şarapla sarhoş olup düzen tılsımını bozdu.

38. «Dünyâ dolu neş’e-i tarabdan / Mahşer yeri nakş-i bül-acebden»
38. Dünya, nağmelerin neşesiyle dolmuş, şaşılacak bezentilerle bir mahşer yerine dönmüştü.

39. «Cennet gibi sebze cûş-ber-cûş / Eyler gül ü lâle nûş-der-nûş»
39. Yeşillik, cennet gibi coştukça coştu; gül ile lâle de içtikçe içmeye koyuldu.

40. «Her kûçede bir behâr-ı firûz / Her goncede bir kabâ-yı nevrûz»
40. Her yanda bir parlak bahar hüküm sürmekte; her goncada bir nevruz elbisesi görülmekteydi.

41. «Bilmem ne şerâb içirdi horşîd / Etfâl-i çemen hep oldu Cemşîd»
41. Güneş, bilmem ne çeşit bir şarap içirdi ki yeşillik çocuklarının hepsi de birer Cemşid kesildiler.
(Cemşid, şarabı icad eden kişi).

42. «Bâran yerine yağıp mey-i nâb / Döndü çemenin başına girdâb»
42. Yağmur yerine berrak ve taze şarap yağdı; yeşilliğin başında bir girdaptır, dönmeye başladı.

43. «Ahû gibi ebr-i nev-demîde / Beslendi hevâ-yı sünbülîde»
43. Yeni belirmiş bulut, o sümbüli havada ceylan gibi beslendi.

44. «Bir rütbe hevâ rutûbet-efzâ / Kim oldu nesîm seyle hem-pâ»
44. Hava, bir derecede nemliydi ki rüzgâr, selle ayakdaş olmuştu, birlikte esip koşmaya koyulmuştu.

45. «Feyz aldı sefâlden karanfül / Bûy-ı gül ile sulandı sünbül»
45. Karanfil, buluttan feyz almış, sümbül, gül kokusuyla sulanmıştı.

46. «Cûş eyledi çeşme-i zümürrüd / Akseyledi târem-i zeberced»
46. Zümrüt kaynağı coşmuştu; o akan suya zeberced renkli gökkubbe aksetmişti.

47. «Berk etti o gûne bir şeker-hand / Kim mâh eder oldu ana sevgend»
47. Derken şimşek, öylesine tatlı bir gülüşle güldü ki ay bile onun adına and içmeye başladı.

48. «Meddeyledi cûy-ı şîri mehtâb / Çalkandı gümüş suyuyla sîmâb»
48. Ay ışığı, süt ırmağını çekti, akıtmaya başladı; cıva suyu, gümüş suyuyla çalkanmaya koyuldu.

49. «İnsânı rutûbet etti mahmûr / Oldu müje şehd-i hâba zenbûr»
49. Nemlilik, insanı mahmurlaştırdı; kirpikler uyku balına arı kesildiler.

50. «Bir feyz verip hevâ-yı gül-bîz / Bağ etti şerengi gül-şeker-rîz»
50. Güller sızdıran bahar, öylesine bir feyiz verdi ki bahçe, Ebucehil karpuzunu bile gülbeşeker döker
bir hâle getirdi.

51. Bir neş’e verip behâr-ı pür-şûr / Kıldı rek-i ebri târ-ı tunbûr
51. Coşkunluklarla dolu bahar, öylesine bir neşe verdi ki bulutun damarlarını yani sicim gibi yağan yağmurun her sicimini tanburun bir teli yaptı.

52. Hava, nemliliğine düzen verince yalım kuşu da uçmaz oldu.
52. Çün kıldı hevâ rutûbetin sâz / Göstermedi murg-ı şu’le pervâz

53. Pür-nem bu hevâ-yı abhârîde / Reng-i gül olur mu hîç perîde
53. Bu nerkis rengine boyanmış nemlimi nemli havada gül rengi uçar mı hiç?

54. Gösterdi hevâ çü sîne-i bâz / Kimdir vere murg-ı hâba pervâz
54. Hava, göğsünü açıp gösterince, uyku kuşunu
kim uçurabilir?

55. Sahbâ-yı cünûn alıp dimâğın / Bağlandı ayağı cûya bağın
55. Delilik içkisi ile, aklı başından gitmiş; o yüzden bahçenin ayağı dereye bağlandı.

56. Nevruz edicek hevâyı nem-nâk / Tûtî peri oldu sebze-i hâk
56. Nevruz havayı nemlendirince yerdeki yeşillikler, dudu kuşunun kanadına döndü.

57. Nesr-i felek indi âşiyâne / Gül-gonce hûmâya oldu lâne
57. Felek gerkesi yuvaya indi; gül goncası hûmâ kuşuna yuva oldu.

58. Tâ nâmiye öyle buldu kuvvet / Ervâh çeker nihâle hasret
58. Bitirip yetiştirme kuvveti öylesine güçlendi ki ruhlar bile fidanlara hasret çeker oldular.

59. Her tâk ki mehd-i tâka yatdı / Pistân-ı sehâba el uzatdı
59. Çardak beşiğine yatan her üzüm çotuğu, bulutun memesine el uzattı.

60. Her dür ki selıâbdan döküldü / Etfâl-i çemen sevindi güldü
60. Buluttan dökülen her inci tânesi yüzünden, yeşillik çocukları sevinip, güldüler.

61. Ebr eyledi bağı nûşa gencûr / Şekkerde uçardı tûti zenbûr
61. Bulut, bahçeyi tatlılıklar haznedarı yaptı; dudu kuşları, arılar gibi şekerlerin çevresinde uçuşmaya
başladı.

62. Müşk idi nesîm-i bûstânî / Dinmezdi ru’âf-ı ergavânî
62. Bağın, bahçenin rüzgârı miskti sanki; ergavanın burnunun kanı da dinmiyordu.

63. Zencîr-i cünûn edip teselsül / Cûybâra karıştı mevce-i gül
63. Delilik zincirinin halkaları, birbirine ulanıp gidiyor; gülün dalgalan, ırmağa karışıp akıyordu.

64. Cûş etti o rütbe seyl-i nîsân / Seng ü hazef oldu dürr-i galtân
64. Nisan ayının seli öylesine coştu ki taş toprak, yerlerde yuvarlanan incilere döndü.

65. Micmer gibi göz göz oldu dünyâ / Her çeşme gülâb-dân-ı zîbâ
65. Dünya, buhurdan gibi göz göz oldu; her su kaynağı da güzel gülabdan kesildi.

66. Çerh etti dimağını muattar / Berk eyledi atsayı mükerrer
66. Gökyüzü, dimağını güzel kokularla bezedi; şimşek birteviye aksırmaya başladı.

67. Bir neşv ü nema düşüp zemîne / Tâ erdi sipihr-i çârumîne
67. Yeryüzü öyle bir gelişmeye sahne oldu ki tâ, dördüncü kat göğe yükseldi, ulaştı.

68. Her tûde-i hâk olup Bedahşân / La’l ırmağı oldu bağa cûşan
68. Her toprak yığını Bedehşan’a döndü; la’l ırmağı bahçeye coşup aktı. (Bedehşan lâ’l taşıyla
ünlüdür)

69. Ol feyz ile oldu hâre vu seng / Hem-şa’şaa-i harir-i gül-reng
69. O feyizle her kaya, her taş, gül renkli bir kumaşa döndü; parıl parıl parlamaya başladı.

70. Her gonce ki çıktı gül-sitândan / Râz açtı zemîn ü âsmândan
70. Gül bahçesinde biten her gonca, yeryüzünden ve göklerden sırlar açtı.

71. Şâh-ı güle döndü sâh-ı âhû / Müşk nâfesi verdi serv-i dil-cû
71. Ceylanın boynuzu gül dalına döndü; gönüller alan selvi, gül nâfeleri yetiştirdi,
(Nâfe, ceylanın göbeğinden çıkarılan koku).

72. Cennet haberin getirdi gülzâr / Tûbâ’ya nazîre hâr-ı dîvâr
72. Gül bahçesi cennet haberini getirdi; duvar kenarındaki dikenler (bile) Tûbâ’ya nazire oldu.

73. İsrâfil olup nesîm-i zîbâ / Kıldı haşer-i zemîni ihyâ
73. Güzel rüzgâr, İsrâfil kesildi de yeryüzü ölülerini diriltti.

74. Bülbül gibi geldi şevk-i bâli / Açtı güle gonce kıyl u kâli
74. Gonca, bülbül gibi neşelendi de güle karşı söz söylemeye, şakımaya başladı.

75. Sûsen boyanırdı yâsemenden / Kan damlar idi ruh-ı semenden
75. Süsen, yâsemin rengiyle boyanmakta; yâsemin yüzünden de kan damlamaktaydı.

76. Gizli öpüşüp gül ü karanfül / Nerkislere el salardı sünbül
76. Gülle karanfil gizlice öpüşmekte; sümbül de nerkislere el atmaktaydı.

77. Gülşende fısıltı oldu peydâ / Ettiler anı nesîme ifşâ
77. Gül bahçesinde fısıltılar duyuluyordu; ne konuşulduğunu sabah rüzgarına söylüyorlardı.

78. Hercâyî beaefşe eyleyip cûş / Hem hâme hem oldu nâme hâmûş
78. Hercâyî menekşe coşunca hem kalem sustu, hem kitap.

79. Nerkis söz açıp şerâb u neyden / Dür saçdı peyâm-ı tâc-ı Key’den
79. Nerkis şaraptan, neydan söz açarak Key tâcının haberinden inciler saçtı.
(Key, İran Padişahı demektir.)

80. Kaldırdı elin çenâr-ı ser-keş / Bir söz dedi var içinde âteş
80. Baş çekmiş âsî çınar elini kaldırdı, öyle bir söz söyledi ki sanki içinde ateş vardı.

81. Yakdı o haberle lâle dağı / Aşüftelenüp gülün çerâğı
81. Lâle o haberle gönlünü dağladı; gülün mumu perperişan yanmaya başladı.

82. Doldu yer ü gök figân ü zâra / Olmadı o sohbet âşikâra
82. Yer gök feryatla, figanla doldu; fakat o sohbet bir türlü meydana çıkmadı.

Tâlib şoden-i Aşk akd-ı Hüsn’ra / Aşk’ın Hüsn’e Talip Olması

83. Munlâ-yı Cünûn verdi fetvâ / Kim Hüsn için oldu farz gavgâ
83. Cünun Mollası da, Hüsn için kavgaya girişmek farz oldu diye fetvâ verdi.

84. Kasdetti ki ola Aşk-ı gam-hâr / Ahvâl-i kabîleden haberdâr
84. Gamlar yiyen Aşk, kabile halkının ahvâlinden haber almak istedi.

85. Her biri arardı vasla çâre / Âşık geçinirdi ol nigâre
85. Kabile halkının her biri, o güzele âşık geçinir; her biri onunla buluşmaya çâre arardı.

86. Bu resme gerek belâ-yı düşvâr / Yek başına Aşk âlem ağyar
86. Güç belâ da böylesine gerek… Aşk tek başına bütün âlemse yabancı.

87. Cem’eylediler kabileyi hep / Aşk eyledi anda arz-ı matlab
87. Kabîle halkını tamamıyla topladılar; Aşk onlara dileğini anlattı.

88. Kim gevher-i Hüsn’e tâlibim ben / Gavgâ-yı talebde galibim ben
88. Ben dedi, Hüsn denen inciyi istiyorum; bu istek kavgasında da üstünüm.

Kabûl kerden-i Aşk belâhârâ / Aşk’ın Belâları Kabul Etmesi

89. Aşk anladı kim nedir ser-encâm / Gavgâ-yı makâle verdi ârâm
89. Aşk, başına neler gelecek, anladı; sözle savaşmayı bıraktı.

90. Dedi buyurun ne ola hidmet / Min ba’d men ü belâ vü mihnet
90. Buyurun dedi; ne hizmet istiyorsunuz, bundan böyle ben varım; işte belâ ve mihnet.

91. Sâdât-ı kabîle etti tedbîr / Kim mehrine eyle nakdi tevfîr
91. Kabile uluları, ne gerektiğini bildirdiler; nikâh parası olarak pek çok para vermen ve,

92. Hüsn akdine çok behâ gerektir / Evvel sana kîmyâ gerekir
92. Hüsn’ü nikâhlaman için çok belâya uğraman, önce kimyâyı elde etmen gerek dediler.

93. Durma sefer et güzâr-ı Kalb’e / Can baş ko reh-güzâr-ı Kalb’e
93. Durma; Kalp ülkesine yürü; kalp yolunda can ver; başından geç.

94. Ol şehrde kîmyâ olurmuş / Yolda belî çok belâ olurmuş
94. O şehirde kimyâ olurmuş, ama yolda da çok belâlar varmış. (Kimyâ: iksir)

95. Bin başlı ejder-i münakkaş / Mümdan gemi altı bahr-i âteş
95. Bedeni nakışlarla bezenmiş bin başlı ejderha, ateş denizinde yüzen mum bir gemi varmış.

96. Bin yıllık yol harâbe-i gam / Anın ötesi serây-ı mâtem
96. Gam harabesi bin yıllık yolmuş; onun ötesinde de Mâtem sarayı varmış.

97. Meşhûr o yolun başında câdû / Her mûyu yılan yalan değil bu
97. O yol başında meşhur bir cadı varmış ki her tüyü yılanmış; yalan değil bu.

98. Bir deşt içinde dîv ü perrî / Arslan kaplan vuhûş-ı berrî
98. O çöl, bir çölmüş ki devlerle, perilerle, arslanlarla, kaplanlarla, kara canavarları ile doluymuş.

99. Cin nev’i hezâr bed-likâlar / Câdû kılığında ejdehâlar
99. Cin cinsinden binlerce çirkin yüzlüler, cadı kılığında ejderhalar,

100. Muzlim gecelerde gûl-ı yâbân / Âvâzesi ra’ddan nümâyan
100. Kapkaranlık gecelerde, sesi gök gürlemesini andıran gulyabani varmış.

Şeyh Galip

Hüsn ü Aşk, 151-208 Bölüm

151. Ol mevt hayât-ı câvidândır / Ger nefs için istene ziyândır
151. O ölüm, ebedî bir yaşayıştır, ama nefis için istenirse ziyandır.

152. Maksûd hemîn rızâ gerektir / Ol kasde dahı atâ gerektir
152. Maksat ancak senin rızanı kazanmak. Fakat bu maksada erişmek de senin lûtfunla olur.

153. Kaldı orada esîr-i hasret / Ne tâb-ı güzer ne fikr-i avdet
153. Aşk orada hasret esiri olup kaldı. Ne geçmeğe kudreti vardı, ne geri dönme fikrine düşmüştü.

154. Nutka gelip aşkar-ı gül-endâm / Dedi ne sebebden ettin ârâm
154. O gülbedenli aşkar söze geldi neden durup kaldın dedi. (Aşkar, kızıl renkli at)

155. Aşk eyledi dürr-i eski rîzân / Söz söyledi hemçü dürr-i galtân
155. Aşk gözyaşı incilerini döküp yuvarlanıp giden inci taneleri gibi sözlere başladı.

156. Gayret gibi yok per ile bâlim / Bu âteş ile nic’ola hâlim
156. Gayret gibi kanadım yok ki, Bu ateşle halim ne olacak benim?

157. Şâhin değilim ki edip âheng / Pervâz edeyim hezâr ferseng
157. Şahin değilim ki davranıp kanatlarımı açayım da uçup binlerce fersah yol alıp gideyim.

158. Aşkar süzülüp misâl-ı ankâ / Ol âteşe girdi bî-muhâbâ
158. Aşkar ankâ gibi süzülüp korkusuzca o ateşe girdi.

Âgâhî dâden-i Suhan be sûret-i Tezerv / Suhan’ın Sülün Şeklinde Gelip Aşk’ı Uyarması

159. Gûş etti ki bir tezerv-i ser-keş / Bu gûne verir peyâm-ı âteş
159. Serkeş yani baş çekmiş bir sülünün şu çeşit ateşli bir haber verdiğimi duydu.

160. Kim duhter-i şâh-ı Çîn’dir ol / Hüsn anlama nakş-ı kîndir ol
160. Diyordu ki : O, Çin şâhınn kızıdır; onu Hüsn sanma; kinin nakşıdır, yani kendisidir.

161. Ol duhterin adı Hüş-rübâdır / Âdem-küşdür perî-likâdır
161. O kızın adı Hüşrübâ (akıl kapan)’dır; peri yüzlüdür ama adam öldürür.

162. Bu bağa gelirse yarın ol mâh / Zât’üs-Suvere’ alır seni âh
162. Yarın o ay bu bahçeye gelirse eyvahlar olsun, seni alıp Zât’us-Suver’e götürür.

163. Aşk aklını başına edüp cem’ / Bî sûd idi liyk yandı çün şem’
163. Aşk, aklını başına topladı ama mum gibi yanmıştı bir kere; faydası yoktu artık.

164. Kaldı o gül-i harîm-i vuslat / Ol bağda hemçü bûm-ı gurbet
164. O vuslat harîminin gülü, o bahçede, gurbet baykuşu gibi kaldı.

165. Fi’l vâki’ o duhter-i semen-sâ / Ol bağı yine edindi me’vâ
165. Gerçekten de o yâsemin bedenli kız, gene o bahçeyi yurt edindi.

166. Elvân ile her gurûh-ı yektâ / Envâr-ı mücessem idi gûya
166. Eşi bulunmayan her bölük sanki çeşitli renklerle cisimlere bürünmüş nurlardı sanki.

167. Pertevleri kıldı reng der reng / Envâr-ı hayâli ceng der ceng
167. Işıkları; renk renk yaptı, hayâl nurları birbirine çarpmadaydı.

168. Ammâ ki zemîn-i kal’a-i pâk / Âyine idi çü akl-ı derrâk
168. O tertemiz kalenin zemini, her şeyi anlayan akıl gibi bir aynaydı.

169. Her aksden ol zemîn-i pür-nûr / Gösterdi hezâr rûh-ı mahşûr
169. O ışıklı yer, kendisine vuran her şeyden binlerce haşredilmiş can gösterdi.

170. Bir taht-ı münevver oldu peydâ / Ol pîr ile Aşk oturdu hemtâ
170. Nurlu bir taht peyda oldu. Tahta o ihtiyarla Aşk. beraberce oturdu.

171. Aldılar o şâhı eyleyip azm / Seyrâna o şehri kıldılar cezm
171. O padişah alıp şehri gezdirmeye götürdüler.

172. Her gûşede nice bağ ü bûstân / Her birisi reşk-i bağ-ı Rıdvân
172. Her bir bucakta nice bağ, bahçe vardı. Her bir bahçe cennet bahçesinin bile hasedini çekiyordu.

173. Gencîneler anda aşkâre / Memzûc idi cevhere sitâre
173. Oradaki defineler açıktaydı, mücevherler yıldızlara karışmıştı.

174. Bir nice umûr-ı gayr-ı ma’kûl / Her nazrada Aşk’a oldu mahsûl
174. Her bakışında Aşk’a, aklın almayacağı nice şeyler göründü.

175. Aşk etti bir iki saat âram / Tâ kim gele pîr vere peygâm
175. Aşk bir iki saat durdu, bekledi; o ihtiyarın gelip haber vermesini bekledi.

176. Bir gulgule koptu kasr içinde / Kim görmemiş idi asr içinde
176. Birden köşkün içinde öyle bir gürültü koptu ki âlem de o çeşit gürültü görülmemişti,

177. Âvâz-ı sürûr-ı nây u tunbûr / Bir velvele hemçü nefha-i sûr
177. Ney ve tanburların neşeli sesleri duyuluyordu. Sûr üfürülüyor gibi bir velveledir, kopmuştu.

178. Âvâze-i tabl-ı şâdmânî / Âsâr-ı neşât-ı câvîdânî
178. Sevinç davulları çalınıyor, ebedi sevinç belirtileri beliriyordu.

179. Bir perde açıldı nâ be-hengâm / Aşk oldu tahayyür ile sersâm
179. Beklenmedik bir anda bir perde açılıverdi. Aşk hayretler içinde kaldı, aklı başından gitti.

180. Bir hâl-i garîb oldu peydâ / Kim eylemez idi Aşk hulyâ
180. Görülmemiş, şaşılacak öyle bir hal oldu ki Aşk, bunu hayaline bile getirmemişti.

181. Kim gayret ü Hayret ile İsmet / Geldiler ana berây-ı hidmet
181. Gayret ile İsmet ona hizmete geldiler.

182. Hem dahı Suhan o pîr-i enver / Munlâ-yı Cünunda besberâber
182. Hem de Suhan, o apaydın ihtiyar, Cünun mollası ile beraber göründü.

183. Tebşîr kılıp Suhan mukaddem / Dedi ki eyâ hidîv-i ekrem
183. Önce Suhan müjdeledi, ey ulu emir dedi.

184. Bu hâli bilir misin hele sen / Sen kandasın ü dahı kimim ben
184. Bu hali bilir misin sen? Sen neredesin ben kimim?

185. Bu şehr ne şehr-i dil-sitândır / Bu bağ ne bağ u bûstandır
185. Bu şehir, gönül alan nasıl bir şehirdir, bu bağ, bu bahçe ne biçim bağdır, bahçedir?

186. Seyr ü seferin ne râhdandır / Zûr u hünerin ne şâhdandır
186. Nereden yola çıktın, hangi yoldan geldin? Kuvvetin, hünerin hangi padişahtan meydana geldi?

187. Yâdında mıdır Benî-Mahabbet / Nüzhet-geh-i Ma’ni cây-ı vuslat
187. Sevgioğulları, Mânâ gezinti yeri, o buluşma yeri alklında mı?

188. Bu işte o bağ-i bî-bedeldir / Bu hâne henüz ol mahaldir
188. Orası işte o eşsiz bahçe, bu ev hâlâ orası.

189. Kim bunda ne gûl var ne evhâm / Ne dîv-i siyâh u zişt peygâm
189. Burada ne gulyabani var, ne evham. Ne kapkara dev var, ne çirkin haber.

190. Ne âteş-i sihr ü ne şitâ var / Ne bîm-i helâk ü ne belâ var
190. Ne büyü ateşi var, ne kış. Ne ölüm baykuşu var, ne belâ.

191. Bil cümle neşât-ı câvidânî / Envâ’-ı sürûr u şâdmânî
191. Burada tamamıyle ebedîlik neşesi, sonsuz bir sevinç, zevkin sefanın çeşitleri var.

192. Fehmeyle ki bu garîb sırdır / Erbâb-ı ukûle müstetirdir
192. Anla bunu, görülmemiş eşsiz bir sırdır bu. Akıllılardan gizlidir.

193. Ben ol Suhan’ım ki edip ikdâm / Çehden sana râhı etdim i’lâm
193. Ben o Suhan’ım ki kuyuya vardım, sana kurtuluş yolunu bildirdim.

194. Câdûyı helâk eden ben idim / Bu yolları pâk eden ben idim
194. Cadıyı öldüren bendim, bu yollan temizleyen gene bendim.

195. O bülbül o tûtî-i suhan-gû / Hem ben idim ol tezerv-i dil-cû
195. O bülbül, o söz söyleyen dudu kuşu, o gönül alan, sevimli sülün hep bendim.

196. Ol pîr-i tabîb-i pâk-tıynet / Bendim sana eyledim delâlet
196. O yaratılışı temiz hekim de bendim, sana yol gösterdim.

197. Geldim yine da’vet-i visâle / Vâkıf olagör meâl-i hâle
197. Şimdi gene buluşmaya, kavuşmaya davetçi olarak geldim, artık bu halin ne olduğunu anla.

198. Bulmağa zuhûr bu mebâhis / Bir geç-nazar olmuş idi bâis
198. Bu şeylerin meydana gelmesine eğri, yanlış bir bakış sebep oldu.

199. Kim Aşk Hüsün’dür ayn-i Hüsn Aşk / Sen râh-ı galatda eyledin meşk
199. Çünkü Aşk Hüsn’dü, Hüsn de Aşk’ın kendisi. Sen ise yanlış bir yol tutmuştun.

200. Birlikte bu kıyl ü kâl yokdur / Ol farzda hîç muhâl yokdur
200. Birlikte bu dedikodu yoktur. O zanda olmayacak şey hiç bulunmaz

201. Var imdi gör ol melek-likâyi / Seyreyleki Hüsn-i bî-behâyi
201. Var simdi onun, o melek yüzlü güzelin deger biçilmez güzelligini gör seyret.

202. Tâ cümle nihan iyân ola hep / Evvelki iyan nihân ola hep
202. Bütün gizli seyler açiga çiksin, evvelki açik olanlarin hepsi de gizlensin, silinip gitsin.

203. Hem-râhlarin bu râha erdi / Ask ancak o pâdisâha erdi
203. Seninle yoldaş olanlar, bu yola kadar geldiler o padişaha ise ancak Ask eristi.

204. Munlâ-yi Cünûn u Gayret İsmet / Hem kaldı girü Benî-Mahabbet
204. Cünûn mollası, Gayret, ismet, Sevgiogulları geride kaldılar.

205. Hem üns-i Suhan nihâyetindir / Bundan ilerisi Hayret’indir
205. Suhan’la arkadasligin sonu da burası, bundan ötesi Hayret’in işi.

206. Fi’l vâki’alıp o sahi Hayret / Açıldı sürâdikât-i vuslat
206. Gerçekten de Hayret o padişahı alıp götürdü, vuslat perdeleri açıldı.

207. Buldu bu mahalde kıssa pâyân / Bundan ötesi degil nümâyan
207. Hikâye de burada sona erdi, bundan ilerisi artık görünmez.

208. Sad şükr ola hayy-i lâ-yemûta / Kim erdi söz âlem-i sükûta
208. O ölümsüz diriye, Allah’a yüzlerce hamdolsun ki söz, sükût âlemine erişti

Şeyh Galip