Başımla Gönlüm

Başım dedi: Dinlen; gönlüm dedi: Koş!
Başım dedi: Durul; gönlüm dedi: Coş!
Başım yüreksizdi, gönlüm başıboş;
Varlığım arada oynadı gitti…

Başımla gönlüm edemedim eş;
Biri yüz yaşında, biri yirmi beş.
En sonunda sardı saçağı ateş;
Varlığım arada kaynadı gitti…

Celâl Sahir Erozan

On Ölüm Şarkısı

Perdeleri sımsıkı örtünce odamda ben,
En fazla yaptığım şey ağlamak, ağlamaktı!
Bir melek -ne güneşe, ne aya görünmeden-

Siyah bir kedi gibi yüzüme baktı, baktı.
Altınımı gizlice aldı avuçlarına
Karanlığın içinde çamurumu bıraktı.

Nasıl çıkabilirim bu şekilde yarına?
Sırtüstü yatıyorum görmesinler diyerek,
Simsiyah gecelere ben sarına sarına.

Esmer bir kadın gibi koynuma giren melek
Beni gece yarısı çırılçıplak bıraktı,
Ve böyle sabaha dek, ve böyle sabaha dek,
Gece bir nehir gibi üstümden aktı, aktı!

(Birinci Perde)
Cevdet Kudret Solok

İç Zehiri Gir Koynuma Gökyüzü Tanrıçası

1

Odaya sığındık.
Uğultu başladı.
Geceyarısı tireni
Muş tütünü
biber acısı
uğultu başladı.
Yağmur yağdı hüzn’ağdı
ay göğsümün içinde
deli çığlıklar attı
uğultu başladı.
Masada kahve fincanı telve
masada kül tablası izmarit
masada çiçeklik boş
masada ben yalnız
yorgun
bir boşluk. Uğultu başladı
bir dünyadır
düş uzun
uzun gece : kalbim
coşkun
ve kaçak
ve yağmura dönmüştür
ölümün yüzü
kaçak ve suskun
uğultu başladı…

2

Rüzgâr esmese
sen konuşsan, dümdüz olsa yollar
yürüyüp gidebilsek
gecede
gecede
bir bağlama başlasa
bir türkü
uzakta
kent
başlayacak birliktelik
uğultuyla
başlayacak
konuşacak yalnızlar
cesaret mi oynuyor
yalnızlar, kent
çökmüş bulanık
üstlerine, üstlerine
kapıları pencereleri yolları tıkayan
çocuk sesleri
üstlerinden çekilmiş ay
ay göğsümün içinde
emekli bir memur gibi gülümsüyor
korkuyu yanlış anlaşılmak gibi gülümsüyor
daha yakından bakınca
kaçmak ve
ölüm.

Ölüm
gerilimi yumuşatır
derdi ninem,
ölüm evlerden ırak.
Nineciğim.
Muş tütünü
biber acısı
uğultulu.
Nineciğim.
Gök çöktü
bulanık, üstümüze
üstümüze umarsızlık
sessizlik büyüdü
ses oldu
coşkular coşkular ne oldu
yılgınız
gergin ah
burdan gitsek
uğultuyla
sabahla
burdan…

3

Yanmaya başladı birden
sobada
sönmüş sandığım odun.
Perdeyi çektim
gece yok artık.
Yalnız
önümde uzak bir insan haritası
düşlere daldım bir zaman
düşlerim
uğultularım
odamın tozlu camları
raflarım dergilerim kitaplarım yazılarım
akmaya başladı birden
toz toz
son bir parlamasıdır güneşin toz
son
bakmadan göz
toz
bomboş oturmalarım
toz
kımıltısız
toz
uğultularım
toz
bir tek dokunuş
toz
küçük çiçeklere gebe
yeni bir hayata…

4

İçinden hayat fışkıran bir ana başlamak için ne bekliyorsun?

İç zehiri gir dünyama
yalnızlık tanrıçası.

İşte akıyor ırmak!
İşte yükseliyor yapı!
İşte kaynıyor coşku!
Yaşamak için ne bekliyorsun?

Egemen Berköz
(Bu Kitapta Sen Nerdesin?)

Sarraf

Eski mezarlıklar
Üç dinin tapınaklarıyla
Yaşıyor şehir
Kendini aldatıyor takvimlerle
Oyalanıyor yenilediğini sanarak
Yüreğini
Bir düşte binlerce yıldan beri
Esvap değiştiriyor durmadan
Çıkmıyor odasından
Habersiz değil gene de
Olup bitenlerden
Lodos ayıklıyor
Boğaz meyhanelerinden çekilen
Balıkları biliyor
Soluğu daralıyor
Yeni semt adlarını saydıklarında
Gelip gideni eksik değil hâlâ
Geceleri
Nicedir kaç yaşında gösterdiğini
Soruyor bana

Güven Turan

Bir Gezgin Adam

Bir adam belki de en çok bir rüzgârdır şimdi
Sisli yabancı gölge gibi gezgin bir rüzgâr
Şehri bir yabancı gibi dolaşıyor
Şehrin mabetleri bir bir tükeniyor
Başlıyor içinde sonsuz susuzluk
Avuçlarının içi terliyor.

Erdem Bayazıt

Sana

                                                              Soğuk Geceler

Bu karda son krizantemler ölmüştür,
        Bütün soğuktan ölür
Şikeste dalların üstünde titreşen kuşlar,
        Dışarda her yer kar…
Bu kış semâsının üstünde ay da buz tutmuş.
        Uzakta bir baykuş!
Beyâz mesâfeye meş’um ve nâgehân uludu…
        Ziyâdeleşti buğu
Şu ince çamların üstünde… Ey kadın gelme…
        Hayır… Sakın gelme
Bak akşam oldu, ocak söndü, lâmba yok, boş oda;
        Dışarda yollarda
Kalan köpekleri rüzgârlar işte donduruyor…
        Ve bir saat vuruyor
Uzakta, bak… Gece geç, şimdi nısf-ı leyl oluyor;
        Bu yolda gelmek zor;
Ayakların yorulur, dizlerin üşür, gelme
        Bu boş kalan evime!..

Emin Bülent Serdaroğlu

Yüreğimde Uskur Sesleri

Daha bir saat önce senin
hüzünlü kocaman gözlerinle oturduğun bu köşecikte
geçip giden yük gemilerini izliyorum dalgınca

Senden izler taşıyor bütün bu eşya
O bembeyaz kollarının sıcaklığını
hâlâ koruyor bu eski ahşap masa
Almayı unuttuğun sigara paketi işte burada
ki ellerin değmişti defalarca

İşte gittin
işte boşaldı odadaki yerin
işte doluştu yüreğime
birlikte geçen o kısacık zamanın tüm görüntüleri
Kırık dökük sözcükler soluk alışlar sızlanmalar gülüşler
Sıkıntılarıyla sevinçleriyle
gerilmeleri ve boşalmalarıyla
hepsi yüreğimde yol alıyor şimdi

Yüreğim
geçip giden bir yük gemisi Boğaz’dan
Bilmem hangi limanlarda boşaltır yükünü
hangi limanlarda buluşuruz yeniden.

Ersin Salman

Malatya’dan Deli Hatıraları

Geleneksel topluluk dünyasında deliler ve deliliğin özel bir anlamda ayrıcalıklı bir statüsü vardır. Deliler her yere girip çıkabilir, her yerde bulunabilirler. Ama hiçbir yere ait değildirler. Topluluk dışına atılmış zararlı bir unsur değil, topluluk içinde ve topluluğa aittir. Batı toplumlarında ise deliler “içine şeytan girmiş” yok edilmesi gereken, tümüyle olumsuz görülen, toplum dışına itilmiş bir konumdadır. Türk toplumundaki durumu en iyi yansıtan örnek, her köyün her mahallenin her şehrin bir delisi olmasıdır. “Köyün delisi” O’nun toplulukla iç içe olduğunun bir kanıtıdır.

Halk bilincinde delilerin de bir tür hiyerarşi içinde algılandığı bilinmektedir. Bu hiyerarşinin kriterleri deliliğin nedeni, türü, tarzı, yaşı ve cinsiyeti gibi değişkenlerdir.

Prestiji en yüksek deliler “çok okumaktan bu hale geldiği” düşünülen ve “sevdadan” aklını yitirenlerdir.

Toplumun deli ve deliliğe bakışı da zaman içinde değişmektedir.

Malatyalı araştırmacı Gazeteci yazar Celal Yalvaç’ın
“Mazideki Yaşam- Malatya”
şiirindeki bir dörtlük
bunu en iyi şekilde ifade ediyor:

İnsan bazen üzülür,
bazen de sabrı taşar.
Halen unutulmadı Şorikli Deli Yaşar.’
‘İzo’ ile ‘Kız Mahmut’ şehre olmuştu nişan,

bugünse delilerin hepsi oldu perişan.

Bir çoğu bugün yaşamayan ünlü Malatyalı Delilerin halk arasında bilinen bazı isimleri şöyledir;
Deli Zeynel, Kerim, İzzo, Gız Mahmut, Faro, Deli Samet, Deli Dursun, Deli Ahmet, Şorikli Yaşar, Soba Direği, Ramo, Deli Cemo, Müdür, Haceli, Mişmiş, Fır Fayıh, Deli Nusret, Deli Fikriye, Onyedili (Zülfü), Gümüş (Mersedes Kadir) Deli Yusuf, Azet Bacı, Mısto, Adliye Bekir, Deli Gaffar, Mamılo.
Bu listede her sosyal sınıf, eğitim ve gelir düzeyinden kadın ve erkekler bulunmaktadır. Haklarında pekçok anektod anlatılır. Deliliği ve delileri, psikolojik, psikiyatrik, sosyolojik yaklaşımların yanında, onlar üzerinden şehir aidiyeti, geleneksel ilişkiler, tanıma ve yerel kültürü içselleştirme bakımından da değerlendirmek gerekmektedir. Her şeyi eşitleyen ve standartlaştıran, bunu yaparken de kimlik-sizleştiren modern hayat süreçlerinin meydan okumasına, kültür değerlerini her düzeyde yaşatarak ve yeniden üreterek karşı koymak gerekmektedir. 

Bir şehrin delileri o şehrin kimliğine ve kollektif hafızasına ilişkin pek çok ayırt edici özelliklerin de taşıyıcısıdır.

DELİ GAFFAR

Dı Mele Gıdik…

Kurban Bayramı arefesindeyiz.Her evin bahçesinde bodrumunda kurbanlıklar konulmuş bayram sabahını bekliyor. Deli Gaffarların komşu bahçede de bir gıdik var kurbanlık olarak. (Malum memlekette keçi yavrusuna gıdik derler). Gıdik başına gelecekleri anlamış gibi gece boyunca bağırır çağırır kimseyi uyutmaz. Deli Gaffar artık çileden çıkar. Sabah ilk iş bahçeye iner ki gıdiğin hakkından gele. Bide ne görsün gıdikin kafa bir yerde gövde bir yerde dil dışarıda dişler sırıtıyı. Keyiflenerek bağırır gıdiğe

“Dİ MELE GIDİK .NİYE MELEMİSİN”

Malatya’mızda söyleyecek sözü kalmayana yada lafın altında kalıp cevap veremeyene bir özdeyiş gibi Dİ MELE GIDİK derler.

Şen olasın Malatya…

LEBLEBİCİ MEMET

Sene:1962..
Yer:Malatya merkezinde bir cami

Bir cuma günü cuma namazı vaktinde camide herkes huşu içinde ezanı beklerken,kapıda bir adam dikildi.

– Ula sahtekarlar,ula riyakarlar,ula yalancılar sizi…

diye cemaate hakarete başladı. Adam durmadan hakaret ediyor,kimseden ses çıkmıyordu. Cemaat içinde yürekli bir genç sinirden titremeye başlamıştı. İçinden: “Boşver, dünyada müslüman yalnız ben miyim? Herkes hakkını savunsun. Elbet ya kendiliğinden susar, ya da sustururlar.” diyordu. Ama ikisi de olmuyordu. Herif daha büyük bir cür’etle sövüp saymaya devam ediyordu:

– Hepiniz yalancısınız, başınızı yere goyup kıçınızı havaya dikmeklen Allah’ı mı gıracaksınız? Hepiniz sahtekarsınız,hepiniz riyakarsınız…

Cemaatin içindeki duyarlı genç artık dayanamıştı.Yerinden fırladığı gibi herifin yakasına yapıştı,dışarı sürüklemeye başladı..Allah ya o herife verecekti ya da o gence..Genç adam O’nu sürüklerken herif bir yandan da içeriye bağırıyordu:

– Bu genç hariç hepiniz sahtekarsınız, hepiniz riyakarsınız.. Pis herifler sizi..

Yaka paça avluya çıktılar, genç adam herife sert bir ses tonu ile sordu:

– Ulan, sen bu cemaatten ne istiyorsun?

O da cevaplamaya başladı:

– Kızma garddaş, gözel gözel gonuşağ hele. Sen beni tanımıysın etmiysin, bana LEBLEBİCİ MEMET diyler. Adım “Deli” ye çığmıştır..

Genç adam biraz ferahlamıştı. “Demek ki deli bildikleri için ses çıkarmamışlar.” diye düşündü.Yakasını bırakmak üzereydi ki herif yine konuşmaya başladı. Haklı olduğunu ispatlamaya çalışıyordu. Gence sorular sordu:

– Burada yaklaşık ikkibin gişi var mı? Hele söyle sana ne diyem?

Genç:

-Vardır herhalde..

Leblebici Memet:

– Diyek ki bunların ikiyüz kişisi beni tanır. Bunlar cami içinde gonuştular mı? Yani beni tanıyanlar tanımayanlara : “Adam delidir, aldırmayın, söylenip dursun..” felan dediler mi?

Genç:

– Demediler herhalde..

Leblebici Memet lafı gediğine koyar:

– Eeee, demek ki şunların çoğu beni bilmiyi. Kendilerine haksız yere bu kadar hakaret ediyim. Niçin senin gibi birisi çıkıp da yakama yapışmıyı, bunların alayı sahtekar değil de ne ya Garddaş ?

Leblebici’nin hoş bir olayını daha anlattılar.

Malatya’da kendi halinde mülayim bir adamın şirret bir karısı varmış. En az 15-20 namuslu kadını yoldan çıkarmış. Bunu o civarda oturan herkes de bilirmiş. Günü gelmiş,bu kadın ölmüş. Cenazesini camiye götürmüşler. Malum ya, biz müslümanlar her ölenin arkasından “İyi bilirdik..” demeyi alışkanlık haline getirmişiz ya, acaba yine mi öyle olacak?

Mülayim adamın şirret karısını musalla taşına koymuşlar, Hoca cenaze namazını kıldıracak ya..

– Eyy cemaaaattt…Merhumeyi nasıl bilirdiniz ???

Daha kimse ağzını açmadan, LEBLEBİCİ cemaaatin içinden kenara fırlamış..

– Haydin ula buna da “Eyi bilirdik.” deyin ki sizin eşşeg oğlu eşşeg olduğunuzu anlayayım..

demiş..

İBALI

Zamanında Malatya Sümerbank fabrikasında çalışan İBALI adında bir deli varmış. Bir gün O’nun bez çaldığını kapıya ihbar etmişler. Bizzat müdür aramada bulunmuş.

Bakmışlar ki İBALI karşıdan geliyor,hamile kadınlar gibi şişmiş. Gömleğinin altından beline o kadar bez dolamış ki yürürken tısır tısır ediyor. Tabi arama esnasında kemerini çözünce iş meydana çıkmış.

Müdür:

– Bu ne?

demiş..

İBALI kendinden emin:

– Ne olacak, köynegimin ucuuuu…

Müdür çekmeye başlamış. Çektikçe köyneğin ucu geliyor, İbalı da kendi etrafında dönüyor. Sonunda bunun köynek ucu olmadığını o da anlamış olacak ki bir yan dönüyor, bir yan da söyleniyormuş:

– Uuuuyyyyy…!? töbe töbeeeeeee…?Bu bezi de belime kim doladı ki? Sağ olasın Müdür Beg, eyiki buldun, yoksa heç yoktan adımız hırhıza çıkacaktı…

AZZET BACI

Malatya’ya trafik lambalarının yeni takıldığı yıllar. Henüz trafik ışıklarının görevi bilinmiyor diye trafik polisleri halka yardımcı olmakta. Bugün Malatya Belediyesi önündeki ışıkların oradan bir kadın gamsız gamsız karşıya geçmeye başlamıştır ki Polis memurunun sesi ile irkilir:

– Durr, ışığı görmüyor musun? Nereye gidiyorsun?

Bir an duraklayan Azzet Bacı Polisin bu çıkışına anlam veremediği gibi çok ta sinirlenmiştir. Cevabı gecikmez:

– Saga nee, gaynanam gile gidiyim…

ONYEDİLİ (ZÜLKÜF DAYI)

Malatya’nın bir diğer meşhur Delisi de yakın zamanlarda vefat eden 17’li. Elinde bastonunu sopa niyetine taşırdı, Malatya’da belli saat aralıklarında belli cadde ve sokaklardan geçerdi. Genellikle Yeni Camii ve Söğütlü Camii civarlarında takılırdı. Halk ve özellikle esnaf Zülküf Dayı’yı gördüğü yerde kızdırırdı..

Kızdırmak için söylenen kelimeler:

“Onnnyediliiii,” diye başlayan ve “Asker gaçağıııı, Gamyon tekeriii, Çamaşır lasdiğiii,pipirim tohumuuuu, Tecde canavarıııı…” diye devam eden acayip sözlerdi..

Aslında O’nun da istediği kızdırılmaktı.Özellikle kendisini kızdıran semtlerden etrafa baka baka geçerdi ki biri “onyediliiiii…” ile başlayan bir cümle ile laf atsın da O’da ana avrat kaptırsın,normal hayatta birine diyince kan çıkacak küfürleri milletin içinde,laf atana bir nefeste sıralayıversin. (Zülküf Dayı için iletişim sanattı; ola ki orada duyma özürlü bir vataş olabilirdi. Onlar da Onyedili’nin el-kol-baston-beden destekli hareketlerinden pis küfürler sıraladığını anlıyordu)..

Bir gün 17 ‘linin günlük güzergahı üzerindeki esnaflar sabahtan aralarında anlaşmışlar. ” Zülküf Dayı geçerken hiçkimse en ufak bi laf atmasın,ne yapacak hele? ” demişler. Zülküf dayı geçtiğinde plan uygulanmaya başlanmış,esnaf bıyık altından güler iken Zülküf Dayı bir sağa bakıyor, bir sola, olmadı durup arkasına önüne bakıyor,olduğu yerde 360 derece dönüp millete bakıyor, ses yok. Birkaç adım atıp yine duruyor,millete bakıyor,kimseden tık yok. Bakıyor olmayacak,yolun başına gidip elindeki bastonu havaya kaldırarak bas bas bağırıyor:

– Vayy Anasını avradını _____ .. Sanki hepsi anlaşmışlar..

Onyedili Zülküf Dayı ile ilgili çok hatıra vardır Malatyalıların zihin arşivinde, birini daha burada yazayım:

Zülküf Dayı namazlarını yeni cami kılardı zaman zaman. Namazı namaz gibi değildi aslına bakarsanız,namaz kılarken etrafına bakıyor,kendisine güleni,birşey diyeni cevapsız koymuyordu. Cevapları da namaz kılarken ya da selam verdikten sonra küfür metinleri ile olurdu..

Birgün Yeni Camide ikindi namazında uymuş hazır olan imama. İkindinin farzı bitmek üzere, son oturuştalar, imam selam vermek üzere..Bu arada Onyedili’nin sol yanında aynı safta gırgır bir Malatya’lı varmış. İmam sağa selam verdiğinde solundaki genç bunun kulağına:

– ONYEDİLİİİİİİ…

deyivermiş..İmam sol tarafa “Esselamualeykümverahmetullaaahhh” diye selam verirken Zülküf Dayı’da gencin kulağına doğru eğilerek:

– Ananı ______ .

demiş. O’nun namazı öyleydi işte..

HACELİ

Gelelim ‘Aşağışeher’ (Eski Malatya) ayakta bekleyen Haceli’ye…
Üstünde çizgili zıbını ve iri gövdesiyle hep ayakta bekler durumda görünen bu ünlümüz, şoförlerin korkulu rüyası idi. Özellikle köylere toplu taşıma yapan kamyon, otobüs, römorklu traktör şoförleri, Haceli’ye para vermeden geçmeleri mümkün değildi..Haceli konuşmaz, kimseye sataşmaz, kendi halinde, hasta, zavallının biri. Yere yatınca kendiliğinden kalkamadığı söylendiğine göre, belki de aşırı kireçlenmeden ısdırap çeken biriydi. Dedik ya, şoförlerin amacı bu ıssız yolda gece gündüz bekleyen Haceli’ye yardım etmek değil de, kendi yollarını kazasız belasız devam edip, sağ-sağlim varmak için köylerine , biraz para verip kendilerini garantiye almaktı. Oraya gelince, Kemal-i ciddiyetle duran şöfor, Haceli’nin eline biraz para tutuşturmuşsa, oh artık, rahat rahat yola koyulurdu. Bu nedenledir ki, yaşam çizgisi bitmiş olsa da Haceli’nin, hiçbir ekmek ve çaba sarfetmeksizin havadan para kazananlara, geçinip gidenlere “Sen de Haceli şansı var oğlum” demek ya da O kişi için sadece ‘Haceli’ demek, Malatya’ya özgü bir deyim olmuştu.
Bilmem hala yürürlükte mi…

Deliler her yere girip çıkabilir, her yerde bulunabilir ama hiçbir yere ait değildirler.

Topluluk dışına atılmış zararlı bir unsur değil, topluluk içinde ve topluluğa aittir. Batı toplumlarında ise deliler “içine şeytan girmiş” , “yok edilmesi gereken”, tümüyle olumsuz görülen, toplum dışına itilmiş bir konumdadır. Türk toplumundaki durumu en iyi yansıtan örnek, her köyün her mahallenin her şehrin bir delisi olmasıdır. “Köyün delisi” O’nun toplulukla iç içe olduğunun bir kanıtıdır. Halk bilincinde delilerin de bir tür hiyerarşi içinde algılandığı bilinmektedir. Bu hiyerarşinin kriterleri deliliğin nedeni, türü, tarzı, yaşı ve cinsiyeti gibi değişkenlerdir. Prestiji en yüksek deliler “çok okumaktan bu hale geldiği” düşünülen ve “sevdadan” aklını
yitirenlerdir.

İZZO

Adının İzzettin olduğunu pek bilen olmazdı. Kuru gürültülü bir deliydi.

Sürekli giydiği kutnu kumaştan üç etekli elbisesi ve arkasında tuttuğu bastonuyla, başından hiç çıkarmadığı karakalpak başlığı ve ara sakalıyla kendi kendine söylenerek gezerdi kambur kambur. Sağ omuzuna asıp, sol tarafına yönelttiği ve yanından hiç eksik etmediği uzun kayışlı, sarı renkli deri çantasını, kamburluğunun etkisiyle öne sarkmaması için sol kalçası üzerinde tutar ve içinde neler taşıdğı bilinmezdi. Kendisini kızdırdıklarında dozunu artırırdı ne dediği homurdanmasından anlaşılmazdı.

Arada bir, bastonunu sallaması, çocukların kendisine fazla yaklaşmalarını önlemeye yönelik bir savunma idi. Bu bir saldıranlık sayılmazsa, zararsız bir deliydi.

DELİ AHMET

Çorabının içine sokuşturduğu pantolonu, ince boğazında, fiyongu yana kaymış mendili ve elinde sopasıyla, kendisine sataşıldığında sesi gürleşirdi, sıska yapısına inat…

Yüzünde gülümsemesi eksik olmayan bu sevimli delimiz, sarsak ve paytak adımlarla yürürken (gerçek nedeni kendisini izleyenlerin olup olmadığı korkusundan kaynaklansa bile) dönüp dönüp arkasına baktığını görenler, hınzır gülüşünden yine bir muziplik yapmış, kusur işlemiş de kaçıyor zannederlerdi. Bir yerde durmayan haliyle, kimseye zararı görülmemiş bir kişiydi.

GIZ MAHMUT

Siperi bir kulağına dönük şapkası ve elindeki uzunca sopasıyla sırf şamata bir deliydi. Kendisine sataşıldığında şebekleri anımsatan hareketlerle hamle yapardı sağa sola… Yine de zarar vermezdi etrafına. Kendi halindeyken burnundan çıkardığı hafif seslerle “Ben gızım, gızım” diye söylenip gezerdi çoğunlukla. Sevimli de sayılırdı hani.

Geleneksel olarak deliler toplum tarafından korunmuş, barınma, beslenme, hayatını sürdürme bakımından doğal olarak desteklenip benimsenmişlerdir. Ayrıca toplumun renkli bir üyesi olarak kabul edilmişlerdir. Bu anlamda özel bir statüye sahiptirler.

FARO

Gerçek adının Faruk olmasından mı, yoksa farfara bir deli olmasından mıdır bilinmez. Çok yönlü bir kişi sayılırdı. Toplumun kişiyi deli ettiğini düşünürsek, Faro’da önceleri odun kırma ile (evlere, fırınlara ücretle odun kırma suretiyle) geçimini sağlardı. Düğünlerde çaldığı bir metre kadar uzunluğundaki demir kavalıyla hem neşelenir hem de para kazanırdı. Ağzının bir kenarından kavalına giren sesi şekillenerek çıkardı. Parmaklarının arasından yanık yanık. Oyun havaları repertuvarına bir de ‘Faro Makamı’ girmişti Malatyalılar’ın…

Kendisini oyun ve içkiye kaptırınca daha bir falsolaşan taşkın hareketleri, O’na delilik sıfatının yapıştırılmasına neden olmuş olabilir.
İşaret parmağı ile serçe parmağı arasına sıkıştırdığı çay bardağındaki rakısından içe içe oyun oynaması, kendisine özgü gösterilerinden biriydi. Bir zamanlar demirbaşı balta iken, sonraları hep kavalıyla geçtiği yollarda arkasından bağırırlardı, ıslıklarla takviyeli: “Hambal başıkepenek, Farooo, Farooo, Farooo…”

Ne yapsın, aldırmaz görünmek ister bunlara, dolayısıyla da yürüyüşü bir başkalaşır, sözde kendisine güvenli yürür, sataşmaları önemsemez ve korkmaz görünmek çabasıyla. Toplum ise eğlence arar kendisine ya, bu fiyakalı yürüyüşü tekrar tekrar görmek için gördüklerinde sataşırlar Faro’ya; “Islık çalarak”, “Hambal başı kepenek”

Bİr sabır, iki sabır, artık Faro kendisine yapılanlara sövmeyle karşılık vermeye hak kazanmıştır:

– Ulan hepinizin…….. dümdüz gider.

Toplumun arsız kesimi bu kalaylamaya ses çıkarmaz çünkü onlar bunu bekliyorlardı zaten zevk düzeylerine koşut. Arsızlarla dolaşmayı göze alamayan kesim ise suskun… Üretim yapmadan, bir yerden aldığını tüketiciye satmakla kolay kazanan bir kısım dükkancı takımı, canı sıkılınca gün boyu tembel tembel, ya dedikodu yapacaklar ya da gelip gidine sataşacaklar. Ve Faro’lar doğacak böyle böyle. Geçtiği o yerde en fazla ıslığa ve sataşmaya maruz kalan Faro, bir gün yine oradan geçişte kanıksadığı ve kesin gözüyle baktığı sataşmayla karşılaşmayınca durur bekler biraz, herkesin kendisini fark etmesini sağladıktan sonra, bu kez kendisi başlar:

– Hani ışlıh ulan, niye ışlıh çalmıyışınıj? Hepinizin…

Bu sefer ki ıslıklar, alkış yerinedir Faro’ya.
Ve Faro içindekileri dökmüş olmanın verdiği rahatlamanın sevinciyle geçip gider dükkanların arasından, ıslıklı uğurlamayla, o şanlı ve mağrur dik yürüyüşüyle.
‘Kimi deli, kimi veli’yi çağrışrıran bir örnek daha verelim Faro’dan:
Delilerin sırtından tek yanlı eğlenen toplum, onların tepkisine binde bir olsun katlanmak istemez; sataşmalardan sabrı tükenen Faro, elindeki madeni kaval ile ya da attığı bir taşla yaraladığı bir kişinin şikayetiyle karakola götürülür. Nasihatla karışık olarak sorgulamaya başlar karakol komiseri;

– Etrafa niye zarar veriyorsun? der.

Bu soruya ıslıkla karşılık verir Faro:

– Füüüyyyt

– Oğlum, sana soruyorum, cevap versene.

Her sorudan sonra ıslık çalan Faro’ya sinirlenen komiser, sert çıkar.

– Ulan, sen benimle dalga mı geçiyorsun?

Nihayet konuşmaya başlar Faro:

– Komiser beg, niye gızıyısın? Ben biy (bir) gişiyim, ışlığıma hemen siniyleniyisin; ya sana bütün Malatya heygün (hergün) ışlık çalsa ne yapansın?..

Peşin hükümle yargıya varmak niyetinde olan komiser, olaya iki yan da bakmak gerektiğini bir delinin akıl vermesinden anlayınca, bir çay ısmarlayıp içirdikten sonra, serbest bırakır Faro’yu.

Düzeysizliğin bir göstergesi de, içki sırasında ortaya çıkar ya toplumda, bir düğünde yine verirler rakıyı, iki parmağı arasındaki çay, içer ha içer Faro. Yüklenen yüklenene, geleni geri çevirecek takatta değildir. Devirir rakıyı, çay içer gibi. “Çatlamış içkiden” söylentisi yayılır kente.

Mezarında toprak çatlaması olmuş. Meğer ölmeden koymuşlar, öldü zannederek mezara da, ayılıp bu sefer havasızlıktan ölmüşmüş. Kendisini içkiyle çatlatmışlarsa, toprağı çatlatmaya hakkı olmasın mı Faro’nun? Anlayana yeten bu protesto.

Kaynak: Bilal Coşkun / Malatyaca Anı Kırıntılama

Kaynak: http://www.malatyatecde.net/
Gazeteci Enver Kalaycıoğlu’nun  bir makalesinde de Deli Tahir’i anlatır:

DELİ TAHİR

Tüccar Pazarı ve Cumhuriyet Çarşısının önemli bir ismi de Deli Tahir’dir.

Deli Tahir; uzun boylu, yeşil gözlü, takım elbiseli şık giyimli, bazen kravat, bazen de papyon takar, Avrupalı ve Amerikalı aktörlere benzerdi. Onun deli olduğunu dışarıdan tanıyanların anlamaları mümkün değildi. Sorulan sorulara tek kelime veya tek cümle ile cevap verirdi. Biraz zorlarlarsa sapıtır. Ağzına geleni söylerdi. Çok zorlama sonucu deliliği ortaya çıkardı.

Tüccar pazarı esnafı ve kuyumcular Tahir’in ihtiyaçlarını karşılarlardı. Yemesi, içmesi, kıyafeti esnaflara aitti. Onu mağdur etmezlerdi.

Tahir; çok vakurlu, kimseden bir şey istemeyen bir karakterdi. Bazen Malatya’da bazen İstanbul’da kalırdı. İstanbul’da; Kapalıçarşı Esnaflarından bazıları ona sahip çıkar onun ihtiyaçlarını karşılarlardı.

İstanbul’da ihtiyaçlarını karşılayan bir kuyumcu; bir gün Tahir’e bir miktar altını kutuya koyar paketler emanet eder. Tahir’in altınları, Van ilinde bir kuyumcuya götürmesini ister. Haydarpaşa İstasyonundan trene binecek verilen altını Van’daki kuyumcuya götürecektir. Tahir’in yanına bir miktarda yolda ihtiyaçlarını gidermesi için para verilir. Tahir Haydarpaşa’dan bindiği trende fazla kimseyle muhatap olmaz. Tuvalete bile gitse altınlar yanındadır. Uzun bir yolculuktan sonra Van’a kavuşur. Van’daki kuyumcu Tahir’i karşılar. İstanbul’dan gelen altınları alır. Tahir’in gözü önünde kutuyu açar. Kutudan taşlar çıkar. Tahir üzülür. Ağlamaya başlar. Ben tuvalete giderken bile yanımdan ayırmadım. Nasıl olur da kutudan taş çıkar. Üç gündür, uyku bile uyumadım.

Tahir büyük bir sorumluluk almıştır.3 kilogram civarındaki altını İstanbul’dan Van’a götürmüştür. Kuyumcu; İstanbul’la telefon görüşmesi yapar. İstanbul’dan gelen cevap Tahir ne yaptın beni batırdın. Beni bitirdin. Şeklindedir. Van’daki kuyumcu Tahir canın sağ olsun diyerek onu teselli eder. Yanına bir miktar para vererek İstanbul’a gönderir.

Aslında olay göründüğü gibi değildir. Tahir’e şaka yapılmıştır. Hem de çok ağır bir şaka Tahir’i günlerce üzmüştür. Tahir’e verilen altın kutusu ile benzeri olan taş dolu kutu değiştirilmiştir.

Tahir olayı öğrenir. Şakayı yapan kuyumcu, Tahir sakinleşinceye kadar dükkânına gitmez.

Yıl 1994 bir vesile ile İstanbul’a gitmiştim. Cankurtaran Öğretmen evi’nde yer bulamadım. Ya Beyoğlu Öğretmen evi’ne gidip kalacağım ya da Etiler Uygulama Oteli’nde kalacağım. Vakit saat 20.30 gibi olduğundan erindim. Sirkeci’de bir otele gidip kalmaya karar verdim. Normal standartlarda bir otele gittim. Otel girişimi yaptılar, odamı gösterdiler. Aşağıda; çay ve kahvenizi içip televizyon seyredebilirsiniz. Diyerek, otel görevlisi, görevine gitti.

Eşyamı odama yerleştirdikten sonra televizyon seyretmek, gazete okumak amacıyla otelin lobisine indim. Gazete okuyorum. Televizyon seyrediyorum. Çayımı içiyorum. Zamanımı değerlendiriyorum. Biraz sonra otelin lobisine, Deli Tahir geldi. Otelin resepsiyonuna bakan beyefendi bir hürmet gösteriyor ancak o kadar olur. Otelin diğer personelleri el pençe divan duruyor. Efendim kahveniz nasıl olsun diyorlar. Ben kenarda kaldım. Hâlbuki benim de üstüm başım düzgün.

Tahir; her zamanki gibi şık giyimli, otel personeli Tahir’i çözmeye çalışıyor. Çözemiyor. Otel personeli; Tahir’i zengin bir iş adamı veya yüksek bürokrat biri sanıyor.

Bütün iltifatları onun için yapıyor. Tahir ise her zamanki gibi, tek kelime, tek cümle konuşuyor. Bu nedenle cesaret edip Tahir’e bir şey bile soramıyorlar.

Tahir’le biraz konuşsam, Malatya’dan söz etsem Tahir’in deliliği ortaya çıkacak, hiç sesimi çıkarmadım. Hiç tanışıklık vermedim.

Sonra öğrendim ki; Tahir’e o taktiği Kapalıçarşı’da kendine destek olan dostları vermiş.

Malatya’nın delileri bile karizmatik.

Malatya’nın 50 Yıllık Sahafı Muharrem Amca

İstanbul Pasajı’nda sözümona eski kitap satan, kendini sahaf olarak niteleyen kitapçı çok. Çok da genellikle soru bankası satan, yeni kitapları sergileyen kitapçılar bunlar. İstanbul Pasajı’nda, şimdilerde kimileri sahaflar çarşısı da diyor, bir tek Akademi Kitap var sahaf özelliği taşıyabilen. Yeni kitapların yanı sıra eski kitapları da bulundurabilen. Kitaptan anlayan, sürekli kitap okuyan Akademi Kitap’ın sahibi Muharrem Keçeci. Her gidişimde Muharrem Keçeci’yi, kitapların içine gömülmüş, kitap okur görüyorum. Elli yıldır kitapçı olmasının yanı sıra, çocukluğundan beri okuma aşkıyla yaşayan bir insan. 1928 yılında Malatya’nın Uçbağlar Mahallesi’nin Sivas Caddesi’ndeki evlerinde, anasının söyleyişiyle “dut yarpahları pisik kulağı kadar olunca” doğmuş. En iyisi Muharrem Keçeci’nin ağzından dinleyelim Malatya’nın elli yıllık sahafını:

Sivas Caddesi, çocukluğumda ekin tarlasıydı. Buralarda tek katlı, kerpiç damlar vardı.

Zenginlerin evleri, yine kerpiçtendi; ama iki katlıydı. Evler, iki katlı da olsa çatısızdı, damdı. Deli Gaffar, Kel Oso, Kuyumcu Akşit komşularımızdı. Tekke Cami’nin oradan kanal akardı. Şimdiki Sinema Caddesi ile Sivas Caddesi’ni birleştiren Hüseyinbey Köprüsü vardı. Kanalın akarına Kırçuvallar, değirmen kurmuştu. Yalnız, çarşıdan gelirken Hüseyinbey Köprüsü’ne yaklaşınca çok dik bir yokuşla karşılaşır, o yokuşu nefes nefese çıkardık.

Çocukluğumda erkek çocuklar da zıbın (fistan, entari) giyerdi. Çoğumuzun ayakları çıplaktı. Zenginlerin ayağında yemeni vardı. Çok yoksuldu insanlar. Ekmek, karneyle verilirdi. (Cebinden cüzdanını çıkarıyor. Cüzdanından sarı, küçük bir kâğıt çıkarıyor. Kâğıdın üzerinde, Malatya Valiliği 1959 yılı, Tevzi Fişi, sayı 10 ve sayı 22, yazıyor. Fişin fotoğrafını çekip kendisine veriyorum.) Bu fişe karşılık bir ekmek veriliyordu. Yarım ekmeklik fişler de vardı. Paranız da olsa karnenizdeki hakkınızdan fazla ekmek alamazdınız.

Ekmek karneyle ve karaborsada


Hiç unutmam, kardeşim çok acıkmıştı, ağlıyordu. Fırıncıdan ekmek istedi babam. Fırıncı, yok, dedi. Kardeşimin ağlamasına fırında o an bulunan Arapgirli Fahri Oral’ın babası, çocuğu ağlatmayın, parasını vereyim, dedi. Fırıncı, yine kabul etmedi. O iyi insan, cebinden kendi karnesini çıkarıp kardeşime fırından ekmek almıştı. Karneli ekmekle doymazdık. Asker somunu alrdık gizlice. Asker, gizlice kendi tayınını satardı, biz de gizlice asker somunu alırdık. Asker somunu pahalıydı; ama daha güzeldi. Bir kez de gizlice Arguvan’a gidip un alıp geldik. Un almak da gizlice yapılıyordu.
Dört kardeştik. Babam, elbiseciydi. Eski elbise alır satardı. Tarlamız yoktu. Ben, ayakkabı yapımında ve satımında çalışırdım. Gazi İlkokulu’nda, ilkokulu okudum. Ne yazık ki ortaokulu okuyamadım. Büyük kardeş olarak çalıştım, küçük kardeşlerimi okuttum. Okullara içim yanarak bakardım. Okuyanlara imrenirdim. Birinci Dünya Savaşı’nın etkileri, derken İkinci Dünya Savaşı’nın tüm dünyayı olduğu gibi bizi de iyice yoksullaştırması, kardeşlerimin mum ışığında ders çalışması… Kardeşlerimden biri İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Ankara’da savcıydı kardeşim. Böbrek yetmezliğinden 42 yaşında öldü.
Okumaya Hazreti Ali’nin Cenkleri’yle başladım. Kan Kalesi’ni okuduğum gece, rüyamda sabaha kadar savaştım. Çok etkilenmiştim. Ferhat ile Şirin, Arzu ile Kamber, Yanık Ömer ilk okuduklarımdı. Bu kitaplar, bana okumayı sevdirdi. Sonra Karacaoğlan, Yunus Emre gibi halk ozanlarını okudum. Şimdi yine tasavvufa döndüm. Bu sıralar, yine tasavvuf şiirleri okuyorum. Biyografileri okumayı severim, onlardan ibret alırım. Abartılı olduğu halde, yaşamöyküsü anlatılan kahraman gibi olmak isterim.
1938 yılında altın varak süslemeli, el yazması, eski, çok kıymetli bir kitap denk geldi. Dört haftalık ekmek param olan bir liraya o kitabı satın aldım. Çok sıkıntı çektikse de İkinci Dünya Savaşı’nda harbe girmediğimize şükrediyorum. Yapraklı nüfus cüzdanımıza işlenirdi aldığımız gaz, ekmek karnesi ve şeker. Cumhurbaşkanı çocuğu da olsa öğrenci gençler, siyah beyaz grezet denen kumaştan yapılan elbise (forma) giyerdi. Erkek ve kız öğrenciler, sarı şeritli, armalı, siyah şapka giyerdi. Malatya halkı, kasket (şapka)’siz sokağa çıkmazdı. Zenginler, fötr şapka giyerdi. Alışkanlıktı şapkalı yaşam. Halk, şalvar giyerdi. Şimdi şalvar ve şapka giyen çok az.
Şimdiki çocuklar, şanslı. Konuşma özgürlükleri var; hatta çocuklar konuşmaya teşvik ediliyor. Bu çok iyi, şimdiki çocuk eğitimini beğeniyorum. Eskiden beri kitaplara meraklıyım. Çocuklarım, benden de meraklı, çok okurlar.
1946- 1960 yılları arasında önce ayakkabı imalatında çalıştım. Sonra da imalat makinesini sattım.1960 yılında Mecidiye İş Hanı’nda kitapçı dükkânımı açtım. 1963’e kadar Mecidiye İş Hanı’nda çalıştıktan sonra Mecidiye İş Hanı’nın yanması üzerine İstanbul Pasajı’ndaki yerime taşındım. Kırk sekiz yıldır da buradayım. Elli yıldır, çok sevdiğim kitapların arasındayım. Seksen iki yaşımda bile kitapların arasında mutluyum. Her sabah, kitapların arasına gelince, hazine dairesine gelmiş gibi mutlu oluyorum. Kitaplardan hiç zarar görmedim. Her biri bir başka dünya. Yararlı arkadaşlar. Eski para ve pul alım satımı da yapıyorum. Pul koleksiyonu ile dünya devletlerini tanıdım.
Siftah etmediğim günler de oluyor. Herkes kitap satıyor. Ders ve dershane sınav hazırlığı kitapları satılıyor. Diğer kitapları alan yok. İki dükkân kirası ile Bağ- Kur emekli maaşım var. Siftah etmesem de geçiniyorum. Beş kız, bir erkek evlat yetiştirdik eşim Ayhan Hanımla. Ayhan Hanımlar, aslen Sivaslılar. Yıllar önce Malatya’ya yerleşmişler, komşumuzdular. Çocuklarımızın hepsini okuttuk. Çocuklarımızdan üçü, kız tekniği; biri, Adana İşletmeyi; biri de Erzurum İktisatı bitirdi. Biri, Konya Turizmi bitirdikten sonra iki yıl daha okudu. Şimdi tüm çocuklarımız, ev ve iş sahibi oldu. On bir tane de torunumuz var.
Şimdiki aklımla genç olabilseydim, yine kitap işiyle uğraşırdım. Kitap, kültürdür; kültürlü, eğitimli insanlarla karşılaşırsınız kitapların arasındaysanız. Dinlemeyi severim. Kendi düşüncemi, karşımdakine dayatmam. Durumunu anlayarak, kitap önerdiğim, yol gösterdiğin de çok olmuştur. Bazıları da ilmi yutmuş oluyor; onlara da benim önerilerim, çocukça gelebiliyor. Düzeyleri farklı insanlarla karşılaşabiliyorum.
Özellikle bazı yaşlı insanlardan biraz şikâyetçiyim. Kimi zaman biri bir kitap satmış oluyor. Babası ya da dedesi, kitabın satıldığını öğrenerek bana geliyor. Ben polis değilim ki, kitap satmaya geleni sorgulayayım. Kitabı satılmış olana, o kitaptan bulup verseniz dahi, illa kendi kitabını istemekte inat edebiliyor. Sakıncalı kitaplar almamaya çok dikkat ediyorum. Kimi çocuklar, kütüphanenin kaşeli kitabını bile satmaya kalkışabiliyor. Eski el yazması kitaplar da geliyor. Değerini öğrendikten sonra, kitabı satmaktan vazgeçiyorlar.
Bu pasajdaki kitapçı çocuklar, işsizlikten dolayı kitap satıyorlar. Onlar, kitapların farkında bile değiller. Kitabı, odun satar gibi satıyorlar. Bu pasajda kahvehane çok; bayanlar rahat gelemiyor, rahatlıkla kitapları inceleyerek alamıyorlar. Bu pasajda sadece kitapçılar olsa, daha iyi olurdu. Sanat sokağı haline getirilebilir; kitap, müzik, heykel, resim, fotoğraf, seramik sergilenebilir.
Turgut Özal, bizim mahallenin çocuğuydu. Bizim bir alt sokakta oturuyorlardı. Çok zeki, iyi, efendi biri olduğunu söylerdi mahalleli. Recai Kutan da bizim komşularımızdandır. Benim öğrenciliğimde Recai Kutan’ın babası İsmail Kutan, Gazi İlkokulu’nun müdürüydü. Recai Kutan da çok zeki ve efendi biriydi. Eski belediye başkanlarımızdan Mehmet Yaşar Çerçi de sağ olsun, birkaç kez dükkânıma gelerek hatırımı sormuştu. Ben tanımıyorum o zamanlar tabi, sonra Av. Hüseyin Cemal Akın, kendisi anlattı. Öğrenciyken gelir, benden kitap alırmış. 2. Ordu Malatya’ya ilk geldiğinde Behçet Paşa, her cumartesi dükkânıma gelirdi. Behçet Paşa, eski para ve pul meraklısıydı.

Hep ıstırap, hep ıstırap


Kardeşimin genç yaşta ölümü, yaşadığım en acı durumdu. Nevzat öldü, haberi yıktı beni.
(Gözleri doldu, dudakları büküldü, yüzündeki damarlar seğirdi. En sevinçli durum neydi, hayatınızdaki en sevindiğiniz olay neydi, soruma o kadar düşündü ki… Bir kaybı varmış da aranırsa bulacakmış gibi kıvrandı. Çocukça boynunu büktü. Yanıt veremediği için özür diledi.) Üzüntülü olay çok oldu da sevinçli olay sanki hiç olmadı. Bir türlü hatırlayamıyorum. Hep ıstırap, hayatımda hep ıstırap yaşadım. Beni etkileyen sevinçli anımı hatırlayamıyorum, dedi.
Ben gidersem, ölürsem, bu kitapların ne olacağını çok düşündüm. Elli yıl, kitapla uğraştım. Kahvehaneye gitmem. Lüzumsuz harcamam. Buraya bir not bırakırım her zaman. Nota bakın, her yan karmakarışık demeyin. Bunun rızkıyla altı çocuğumu okuttum. Arkamdan bana lânet okumayın, ne dağınık adammış, demeyin. Ben öldükten sonra, bu kitapların her birini bir yere vereceklerini, benim kitaplara verdiğim değeri vermeyeceklerini ben de biliyorum. Bir tesellim var: Evdeki çok kıymetli kitaplarıma çocuklarımın değer vereceklerini biliyorum. Bu konuda bir anım geldi aklıma, size onu anlatayım:
Yıllar önceydi, Mehmet Çırpıcı adında bir emniyet amiri tanırdım. Mehmet Çırpıcı, kitap da ciltlerdi. Onun ciltlediği kitabı, nerede olsa tanırdım; kendine özgü örgü şeklinde kitap cildi yapardı. Bir gün, küçük çocuklar bana kitap satmaya geldiler. Kitapların ciltlenme şeklinden kime ait olduğunu tahmin ettim. Kitapları aldıkları yeri çocuklardan öğrenip oraya gittim. Mehmet Çırpıcı ölünce, Çırpıcı’nın özenle biriktirdiği, ciltlediği kitaplarını, eskiciye vermiş oğlu. Çuvallarla kitapları, kilosu üç kuruştan satışa çıkarmış eskici. Oysa o kişi, varını yoğunu o kitaplara yatırmıştı, gözü gibi korumuştu kitaplarını.

Evi deli damına çevirdin çağam


Çıraklık yaparken, haftalığımı kitaba verirdim. Anam, oğlum, evi deli damına çevirdin; her yanda senin kitapların var, derdi. Gözden uzak yerleri seçerdim, anam sitem etmesin diye: Buğday ambarına, pestil tenekesine saklardım kitaplarımı. Evlendikten sonra da hanım, yine mi kitap getirdin, demeye başladı. İşte böyle, kitaplarla seksen iki yıllık ömür geçti.
Dünyaya geldik, dünyada yaşadık ve gidiyoruz dünyadan. Arkamdan iyi adamdı, yararlı adamdı desinler. Allah’tan temennim bu. Hayatta beni sevmeyenler de olabilir; ama yüzde doksanı beni seviyor diye düşünüyorum. Bana karşı olan, düşman demeye dilim varmıyor, hemen hemen yoktur. Hiç rastlamadım. Kimselerle takışmadım.
Bir kez bir doktor geldi. Benden kitap alırmış öğrenciliğinde. Bana kendi kitabını armağan etti. Bir defa da biri bana borcunu ödemeye geldiğini söyledi. Çarmuzu’da otururlarmış. Yirmi beş kuruş simit parasını, dolmuşa verirse aç kalırmış. Okula da geç kalırsa, geç kalanları okula almazlarmış. Soğukta donarmış. Benim dükkânıma gelir, beş kuruşa kitap okurmuş. Ben müşterilerle ilgilenirken o, sobaya benim kitaplarımı atarmış. Şimdi Burdur’da bir bankanın müdürüyüm. Senin kitaplarını yakarak ısınmıştım. Çok kitabını yaktım. Hep rüyalarıma giriyor. Yaktığım kitaplarının parasını ödemek istiyorum, diye ısrar etti.
Biz Sahaf Muharrem Keçeci’yle konuşurken de Akademi Kitap’ın kapısından kafasını uzatan bir bey: Çocukluğumda sizden çok kitap alarak okurdum. Kitap okumayı, sizden aldığım Tomiks, Teksaslarla sevdim; hâlâ kitap okuyorum, dedi. O anda Muharrem Keçe’nin gözleri ışıldadı. Hiç sevinçli olay yaşamadım ki, diyordu ya… Onun en mutlu anı, bu andı. Sanatçıların armağanı alkışsa, elli yıllık Sahaf Muharrem Keçeci’nin sanatçı mutluluğu da okurların övgüsü, teşekkürüydü. Dünyaya yeniden gelebilseydim, yine kitaplarla dolu bir dünyada yaşamak isterdim, diyor.

Sultan Kılıç

En sevinçli durumu sorulduğu zaman düşünmesi, bana yıllar önce bir sohbetimizde sarfettiği şu sözünü hatırlattı:
– Ahmedim, Allah o kadar çok şey verdi ki bana, ondan birşey istemeye utanırım. 

Kördüğüm

                                                    Kardeşim Halil Nihad’a

Elli yıldır şu ömür kervanının yolcusuyum.
Öyle her yoldaşı sevmezse de âzâde huyum,

Âşinâ, çehre azaldıkça duraktan durağa,
Acı bir hâtıra enkazı çöker ortalığa.

Her giden, sanki içimden yeni bir parça alır;
Kervanın safları dolgunsa da, gönlüm boşalır.

Ya, bu yol böyle sürüp gitse!.. derim, ürperirim;
Bir yakın günde fakat bitse!.. derim, ürperirim.

Arka bir dalgalı ummân gibi toprak yığını,
Önde bilmem geçidin nereye çıkıp vardığını.

Yürürüm anlamadan bastığımı, gördüğümü;
Dolaşır zihnime ömrün ezelî kördüğümü.

İbrahim Alâettin Gövsa

(Acılar)